İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə40/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   169

Atıf notları:

-Kur’anda bildirilen Peygamberlerin kıssalarındaki hikmet ve ibretler, bak: Kur’an 11:120)

Her ümmet için bir peygamber vardır, bak: 3907.p.ta bir not

829- «Nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalatın fezlekesi ve esası­dır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elinde­dir. Dalalet, şer ve hasaret, onun muhalifindedir.» (L.127)

Ve keza «karıncayı emirsiz arıyı ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz.» (M.469)



830- «Tarih-i beşer ve kütüb-ü mukaddese, tevatürlere ve küllî ve kat’i hâdisat ve malumat ve müşahedat-ı beşeriyeye istinaden bil’ittifak, sarih ve kat’i bir surette haber veriyorlar ki: Sırat-ı müstakim ehli olan Peygamberlere (Aleyhimüsselâm) binler vakıatta imtimdadlarına hârika bir tarzda gaybî imdad gelmesi ve onların is­tedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hâdisatta aynı za­manda gadab gelmesi ve semavî musibet başlarına inmesi kat’i şeksiz gösterir ki; bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin Hâkim ve Âdil ve Muhsin ve Kerim ve Aziz ve Kahhar bir mutasarrıfı, bir Rabbi var ki; Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Salih (Aleyhimüsselâm) gibi çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniş hâdiselerle muzafferiyet ve necatlar vermiş ve Semud ve Âd ve Fir’avun kavimleri gibi çok za­limlere ve münkirlere dahi, peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak, başlarına dehşetli semavî musibetler indirmiş.» (Ş.617)

831- «Sual: Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de bir­birine muhaliftir. Bunun esası nedir?

Cevab: itikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi da­imdirler, sabittirler, müttehiddirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zaten zamanların tebeddülüyle, füruatın da tebeddül ve tagayyürü tabii bir şeydir. Evet mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar; veya kışın gü­zel te’siri olan bir ilacın, ya­zın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömür-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.» (İ.İ. 26)



Bir atıf notu:

-Asırlara göre şeriatlar değişti, bak: 778, 2419.p.lar.

832- «Zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesa­feler vardı. Bunu içindir ki, terbiye-i vahide ve davet-i münfe­ride kâfi gelmiyordu. Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saa­detiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve ka­vimlerin birbirine ihtilatlarıyla itti­hada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hatta Küre-i Arz bir memleket, bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.» (İ.İ.52)

Böylece Peygamberimiz (A.S.M.) ‘dan nübüvvet silsilesi hitam bulmuş­tur. (Bak. 2606.p.)

T.T.ci: 3, hadis: 768 ve S.B.M. 1. cild sh: 281 hadis: 332’de kendisine an­cak bir kişi tabi olmuş peygamberlerin varlığından haber verilir. (Bak: 2605.p.) S.B.M. ci:9 sh:83Ehadis-i Enbiya hakkındadır.

Atıf notları:

-Peygamberler arasında tafdil, bak: 1689.p.da âyet notu.

-Cinlerden de peygamber gelmiş midir sualine cevab, bak: 602.p.

833- qqENDAD …~f9~ : (Nidd. c.) Benzerler. Emsaller. Misiller. Şerikler. Eşler.

Allah’ın hâkimiyetini inkâr edip halkı kendine bağlamak isteyen azgınlar.

Allah’ı sever gibi, endadı sevmenin şirk olduğunu beyan eden (2: 165) âyetinin tefsirinde şu izahat veriliyor:

«Vahdaniyet ve kudret-i İlahiye bu kadar âyat-ı fiiliye ve kavliyesiyle za­hir ve bahir iken, buna karşı insanlardan bazıları vardır ki, Allah’a karşı denkler nazirler tutarlar ki onları Allah gibi severler. Emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allah’a isyan ederler. Şüphe yok ki böyle yapmak, gerek Allah’ı inkâr ederek ol­sun ve gerek olmasın, mana-yı uluhiyette onları Allah’a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açığa vururlar. Firavun­lara, Nemrudlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilah, mabud namını ver­mekten çekinmezler; Rabbimiz, tanrımız der­ler. Ve hatta ilahlarının tevellüd ve tevalüdüne kail olarak onlara aynı cinsten, mabud payesinde oğullar, kız­lar tasavvur ve isnad ederler. Diğer bir kısmı da tasrih etmeden aynı mua­meleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler, veliyy-i nimet ta­nırlar, onla­rın muhabbetini mebde-i hareket ittihaz ederler. Allah’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını kazanmaya çalı­şırlar. Allah’a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.

İnsanlar tarafından böyle muhabbet ile ma’bud payesi verilen endad o kadar çe­şitlidir ki; bir taş, bir maden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut, ta yıldızlara, ruh­lara, meleklere kadar çıkar.

Filvaki servet, haşmet, kuvvet, cah u ikbal, güzellik, hüsün gibi herhangi bir ümide sebeb sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onun uğrunda herşeyi göze alan nice kimseler vardır ki; bu nokta-i şirkin putperestlik esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder.

Hasılı; reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onların, Al­lah’ın emirlerine muhalif olan emirlerini dinleyerek Allah’a isyan edenler; bunları Allah’a nazir ve emsal kabul etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası, bu muhabbet tarzın­dadır. » (E.T.267) (Bak: Sanemperest, Tağut, 3299.p.)

834- qqENDÜLÜS j7f9~ : (Mi. 756-1031) Dört halife devrinden sonra kuru­lan Emevi devleti yıkıldıktan sonra Emevilerin Afrika’dan Avrupa’ya geçip şim­diki Portekiz ve İspanya’da kurdukları İslâmî devletin bir ismidir. Bunlara Endülüs Emevileri denir. Emevilere yapılan katliamdan kurtulan Abdurrahman ismindeki zat, Afrika yoluyla İspanya’ya geçerek, Emevilerin orada devamı sayılabilecek En­dülüs Emevi devletini kurdu. Ed-Dahîl (Mu­hacir) lakabıyla maruf Abdurrah-man’dan itibaren III. Hişamla sona ermek üzere 16 halife gelip geçmiştir. III. Ab-durrahman’a kadar Kurtuba Emirliği diye adlandırılan bu devlete, bu hü­kümdar zamanında “Endülüs Emevi Hi­lafeti” namı verildi. Hükümdar, “Emir-ül Mü’mi-nîn” ünvanını aldı. Bu de­vir; ilim ve irfanın zirveye ulaştığı, Avrupalıların ilim tahsili için Endülüs’e akın ettikleri devirdir. Bundan sonra Emevilerin inhitat ve su­kut devri baş­lar. Ne kadar çalışırlarsa da, kaderin hükmüyle icraatları sona erer. (Bak: Emevi)

qqENE _9~ : (Bak: Enaniyet)

835- qqENES İBN-İ MALİK t7_8 w" j9~ : Ensardan ve ashab-ı Ki­ram’ın fakihlerindendir. Hicretin ibtidasından itibaren on sene Resul-i Ek­rem Efendimi­zin( A.S.M.) hizmetinde bulunmakla şeref kazanmıştır. Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) 2630 hadis-i şerif rivayet etmiştir. 100 yaşına kadar ya­şamış, hicri 92 veya 94 senele­rinde Basra’da ebedî hayata kavuşmuştur. Basra’da en son vefat eden sahabe, Haz­ret-i Enes’tir. (Bak: 3197.p.)

qqENFÜSÎ zKS9~ : Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi haya­tına ait, dahile ait. (Subjektif) (Objektifin zıddı) (Bak: Afakî)

836- qqESBAB _A,~ : Sebebler. (Bak: Âdetullah, Emr-i Tekvinî, Essebebü, İcad, Tabiat)

«Cenab-ı Hak esbabı müsebbebata bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz’etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeğe o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mü­kellef kılmıştır. » (İ.İ. 20)



İki atıf notu:

-Daire-i esbabla daire-i itikad arasını tefrik, bak: 2675.p.

-Esbaba riayet dua-yı fiilîdir, bak: 3829.p.

Lâkin «esbab bir perdedir. Çünki izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gö­ren, kudret-i Samedaniyedir. Çünki tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sul­tan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değiller­dir. Belki o salta­natın dellallarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nazırlarıdır­lar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir. Ta umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin.

Acz-âlud, fakr-pişe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için me­murları şe­rik-i saltanat etmiş değildir. Demek esbab vaz’edilmiş, ta aklın na­zar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira ayinenin iki vechi gibi, herşey’in bir “mülk” ciheti var ki, ayinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtalif renklere ve hâlata medar olabilir. Biri “melekut”tur ki, ayinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin iz­zetine ve kemaline münafi hâlat vardır. Esbab, o hâlata hem merci, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekutiyet ve ha­kikat canibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine münasibdir. izzetine münafi değildir. Onun için esbab, sırf zahirîdir; melekutiyette ve hakikatta te’sir-i hakikileri yoktur.

837- Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekva­ları ve batıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için; o şekvalara, o iti­razlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, on­ların kabiliyetsizliğin­den ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevi rivayet edili­yor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazi­fesinde senin ibadın benden şekva ede­cekler; benden küsecekler.” Cenab-ı Hak li­san-ı hikmetle ona demiş ki: “Se­ninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta şekvalar ona gidip senden küsmesinler.” İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahda hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zahiren merha­metsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlata merci olmak için, o memuriyete bir nazır ve kudret-i ilahiyeye bir perdedir. Evet izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Tevhid ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler te’sir-i hakikiden...» (S.293)

838- Evet Kur’an «zahirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak gös­termek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Ta anlaşılsın ki; sebeb, yalnız zahirî bir perdedir. Çünki gayet hakîmane gayeleri ve mü­him semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, camiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gös­teriyor ki; sebebler çendan nazar-ı za­hirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulu eder. Matla’ları, o mesafe-i maneviyedir.

Nasılki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki daire-i ufk-u cibalîden semanın eteğine kadar umum yıl­dızlarının matla’ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i maneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur’anın nuruyla görünür. Meselâ: (80: 24 ilâ 32)

 _ÈA«. «š_«W²7~ _«X²A«A«. _Å9«~ ¬y¬8_«Q«0 |«7¬~ ­–_«K²9¬ž²~ ¬h­P²X«[²V«4

 _®A²N«5«— _®A«X¬2«—  _ÈA«&_«Z[¬4 _«X²B«A²9«_«4  _ÈT«- «Œ²‡«ž²~_«X²T«T«- Åv­$

²v­U¬8_«Q²9«ž¬«—²v­U«7_®2_«B«8  _È"«~«—®}«Z¬6_«4«—  _®A²V­3«s¬¶<~«f«&«—  ®Ÿ²F«9«—_®9Y­B²<«ˆ«—

İşte bu âyet-i kerime, mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrede­-

rek esbabı müsebbebata rabtedip en ahirde ²v­U«7 _®2_«B«8 lafzıyla bir gayeyi gösterir

ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takib eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu ve o esbab onun perdesi olduğunu isbat

eder. Evet, ²v­U¬8_«Q²9«ž¬«— ²v­U«7 _®2_«B«8 tabiriyle bütün esbabı, icad kabiliyetinden azle­-

der. Manen der: Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su, semadan geli­yor. O suda size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızkı yetiştirmek kabili­yeti olmadığın­dan; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebata­tıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı dü­şünüp şefkat etmek kabili­yetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi ken­dine açılmıyor, birisi o kapıyı açı­yor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merha­meten size meyveleri, hububatı yetiş­tirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet göste­riyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm’in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zihayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan; Rahim, Rezzak, Mün’im, Kerim gibi çok esmanın matla’ları görünüyor.» (S.422)

«Elhasıl: Sebeb, gayet adi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sani-i Hakîm’in eline teslim eder.» (S.681)

Bir atıf notu:

-Masnuat-ı hârikaya karşı esbabın acziyeti, bak: 238, 1146.p.lar.

839- «Kevn ve vücudda müessir-i hakiki, ancak kudreti gayr-ı mütenahi bir Hâlik-ı Kadir’dir. Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir. Havas ve hasiyetler dahi kudretin tecelliyatına ve lem’alarına isim ve ünvanlardır. Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler, ancak ilim ile irade ve emrin envaa olan tecellilerinin isimle­ridir. Evet kanun emirdendir, namus iradedendir.» (M.N. 58)

840- «Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür’atle anlar ki: Te’sir ve failiyet; latif (Bak: Latif), nuranî, mücerred olan şeyle­rin şe’ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cis­manî şeylerin hassa­sıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu ko­caman dağa bak. O nur se­mada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyette­dir. O dağ ise, azametiyle beraber fa­ali­yetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.

Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey latif, nuranî ise, sebeb ve fail olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zahiriyenin Hâlikıyla, müsebbebatın mucidi, ancak ve ancak Nur-ul Envar, Sani-i Ezelî’dir.» (M.N. 146) (İcadı, esbabın ictimaına vermenin muhaliyeti, bak: 234, 671.p.lar)



841- «Maddî olan bir şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idraktan kasırdır. Fakat nur ve nurani şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derece maddiyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuaı gibi). Mümkinatta mes’ele bu merkezde ise; Vacib, Vahid olan Nur-ul Envar ne de­-

rece ¬‡~«h²,«ž²_¬" °v¬7_«2 _«<_«S«F²7~ ­g¬4«_9 olacağı, bir derece anlaşıldı. Öyle ise aza­meti, tam

manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.» (M.N. 194)

Ve keza, kevn ve vücudda imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mer­tebesi, vücud mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nazırdır, onu iktifa eder. İnfial mertebesi, failiyet merte­besine müte­vakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vacip, vahid, fa’al bir Haliki iktiza ve istilzam eder.»(M.N.61)



842- «Kadir-i Alim ve Sani-i Hakim, kanuniyet şeklindeki âdatının gös­terdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiç bir tesadüf işine ka­rışmadığını iz­har ettiği gibi; şuzuzat-ı kanuniye ile, âdetin hârikalarıyla, tagayyürat-ı suriye ile teşahhusatın ihtilâfatıyla, zuhur ve nüzul zamanının te­beddülüyle meşietini, iradetini, fail-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıd altında olmadığını iz­har edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, her şeyinde ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu i’lam etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbib-ül Esbab’a çevirir. Kur’anın beyanatı şu esasa bakıyor.

Meselâ: Ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir; yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye hazırken meyveyi alıp vermiyor. Hem meselâ: Sair umur-u lâzımeye muhalif olarak yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünki: Vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o ab-ı hayat, o ma-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmiyecek. Belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün’im-i Muhyi ve Rahman ve Rahim olan Zat-ı Zülcelal, perdesiz elinde tutacak; ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak. Hem meselâ: Rızık ver­mek ve muay­yen bir sima vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması; ne kadar güzel bir surette meşiet ve ihtiyar-ı Rabbaniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava ve teshir-i sehab gibi şuunat-ı İlahiyeyi bunlara kıyas et.» (S.201)



843- «Esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gel­mesi veya bulunmasıdır ki, “iktiran” tabir edilir, birbirine illet zannetmeleri­dir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, te­vehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, ha­taya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o ni­metin umum mukaddematına ve şerai­tine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cedvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hiz­metinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i ha­kiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne ka­dar hatası zahir olduğunu anla ve esbab-perestlerin de ne kadar hata ettikle­rini bil!» (L.133) (Esbaba hırs gösterenlerin misali, bak: 1273/1.p)

844- Ve keza «göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklü­ğüyle be­raber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi havidir. O makine mümkinattan oldu­ğundan, vücud ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makine­nin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuu­run eseridir. Esbab-ı tabiiye ise; ilimsiz, şuur­suz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikme­tini i’ta etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olma­sını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor.» (İ.İ.87)

Evet« nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şamil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarla­rınca, te’sir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kal­mışlardır.» (İ.İ. 89)



845- Ve keza« huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et! Nasıl mu’ciznüma, hayret-feza bir misal-i musaggar-ı kâinattır. Sure-i Ya­sin, suret-i lafz-ı Yasin’de yazıldığı gibi, cezaletli, mûciz bir nokta-i camiadır. Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insaf ile dikkat etsen, şu kü­çücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlahiyyenin şuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatından evleviyet olmayan esbab-ı basite-i camide-i tabiiyeden husu­lünü, muhal-ender muhal göreceksin.» (M:N.248)

Hem «hayat vücud ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf olduğundan, ke­sif per­deler hükmünde olan esbab vaz’edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik perdeleri andı­ran vesait varsa da altında dest-i kudret görünür.» (M.N. 94)



846- Hikmet-i İlahiye iktizası ile şu dar-ı imtihanda vaz’ olunan esbab perdesi, âhirette konulmayıp hak ve hakikat ayan bulunacaktır. Kur’anda tekrar edilen

«–Y­Q«%²h­# ¬y²[«7¬~ Åv­$ ve emsali ifadelerin bir sırrı şudur ki:

«Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef’, zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı iz­zet için, vesait ve esbab vaz’etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile ve­sait de ortadan kalkar; orta­daki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Saniini görür ve hakiki Malikini bilir.» (İ.İ. 180) (Bak: 1222, 1223,1928,2019.p.lar)

847- qqESİR h[$~ : Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan yani yıl­dızlar arası mekânları olduğu gibi atomlar arası ve atom iç mekânla­rını da dolduran latif madde. Elektrik, ışık, hararet, cazibe ve dafia gibi kuva-i seyyalenin yayılmasına vasıtalık eden çok ince madde. Teknik cihazlarla dahi görülemiyecek kadar ince, la­tif, rakik elastikiyeti haiz, seyyal madde.

Atomlar ve atomun yapı taşları mesabesinde olan elektron, nötron, po­zitron gibi cüz’iyyat, esirden halkedilmiştir. (Bak: Duhan)



Bir atıf notu:

-Esir maddesini maddiyyunların müessir zannetmeleri, bak: 229, 2234.p.lar

847/1- Kur’anda: “İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan

«(21: 30) _«W­;_«X²T«B«S«4 _®T²#«‡ _«B«9_«6 nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz,

dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın arala­rına nüfuz etmiş bir maddedir.

(11:7) ¬¶z_«W²7~ |«V«2 ­y­-²h«2 «–_«6«— âyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı

Hakk’ın Arşı su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yara­tıldıktan sonra, Saniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir.» (İ.İ. 188) (Bak: 1165, 1922.p.lar)

848- «Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve daifa gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nakili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.

Madde-i esiriye, esir kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülata ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki: Buhar, su, buz gibi havai, mayi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden olu­yor. Öyle de: Madde-i esiriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir iti­raza medar olmaz.» (L.67) (Bak: 3336, 3337, 3342.p.lar)



849- qqESKAL Ä_T$~ : (Sekal.c.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık. Kur’an (99: 3) âyetinin tefsirinde şu bilgi veriliyor:

«Eskal, tahrik ile cebel vezninde sekal’in cem’idir ki Razi’nin ifadesince “sekal: meta-ı beyt” ya’ni ev eşyasıdır. Kamus’ta “sekal: müsafirin ya’ni yol­cunun ağırlık ta­bir olunan meta’ ve haşemine ve sahibinin çokluk kullanma­yıp hıfz u sıyanet eyle­diği nefis ve kıymetli şey’e denir.... ins ü cinne sekaleyn denilmesi, Arzın içinde ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekali, ağır­lığı gibi olmalarından, yahut amelle­rinin günahlarının ağırlığındandır, denil­miştir.

Eskal, kesr ü sükûn ile sikal’in cem’i olabileceği de söylenmiştir ki hıml-i batın, yani karın yükü ma’nasınadır.» (E.T.6009)

Bu manaya göre, mezkûr âyetin işarî bir manası olarak, kıyamette o bü­yük zel­zelede, cehennem-i suğra dünyadan ihraç edilip cehennem-i kübraya ilhak olunaca­ğına bir işaret var denilebilir. (Bak: 498.p. ve Sekal)



850- qqESMA-ÜL HÜSNA |XKE7~ š_W,~ : Allah’ın isimleri. Cenab-ı Hakk’ın güzel isim ve sıfatlar. (Bak: Allah, Bismillah, Cevşen-ül Kebir, İsm-i Azam, Kudret)

Cenab-ı Hakk’ın, Celal, Cemal ve Kemal olarak cami’ sıfatından Celal: kâinatta umum eserlerinden anlaşılan sonsuz azamet ve haşmet-i ilahiyeyi bildirir; ve bu ce­lale karşı tesbih ve tenzih ile mukabele edilir. Cemal ise, pek çok nimetleriyle teza­hür eden ihsanını gösterir ve şükürle mukabele edilir. Kemal dahi, gayet mükemmel ve hikmetlerle tezyin edilmiş olan sanat eser­leriyle zuhur eder ve tefekkürü ister. Demek şükr-ü hakiki, tefekkür-ü imanî, tenzih ve tesbih; asıl vazife-i insaniyettir. (Bak: Celal)



851- Kur’an’da esma-i İlahiye çok âyetlerde zikredilir. Ezcümle:

«(59: 24) |«X²K­E²7~ ­š_«W²,«ž²~ ­y«7 Esma-i Hüsna hep onun... En güzel, en yük­sek

manalara delalet eden en güzel isimler hep onundur. Nitekim Sure-i A’raf’ta (7:180)

_«Z¬" ­˜Y­2²…_«4 |«X²K­E²7~ ­š_«W²,«ž²~ ¬y±V¬7«— Surne-i Taha’nın evvelinde de; (20:8)

|«X²K­E²7~ ­š_«W²,«ž²~ ­y«7 «Y­; ެ~ «y«7¬~ «ž ­yÁV7«~ buyurulmuştur. “En güzel isimler” de­mek

olan işbu “esma-i hüsna” tabiri, lisan-ı şer’îde bilhassa Allah Teâla’nın isim­lerine ıt­lak olunur. Bunların bazısı zat ismi, bazısı sıfat ismidir. Allah ism-i celali, hepsini cami’ olan zat ismi- diğerleri sıfat ismidir. Rahman ismi ism-i sıfat olmakla beraber Allah’tan baş­kasına ıtlakı caiz olmayan has ismidir.

Sıfatlar sıfat-ı zatiye, sıfat-ı fiiliye, sıfat-ı maneviyedir. Sıfat-ı zatiye, zat ile kaim, sıfat-ı selbiyye ve sıfat-ı sübutiyedir. Sıfat-ı selbiyye; Vücub-u vücud, kıdem, beka, muhalefet lil-havadis yani hâdisata benzememek gibi nefy-i teşbih ile kudsiyet ve nezahet ifade eden sıfatlardır ki, Kuddüs ve Selâm Ehad, Vahid, Evvel ve Âhir gibi isimler bu haysiyetledir. Sıfat-ı sübutiye; ha­yat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, ke­lâm, tekvin sıfatlarıdır.

Hayy, Alîm, Semi’, Basir, Mürid, Kadir, Mütekellim ve Hâlik isimleri gibi isim­ler, sıfat-ı Zatiye hasebiyledir. Sıfat-ı fiiliye, sıfat-ı zatiyenin âsar ve ah­kâm ile zuhu­runu ifade eden tekvin sıfatının tecelliyatıdır ki Hâlik, Bari, Müsavvir, Mübdi’, Mübdî, Muîd, Muhyi, Mümit, Rezzak, Vehbab, Gaffar, Settar isimleri gibi esma bu haysiyetledir... (Esma-i zatiye ve fiiliye ve eşyanın te­nevvüü, bak: 460.p.)

852- Hasılı: Allah Teâla’nın zatı bir, esma-i hüsnası çoktur. Kur’anda zikr olu­nanlar buradakilerden ibaret değildir. Buhari, Müslim ve sairede Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh’dan rivayet olunan bir hadis-i sahihde, Allah Teâla’nın doksan-do­kuz ismini ihsa edenin Cennet’e gireceği haber verilmiş­tir. (89)

Diğer bir rivayette de mealen: “O tek’dir, tek’i sever” (90) buyurulmuştur..

Kur’anda Rabb-ül Âlemîn, Rabb-ül Arşul’azim, Malik-i Yevmiddin, Âlim-ül Gaybi Veşşehade, Allam-ül Guyub, Gafir-iz Zenbi, Kabil-it Tevbi, Refiudderecat, Zül’arş, Fa’alün Limayürid, La Yüs’elü Ammâ Yef’al gibi daha bazı esma ve evsaf mezkûr olduğunda da şübhe yoktur...

Kezalik Peygamber’in Buhari ve Müslim’de rivayet olunan dualarında Münzil-ül Kitab, Mücrissehab, Hazimül’ahzab isimleri de başkasına ıtlak olunamayacak isimlerdendir.

İbn-i Kesir tefsirinde demiştir ki: Esma-i hüsnanın doksandokuza mün­hasır olmadığına İmam Ahmed İbn-i Hanbel Hazretlerinin Müsned’inde se­nediyle Abbullah İbn-i Mes’ud (R.A.) Hazretlerinden rivayet ettiği hadis de delalet eder..

853- Bu hadislerdeki bu dualardan anlaşılıyor ki: Allah Teâla’nın esma-i Hüsna-sından Kitab’da indirmediği, kimseye bildirmediği, ilm-i gaybda yal­nız kendi­sinin bildiği isimleri de vardır. Şu halde evvelki hadiste “Allah Teala’nın doksandokuz ya-ni bir müstesna olmak üzere yüz ismi vardır, on­ları ihsa eden Cen­net’e girer” buyu-rulması, Allah’ın ma’lum olabilen esma-i hüsnasından doksandokuzunu ihsa eden yani belleyip sayan yahud Allah ile muamelesinde onla­rın hududunu muhafaza edip güzelce rivayet eyleyen kimse Cennet’e girer manasına olmak gerektir.» (E.T. 4877/4881)

T.T.ci: 5. sh: 166’da esma-ül hüsna hakkında bir bölüm vardır. Kur’an (17: 110) âyetinde de esma-i hüsna ile dua edilmesine telmih eder.

854- Gerek felsefede, gerek bid’at cereyanlarında görülen batıl fikirlerin çoğu, “esma-ül hüsna” hakkında Kur’anın beyan ettiği müvazeneyi göre­memekten ileri gelmiştir. Esma-ül hüsna’nın müvazeneli ve istikametli mari­feti ise, Kur’anın talim ve irşadıyla, masnuatta esma-ül hüsnanın tecellilerini gören büyük din alimleri ve asfiya denen zatların derslerinden yani eserlerin­den öğrenilir. Zira bu zatların eser­leri, Kur’anın mesleğini takib eder.

Kur’an ise tekraren, âsar-ı İlahiyeden esma-i İlahiyeye intikal dersini ve­riyor. Meselâ: «(17:44) ¬˜¬f²W«E¬" ­d¬±A«K­< ެ~ ¯š²|«- ²w¬8 ²–¬~¬— sırrınca, herşeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var.

Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı, esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hatta hakiki fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıbb “Şafi” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hakeza herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi bütün fünun ve kemalat-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları esma-i İlahiye-ye istinad eder. Hatta mu­hakkikîn-i evliyanın bir kısım demişler. “Hakiki hakaik-ı eşya, esma-i İlahi­yedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir. “Hatta birtek zi-hayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görüne-bilir.» (S.627)

855- «Sani-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayva­natı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı, cilve-i esmasıyla, eşkâlini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer mikdar-ı muayyene ve­riyor.» (S.628)

Hem «kâinatta görünen binlerle ef’al-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i İlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem ke­mali, hem iha­tası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer bürhanı-dırlar.

Hem nasılki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istila etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve her bir cilve-i esma-i uluhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri eserlerinde görünüyor ki eğer hikmet-i amme ve adalet-i mutlaka olmasa idi ve onları durdurmasa idi, herbiri umum mevcudatı istila edecek-ti.» (Ş.20)

856- « Esma-i hüsnanın her birisi, ötekileri icmalen tazammun eder (zi­yanın el­van-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi). Ve keza her birisi ötekilere delil olduğu gibi, onların her birisine de netice olur. Demek esma-i hüsna mir’at ve ayine gibi birbi­rini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mevsul kı­yaslar gibi veya delilleri be­raber neticeler gibi okuması mümkündür.» (M.N. 131)

«Cenab-ı Hakk’ın ef’ali birbirine münasib, âsarı birbirine müşabih, es­ması birbi­rine ayine ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil, şuunatı memzuc ise de, herbirisi için hususi bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzat o hu­susi tavırdır. Sair tavırlar ise, tebeîdirler. Binaenaleyh, meselâ Hâlik’ın âsarın­dan cemadata baktığın zaman aza­met ve kudreti, kasdına hedef yap. Başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hay­vanata bakarken merhamet kasdıyla bak. Sair tecelliyata tebeî bir nazar ile bak.» (M.N.140)



857- «Kâinatta tecelli eden isimler, devair-i mütedahile gibi ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin ese­rini tekmil edi­yor, tezyin ediyor. Meselâ: Muhyi ismi bir şeye tecelli etitği va­kit ve hayat verdiği dakikada Hakîm ismi dahi tecelli ediyor, o zihayatın yu­vası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerim ismi dahi tecelli ediyor, yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahim isminin dahi tecellisi görünü­yor, o cesedin şefkatle havaicini ihzar eder. Aynı zamanda Rezzak ismi te­cellisi görünüyor o zihayatın bekasına lâzım maddi ve manevi rızkını umma­dığı tarzda veriyor. Ve hakeza.. Demek Muhyi kimin ismi ise, kâinatta nurlu ve muhit olan Hakîm ismi de onundur ve bütün mahlukatı şefkatle terbiye eden Rahim ismi de onundur ve bütün zihayatları keremiyle iaşe eden Rez­zak ismi dahi onun ismidir, ünvanıdır. Ve hakeza...» (M.334) (Ahsen-ül Hâlikîn gibi tabirler, bak: 1149, 1153.p.lar)

858- «Mevcudat etvar-ı hayatıyla, müteaddid envan-ı tesbihat-ı Rabbaniyeyi ya­pıyor. Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlatı gösteriyor ki... Meselâ: Rahim ismi, şefkat etmek ister. Rezzak ismi, rızk vermek iktiza eder. Latif ismi, lutfetmek istilzam eder ve hakeza... Bütün esmanın birer birer muktezası vardır. İşte herbir zihayat, hayatıyla ve vücu­duyla o esmanın muktezasını göstermekle be­raber, cihazatı adedince Sani-i Hakîm’e tesbihat yapıyorlar. Meselâ: Nasılki bir insan güzel meyveler yer, o meyveler midesinde dağılır, erir, zahiren mahvolur fakat ağ­zından midesin­den başka bütün hüceyrat-ı bedeniyede faaliyetkârane bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktar-ı bedendeki vücudu ve hayatı beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor.... O taam kendisi de, vücud-u nebatîden hayat-ı insaniye tabakasına çıkıyor, terakki ediyor. Aynen öyle de, şu mevcudat zeval perdesinde saklandıkları vakit on­ların yerinde herbirisinin pek çok tesbihatı baki kalmakla beraber, pek çok esma-i İlahiyenin de nukuşlarını ve mukteziyatını o esmanın ellerine bırakır. Yani bir vücud-u bakiyeye tevdi ederler, öyle giderler.» (M.294)

859- Hem mevcudat içinde en cami fıtratta yaratılan «insan, bütün es­maya mazhardır. Fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intaç eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb ol­muştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatları, evliyanın başka başka tarikatları, asfiyanın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neş’et etmiştir. Meselâ: İsa Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadir ismi onda daha galibdir. Ehl-i aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha zi­yade hâkimdir.» (S.334)

860- «İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir ayinedir:

Birinci vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir, öyle de insan, za’f ve acziyle, fakr ve hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gı­nasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle ayinedar-lık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nok-ta-i istinad aramakla, vicdan daima Vacib-ül Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrın-da, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istinad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim’in der­gahına da­yanıyor, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istim-dad cihetinde iki kü­çük pencere, Kadir-i Rahim’in barigah-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.



861- İkinci vecih ayinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, malikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile Kâinat Malikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine ayinedarlık eder. Onları anlar, bildirir.

Meselâ: Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun malikiyim ve idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hakeza... (Bak: 818 ilâ 822.p.lar)



862- Üçüncü vecih ayinadarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i ilahiyeye ayinedarlık eder. Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfının ba­şında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i camiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaratılışından Sani’, Hâlik ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahim isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hakeza bütün aza ve âlatı ile, cihazat ve cevarihi ile, letaif ve maneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i azam var. Öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!.» (S.686)

«Ey insan! Onun esma ve sıfatına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız mev­cudata verme faidesiz mahlukata dağıtma. Çünki âsar ve mahlukat fani­dirler. Fakat o âsarda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen Esma-i Hüsna bakidirler, dai­mîdirler. Ve esma ve sıfatın herbirisinde binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen yalnız Rah­man ismine bak ki: Cennet bir cil­vesi, saadet-i ebediye bir lem’ası, dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.» (S.637) (Bütün hüsünlerin menşei cemal-i eze­lîdir, bak: 1429-1434.p.lar)



863- İnsan esma-i ilahiyenin tecelliyatını tefekkürle mükellef olduğu gibi, o es­maya muhabbetle de muvazzaftır. Bu muhabbetin uhrevî neticeleri dahi azîmdir. Ezcümle: «Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani “ne kadar güzel yapıl­mış” nazar ile, o âsarın arkasındaki ef’alin güzelliğini ve inti­zamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel es­manın arkasında sıfâtın tecelliya-tını ve hakeza sevmekliğin neticesi ise: Dar-ı bekada o güzel gördüğü mas­nuattan bin defa daha güzel bir tarzda, esmanın cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, Cennet’te görmektir. Hatta İmam-ı Rabbanî Radıyallahü Anhü demiş ki: “Letaif-i Cennet, cilve-i esma­nın temessülatıdır.” Teemmel!...» (S.649) (Bak: Mu­habbet) (Esma-i Hüsnanın ni’metiyet cihetleri, bak: 2867, 2868.p.lar)

864- qqESSEBEBÜ KELFAİL u2_S7_6 `AK7~ : (Es-sebebü ke-l fâil) Bir işe sebeb olan, o şeyi yapan fâil gibidir (mealinde). (Hizmet-i Kur’aniye ve imaniyenin yapılmasına sebeb olanlar, bu mukaddes hizmeti yapmış gibi mes’ud ve me’cur olurlar, hayırlara, ecir ve sevablara nail olmak ni’met-i uzmasına erişirler.)

Kur’anda (4: 85) âyeti “Her kim dünyada hayır ve şerre şefaat (yardım) ederse, ona göre hissesi olduğu”nu bildirir.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

« ¬y¬V¬2_«S«6 ¬±hÅL7~|«V«2 ÇÄ~Åf7~«— ¬y¬V¬2_«S«6 ¬h²[«F²7~|«V«2 ÇÄ~Åf7~ Yani: Hayra delalet eden, o hayrı yapan gibidir. Şerre delalet eden de, o şerri bizzat işlemiş gibi­dir.» (91)

Dinî ve müsbet bir hizmet hareketinin ve bir şahs-ı manevînin (cemaatın) (Bak: Cemaat) teşekkülüne veya menfi bir cereyana sebebiyet vermenin mükâfatı veya ce­zası hakkında rivayetler hayli mevcuddur.

865- Ezcümle: Sünen-i İbn-i Mace, Mukaddime bölümünün 14. babı, bu mevzuya dair olup bu babın 1. hadisi şöyledir:

_«Z¬" «u¬W«2 ²w«8 ¬h²%«~ ­u²C¬8«— _«;­h²%«~ ­y«7 «–_«6 _«Z¬" «u¬W­Q«4 ®}«X«K«& ®}ÅX­, Åw«, ²w«8

¬y²[«V«2 «–_«6 _«Z¬" «u¬W­Q«4 ®}«\¬±[«, ®}ÅX­, Åw«, ²w«8«— _®\²[«- ²v¬;¬‡Y­%­~ ²w¬8 ­l­T²X«< «ž

_®\²[«- ²v¬;¬‡~«ˆ²—«~ ²w¬8 ­l­T²X«< «ž _«Z¬" «u¬W«2 ²w«8 ­‡²ˆ¬—«— _«;­‡²ˆ¬—

Yani kim iyi bir çığır açar da o çığıra gidilirse, ona açtığı çığırın sevabı verile­ceği gibi o yolda gidenlerin sevabının bir misli de verilecek ve bu (adam), onların sevablarından bir şey eksiltmeyecektir. Kim kötü bir çığır açarsa, ona da açtığı çığı­rın günahı yükletileceği gibi o yolda gidenlerin gü­nahlarının birkatı da yükletilecek ve bu (adam), onların günahlarını eksiltme­yecektir.»

866- Bu babdaki izah kısmının bir parağrafında şöyle deniliyor:

«Müslim’in şarihi Nevevi: “Bu hadisler, iyi işleri yapıp güzel çığır açma­nın müstehab olduğunu ve kötü işler yapıp fena çığır açmanın da yasak ve haram oldu­ğunu açıkça belirtmektedir. Keza iyi bir çığır açan kimsenin, kı­yamet gününe kadar o çığırda yürüyen bütün insanların kazanacakları seva­bın bir mislini alacağını ve kötü bir çığır açan kişinin de, kıyamet gününe ka­dar o yolda giden bütün insanların boyladıkları günahların bir katını sırtlaya­cağını sarahaten bildiriyor. Keza hidayete çağıran adam, kendisine uyan in­sanların elde ettikleri sevabın bir mislini kazanır. Dalalete davet eden şahıs da, kendisine uyan insanların yüklendikleri günahların bir katını yüklenmiş olur. Kişi kılavuzluk ettiği hidayet veya dalalet yolu ister daha önce açılmış olsun ister ilk olarak o kişinin tarafından açılmış olsun farketmez. Kişi, ettiği kılavuzluk dolayısı ile büyük sevab veya büyük günah almış olur.

Hadislerde bahsedilen çığır açma veya kılavuzluk etme mes’elesi, muay­yen bir sahaya mahsus değildir. Bu durum iman, ibadet, ahlâk, eğitim, öğre­tim vesair alan­larda da olabilir.» (İbn-i Mace 1. cild sh: 366) (Bak: Mesuliyet ve 1574.p.) (Menfi dua-yı fiilînin mes’uliyeti, bak: 704-707. p.lar)

867- qqEŞ’ARÎ zhQ-~ : Eş’arî Mezhebi veya o mezhebden olan. Asıl adı; Ebu-l Hasan-ul-Eş’arî, Ehl-i Sünnet itikadını Âyetlere, Hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık ederek İslâmiyete büyük hizmet etmiştir (Hi. 260-324). İtikada dair meydana koyduğu hakikatları kabul edenlere “Eş’arî” ve mezhebine de “Eş’ariye” de­nir. (Bak: 2412.p.)

«Eş’ariyyun, eş’arînin cem’idir. Eş’arî de, Eş’ar’ın nisbetidir. Eş’ar, Seba’ neslin­den Nebet bin Üded namındaki kimsenin lakabıdır. Nebet’in gövdesi anadan kıllı doğduğu için Eş’ar lakabıyla anılmıştır. Sonra bu adamın neslin­den Yemen’de yeti­şen büyük bir kabile kendisine nisbet olunarak Eş’arî de­nilmiştir. Ashab-ı Kiram­dan Ebu Musel’Eş’arî bu kabiledendir. İlm-i Ke­lâmdaki Eş’arî Mezhebinin kuru­cusu Ebu-l Hasan Ali İsmail de Ebu Muse-l Eş’arînin ahfadından bulunduğundan bu kabileye nisbetle ve mezhebi de Eş’ariyye denilmekle şöhret bulmuştur.» (S.B.M.ci: 10, sh: 417)



868- qqEŞ’İYA (A.S.) š_[Q-~ : Benî İsrail Peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Benî-İsrail arasında peygamberlik yapmış, bir çok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takip ettirilerek bir ağaç oyuğunda gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçkı ile kesilerek şehid edilmiştir.

66 babdan ibaret kitabı İsa’nın (A.S.) geleceğini müjdelediğinden, Hristiyanlar arasında “Eş’iyanın İncili” diye şöhret bulmuştur. (Kamus-ül A’lam)



qqET-TAHİYYATÜ €_[EB7~ : (Bak: Tahiyyat)

qqEVHAM •_;—~ : Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Ve­himler. Kuruntular. Zarar ihtimali çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme. (Bak: Vesvese)

qqEVLENMEK tWX7—¶~ : (Bak: Bekâr)

qqEVLİYA š_[7—~ : (Bak: Tarikat, Velayet-i Kübra)

868/1- qqEVLİYA ÇELEBİ zAV& š_[7—~ : (Bin Derviş Muhammed Zilli) (1611-1682). Yazdığı büyük seyahatname sayesinde, beynelmilel şöhret ka­zanmış büyük bir Müslüman Türk seyyahıdır. Kütahyalıdır.

«Evliya Çelebi seyahatlerinin başlanıgıcını bir rüya hikâyesine bağlamış­tır. Bu hikâyeye göre, Hi. 1040 (Mi. 1630) muharreminin aşure gecesi rüya­sında İstan-bul’da Yemiş İskelesi civarındaki Ahi Çelebi Camiinde büyük bir cemaat içinde Hazret-i Peygamber’i görür ve huzurunda “Şefaat ya Resulallah” diyecek yerde, hayret ve heyecanı sebebinden “Seyahat ya Resulallah” der. Peygamber tarafından seyahat ve şefaatla tebşir olunduğu gibi, Sa’d İbn-i Vakkas tarafından da kendisine, göreceği şeylerin kaleme alınması tenbih edilir. Bu muntazam ve müselsel rüyadan uyanınca zamanın meşhur muabbirlerine ve büyük şeyhlerine baş vurup, rüyasını tabir ettirir. Kasımpaşa Mevlevi Şeyhi Abdullah Dede’nin “İbtida bizim İslâmbulca-ğızı tahrir eyle” tavsiyesine uyarak faaliyete başlar. İşte Seyahatname’nin birinci cil­dini teşkil eden, tabir caiz ise, İstanbul’un tarihi bu suretle vücut bulur. » (İ.A. Ev­liya Çelebi maddesi’nden)



qqEVRAD …~‡—~ : Virdler. Sık sık ve devamlı okunan dua. (Bak: Dua)

qqEYKE yU<~ : Sık ve birbirine karışmış ağaç. *Yumuşak. *Ağaç bitiren batak­lık. (Bak: Ashab-ı Eyke)

869- qqEYYAM-I KUR’ANİYE y[9³~h5 •_<~ : (Eyyam-ı şer’iyye de deni­lir.) Kur’an-ı Kerim’e göre olan günler ki, bun günler gayet muhteliftir. Şöyle ki: Sema-vatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile o kürenin kendi gü-nü mensub olduğu güneşin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi mey­dana gelir. Böylece semavatta hikmet-i İlahiye ile günler ve se­neler çok çeşitlidir ve dolayısıyla zaman mefhumu da değişiktir.

Kur’anın 6666 sene hükümran olacağını bildiren Bediüzzaman Hazretle­rinden bu hükmün izahını isteyen talebesine yazdığı cevabında, eyyam-ı Kur’aniye de izah edildiğinden bu cevab aşağıya alınmıştır:

«Ayât-ı Kur’aniyenin adedi 6666 olmakla, envar-ı Kur’aniye ve hakikat-ı Furka-niye eyyam-ı Şer’iye ile 6666 sene kadar Küre-i Arzda hükmü cereyan edece­ğine işaret ettiğine dair sualinize o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için izahlı cevab veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: Asım’ın suali ehemmiyetlidir, cevab ver. Ben de o ihtara binaen üç esasla bir parça izah edeceğim:

870- Birinci Esas: Nasılki Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhis-salatü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fatihası hem hatimesidir. Bütün Enbiya, onun asıl nurundan istifade etmeleri ve hakikat-ı diniyenin neşrinde onun muinleri ve vekilleri hükmünde oldukları, nur-u Ahmedî Aleyhissalatü Vesselâm cebhe-i Âdem’den ta Zat-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede ta zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur. Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesse­lâm, Risale-i Mi’rac’da kat’i bir surette isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-ı Kur’aniye, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar ha­kikat-ı Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm ile beraber müteselsilen Enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşrederek gelegele ta nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etem-mi olan Kur’an-ı Azimüşşan suretinde cilveger olmuştur. Ve bütün Enbiyanın usul-ü dinleri ve esas-ı şeriatları ve hülasa-i kitabları Kur’anda bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen, fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile (92) zaman-ı Âdem’den kıyamete kadar, ey-yam-ı Şer’iyye ile tabir edilen 7000 seneden fetret-i mutlakanın zamanı tarhedildik-ten sonra 6666 sene kadar Din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-ı Kur’aniye Küre-i Arz’da ayrı ayrı perde altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor, de­mek­tir.

871- İkinci Esas: Malumdur ki, Küre-i Arz’ın mihveri üstündeki hareke­tiyle gece-gündüzler ve medar-ı senevî üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Gü-neşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şems-üş Şümus’un dahi her biri­nin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerin-de deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlik-ı Arz ve Semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki:

Furkan-ı Hakim’de

(32:5) «–—Çf­Q«# _ÅW¬8 ¯}«X«, «r²7«~ ­˜­‡~«f²T¬8 «–_«6 ¬•²Y«< |¬4 ¬y²[«7¬~ ­‚­h²Q«<

¯}«X«, «r²7«~«w[¬K²W«'­˜­‡~«f²T¬8 «–_«6 ¯•²Y«<|¬4¬y²[«7¬~ ­ƒ—Çh7~«— ­}«U¬¶[³V«W²7~ ­‚­h²Q«#

(70:4) gibi âyetler isbat ediyorlar. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tulu’ mabeyninde dört saatlik günden ve bu iklimde kışta sekiz-do­kuz saatlikten ibaret olan eyyamlardan tut, ta Güneşin mihveri üstünde bir aya yakın mahsus gü­nünden tut, ta Kozmoğrafyanın rivayetine göre ta (Rabb-üş Şi’ra) (53:49) tabiriyle Kur’an’da namı ile edilen ve Şemsimizden büyük “Şi’ra” namındaki diğer bir şem­sin belki bin seneden ibaret olan gü­nünden dahi tut git ta Şems-üş Şümus’un mih­veri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmiye kadar eyyam-ı Rabbaniye var.

İşte Semavat ve Arz’ın Rabbı o Şems-üş Şümus’un ve Şi’ranın Hâlikı hitab et­tiği vakit, o Semavat ve Arz’ın ecramına ve âlemlerine bakan kudsi kelâmında o ey­yamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.



872- Madem eyyam’ın lisanı Şer’îde böyle ıtlakatı vardır. İlm-i Tabakat-ül Arz ve Coğrafya ve Tarih-i Beşeriyet ülemasınca nev-i beşerin yedibin sene değil belki yüzbinler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedibin senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatına ve beyan ettiğimiz 6666 sene nur-u Kur’an hükümferma olduğuna münafi ola­maz ve cerhedemez. Çünki eyyam-ı Şer’iyenin dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikatı o riva­yet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu daki­kada kalbime inkişaf ettiril­medi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil.

873- Üçüncü Esas: ­yÁV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«< «ž Şu mes’elede şimdilik delilini göste-remiyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyamızın bir ömrü ve şu dünyadaki Küre-i Arz’ın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve Küre-i Arzda ya­şayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlukatın ömür-leri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insa-nın ömrü, Küre-i Arz’ın iki hare­ketiyle hasıl olan malum eyyam ile olduğu gibi zi-hayatın vücuduna mazhar olduğu zamanından itibaren Küre-i Arz’ın ömrü ise mer­kez-i irtibatı olan Şems’in hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hik­met-i Rabbaniyeden uzak değildir. Şu halde nev-i insanın ömrü yedibin sene ey­yam-ı malume-i Arziye ile olsa, Küre-i Arz’ın hayatına menşe olduğu za­mandan harabiyetine kadar eyyam-ı Şemsiye ile ikiyüzbin seneyi geçer. Ve âlem-i bekadan ayrılıp Küremize bakan Şems-üş Şümus’un işarât-ı Kur’aniye ile her günü elli bin senelik olmasına binaen yedibin sene o eyyam ile 126 milyar sene yaşarlar.

Demek eyyam-ı Şer’iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur’aniyede bunlar dâhil olabilir. Semavat ve Arz’ın Hâlikı, Semavat ve Arza bakan bir kelâmıyla Semavat ve Arz’ın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan Habib-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’a karşı hitabında o ey­yamları istimal etmek, Kur’anın ulviyetine ve muhatabının kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır.

¬y¬"_«B¬6 ¬‡~«h²,«_¬" ­v«V²2«~ ­yÁV7~«— ¬yÁV7~ «f²X¬2 ­v²V¬Q²7~«— » (Risale-i Nur’dan Rumuzat-ı Semaniye adlı elyazma bir eserden)

874- EYYÛB (A.S.) Y±<~ : Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen İshak Aleyhisse-lâm’ın oğlu olan Ays’ın evladından Eyyûb Aleyhisselâm, çok sa­bırlı bir peygamber idi. Pek çok malı ve Şam tarafında çok mülkü vardı. Her makbul kulunu ve Pey­gamberini Allah imtihana çektiği gibi, onu da denedi. Cümle emlaki, emvali elinden gitti. O yine şükretti. Hasta oldu, yine Rabbine şükrediyordu, sabrediyordu. Bede­ninde yaralar açıldı, yine sabretti. Yaraları kurtlandı, yanına kimse varmaz oldu, yal­nız bir zevcesi ona hizmet ederdi. O yine sabreder ve ibadetine devam eylerdi. (Kı­sas-ı Enbiya Cevdet Paşa) (Kamus-ul A’lam’da da aynı manada bilgi veriliyor.)

875- Kur’anda (4: 163) (6:84) (34:41 ilâ 44) âyetlerinde Eyyûb’un (A.S.) bahsi ge­çer. Meşhur münacatını bildiren âyet ise şudur:

«(21: 83) «w[¬W¬&~Åh7~ «v«&²‡«~ «a²9«~«— ÇhÇN7~ «|¬XÅK«8 |¬±9«~ ­yÅ"«‡ >«…_«9²†¬~ Sabır kah­ramanı Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın şu münacatı, hem mücerreb hem te­sirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münacatımızda

«w[¬W¬&~Åh7~ ­v«&²‡«~ «a²9²«~«— ÇhÇN7~ «|¬XÅK«8 |¬±9¬~ ¬±«‡ demeliyiz. Hazret-i Eyyûb Aleyhisse-lâm’ın meşhur kıssasının hülasası şudur ki:

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükafa­tını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yarala­rından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahatı için değil, belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiye­time halel veriyor” diye münacat edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız, lillah için o münacatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i afiyetini ihsan edip enva-ı merhametine mazhar eylemiş.

.... Hazret-i Eyyûb Aleyhissalâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim batınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevril­sek, Hazret-i Eyyûb’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir gü­nah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza ya­ralar açar.

Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın yaraları kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu... Bizim manevi yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid edi­yor. O münacat-ı Eyyûbiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.» (L.8) (Bu kısmın tamamı, 1073.p.dadır)



qqEYYUB-ÜL ENSARÎ z‡_M9¶ž~ Y±<~ : (Bak: Ebu Eyyûb-il Ensarî)

qqEZAN –~†~ : (Bak: 2806/3 ilâ 2806/9, 3493.p.lar.)

876- qqEZDAD …~f/~ : Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar. (Bak: Hakaik-ı Nisbiye) (Ezdadın çarpışması, bak: 2017,2704.p.lar)

«Ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki: _«;¬…«~f²/«_¬" ­¿«h²Q­# ­š_«[²-«ž²~ _«WÅ9¬~ Yani: “Herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. So­ğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harereti olmazsa, su içmesi zevk vermez. illet olmazsa afiyet zevksizdir. Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir.» (L.209) (Nisbiyete bak­mayan meziyetler, bak: 1437.p.)



877- Keza «tabiatları latif, ince ve latif san’atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri arkları, havuzları, şadır­vanları yaptırmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam-ma­ğara ve dağ heykelleri gibi-şeyleri de ilave ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, leta­feti fazlaca parlasın. Çünki

_«;¬…«~f²/«_¬" ­¿«h²Q­# ­š_«[²-«ž²~ _«WÅ9¬~ Lakin müdakkik bir kimse, o ezdadı cem’eden bah-çenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin kaba şeyler kasden yapıl­mıştır ki güzellik, intizam, letafet artsın. Zira güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkin­lerdir. Ve o çir­kinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.

Kezalik dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlu­kat ve masnuat arasında hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun- bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, inti­zamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına birzinet, bir süs ol­mak üzere Sani-i Hakim tara­fından kasden yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabi­len adam görebilir.

Maahâza, o gibi şeyler kasdî olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf ol­mazdı. Evet tehalüfte kasd ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara si­maca muhalefeti buna delildir.» (M.N. 211)



Atıf notları:

-Ezdadın çarpışmasında uhrevî âleme bakan hikmetler, bak: 506 ilâ 509.p.lar.

-Kâinatın mütegayyir yaratılmasındaki hikmet, bak: 1032.p.

878- qqEZELİYET }[7ˆ~ : İbtidası ve başlangıcı olmamak. Ezelîlik.

Vacib ve ezelî olan, yalnız Allah’tır. Bütün mevcudatı o yaratmıştır. Ya­ratılan şeyler, ezelî olamazlar. Yani maddenin ezeliyeti iddia edilemez. Mut­lak hiçlikten de kendiliğinden varlık olamaz. O halde vacib ve ezelî bir yara­tıcının varlığı zaruridir. Çünkü: Maddenin ezeliyeti veya mutlak hiçlikten sebebsiz icad isbat edilemiyece-ğinden üçüncü yol olan Vacib-ül Vücud’un varlığı zaruri olur. (Bak: Ayan-ı Sabite, Delil-i İhtara, Hudus, Zaman)



Birkaç atıf notu:

-Ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil, bak: 1903.p.

-Eşya ezelî olamaz, bak: 1358,229.p.sonu

-Sıfat-ı ezeliye âlemi, bak: 514.p.

879- «Sual: Bütün silsilelerin Hâlik-ın vücub-u vücuduna kat’i şehadetleri gözö-nünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihe-tine zahib olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir?

Cevab: Kasd ve dikkatle değil, sathî ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve batıla, mümkin nazarıyla bakılabilir. Meselâ: Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilali arayan­lar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilali görmek için bütün kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilali araştırmakla meşgul iken, gözünün kir­piklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat derhal “Hilali gördüm” der. “İşte bu gördüğüm Ay’dır” diye hükmeder.

İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cev­here ve mükerrem bir mahiyete malik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla batıla ba­kar. O batıl da ihtiyar­sız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de çar-naçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur.

Fakat onun o batılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan ni­zam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt oldu­ğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib sanat eserlerini esbab-ı camideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalaletlere düş­müşlerdir.» (İ.İ. 89)



880- «Feya acaba! Vacib-ül Vücud’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramıyan, nasıl oluyor da, herbir cihetten ezeliyete münafi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? » (M.N. 253)

«Maddiyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı munta­zama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamını hissettikle­rinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniye-nin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ede­rek, zerrelere ve hareketlerine âsar-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübbanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabi-lir mi ki, mekân­dan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalka-nan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir oldu-ğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler, vahde-i mut-lakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kes­ret-i mutlakaya düşmüşler, yani bir tek İlahı kabul etmedikleri için, nihayet­siz ilah­ları kabul etmeye mecbur olu-yorlar. Yani bir tek Zat-ı Akdes’in hassası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve hâlikıye-ti, bozulmuş akıllarına sığıştırama­dıklarından o had­siz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhi­yetlerini kabul etmeye mes­leklerince mecbur oluyorlar...» (L.342)

İşte Vacib-ül Vücud bir Hâlik-ı kabul etmeyen maddeciler, böyle garip mantık­sızlığa düşüyorlar. Hatta maddenin ezeliyetini iddia etmeleriyle mad­deye hâlik ara­mazlarken, mantığa bedaheten aykırı olarak ve rivayette de bil­dirildiği gibi (Bak: 2761.p.) Hâlik’a hâlik ararlar.

881- qqEZVAC-I TAHİRAT €~h;_0 ¬‚~—ˆ~ : Hz. Peygamber Efendimi­zin (A.S.M.) ismetli ve iffetli pak zevce-i muhteremeleri (R.A.). “Mü’minlerin anneleri” diye bilinen ve Peygamberimize (A.S.M.) ailelik et­mek şerefine ermiş mübarek ha­nımlar. (Bak: Taaddüd-ü Zevcat) Kur’an (33:6,52) âyetlerinde ezvac-ı tahirat bahsi ge­çer. (T.T.ci: 3, sh: 697’de 5. bö­lüm, Ezvac-ı Tahirat’ın fezaili hakkındadır.)





Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin