: (Fr. i.) Bir devletin sınırlarını genişletme
politikası. Sınırları genişletmekteki gaye, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırmaktır. Bu maksat için çok defa silahlı harp hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sinsi ve maskeli bir emperyalizm şekline başvurulmaktadır. Modern emperyalizm denilen bu şekil, iktisadî ve kültür hayatı bakımından bir ülkeyi kendine bağlamak suretiyle menfaat (yarar) sağlamaktır. Gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkeleri bu yolla kendilerine bağlamak suretiyle insanlarını kendi kültür ve ideolojileriyle yetiştirdikleri için felsefe, siyasî görüş ve yaşayış bakımından kendilerinden ayrılamaz hale getirmek isterler. (O.A.L.)
811- qqEMR-İ Bİ-L MA’RUF, NEHY-İ AN-İL MÜNKER
hUXW7~ w2 ¬]Z9 ¿hQW7_" ¬h8! : Dinin emirlerini, Kur’anî ve İslâmî hakikatleri neşretmek ve bildirmek, men’edilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslâmî hususları emretmek ve teşvik etmek, kötülüğü men’edip yaptırmamağa sevketmek. (Fakat bu kudsi vazifeyi âdabına itaat ve riayet ederek ifa etmek lâzımdır. Zira bunun usulü de dinimizin emirlerindendir.) (O.A.L.) (Bak: Cihad, Tebliğ)
812- “Emr-i bi-l ma’ruf” hakkında Kur’anda müteaddid âyetler vardır. Ezcümle:
« ¬¿h²Q«W²7_¬" «–—h8Ì_«<«— ¬h²[«F²7~ |«7¬~ «–Y2²f«< °}Å8~ ²vU²X¬8 ²wU«B²7«—
(3:104) «–YE¬V²SW²7~ v; «t¬\7—~«— ¬h«U²XW²7~ ¬w«2 «–²Y«Z²X«<«—
Meal-i şerifi: Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, ma’ruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet olsun; işte onlardır o felahı bulacaklar.» (E.T.1154) (Bak: 521.p.)
«Hayra davet, emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker, alel’umum müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiç bir müslüman mes’uliyetten kendini kurtaramaz... Alel’umum müslümanların vazifeleri içlerinde bunu yapacak bir ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara muavenet ve ittiba’ ederek o vasıta ile bu vazifeyi ifa ettirmektir.» (E.T.1155)
Bundan başka (3:110,114) (5:79) (7:157) (9:71, 112) (22:41) (31:17) sure ve âyetlerde de emr-i bil-ma’rufun ehemmiyeti bildirilir.
813- Hadislerde de emr-i bilma’rufun lüzum ve ehemmiyeti beyan edilir. Ezcümle bir hadiste mealen şöyle buyruluyor: «Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp, çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şamil olur.» (87)
Diğer bir rivayet de mealen şöyledir: «Hayatımı kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emr edecek, münkeri yasaklamaya çalışacaksınız; veya Allah size, tarafından bir azab gönderecektir. Sonra siz O’na dua edeceksiniz, fakat duanız kabul olunmayacaktır.» (88) (Bak: 706.p.)
813/1- İbn-i Mace manaca aynı, lafızca farklı ve mevzumuzla alâkalı 4004. hadisini nakledip izah eder. Bir kısım âlimler, hadiste geçen (ted’u) fiilinin dua veya davet (tebliğ) manasına geldiğini söylerler. Bu itibarla mezkûr hadis şu manaları ders verir:
Müslümanların fitne ehline karşı gücü yeterken kötülüğün izalesine ittifakla çalışmayıp, neme lâzım derlerse, sonra fitne ehli kuvvetlenip sizi durdurur veya vazifeyi gereği gibi ve zamanında yapmamanın cezası olarak, fitnenin galibiyeti içinde yapacağınız dualar kabul olmaz.
Diğer bir mana ile de, fitnenin hâkimiyeti zamanında onun izalesi için yapacağınız fiilî dua imkânını bulamazsınız ve halk dahi bozularak irşad olunma kabiliyetini kaybeder. İbn-i Mace Tercemesi 4005-4009. hadisleri ile T.T. 5. cild 682, 684 ve emsali hadislerde fitne hâkim olmadan önce irşada çalışmanın gerekliliği beyan edilirken, fitne hâkim olduğunda ise, o fitneden uzaklaşma tavsiye edilir.
Bir hadis meali de şöyledir: «İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, mü’min o zaman mü’minlere dua edecek de, Allah şöyle buyuracak: “Kendi nefsine dua et, sana icabet edeyim; umuma gelince ben onlara gazablıyım.”» (R.E. 503/2) (Bak: 989/993.p.lar ve Âhirzaman Fitnesi, İ. Canan, sh: 58, 3.kısım)
813/2- Cumhuriyetin ilk devresinde Ankara’ya davet edilen Bediüzzaman Hazretleri, gizli bir zendeka cereyanının fitneye kapı açmaya temayülünü sezer ve önlenmesi için çalışırsa da gereken şartların yokluğundan Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmeyi tercih eder. (Bak: 382-387.p.lar)
Lem’alar adlı eserinde mezkûr zendeka cereyanı hakkında şöyle der:
«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerime, bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zendekanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakim’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî Risalesinde yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te’sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.» (L.177) İ.M. 36. Kitab-ül Fiten 20. 21. babları ve T.T. sh: 399’da 7. bölüm emr-i bilmaruf hakkındadır.
Atıf notları:
-Âhirzaman fitnesinde, münkerin ma’ruf sayılması, bak: 985.p.
-Emr-i bilma’rufu terk ile dünyaya dalanlar, bak: 1944.p.da bir âyet notu.
-Emr-i bilma’ruf sadakadır, bak: 3184.p.
-Münkerin izalesine güç yetmezse, kalben onu kerih görmek, bak: 509/5.p.
qqEMR-İ İSTİHBABÎ z"_AEB,É~ ¬h8~ : Müstehab veya sünnet olan vazife. * Sevdirmek için verilen emir. *Muhabbetin gereği olarak yapılması gereken iş. (Bak: Müstehab)
814- qqEMR-İ TEKVİNÎ zX: Yaradılışa ait İlahî kanun ve nizam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtrî kanunlar ve âdetullahın tazammun ettiği emirler. (Bak Esbab)
«Cenab-ı Hak, kemal-i kudretiyle kâinatın bütün zerratını şeriat-ı fitriye ve evamir-i tekviniyesine birer emirber nefer yapmıştır. işte bu sırdandırki, meselâ bir sineğe emr-i tekvinîsiyle “Bu şekil ile ol, vücuda gel!” dediği gibi, aynı o sühuletle umum hayvanata da birden “Şu sıfatlar ve bu şekiller ve şu ömürler ile tekevvün ediniz, meydana çıkınız!” der demez, iradenin ayn-ı kudret gibi hükmüyle derakab emrolunduğu gibi külfetsiz olarak oluverip meydana çıkarlar.» (M.Nu. 379)
815- Bu sırrın bir hakikatı şudur ki: «Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususi kemali; istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın “Kün” emrine itaatı, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i Ezeliyeden gelen “Kün” emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.» (S.528) (Bak: 1348.p.)
816- Hem «san’atın, mümkine veya hakkın istilzam ettiğine nazaran Vacib’e olan isnadı mes’elesi; semeredar bir ağaç mes’elesi gibidir. Şöyle ki: Ağacın o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani neşv ü nema kanunuyla ağacın kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evamir-i tekviniyeyi temessülden, evamir-i tekviniye de “Kün” emrinden, “Kün” emri dahi Vahid-i Vacib’den sadır olmuştur.» (M.N. 145)
Evet «ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i ilahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile, şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şey’ini noksan bırakmıyarak, birbirine mani olmıyarak; onunla yapılıır.
Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünki gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsa idi; izi ve eseri görülecekti. Belki bizzat tecezzi ve intişar etmeden, her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafi olmuyor. Hatta denilebilir ki: O cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. en uzak, en yakın gibidir.» (S.610) (Bak: 774/1.p.)
817- Ve keza «fıtrat yalan söylemez. Meselâ bir çekirdekte meyelan-ı nümuv der ki: “Sünbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler, Meselâ, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Meselâ bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der. “Fazla yer tutacağım. “ Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte bu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.» (M.N. 254)
İşte «kâinattaki bütün sa’y ü hareket, kanun-u kader-i İlahî üzerine cereyan ediyor. Ve dest-i kudret-i İlahîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvinî ile zuhur eder.» (L.125)
818- qqENANİYET }[9_9~ : (Enaniyyet) Benlik. Kendine güvenmek. Gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek. (Bak: Egoizm, Egosantrizm, Kibr, İhlas, Şahsiyet, Tevazu’)
Cenab-ı Hak sıfat ve evsafının mahiyetini bir derece hissettirip, bildirecek küllî istidad ve kabiliyetlerle, maddi ve manevi cihazlarla mücehhez olan insanın evsaf-ı fıtriyesidir ki, bir cihetle emanet-i kübra tabir edilir.
Bir atıf notu:
-İnsanın zıddiyet cihetiyle esma-i İlahiyeye ayinedarlığı, bak: 860.p.
819- Gayet derin bir sır olan emanet-i kübra hakikatını ve bir cihette enaniyetin mahiyetini tazammun eden âyetlerden biri şudur:
«_«Z«X²V¬W²E«< ²–«~ «w²[«"«_«4 ¬Ä_«A¬D²7~«— ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~|«V«2 «}«9_«8«²~ _«X²/«h«2 _Å9¬~
(33:72) ®YZ«% _®8YV«1 «–_«6 yÅ9¬~ –_«K²9¬²~_«Z«V«W«&«— _«Z²X¬8 «w²T«S²-«~«—
Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
820- Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücub’un künuzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinatın kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsındır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki: Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarât ve nümuneleri cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene, bir vahid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.
821- Sual: Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti, “enaniyet”e bağlıdır?
Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey’in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfat ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder.”Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.
Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyetini anlar ve zahirî malikiyetiyle, Hâlikının hakiki malikiyetini fehmeder ve “Bu haneye malik olduğum gibi, Hâlik da şu kâinatın malikidir. “ der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sani-i zülcelal’in ibda-i san’atını anlar. Meselâ. “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hakeza... Bütün sıfat ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat, ene’de münderiçtir. Demek ene, ayine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fail değil; icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o faildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiç bir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vacib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfatını bildiren bir mizandır.
İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden (91:9) _«Z[Å6«ˆ ²w«8 «d«V²4«~ ²f«5 beşaretinde dâhil olur. Emaneti bil hakkın eda eder ve o enenin dürbiniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve afakî malumat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî malikiyetini terkeder.
«–YQ«%²h# ¬y²[«7¬~«— v²UE²7~ y«7«— f²W«E²7~ y«7«— t²VW²7~ y«7 der. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.
822- Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini malik itikad etse; o vakit emanete hıyanet eder. (91:10) _«Z[Å,«… ²w«8 «_«' ²f«5«— altında dahil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki,semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet tene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle adeta ene olur.
Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sani-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta herşey’i kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
°v[¬P«2 °v²VP«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ (31:13) mealini gösterir. Evet nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “kendime malikim” diyen adam, “herşey kendine maliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hik-met gelse; nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki ka-ranlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.» (S.535-538)
823- Enenin mana-yı ismî nazarıyla itikadiyatta böyle echeliyet ve zulümatları olduğu gibi, içtimaî münasebetler ve ahlâkiyatta da tedenniyatı vardır:
«Evet ene ve enaniyetin eşkal-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
... Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahs-ı muhteris, bir intikamıyla veya mün-takim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçala-nacak.” veyahud “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazübillah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli te’villerle adalet suretinde göstermek ister.» (S.T:İ. 23) İşte “ene”nin acib bir hali.
824- Enaniyetli ve mağrur kimselere tevazu göstermek gerekmediğini beyan eden Bediüzzaman diyor ki: «Bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur.» (E.L.II.153)
«Gerçi benlik, enaniyet çirkindir; fakat mağrur ve muannid enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaa ve muhafaza etmek için benlik göstermek lâzım geliyor.» (T.H. 260)
Atıf notları:
-Nübüvvet ve felsefenin yolunda enenin iki vechi, bak: 934-936.p.lar
-Felsefenin yolunda enenin kuvvetlenmesi, bak: 944.p.
-Hristiyanlıkta enenin makbuliyeti, bak: 1753, 3478.3950.p.lar.
-Cemaatın hakkını reise vermek, enaniyeti okşar, bak: 2734.p.
-Tasavvuf yolunda enaniyetin zararı, bak: 3676.p.
-Hizmet-i diniyede enaniyeti terketmek, bak: 2914.p.da İkinci Esas.
-Enaniyet-i ilmiyenin zararı, bak: 3100.p.
-Ene ile mücadele, bak: 3633.p.
-Eneyi nahnüye tebdil etmek, bak: 3116.p.
825- qqENBİYA š_[A9~ : (Nebi. c.) Nebiler. Peygamberler (Aleyhimüsselâm).
Kuran (14:11) âyetinde “Peygamberliği Allah dilediğine verir” diye bildirilir. (Bak: Kütüb-ü Münzele, Muhammed (A.S.M.)
«Peygambere “nebi” de denir. Maamafih, yeni bir kitab ile yeni bir şeriat ile bir ümmete peygamber gönderilmiş olan zata nebi peygamber denildiği gibi “resul”, “mürsel” de denir. Yeni bir kitab ve yeni bir şeriat ile gönderilmeyip de kendisinden evvelki bir peygamberin kitabını ve şeriatını ümmetine bildirmeğe me’mur olmuş olan zata da yalnız nebi veya peygamber denilir, resul ve mürsel denilmez..
Mübarek adları Kur’an-ı Mübin’de beyan olunan ancak şu yirmi beş peygamber-i zişandır: Âdem, İdris, Nuh Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyasa, Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed( A.S.M.)» (B.İ.İ. sh: 17)
«Peygamberler, her türlü güzel sıfatları haizdirler. Onlardan herbirinin vücudu bir kemal, bir hidayet, bir ulviyet nümunesidir. Bahusus kendilerinde sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ-i şeriat vasıfları da herhalde mevcuddur. Şöyle ki:
1- Peygamberler sâdıktırlar. Her hususta doğru sözlüdürler, kendilerinden aslâ yalan sâdır olmaz.
2- Peygamberler, emindirler. Gerek peygamberlik hususunda ve gerek sair hususlarda her türlü itimadı haizdirler. Kendilerinde aslâ hainlik bulunmaz.
3-Peygamberler, son derece fatin, âkıl ve kuvvetli re’ye, fevkalâde bir zekâya malik bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygulardan, melekelerden mahrumiyet düşünülemez.
4- Peygamberler, masumdurlar. Onlar son derece iffet ve ismet sahibidirler. Onlar gizli, aşikâr, her türlü günahlardan ve seciyenin âdiliğini gösterecek bayağı hallerden tamemen beridirler.
5- Peygamberler emrolundukları şeriat hükümlerini ümmetlerine olduğu gibi bildirmişlerdir. Şeriat ahkâmından herhangi birini saklamış veya unutmuş olmaları aslâ düşünülemez. Öyle bir şey, peygamberlik şanına yakışmaz, onların peygamber gönderilmelerindeki hikmete, irade-yi İlahiyeye uygun düşmez.
Velhasıl: Bütün Peygamberler, şu yazdığımız beş vasfı tamamen haiz bulunmuşlardır. Çünkü bu yüksek hasletleri haiz olmayan kimseler, milletleri aydınlatacak, onlara rehber olacak bir durumda bulunmuş olamazlar. Artık bütün Peygamberleri bu veçhile bilip tasdik etmek bizim için bir vecibedir.» (B:İ.İ.sh. 17)
826- Kur’an (2:253) (17:155) âyetlerinde, peygamberler arasında dereceler bulunduğunu ve farklı hususiyetlerle mümtaz kılındıkları ve (27:15) âyetinde peygamberlerin mü’minlerden tafdilleri bildirilirken, (2:136,285) (3:84) (4:152) âyetlerinde de bütün peygamberlere bilâtefrik iman etmek gerektiği beyan edilir. Peygamberi-miz (A.S.M.)’a hitaben, bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
827- «(4:164) u²A«5 ²w¬8 «t²[«V«2 ²v;_«X²M«M«5 ²f«5 ®Ÿ,‡«— Sana bundan evvel haber verdiğimiz birtakım resuller «t²[«V«2 ²vZ²MM²T«9 ²v«7 ®Ÿ,‡«— ve sana haber vermediğimiz daha nice resuller de gönderdik.
«Binaenaleyh Allah’ın vahiy ettiği enbiya, gönderdiği resuller, gerek burada ve gerek bundan evvel isimleri, kıssaları bildirilmiş olan malum ve meşhur zevata münhasır zannedilmemelidir. İnsanlara daha birçok peygamber gönderilmiştir ki bunların adedlerini, isimlerini, mahallerini, kavimlerini, kıssalarını ancak Allah bilir. Cenab-ı Allah bu izah ile de, kâfirlerin takib ettikleri bazı teşkikatı kat’etmiştir. Zamanımızda bazı kimselere tesadüf olunuyor ki, bunlar güya enbiya hakkında bir şek uyandırmak için mütemadiyen şu suali dermeyan ediyorlar: “Allah Rabbülâlemîn değil mi? Acaba peygamberlerini niçin mahdud yerlerden ve mahdud akvamdan intihab etmiş?” diyenleri bu âyet iskât etmiştir.
828- Kur’an daha evvel bu gibi hatıraları,
(3:33) «w[¬W«7_«Q²7~|«V«2 «–~«h²W¬2 «Ä ³~«— «v[¬;~«h²"¬~ «Ä³~«—_®&Y9«— «•«…³~ |«S«O².~ «yÁV7~ Å–¬~
âyetinde irade-i İlahiyeyi ve ıstıfa kanununu göstererek hal ve defeylemiş idi. Bundan başka burada «t²[«V«2 ²vZ²MM²T«9 ²v«7 ®Ÿ,‡«— fıkrasıyla peygamberlerin malum olan zevata münhasır olmadığını anlatarak enbiyanın Arz-ı Mukaddes ve civarına mahsus zevat-ı kalileden ibaret olması hakkındaki faraziyenin de kizb-i mahz olduğunu anlatmış ve bununla mes’eleyi kökünden kal’etmiştir. Cemi enbiyanın adedi yüzyirmidört bin veya bir milyon yüzyirmidört bin olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu enbiya ve resülün adedi gayr-ı malumdur. Zira «t²[«V«2 ²vZ²MM²T«9 ²v«7 ®Ÿ,‡«— buyurulmuştur. Şüphe yok ki din-i İslâm’da cemi’ enbiyaya iman, erkân-ı imandan bulunduğu cihetle bütün enbiya bildirilmiş olsa idi, müslümanlar bunlara ber-tafsil iman ile mükellef olmak lâzım gelecek, bu da dinde bir harec-i azîm olacaktı. Binaenaleyh ıstıfa-yı İlahî’nin en yüksek meratibinde bulunan eazım-ı enbiyanın beyanıyla iktifa edilmesinde iman-ı icmalînin kifayeti gibi büyük bir lütf-u mahsus vardır.» (E.T.1528-1530) Keza (14:9) âyeti de mezkûr âyeti te’yid eder.
Dostları ilə paylaş: