İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə46/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   169

1019- Amma Cennet’in uzaklığıyla beraber âlem-i bekadan olduğu halde en ya­kın yerlerde görülmesi ve bazan ondan meyve alınması ise; evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fani ve âlem-i şehadet ise âlem-i gayba ve dar-ı bekaya bir perdedir.

Cennet’in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal ayinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasiyla, Cennet’in bu âlem-i fanide -temsilde hata olmasın- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muha­bereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

1020- Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, ta semavata çı­kıp kulak veri­yorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki:

Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin-teşbihte hata yok- karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mev­kilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor; cüz’î hâdiseler için, o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususî o mevkide mü­bareze ediyorlar.

Ve hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hük­münde en küllî bir daire olan Arş-ı Azam’da ve daire-i semavatta-temsilde hata olmasın- mukadderat-ı kâinatın manevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-iMuhammedî’den (A.S.M.) ta daire-i Arş’a varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların ça­resi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beligane belki mu’cizane ilan etmek ve göstermektir.” (L.280-283)



1021- “Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor ve ma­dem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette ervah-ı habise dahi, ahyarı takliden semavat memleketine gitmeğe teşebbüs edecekler. Çünki vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve reddedilecekler. Çünki mahi­yetçe şeraret ve nühusetleri var­dır. Hem bilâ-şek velâ-şübhe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i maneviyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünki saltanat-ı rububiyetin hikmeti iktiza eder ki: Zişuur için, bahusus en mühim vazifesi müşa­hede ve şehadet ve dellallık ve nezaret olan insan için, tasarrufat-ı gaybiyenin mü­himlerine bir işaret koy­sun, birer alâmet bıraksın. Nasılki nihayetsiz bahar mu’cizatına yağmuru işa­ret koymuş ve havarik-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş. Ta âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semavat ve se­kene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin. Yani o koca semavatı, etra­fında nöbetdarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kal’a hükmünde, bir şehir su­retinde gösterip, haşmet-i rububiyetini tefekkür ettirsin. Madem şu müba­reze-i ulviyenin ilanı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki hâdisat-ı cevviye ve semaviye içinde şu ilana münasib hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. Halbuki şu hâdisenin,bu hikmetten ve şu gaye­den başka ona münasib bir hikmeti bilinmiyor. Sair hâdisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem’den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur. “ (S.179-180)

1022- “İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası olabilir.

Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir.

İkincisi: Semavatta hüşyar nöbetdarlar, muti’ sekeneler var. Arzlı şerir­lerin ih­tilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilan ve işarettir.

Üçüncüsü: Müzahrafat-ı arziyenin mümessilat-ı habiseleri olan casus şeytan­ları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nü­fus-u habise he­sabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.” (S.182) (Peygamberlerden başkasına açılmayan gayba aşinalık dava eden Budeîler, bak: 472.p.)

1023- qqGAYE y<_3 : Maksad, kasdedilen, netice, sonuç. (Bak: Abesiyyun, Faali­yet-i Rububiyet, Ezdad, Hikmet) (Kur’anın makasıd-ı esasiyesi dörttür, bak:3722.p)

Herhangi bir kimse herhangi bir işinde, mutlaka bir gayeyi takib ve o ga­yeye göre o işi tanzim eder. En basit bir insanın en basit bir işi, gayesiz, maksadsız ol­madığı halde; Allah’ın bu kâinatı, gayesiz halketmesi olamaz.

Evet bu kâinatın, bilhassa insanların yaradılışında ilahî gayeler vardır ve her in­sanın bilmesi icabeden en ehemmiyetli bir mes’eledir. Bununla beraber bu İlahî gaye; çok geniş ve çok derin bir ilim ve iman mes’elesidir. Hayat boyunca o ilimde çalışma, ilim ve maneviyatta terakki etmek nisbetinde gaye-i İlahînin hakikat ve in­celikleri bir derece idrak edilir.

Bu İlahî gaye ve hikmetler, muhakkak ki ehli tarafından Kur’andan öğ­renilir. Ezcümle, bir âyette şöyle buyurulur:

“(51.56) «–—­f­A²Q«[¬7 ެ~ «j²9¬ž²~«— Åw¬D²7~ ­a²T«V«' _«8«— Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi: Hâlik-i Kâinat’ı ta­nımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fa­riza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billah’tır ve iz’an ve yakîn ile vücu­dunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve ni­hayetsiz elemleri bulunan biçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssül’esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.” (Ş.100)



1024- “Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gele­cek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zat-ı Hayy ve Muhyi’ye karşı şükür ve iba­det ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhab­bet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi; kâinatın gayesidir.

Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lez­zetlen­mek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir ceha­letle; münkira-ne, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nime­tini ve şuur he­diyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küf­ran-ı nimet ederler.” (L.330)



1025- “Şu dünya hayatına muhabbetle mübtela olan bazı insanlar, o ha­yatın vü­cuda gelmesinden maksad ve gaye, yalnız o hayata hizmet ve o ha­yatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani Fâtır-ı Hakîm’in zevilhayatta ve cevher-i insani­yette vedia olarak koyduğu bütün cihazat-ı acibe ve techizat-ı hârikanın, seri-üz-ze­val olan şu hayatın hıfzı ile bekası için verildiğini zannediyorlar. Halbuki kaziyye öyle olduğu takdirde, kâinattaki gayr-ı mütenahi nizamların şehadetleriyle, sath-ı âlemde görünen hikmet, inayet, intizam, adem-i abesiyete olan delil ve bürhanların, ma’kûse olarak abesiyete, israfa, intizamsızlığa, adem-i hikmete delil ve bürhan ol­maları lâ­zım gelecektir.

Arkadaş! Şu dünyevî hayatın faideleri pek çoktur. O faidelerden, hayat sahi­bine tasarruf ve hizmeti nisbetinde bir hisse ayrıldıktan sonra baki kalan gayeler, seme­reler Fâtır-ı Hakîme racidir. Evet insan ve insanın hayatı esma-i İlahiyenin tecelliyatına bir tarladır. Ve Cennet’te rahmet-i İlahiyenin envaının cilvelerine maz­hardır. Ve hayat-ı uhreviyenin hârika ve gayr-ı mütenahi se­mereleri için bir fidanlık veya bir çekirdektir. Demek insan bir sefine kaptanı gibidir. Sefinenin gayr-ı mahdud faidelerinden, kaptanın alâka ve hizmeti nisbetinde kendisine verilir. Baki kalan kısmı sultana racidir. İnsan da, se­fine-i vücuduyla alâkası derecesinde o vücu­dun hayatdar semeratından hissesisini alır. Mütebakisi, Sultan-ı Ezelî’ye aittir.” (M.N.103)



1026- Evet bütün hayat u memat ve ibadetler, Allah içindir ve onlardaki esas gaye, hikmet-i İlahiyeye ve esma-i İlahiyenin iktizalarına ayinedarlık va­zifesidir ki; Kur’an bu ehemmiyetli manayı müteaddid âyetlerinde ifade ve ihsas eder. Ezcümle: (6.162) (9:24) âyetleri örnek gösterilebilir.

İki atıf notu:

-Hikmet-i İlahiyenin insanı çeşitli ahvale maruz kılması, bak: 2642.p

-Müsibetlerin hikmetleri hakkında âyetten notlar, bak: 2650,3194 p. sonu âyet notu.

1027- “Her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neti­celeri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan ga­yelere münhasır değildir. Ta abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır.

1028- Birincisi ve en ulvisi, Saniine bakar ki, o şeye taktığı hârika-i sanat murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o na­zara bir an-ı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir.

İşte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül verme­yen bi­rer hârika-i sanat olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha ve­rir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey; hayatıyla, vücu­duyla Saniinin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı sanatını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.



1029- İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zişuura bakar. Yani herşey, Sani-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer ke­lime-i hikmet-eda hükmündedir ki, melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona ba­kan her zişuura, ibret-nüma bir mütalaagahdır.

1030- Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat: O şeyin nefsine ba­kar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticeler­dir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiği­nin gayesi, sefine iti­bariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait, doksandokuzu sultana ait ol­duğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Saniine ait doksan dokuzdur. İşte bu teaddüd-ü gayattandır ki; birbi­rine zıd ve münafi görünen hikmet ve iktisad, cûd ve seha ve bilhassa niha­yetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki:

Birer gaye nokta-i nazarında cûd ve seha hükmeder, İsm-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Ni­hayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında, hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edi­lir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, te’min-i asayiştir. Bu ga­yeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır.Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcut ancak kâfi gelir, kemal-i hikmetle müvazenededir. İşte hükümetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o as­kerlikte fazlalık yoktur denilebilir.” (S.75)



1031- Ve keza “bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur. Şu ahval; taklid ve temsil için teş­kil ve tertib edilen ahvale benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor. Ta, suretler alınsın, tertib edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki:

Suretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin. Ta, bir mecma-i ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i azamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek hadis-i şerifte “Dünya âhiret mezraasıdır” diye bu hakikatı ifade ediyor.”(S.86) (Bütün ahval-i âlemin hıfzedilip uhrevî âleme gönderilmesi, bak: 1123.p.)



1032- “Sual: Kâinat ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yara­tılsaydı; böyle tagayyüratlı, inkılablı, mâil-i inhidam bir surette yaratılıp, bilâhare tahribden sonra ebediyete kabil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmazmı idi?

Elcevap: Vakta ki Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktiza­sınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidadlarının neşv ü nemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tabi tuttu, zararları menfaatlara kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem’etti; hepsini birbirine karış­tırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunla­rına tabi tuttu.

Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sani-i Hakîm inayetiyle, birbiriyle karışık yoğur­duğu zıdları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı ayırır ve ihtilaf mad­delerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli ola­rak metin ve kavi bir ci­simle teşekkül ederek, (36:59) ~—­ˆ_«B²8~«— hitabına he­def olur. Cennet ise, esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecelli eder ve münceli olur. Evet ge­rek Ce­hennem’i, gerek Cennet’i teşkil eden ecza ve maddeler arasında, münasebet vardır; zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın şartıdır; nizam da, devama sebebdir. Ve keza bu iki menzilin halkı da ebedî oldukları için vücudlarını teşkil eden ecza, tagayyüre maruz değildir. Çünki dünyadaki cisimlerinin terkib ve tahlilleri arasında müvazene yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilale yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Ec­zaları arasında tam manasıyla müvazene vardır ki; inhilale mahal kalmaz.” (İ.İ.143) (Bak: 509.p)

1033- Sultan-ı Kaînat’ın, âlem ve insanı yaratmasındaki gayesini; ve kitab-ı kâi­natı mütalaa ve tefekkür ederek Saniini iman-ı tahkiki ile bilmek ve rızası dairesinde hareket etmek olan meslek-i Kur’aniyeyi; hem Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) lüzum ve vezaif-i asliyesini beyan eden Onbirinci Söz’deki temsil şöyle başlıyor:

“Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı.

Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüd bulunuyormuş. Hem gizli pek acaib defineleri varmış. Hem kemalatça sanayi-i garibede pek çok mehareti varmış Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-i zişan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde ser­giler dizsin; tâ nâsın enzarında salta­natının haşmetini, hem servetinin şa’şaasını, hem kendi sanatının hâ­rikalarını, hem kendi marifetinin garibele­rini izhar edip göstersin. Ta cemal ve ke­mal-i manevîsini iki vecihle müşa­hede etsin: Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşina­sıyla görsün. Di­ğeri: Gayrın nazarıyla baksın.

1034- Bu hikmete binaen, cesim ve geniş vemuhteşem bir kasrı yapmağa baş­ladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i sanatının en latif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulû­munun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatarak tekmil ettik­ten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehavetkârane, san’atperverane bir zi­yafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra, yüz sanayi-i latifenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz ni’metleri serdi. Sonra aktar-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve te­nezzühe ve ziyafete davet etti. Sonra bir yaver-i ekremine sara­yın hikmetle­rini ve müştemilatının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici ta­yin etti. Ta ki sarayın saniini, sarayın müştemilatıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın na­kışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki sanatlarının işaretlerini öğretip, derû­nundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girme­nin âdabını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sul­tana karşı marziyyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. İşte o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi en büyük dairede şakirdleri içinde durmuş, bütün seyir­cilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Di­yor ki:

1035- “Ey ahali, şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sa­rayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek isti­yor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdi­riniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.Hem şu kemalâtının âsârıyla manevi cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeğe ve teveccü­hünü kazanmağa iştiyakı­nızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususi hatem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey ken­disine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yekta ve mi­silsiz, nazirsiz, bihemta ta­nıyınız ve kabul ediniz.” Daha bunun gibi, ona ve o ma­kama münasib söz­leri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:



1036- Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiblere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki, beyhude değil, adi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir, içinde ne var”deyip düşünür­ken, birden o muarrif üstadın be­yan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bü­tün esrarın anahtarı ondadır. Ona muteveccihen gittiler ve dediler: “Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sâdık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bil­dirmişse lütfen bize bildiriniz.” Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyatı dairesinde amel ettiler. Onların şu edebli muamele ve vaziyet­leri o padişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir Cevad-ı Melik’e lâyık ve öyle muti ahaliye şayeste ve öyle edebli misafirlere münasib ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. Daimî onları saadetlendirdi.

1037- İkinci güruh ise; akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından saraya girdikleri vakit nefislerine mağlub olup lezzetli taamlardan başka hiç­bir şeye iltifat etmediler; bütün o mehasinden gözlerini kapadılar ve o üsta­dın irşadatından ve şakirdlerinin ikazatından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen ik­sirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle ba­ğırdılar, karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sani-i Zişan’ın düsturla­rına karşa edebsizlikte bulundu­lar. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar.

1038- Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zişan; bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların husûlü ise, iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünki o bu­lunmazsa bütün maksadlar beyhude olur. Çünki anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kağıttan ibaret kalır.

İkincisi. Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir. Demek vücud-u üstad vücud-u kasrın daîsidir ve ahalinin istimaı, kasrın bekasına sebebdir. Öyle ise denilebilir ki: Şu üstad olmasaydı, o melik-i zişan, şu kasrı bina et­mezdi. Hem yine denilebilirki: O üstadın talimatını ahali dinlemedikleri va­kit, elbette o kasr, tebdil ve tahvil edilecek. (Bak:2022.p.sonunda bir âyet notu)

1039- Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör: İşte o saray, şu âlemdir ki; tavanı, tebessüm eden yıldız­larla tenvir edilmiş gök yüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûna-gûn çiçeklerle süs­lendirilmiş yer yüzüdür. O melik ise, ezel ebed sultanı olan bir Zat-ı Mukaddes’tir ki, yedi kat semavat ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zatı takdis edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadir ki, semavat ve arzı altı günde yaratarak Arş-ı Rububiyetinde durup; gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri ar­kası sıra döndürüp, kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve Güneş, Ay, yıl­dızlar emrine müsahhar zihaşmet ve zikudret sahibidir. O sarayın menzilleri ise, şu onsekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiş­tir. İşte o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen Kudret-i İlahiye-nin mu’cizeleridir.ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsimin-de, hele Barla bahçelerinde Rahmet-i İlahiyenin semerat-ı hârikalarına işa­rettir ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kal­binde ateş olan arz ve sath-ı arzdır ve orada temsilde gördüğün gizli define­lerin cevherleri, ise şu hakikatta Esma-i Kudsiye-i İlahiyenin cilvelerine mi­saldir ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o na­kışların re­mizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadir-i Zülcelal’in esmasına delalet ederler; ve o üstad ise, Seyyidimiz Mu­hammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Avenesi ise, Enbiya Aleyhimüsselâm’dır ve şakirdlerdi ise, evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâki­min hiz­metkârları ise, şu âlemde Melaike Aleyhimüsselâm’a işarettir. Tem­silde seyir ve zi­yafete davet edilen misafir­ler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvan­lara işarettir. Ve o iki fırka ise, burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessir olan Kur’an-ı Hakîm’in şakirdleridir. Diğer gü­ruh ise, ehl-i küfür ve tuğ­yandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.” (.120-123)

1040- qqGAYR-I MEŞ’UR ‡YQL8¬h[3 : Şuuruna varılmayan; şuur içinde

yerleşmeyen, farkına varılmayan, hissedilmeyen (Bak: Taht-eş-şuur)



qqGAYR-I MÜSLİM vVK8 ¬h[3 : Müslüman olmayanlar. İslâmiyet’e girme-

yenler, Hristiyan ve Museviler gibi. (Bak: Ehl-i Kitab)



1041- qqGAYRETULLAH yV7~ ?h[3 : Allah’ın gayreti.

Gayret kelimesini ıstılahî manada ele alırsak, en büyük bir gaye ve davayı gayet ciddiyetle takib edip yürütmek ve o davayı her türlü tehlikelerden ko­ruma cehdini, göstermek manasında olduğundan, gayretulahın gayesi, İslâ­miyet olur. Yani Allah’ın gayreti, İslâmiyet ve ona samimi ve ciddi hizmet eden hizbullah üzerinde olur. (Bak: Hamiyet, Hizbullah)

Kur’an (3:19) âyeti de bu manayı te’yid ediyor. O halde hak dine ve hâ­dimlerine dokunan Firavun ve Nemrud gibi her asrın din düşmanları, dine ve hizbullaha do­kunmakla gayretullaha dokunduklarından, onlara Allah belâ ve musibet verdiğini ve hizbullahı da inayetlerle himaye ettiğini Kur’an çok âyetlerde bildirdiği gibi, tarihî hakikatler olarak da tesbit edilmiştir. (Bak: Âd)

İki atıf notu:

-Gayretullaha dokunmanın cezası, bak: 4073 p.

-Geçmiş asırlarda asi kavimlerin helâk edildiğini bildiren âyetler vardır, bak: 3373p.

1042- Buhari’nin 67. Kitabü’n-nikah 107. babından alınan bir hadis-i şe­rifte şöyle buyurulur:

­yÁV7~ «•Åh«&_«8 ­w¬8ÌY­W²7~«|¬# Ì_«< ²–«~ ¬yÁV7~ ­?«h²[«3«— ­‡_«R«< |«7_«Q«# ­¾«‡_«A«# «yÁV7~ Å–¬~

“Allah Tebareke ve Teala, mü’minler hakkında gayret ve hamiyet göste­rir (hayır ve saadet diler). Ve Allah Teala’nın gayreti, Allah’ın haram kıldığı fena şeyleri (gü­nahları) mü’minin işlememesi içindir.” (Bak: 1522 p.da bir âyet notu)

Buhari, bu hadisi “gayret” başlığıyla açtığı bir babında rivayet etmiştir. Bu keli­menin Allah Teala’ya ve insanlara nisbetle manası başka başkadır. Cenab-ı Hak asabî teheyyüçten, ruhî infial ve teessürden münezzeh olduğu için Allah Teala’ya nisbet olunan gayretle, insanlardaki teessür ve infialin lâ­zımı olan Allah’ın kullarına merhameti ve hayır saadet dilemesi manası kasdolunur. Görülen herhangi bir fena­lığa, bir zulme karşı dilimizdeki “Gay­ret-i İlahiye” sözünün manası budur, gayretin lâzımıdır.” (S.B.M.ci: l,1823.hadis)



1042/1- İbn-i Mace, 9. Kitabü’n-nikah, 56. babda 1996. hadis mü’minde sevilip sevilmeyen gayret ve hamiyeti bildirir.

Gayret sahibi bir mü’min, dine aykırı ve zararlı durumlar, hâdiseler ve tecavüz­ler karşısında lâkayd ve duygusuz kalamaz, müteessir olur, hamiyet-i diniyesi gale­yana gelir ve dinin emrettiği müsbet şekilde dine hizmet cehdi artar. Nitekim Kur’an (48:29) âyetinde sahabelerin yüksek meziyetlerini be­yan ederken, “küffar üzerinde çetin ve metin” olduklarını kaydeder. Mevzu­umuzu teyid eden bir örnek:



1043- 1952 senesinde cereyan eden İstanbul mahkemesi münasebetiyle İstan­bul’a gelen Beziüzzaman’ın sahib olduğu gayret-i diniyesinin coşkun ifade ve be­yanlarını Eşref Edib Fergan şöyle naklediyor:

“İstanbul seyahatinden muzdarib olup olmadığın sordum.

-Bana ızdırab veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Es­kiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geli­yor.Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Kor­karım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. işte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur.

Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

Bana “Sen şuna buna niçin sataştın”. diyorlar, Farkında değilim. Kar­şımda müdhiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım ya­nıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtar­mağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünce­ler! Dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmi­yorum. Bütün öm­rüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşım-dakim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman ku­mandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun su­ratına çarparım. Benizindana atar, yahut idam sehpasına götürür, hiç ehem­miyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu.- Bunların hepsini gördüm, Birkaç dakika daha o hünhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve masumlar zümre­sine iltihak et­miş olacaktı.” (T.H. 628) (Rusya’da esirler kampında iken Beziüzzaman hakkında verilen idam kararı, bak: 363.p.)

1044- qqGAYYA š_[3 : Azab. Gay sözü ile ifade edilen azgınlığı yapanla­rın Ce­-

hennem’de azab çekecekleri çok korkunç yer. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı konkunç yer. Kur’an (19:59) âyetinde geçer.



qqGAZA š~i3 : (Bak: Gazve)

qqGAZALÎ z7~i3 : (Bak: İmam-ı Gazalî)

qqGAZETE y#i2 : (Bak: Matbuat)

1045- qqGAZVE ˜—i3 : Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muha­-

rebe. Cenk. Sefer. Din için yapılan muharebe.

Gazve, “gaziv”den alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruş­mak demektir. Siyer ıstılahında Gaza ve Gazve tabirleri, Peygamber Efendimiz’in bizzat hazır bulunduğu muharebeye denir. Peygamber Efen­dimiz’in bizzat bulun­madığı müfrezelere, Seriye denilir. (Bak: Cihad)

1046- qqGENÇLİK tVDX«6 : (Osmanlıcada: Şebab, Şebabiyet) İnsanın zinde ve

parlak devresi ki, ortalama 15 ile 22 yaşı arasıdır. Daha umumi manada, 40 yaşına kadar gider. Bu devrede hisler kuvvetli ve hareketlidir. Bu sebeble ha­ramlara ve gü­nahlara düşmek tehlikesi bulunduğundan çok ikaz ve irşad ile gençliğin korunması gerekmektedir. Gençlerin dürüst ve kâmil yetişmeleri için, içtimaî hayatta gençliğin hevesatını tahrik edecek günahlar olmamalı ve ikna ve irşad edici dinî ve ahlâkî dersler verilmelidir. Dinimizde gençlerin ir­şadına çok ehemmiyet verilmiştir. Ez­cümle:



1047- Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve şimdiki aldatıcı lehviyyat ve hevesatın hücumları karşısında âhiretimizi nasıl kurtaracağız diye soran gençlere, Beziüzzaman şu nasihatı veriyor:

“Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için dünyadan daha güzel bir âlemin ka­pısıdır.

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir ha­pis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikadettiği ve inandığı gibi hare­ket etmediği için öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir idam-ı ebedî ka­pısı. Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihi­dir, delil istemiyor, göz ile görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, ba­şını kesmek için gelebiliyor ve genç-ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mese-le karşısında biçare insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bakiye, bir saa­det-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

1048- Bu kat’i hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüzyirmidört bin muhbir-i sâdık, ellerinde ni­şane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmidört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri ve hadd ü he­saba gelmiyen muhakkikle­rin kat’i delilleriyle - o enbiya ve evliyanın verdik­leri aynı haberleri-aklen ilmelyakin derecesinde (*) isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i katî’ile idam ve zin­dan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir, diye ittifakan haber veriyorlar:

1049- Acaba yüzde bir ihtimal-i helaket bulunan bir tehlike yolunda git­memek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helaketten gelen elem-i manevi, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sâdık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalâlet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’i sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehşetli ve azametli mes’ele karşısında bulunan biçare in­san ve ba­husus müslüman, eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılma­sına nöbetini bekliyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldı­rabilir mi? Sizden soruyorum.

Maden ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi de­şiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o eh-i dalâlet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevi bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.



1050- Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i leyazalîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mu­kadderat piyangosundan milyarlar altun ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış. Her vakit “Gel biletini al!” diye beklemesinden derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i manevi öyle bir lezzettir ki; eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususi bir cennet hükmüne geçtiği halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terkedip, gençlik saika­sıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benziyen sefihane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.

Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, Peygamberi inkâr etseler, diğer­lerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilme­seler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Mu­hammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti, umum nev’-i beşere baktığı için mu’cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev’-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev’-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-i dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur. (Bak: Mürted)



1051- İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istik­balini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saade­tini, rahatını isterseniz; meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Ha­ricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sâbık beya­natta elbette anladınız.

Eğer mazi yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda göster­dikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ ellisene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktı­lar. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruruisteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.” (S.142) (Bak: 1005 p.)



1052- Elhasıl “gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihti­yarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fani ve geçici gençliğini iffetle hayrata is­tikamet dairesinde-sarfetse, onunla ebedî, baki bir gençliği kazanacağını bü­tün semavi fermanlar müjde veriyorlar. Eğer sefahete sarf etse, nasılki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, mil­yonlar dakika hapis cezasını çektirir.

Öyle de gayr-i meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliye-tinden ve kabir azabından ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlar­dan ve dünyevi mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzet­ten ziyade elemler oldu-ğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte bir kıs­kançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok arızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin su-i istimali ile gelen has-talıkla hastahanelere ve taş­kınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaris-tana dü­şeceklerini bilmek istersen,. git hastahanelerden ve hapishane­lerden ve mey­hanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençli­ğinin su-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen to­katlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin. Eğer istikamet daire­sinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye ve tatlı ve kuvvetli bir va­sıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve baki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’an olarak çok kat’i âyâtıyla bütün semavi kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Madem hakikat budur. Ve madem helal dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. El­bette gençlik nimetine bir şükür olarak o tatlı nimeti iffette, isti­kamette sarfetmek lâzım ve elzemdir.” (Ş.204)

1053- Sual:

(121) ²v­U¬"_«A«L¬" «yÅA«L«# ²w«8 ²v­U¬7Y­Z­6 Çh«-«— ²v­U¬7Y­Z­U¬" «yÅA«L«# ²w«8 ²v­U¬"_«A«- ­h²[«'

hadis midir, bundan murad nedir?

Elcevab: Hadis olarak işitmişim. Murad da şudur ki: “En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesetına esir olmayıp gaf­lette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki; gaflette ve hevesetta gençlere benzemek ister; çocukçasına hevasat-ı nefsaniyeye tabi olur.” (M.282) (Bak: Lezzet, Sefahet)

qqGEYLANÎ |9Ÿ[«6 : (Bak: Abdulkadir-i Geylanî)

qqGILMAN –_WV3 : (Gulam. c.) Bıyığı henüz bitmemiş gençler. *Köleler, esir­ler. * Cennet’te genç hizmetçiler. Kur’an (52.24) de geçer. (Bak: Vildan)

1054- qqGIYBET }A[3 : Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek (Bak: Kazf-ı Muhsanat, Su-i Zann, Tenkid)

(Elmalı Tefsiri 49/12. ayetin tefsirinden alınmıştır)

GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir.

Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: “Bilir misiniz gıybet nedir?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. “Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.” Bu­yurdu. “Ya söylediğim kardeşimde varsa?” denildi. “Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun.” Buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıpla­mak yasaklandığı gibi burada da gıybet ya­saklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye’de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâsı’nda “Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıy­bet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredil­miştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut “topal” demek gibi tarif için olursa gıy­bet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)’den : Hz: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim haya örtüsünü atarsa, onun gıybeti yoktur.” İbn-ü Ebi’d-Dünya Behz bin Hakim’den, o babasından, o da dede­sinden nakleder: Hz. Peygam­ber (s.a.v.) buyurdu ki: Facir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? O’nu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar.” Ga­zalî sövmeyi daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir.



Birincisi: Gıybet edip de ben gıybet etmiyorum onda olanı söylüyorum de­mektir. Bu, Fâkih Ebul Leys’in Tenbihte dediği gibi kesin olan haramı helal saymak olduğu için küfürdür.

İkincisi: Gıybet edip, gıybeti gıybet edilen kimseye ulaşmaktır. Bu gü­nahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz. Çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbn-ü Ebi’d-Dünya ve Taberani’nin Cabir’den rivayet et­tikleri şu hadisin manası da şudur: “Gıybet zinadan daha kötüdür” buyurulmuş. Nasıl olur denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur. Gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe mağfiret olunmaz.

Üçüncüsü: Gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine hem gıybet ettiği kim­seye istiğfar ederek affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler. Bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir demişlerdir.” (E.T. 4474)

Kur’anda “makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin mu’cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur’anın nazarında gıybet ne kadar şeni’ bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet Kur’anın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.

İşte _®B²[«8 ¬y[¬'«~ «v²E«7 «u­6²_«< ²–«~ ²v­6­f«&«~ Ç`¬E­<«~ (49:12) âyetinde altı derece

zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

Malûmdur âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sor­mak ma­nası su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-i zımnî var.

1055- İşte birincisi, hemze ile der: Ayâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

İkincisi: Ç`¬E­< lafzıyla der: Ayâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü: ²v­6­f«&«~ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içti­maiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirliyen bir ameli ka­bul eder?

Dördüncü: «v²E«7 «u­6²_«< ²–«~ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki; böyle ca­navarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi: ¬y[¬'«~ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahmi­niz yok

mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insaf­sızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişi­nizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: _®B²[«8 kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki,

en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?



1056- Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. işte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. izzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez: Nasıl meşhur bir zat demiş:

°f²Z«% ­y«7 «ž ²w«8 ­f²Z«% ¯_«[¬B²3~ Çu­U«4 ¯}«A²[¬R¬" ¯š~«i«% ²w«2 |¬K²S«9 ­h¬±A«6­~

Yani: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve te­nezzül etmiyorum. Çünki gıybet, zaif ve zelil ve aşağıların silahıdır.”



1057- Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, ke­rahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır. (*)

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile teşrik-i mesai etme. Çünki zarar göreceksin.”

Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil, belki maksadı, tarif ve tanıttır­mak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sı­kılmıyor; belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor; sıkılmıyarak âşikâre bir surette işliyor. (Bak: 909.p.)



1058- İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-isalihayı yer bitirir. Eğer gıybet etti veyahut istiyerek dinledi; o vakit:

­˜_«X²A«B²3~ ¬w«W¬7«— _«X«7 ²h¬S²3~ Åv­ZÅV7«~ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse: “Beni helal et” demeli.” (M.275-277)

“Müslümanları şerden sakındırmak için gıybet caizdir. Bunun birçok ve­cihleri vardır. Biri; râvileri, şahidleri ve musannıfları cerhetmektir. Bu bil-icma caizdir. Hatta İman-ı Nevevî “şeriatı korumak için bu vâcibdir” diyor. Fâsık bir âlimden fı­kıh dersi almaya giden kimseye onun fıskını söylemek caiz olması gibi. Fakat bun­ları o şahsı küçültmek niyetiyle söylemek haram­dır.” (Müslim, Davudoğlu şerhi sh: 6488)

Burada dikkate alınacak ehemmiyetli bir husus şudur ki: Tenkid, meşru, sârih ve hak delillerine ve hakkı koruma niyetine istinad etmelidir. Aksi halde inşikaklara kapı açar, meşruiyetini kaybeder.



1059- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar vazgeçemiyorum.”

Elcevab: Su’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şey­lerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa, zarar vermez. Ma­dem ihtiyar se­nin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevi bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman,onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu mebhasını yazdık, ta bu manevi istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin; haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” (M.267)



1059/1- İnsanın hakiki mahiyetinin tam bilinememesi ve günahlara itici sebeblerin çok olması ve insanın nefsi günahlara ve kötülüklere meyyal ol­ması gibi sebeblerle, mü’minlerin aleyhine acele hüküm verilmemesi gerekti­ğini ders veren Bediüzzaman Hazretleri, şu hususlara da dikkat çekiyor:

“Cenab-ı Hak, kütüb-ü semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaif desiselerine karşı mağlub olmaları, bir za­man beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakk’ın o kadar şid­detli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor, nasıl iman gitmiyor? (4:76)

_®S[¬Q«/ «–_«6 ¬–_«O²[ÅL7~ «f²[«6 Å–¬~ sırrıyla, şeytanın gayet zaif desiselerine ka­pılıp

Allah’a isyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat der­sini kal­ben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riya­kârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi, ne kadar hakikatsız bir insan idi diye o biçareyi gıybet et­tim, günaha girdim. Sonra sa­bık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. (*)

O nur ile lillahilhamd hem Kur’an-ı Hakim’in azîm tergibat ve teşvikatı tam ye­rinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zaifliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem Mu’tezile Mezhebi ve bir kısım Hariciye Mezhebi “Günah-ı kebairi irtikâb eden kâ­fir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenab-ı Hakk’a şükrettim, o varta­dan kurtuldum. Çünki sabıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise şeytan desiselerine hem kâbile hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk’ın Gafur, Rahim gibi iki ismi tecelli-i azamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’an-ı Hakim’de Peygamberlere en bü­yük ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye da­vet ediyor.

¬v[¬&Åh7~ ¬w´W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬" kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve

her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vesiasını

melce’ ve tahassüngâh gösteriyor ve (7.200) ²g¬Q«B²,_«4 emriyle;

¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 ¬yÁV7_¬" ­†Y­2«~ kelimesini siper yapıyor.” (L.73) (Bak: 129, 2673.p.)

Mezkûr bahisteki müsamaha, hakaik-ı diniyeyi tezyif ve insanları bilerek idlal etmiyen mü’minler içindir ve şahsî hukuk noktasındadır. (Bak: 126.p)

Kur’an (4:148) âyeti; mazlumlar müstesna olarak Allah kötü sözün açık­lamasını sevmediğini beyan eder. İbn-i Mace, l. Kitab-üt Taharet, bab: 26,349. hadis, gıybe­tin kabir azabına sebeb olduğunu kaydeder. (Gıybet, katil gibidir, bak: 3365.p.)



1060- qqGREV — ˜h3 : İşçilerin isteklerini işverene kabul ettirmek için, işlerini hep birlikte bırakmaları.

İslâmiyet’te işçi hakları çok ciddi korunmakla beraber, grev ve benzeri hare­ketlere başvurulması istenmez Çünki grev, milli gelire zarar verdiği gibi, sosyal gruplar arasında düşmanlık doğurmakla boğuşmalar ve dolayısıyla da milli huzura zarar getirir. Grev, daha çok kapitalist sistemlerin “Hak, kuv­vettedir” şeklinde ifade edilen Avrupa medeniyetindeki menfi düsturlarının bir neticesidir. Ve bir işçi işve­renle iktisadî müsabaka edemediğinden, işçiler birliği kurulmasıyla işverene karşı güçlü olmasına kapitalist sistem itiyor.

Halbuki İslâm’da kişi, kendi küçük gücüyle başbaşa bırakılmamıştır. Çünki “hak kuvvettedir” kaidesinin yerine; İslâm “kuvvet haktadır” der. İşçi haklı ise, devletin gücü işçinin yanında olur. Bununla beraber İslâm, müsbet müsabaka pren­sibini de kaldırmaz. Ancak taraflar arasında hukuk ve adaletle nezaret eder.

1061- Büyük müesseselerde ve bilhassa milli ihtiyaç ve menfaatlere ait işlerde, milli hâsılat ve servete zarar verilmemesi lâzımdır. Çünki bu zarar, amme hukukuna dokunuyor. Bu itibarla, işçi ve işveren arasındaki anlaş­mazlıklar, grevle değil, iş ni­zamını bozmadan hukuk yoluyla halledilmelidir.

1062- Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nun l. cild kavaid-i kül­liye kısmında 25 ve 26. maddeleri, “zarar-ı eşedde karşı zarar-ı ehaffı tercih” eder. Aşağıda verilen bu küllî kaideler, çok çeşitli meselelerin hallinde usûl ve kaidelerdir. Herbir madde ortaya çıkmış ve çıkacak mesele­lere cevap verir mahiyettedir. Binaenaleyh bu ana maddelerin grev mesele­sine de şümulü vardır.

Mezkûr 25 ve 26. maddeler, misalleriyle aynen şöyledir:



1063- “(25) “Zarar-ı ammı def’ için zarar-ı has ihtiyar olunur.”

Tabib-i cahili men’etmek, bu asldan teferru eder. Bu kaideye bir çok me­seleler müteferri bulunmaktadır. Sefihi, medyunu hacr ve bazı eşyaya narh vaz’etmek, tarik-i amme doğru inhidama mâil duvarı yıkmak bu cümleden­dir.

(26):”Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale olunur.”

Meselâ: Bir kimse başkasının ağacını gasb ederek, yaptırdığı binanın bir tarafına idhal etmiş olsa bakılır: Eğer binanın kıymeti bu ağacın kıymetinden ziyade ise ağa­cın kıymeti sahibine verilir; yoksa binayı yıkarak daha büyük bir zarara meydan ve­rilmesi cihetine gidilmez.



1064- Müşterek bir mülkün tefrik ve teb’îzi sahiplerinden birine nafi’ di­ğerine muzır ise; hâkim onu hükmen taksim eder.

Bir kimsenin hayvanı başkasının kıymetli bir taşını, meselâ incisini yutsa bakılır: Eğer inci o hayvandan kıymetli ise, inci sahibi o hayvanın kıymetini verip ona te­mellük eder... Bilakis hayvanın kıymeti ziyade ise, sahibi incinin kıymetini sahibine verir, hayvanın kesilmesi cihetine gidilmez.” (H.İ.ci: l, sh: 282)



1065- Keza 18. madde de, zarara karşı bilmukabele zararı men’etmektedir. Şöyle ki:

“Zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur.”

Yani. Bidayeten zarar caiz değildir. Bilmukabele zarar da caiz olmaz. Belki bir zarar, hâkime müracaatla izale edilir. Meselâ: Bir kimse birisinin bir malını itlaf etse, o da onun malını bilmukabele itlaf edemez. Belki zararını tazmin ettirir.

Kezalik bir takım fiiller mübahtır, fakat bunların böyle cevazı başkalarına zarar vermemekle meşruttur. Zarar verirse, caiz olmaz.” (H.İ.ci: l, shf: 279) (Bak: 2009.p.)

Bazı grevlerden doğan büyük milli zararlar, bu kaidelere göre nazara alınmalı­dır.

1066- qqGURUR ‡—h3 : Kibir. Boş yere güvenmek. “Kıymetsiz şeylere güve­nip mağrur olmak.

“Evet, gurur ile insan maddi ve manevi kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malumat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve ev­hama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslaf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlarkırk senede bulamazlar.” (M.N.66) (Bak: Kibir)

Hem “gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daima azab çeker. Evet hürmet verilir, istenilmez.” (Risale-i Nur’dan Uhuvvet risalesi, sh:38)

1067- «Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme, sal­kımları o ağaç kendi takmamış. Başkası onları ona takmış.

Sen ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma,



(122) ¬h¬%_«S²7~ ¬u­%Åh7_¬" «w<¬±f7~ ~«g«; ­f¬±< Ï«Y­[«7 «yÁV7~ Å–¬~ sırrınca: Müzekka olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini geçen ni­metlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve riya­dan kurtul! ..” (S.473) (Bak: Fücur)

1068- Gurur hakkında âyetlerden birkaç not:

-Dünya hayatı, bir meta-i gururdur: (3: 185)(57.20)

-Kâfirler, aldatıcı bir gurur içindedirler: (67:20)

-Dünya hayatına mağruren aldanmamak: (35.5)

1068/1 qqGUSÜL uK3 : Boy abdesti. Temizlenmek. Maddi, manevi te­mizlik için şartları dahilinde yıkanmak. Taharet-i Kübra da denir. (Bak: Ne­zafet, Teyemmüm)

Kur’an (4:43) (5.6) âyetlerinde emredilen gusl, hadislerde de bahsi geçer Ez­cümle, cünüblük ve gusl (boy abdesti), S.B.M.ci: l, 184’den 201 hadisine kadar; T.T.: ci: l,4. kitab, 6. bölüm, sh: 90 ve Sahih-i Müslim, 3. kitab, 6,9,10,11,12,22. babları ve İbn-i Mace, 1. kitab 93 ilâ 113 ve 138, babları; Büluğ-ul Meram Tercemesi, 1. cild. 133. sahifeden 151. sahifeye kadar bu mevzuyu kaydeder. Tafsi­lat ve ahkâmı, fıkıh kitablarındadır.



1069- qqGÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU |9Y<_W;¬n'y9_'u«6 : Gül­-hane’de okunan hatt-ı hümayun münasebetiyle meydana gelmiş bir tabirdir. Os­manlı İmparatorluğu’nun bir zamanlar dünyayı titreten kuvvet ve kudreti, çeşitli sebeb ve tesirlerle büyük bir zaafa uğramış ve en nihayet devlet, bir vilayet hük­münde olan Mısır’ın idaresini ele geçiren Mehmed Ali Paşa’nın elinde zebun olacak bir dereceye düşmüştü. Memleketin bu halini gören ve Avrupa’da elçiliklerde bu­lunması itibariyle Avrupa devletlerinin memleket hakkındaki fikirleriyle zamanın cereyanlarını yakından müşahede eden Sad­razam Mustafa Reşit Paşa, memleketin selâmeti ancak idare usulünün ısla­hında ve tebaaya salahiyet ve hukuk verilip mes’uliyet esasının te’sisinde ol­duğunu iddia ederek,yeni Padişah olan Abdülmecid’e 3 Kasım 1839 Pazar gününde bir hatt-ı hümayun sudur ettirdi.

Reşit Paşa’nın bu hat’la açtığı devir, tarihte Tanzimat namıyla anılmakta­dır. Bu fermana göre memlekette bundan sonra herkes can ve ırz emniyetine sahib olacak, vergiler ve asker toplaması belirli nizamlara bağlanacak, memu­riyetlere lâyık olanlar getirilecek ve memurlara muayyen bir maaş tayin olu­nacak, rüşvet alınmayacak, bir mahkeme kararı olmadan kimse mahkûm edilmeyecek, bütün Osmanlı tebaası aynı kanunî ve hukukî haklara sahip olacaklardı. Bu ferman, bilhassa Hristiyan tebaa için te’min ettiği eşit haklar yüzünden Avrupa’da çok iyi karşılanmıştır. Acib ithamlı ifa­deleriyle kendi devrinden öncesini karanlıklı bir istibdad ve karışıklık devri oldu­ğunu göste­ren mezkûr Hatt-ı Hümayun, Osmanlı Devleti’ni daha da perişaniyete gö­türmüş, devlet ve cemiyet ihtilaflara sahne olmuştur. Halbuki yazıda müba­lağa edildiği gibi, Tanzimat’tan önce mal, can ve ırz emniyeti bulunmayan bir anarşi devresi yoktu. (Bak: Tanzimat-ı Hayriye)



1070- qqGÜNAH ˜_9ó) : Cezayı gerektiren amel, dine aykırı iş. Allah’ın emirle­rine uymayan hareket.

Allah’ın emirlerini terketmek ve yasaklarını işlemek manasında olarak günahlar dinde geniş bir yer alır. Kebair ve segair namlarıyla iki kısma ayrılan bu günahların, kebair denen kısmından da, daha çok zararlara ve büyük fela­ketlere sebeb olanlarını ayırarak o günahlar üzerinde daha çok durulur.Yani kebairler çok olup, aşağıda kaydettiğimiz ilmihalin gösterdiği miktara inhisar etmez. (Bak: Cihad-ı Ekber, Cünah, Fâsık, Fitne, Gençlik, Gıybet Haram, Kazf-ı Muhsanat, Ma’siyet, Mubikat-ı Seb’a, Musiki, Nazar-ı Haram, Sefahet, Tevbe)



1071- Ömer Nasuhi Bilmen “Büyük İslâm İlmihali” eserinde günah hak­kında şu bilgiyi veriyor:

“Günahlar ile kirlenen ruhları, kalbleri tevbe ile, istiğfar ile temizlemeğe çalış­malıdır. Malumdurki, günahlar; kebair ve segair diye iki kısımdır, Kebairin yani bü­yük günahların başlıcaları şunlardır: Allah Teala’yı inkâr et­mek; Allah Teala’ya şerik ittihaz etmek; kat’iyyen sabit olan bir dinî hükme inanmamak ki, bu üçü -el iyazübillah- küfürdür. Allah’ın rahmetinden ümidi kesmek; Allah’ın azabından, mekrinden emin olmak; günah üzerine ısrar etmek yani her hangi bir günahı mutta­sıl işleyip durmak, namazı, orucu terketmek; Allah yolunda cihaddan kaçınmak; anaya babaya asi olmak; (Bak: 178.p.) yalan yere şehadet ve yemin etmek; bir kim­seyi haksız yere öldürmek; bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muat­tal bir hale koymak, ribada ve sirkatte bulunmak; rüşvet almak, yetimlerin malını yemek, zina ve livata denilen fazihaları irtikâb etmek, iffetli kadınlara fuhuş isnad etmek.

İşte bunlar dereceleri mütefavit birer kebiredir.

1072- Günahların bir kısmı yalnız Allah Teala’nın hakkına aittir. Diğer bir kısmı da insanların haklarına mütealliktir.

Birinci kısımda insan kalben pişman olup Allah Teala’dan afüvler, ke­remler di­lemeli, bir daha öylebir günahta bulunmamaya kat’iyyen karar ver­melidir. Ve o gü­nah, küfrü mucib olacak bir mahiyette ise hemen tecdid-i iman, tecdid-i nikahta bulunmalıdır. Namaz gibi, oruç gibi kazası lâzım gelen bir ibadetin terkinden ibaret ise, hemen bunu kazaya çalışmalıdır.

Günahların insanlara müteallik kısmında ise, yine kalben bir nedamet duyarak hem Allah Teala’dan afüvler dilemeli, hem de hakkına tecavüz edi­len kimseden mümkünse helallik istemelidir. Kendisini razı etmeye ve teca­vüz edilen hakkı öde­meye çalışmalıdır. Ruhların seyyiat denilen günah kirle­rinden temizlenmesi ancak bu sayede kabil olabilir.” (B.İ.İ.438)

1072/1 “Sani-i Zülcelal’in çok esması var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Me­selâ; Gaffar ismi, günahların vücudunu ve Settar ismi, kusuratın bu­lunmasını iste­diği gibi, Cemil ismi de çirkinliği görmek istemez.” (L.54) şek­lindeki ifadeleri, allah’ın günahların işlenmesine rızası var manasında anla­mamalıdır. Zira Allah kul­larının günah işlemesini istemez. Hatta gayretullah, mü’mini günahtan men etmek ister. (Bak: 1042.p.) Ancak bütün esmasının iktizalarına bakan sonsuz hikmet-i İla­hiye, sırrı-ı imtihan gibi hikmetler için günah ve şerleri halkeder. Fakat o şer ve gü­nahların işlenmesini istemez. Yani halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.(Bak:2672.p.)

Ezcümle Kur’anda Allah adl ü ihsanı emr ve günahlardan nehyeder: (16.90). Keza Allah, kulun küfr ve inkârına razı değil (istemez): (39:7). Allah, küfran ve gü­nahta ısrar edip tevbe etmiyen hainleri sevmez: (2.276) (4:107) mealindeki çok âyetlere istinaden ülema-i İslâm; Allah günah ve şerlerin iş­lenmesini istemediğini ve haram ve şerlerin yaratılması ve insanın fıtraten hayır ve şerre kabil ve mütemayil hilkatı, imtihan sırrı ve diğer pek çok hik­metler için olduğunu ve halk-ı şerrin hayır, kesb-i şerrin şer olduğunu beyan etmişlerdir. Şu halde (Gaffar ismi günahların vü­cudunu ister) yani yaratılma­sını ister, demektir. (Bak: Ebu Davud 2153. hadis. Müslim 2657. hadis ve devamı) İşlenmesini istemek değildir. (Günahtan nedametle affa lâyık ol­mak ve insanın fıt­raten günaha meyilli olması, bak: 509/4, 509/5.p.lar)



1073- Kur’an (21:83) âyetinde geçen Eyyüb (A.S.)’ın kıssası münasebe­tiyle gü­nahların küfre yol açtığını izah eden bir bahsin bir kısmını mevzuu­muzu tenvir et­tiği cihetle dercediyoruz. Şöyle ki:

“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın meşhur kıssasının hülasası şudur ki: Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mü­kafatını düşünererk kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaraların­dan tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi isti­rahatı için değil, belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: “Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiye­time halel veriyor” diye münacat edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız, lillah için o münacatı gayet hârika bir surette kabul et­miş. Kemal-i afiyetini ihsan edip enva-i merhametine mazhar eylemiş..



1074- Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının muka­bili, bizim batınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.

Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ru­humuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevi yaralarımız, pek uzun olan ha­yat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasılki o hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmiş­ler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler, (neuzübillah) mahall-iman olan bâtın-ı kalbe ilişip, imanı zedeler ve ima­nın tercümanı olan lisanın zevk-iruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştıra­rak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor.

Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam,başkasının ıttılaın­dan çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem meselâ: Cehennem azabını intac eden bü­yük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem’in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper olmazsa, bütün ruhuyla Ce­hennem’in ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe, Cennem’in inkârına cesaret veriyor. Hem meselâ: Farz nama­zını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirin­den küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, bü­yük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşki o vazife-i ubudiyet bulunmasa idi:” Ve bu arzudan bir manevi adavet-i İlahiyeyi işman eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat’i bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmi­yor ki: İnkâr vasıtasıyla gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sı­kıntıdan daha müdhiş manevi sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırma­sından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hakeza, bu üç misale kıyas edilsin ki; (83:14) ²v¬Z¬"Y­V­5 |«V«2 «–~«‡ ²u«" sırrı anlaşılsın.” (L.8-9) (Bak: 2255.p.) (Âhirzaman alâmetlerinden olan ve “duhan” denen gaflet-i umumiye, bak:710/1.p.)

1075- Evet “amele ve taata muvaffak olamayan azabdan korkar, ye’se düşer. Böyle me’yusun gözüne dinî meselelere münafi edna ve zaif bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilan-ı isyan ederek, İslâm dairesinden çıkar, şeyta­nın ordusuna iltihak eder. Binae­naleyh, a’male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:

¬yÁV7~ ¬}«W²&«‡ ²w¬8 ~Y­O«X²T«# «ž ²v¬Z¬K­S²9«~ |«V«2 ~Y­4«h²,«~ «w<¬gÅ7~ «>¬…_«A¬2_«< ²u­5

(39-53) ­v[¬&Åh7~­‡Y­S«R²7~ «Y­; ­yÅ9¬~ _®Q[¬W«% «Y­9 ÇH7~­h¬S²R«< «yÁV7~ Å–¬~ (M.N.65)

Atıf notları:

-Mu’tezilenin, günah-ı kebireyi işleyen küfre girer dedikleri hatalı hükmü, bak: 2673.p.

-Bu hükümle alâkalı diğer bir bahis, bak: 1058/1.p

1076- Hem “iman etmek; Kur’an-ı Azimüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâ­lik’ı sı­fatları ile isimleri ile, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve el­çileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kal­ben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadı­ğına delildir. “ (E.L.I.203)

İki atıf notu:

-Münkeri, münker bilmek, bak: 509/5, 3891.p.lar

-Günah işleme anında iman durumu, bak: l171.p.

1077- Ve keza “şu görünen umumi âlemde her insanın hususi bir âlemi vardır. Bu hususi âlemler, umumi âlemin aynıdır. Yalnız umumi âlemin mer­kezi şemsdir. Hususi âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususi âlemin anahtarları o âlemin sahi­binde olup letaifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tabidir. Evet ayinede irtisam eden bir bahçe hare­ket, tagayyür ve sair ahvalinde ayineye tabi olduğu gibi, her şahsın âlemi de merkezi olan o şahsa tabidir. Gölge misal gibi.

Binaenaleyh, cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zan­netme. Çünki kalbin kasavetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıl­dızlarını küsufa tutturur.” (M.N.117)



1078- Günahların istila ettiği bozuk cemiyette manevi kurtuluş yolunu gösteren Bediüzzaman, Nurculara hitaben bir mektubunda şöyle diyor:

“Bugünlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe in­sanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadet ve takvası na­sıl mukabele edebilir? diye me’yusane düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Ri­sale-i Nur talebelerinin vaziyet­lerini tahattur ettim. Risale-i Nurşakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet ol­duklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşün­düm

Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile na­sıl mu­kabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

“Risale-i Nur’un hakiki ve sâdık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip is­tiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, bin­ler dil ile mukabele eder. Bazı melaikeninkırkbin dil ile zikrettikleri gibi; hâ­lis, hakiki müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sada­kat ve hizmet ve takva ve ictinab-ı kebair derece­siyle o ulvi ve külli ubudi­yete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.” (K.L.96) (Sadakatla şahs-ı manevinin sevabından is­tifade hakkını kazanmak, Bak. 3193.p)



1079- Günah hakkında âyetlerden birkaç not:

-Günahta ısrar etmemek: (3.135)

-Hasenata çok mukafat, günaha misliyle ceza verilmesi: (6.160) (10-27)

-İsm ü udvanda yardımlaşmamak (birbirinin iştihasını kabartıp teşvik etmemek): (5:2)

-isim ü udvan ve haram yemekte birbiriyle yarışanlar: (5:62)

-Günah-ı kebairden içtinab: (4:31) (53:32)

-Kebairden içtinabla segairin afvı: (4:31) (53:32)

-İsm’in (günahın) zâhir ve bâtınını (âşikar ve gizlisini, fiilî olanı ile fikrî ve hissî olanını) bırakmak: (6:120) (7:33)

Kasıdlı ve kasıdsız olarak iki şekliyle kullanılan (hata) kelimesine ait âyetlerden birkaç not:

-Unutma ve hatadan afv duası: (2:286)

-Hataen katl: (4:92)

-Kasıdlı olmayan hatada günah yoktur: (33:5)

-Geçmiş kavimlerde isyan ve tekzib hatîesi: (69.9)

Bir atıf notu:

-Namaz seyyiatı izale eder, bak: 2805.p.

qqGÜNEŞ k9Y«6 : (Bak: Şems)

qqGÜZELLİK tV7 ˜ˆY«6 : (Bak: Hüsn)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin