1122- Hem “gözümüzle görüyoruz, öyle ihatalı ve azametli bir hafiziyet hükmeder ki, zihayat herşeyin ve her hâdisenin çok suretlerini ve gördüğü fıtrî vazifesinin defterini ve esma-i İlahiyeye karşı lisan-ı hal ile tesbihatına dair sahife-i a’malini misalî levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütübhanesi olan kuvve-i hâfızasında ve sair maddi ve manevi in’ikas ayinelerinde kaydeder, yazdırır; zabtederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o manevi yazıları maddi bir tarzda gözümüze gösterip milyonlarla misaller ve deliller ve nümuneler kuvetiyle (81:10) ² «h¬L9 rEÇM7~ ~«†¬~«— âyetindeki en acib bir hakikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilan eder.
Ve başta nev’-i insan olarak bütün zihayatlar ve bütün eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer olarak zihayatlar idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadıyla girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.” (Ş. 215)
Bir atıf notu:
-Fanilerde kaderin tecellisi ve fiillerinin manevi âlemlerde muhafazası, bak: 2618.p.
1123- Elhasıl: Cenab-ı Hakk’ın Hafîz ismi, maddi ve manevi bütün kâinatı ve ef’al ve ahval-i beşeriyeyi bütün hususiyetleriyle muhafaza ve manevi âlemlerde tesbit ediyor.
Böyle bir hafiziyetin tesbit ettiği her insanın canlı tarihçe-i hayatını bütün hüviyet ve mahiyetiyle insan görecek, anlıyacak (Bak: Kur’an 99:6) ve (75:13,14,15) (78:40) (36:65)ve emsali âyetlerinin beyanı gibi muhasebesi görülecek. Bak: 208,544,652,1031.p.lar
Bir atıf notu:
-Hafiziyet ni’metinin kıymeti, bak: 2868.p.
1124- Kur’anda (11:57) (34:21) 42:6) âyetleri Allah’ın hafiziyetini bildiren âyetlerden örneklerdir. İ.M.mukaddime 13. bab 183. hadiste, mü’min olan kul, haşirde günahlarını yalnız kendisinin göreceği kaydedilir.
qqHAİN w¶<_' : Hıyanet eden. (Bak: Hıyanet)
qqHAK ±s& : (Bak: Hakk)
1125- qqHAKAİK-I NİSBİYE y[AK9 s=_T& : Birbirine zıd olan veya bir cinsten olup dereceleri farklı bulunan şeyler arasında yapılan nisbet ve mukayese ile bilinen hakikatlar. İyilik ve kötülük; soğuk ve sıcak; büyük ve küçük; gece ve gündüz; hastalık ve sıhhat; elem ve lezzet zıddiyeti ve dereceleri gibi. Evet “şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebeî olarak yaratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vahid-i kıyasî olsunlar.
Sual: Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek?
Cevab: Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in’ikas etmiştir. Hakaik-ı nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-ı hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-ı hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubuh ve şerde şer varsa da kalildir.
Malumdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesir terkedilmez. Terkedilirse şerr-i kesir olur. Zekat ve cihadda olduğu gibi.
Evet _«;¬…~«f²/«_¬" š_«[²-«²~ ¿«h²Q# _«WÅ9¬~ meşhur kaziyeden maksad; bir şeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücud veya zuhuruna sebebdir.” (İ.İ. 27) (Bak: Ezdad)
Atıf notları:
-Hakaik-i nisbiyenin zuhurları, bak: 2018, 3023.p.lar.
-Nisbî hakikatlar, imkânî ve farazî eşyada dahi olabilir, bak: l152.p.
1125/1- qqHAKEM vU& : Kur’an (4:35) âyetinde olduğu gibi, iki taraf arasında ihtilafı halletmek için rızalariyle hâkim seçtikleri kimse. Allah’ın isimlerinden biridir.
Hakem ve Hakîm kelimeleri aynı köktendir. Beşerî sahada hakemlik adalete dayanır. Kâinat âlemlerinde ise, daha çok hikmetle hükmeder. Çünkü fıtrat âleminde iradevî suç işleyen ve imtihan sırrı yok.
İsm-i hakemin manasının izahı için: 1318 ve 1764.plara bakınız. Geniş tafsilat için: L.31l, 3. Nükteye bakınız.
1126- qqHAKİKAT }T[T& : Bir şeyin aslı, esası ve mahiyeti. Gerçek, Doğru, Sahih, Künh. Sabit ve vaki. (Bak: Hakk) *Kadirbilirlik. Sadakat, doğruluk. *Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan ârî ve zâhir olan gerçek. *Mecaz” karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. *Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o manada kullanılması. “Göz” kelimesinin, aynı o bilinen uzuv manasında kullanılması gibi.
1127- Hakikat tabiri, zerrattan seyyarata kadar bütün mütegayyer varlıkların istinad ettiği melekûtiyetleri manasında çok külli, umumi ve farklı bir tabir olarak ta kullanılır. Nitekim, “Kur’an bazan tagayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddi cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sâbite suretine çevirmek için; sâbit, nurani, küllî esma ile icmal eder, bağlar.” (S.420)
Evet “herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir İsm-i İlahî’ye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalat, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın “İsm-i Adl ve Mukaddirîne yetişip, hendese ayinesinde ve o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ: Tıp bir fendir,hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın “Şafi” ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle, tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmetü’l-Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malâyaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.” (S.262)
“Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şey’in, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız ehemmiyetsiz bir surettir.” (S.473)
1128- Evet “herşey mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zatında müstakil ve bizatihi sâbit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikatı yok. Fakat Cenab-ı Hakk’a bakan vecihte ise, yani mana-yı harfiyle olsa; hiç değil. Çünki onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Madum değil, çünki sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikatı vardır, sâbittir, hem yüksektir. Çünki mazhar olduğu bâki bir ismin sâbit bir nevi gölgesidir. (M.59)
“Hatta muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakiki hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.” (S.627)
İşte bu izahattan anlaşılıyor ki, “cadde-i kübra, sahabe ve tabiîn ve asfiya’nın caddesidir.
°}«B¬"_«$ ¬š_«[²-«²~ s¬=_«T«& cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenab-ı Hakk’ın, 42:11) °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 mazmunu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlikıyettir. Ehl-i Vahdet-ül Vücud’un dedikleri gibi, mevcudat, evham ve hayalat değil Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hak’ın âsârıdır. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur. (Yani herşey o değil, belki herşey ondandır.)” (M.83)
1129- Fıtrat âleminde suret ile hakikatın münasebetini gösteren diğer bir misal:
“Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi, bir remz-i kudrettir ki; âlem-i latif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor.
Evet hakikat ne kadar zaif ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhus larda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişler. Kışır ve suret ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır; sâbit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatle suret, makûsen mütenasibdirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir, suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şâmildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir. ¬Œ²‡«²~ «h²[«3 Œ²‡«²~ Ĭ±f«A# «•²Y«< (14:48) sırrı tahakkuk edecektir.” (S.530)
1130- qqHAKÎM v[U& : (c.Hükema) Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehassısı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. *Tabib, doktor. (Bak: Hikmet)
qqHAKÎM-İ LOKMAN –_WT7 ¬v[U& : (Bak: Lokman)
1131- qqHAKK ±s& : (Bâtıl’ın zıddı) Doğru. Gerçek. *Vâcib ve lâzım olan. *Her sâbit ve doğru olan şey. *Adalet, *Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyeti. *Dava ve iddia. *Hakikate uygunluk. *Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. *Münasib. *Din. İslâmiyet. *Kur’an. *Vukuu vâcib, geleceği şübhesiz olan. *Kıyamet. * Mahz-ı hakikat, *Yapacağını yalansız yapan kimse. *Musibet.
1132- “Hak kelimesi, masdar ve sıfat ve isim olur. Ve bu suretle mütennevvi manalarda kullanılır. En umumi olarak mana-yı masdarîsi “sübut ve tahakkuk-u vücud” diye ifade olunur ise de, bunun esas mefhumunda bir mutabakat manası vardır ki, evvel emirde ezhan ile a’yanın, tabir-i diğerle enfüs ile âfâkın, ilm ile malumun mutabakatını ifade eder. Ve bu haysiyeti ile kâh ezhana ve kâh a’yana ıtlak edilir. ezhanın A’yana mutabakatı haysiyeti ile kullanıldığı zaman sıdk u sevab gibi akval ve efkâra; ve kazaya ve ahkâma ve iradenin gaye-i murada mutabakatı itibariyle adl ü hikmet gibi ef’ale vasıf olur A’yan tarafından mülâhaza olunduğu zamanda, tahakkuk ve vuku’demek olur. Frenkler evvelkine (verite = doğru) ikinciye (realite = gerçek) derler.” (E.T. 2675) (Bak. Hakikat)
1133- “Hak: mevcut, hakikaten sâbit olup inkârı bir türlü lâyık ve sahih olmayan şey demektir. Allah Teala Hazretlerinin vücudu sâbit, rububiyeti mütehakkık olduğu cihetle, esma-i celilesinden biri de “Hak”tır.
Hak: esasen mutabakat ve muvafakat demek olup, bir şeyi muktezayı hikmete göre icad eden zata ve mukteza-yı hikmete göre yaratılmış olan herhangi bir şeye ıtlak olunur. Bu cihetle Allah Teala’ya “Hak” denildiği gibi, Allah Teala’nın her fiiline de “Hak” denilir.
Hak: İslâm, Kur’an, vahy-i İlahî, hikmet, nusret, saadet, te’yid, emr-i azîm garez-i sahih manalarında müstameldir.
Hak: hikmet muktezasına göre vuku bulan hüküm manasına gelir. “Bu karar haktır” denilmesi gibi.
1134- Hak: Hall ü fasl edilmiş. hükmü verilmiş olan herhangi bir işe denir. “Emr-i hak” denilir ki, kazaya iktiran etmiş hâdise demektir.
Hak: Adalet manasına gelir. “Hak yerini buldu” denilmesi gibi. Bu cihetle adalet sahiblerine “ehl-i hak” denir. Bu manada “hakkaniyet” tabiri de müstameldir.
Hak: Vâcib ve lâzım olmak manasına gelir. “Şöyle yapılması bir haktır” denilir ki, bir vecibedir demek olur.
Hak: Bir şeyi sâbit, vâcib kılmak manasına gelir. “Filan davasını hak etti”. denilmesi gibi.
Hak. Mal ve mülke ıtlak olunur. “Şu filanın hakkıdır” denilmesi gibi.
Hak: Bir kimseye nâfi’, ondan zararı dâfi olan şey manasına gelir.
Hak: Bir akarın merafıkına, meselâ bir hanenin tevabiinden olup, ondan ayrılmayacak olan şeye ıtlak olunur. Hakk-ı tarik, hakk-ı mesil gibi.
Hak: Bir kimseye muhdes olan manevi bir kudrettir ki, bununla tasarruf salahiyetini veya mâlikiyet vasfını hâiz olur. Başka bir tabir ile hak; bir iktidar-ı şer’îdir ki, insanlar bununla bazı şeyleri icra ve mütalebeye salahiyettar olurlar. Cem’i: Hukuktur. Bu haklardan bahseden ilme de “İlm-i Hukuk” denilir.” (H.İ.ci.l, sh: 18)
Birkaç atıf notu:
-Fâilin gayesini bildirmesiyle hak bilinebilir, bak: 1304/1.p.
-Bir ilim ve hükmün hak olabilmesinin şartı, bak: 1559,2892.plar.
-Beşerî anlayışlar, ilahiyatta hak ifade etmez. bak: 4037.p.
1135- Kur’an (4:105) âyeti, hak olarak gelen Kur’anla hükmetmeyi emreder.
Bir âyette de şöyle buyurulur: “(10.5) ¬±s«E²7_¬" Ŭ~ «t¬7«† yÁV7~ «s«V«' _«8 Bu âyetteki ¬±s«E²7_¬" Ŭ~ yı, ibn-i Cerir gibi bazı müfessirîn, Allah Teala’nın isimlerinden olan ±sE7~ ism-i şerifiyle tefsir etmiştir ki, bu surette ba-i sebebiye olmak zâhirdir. Ekser müfessirîn ise ®Ÿ¬0_«" ~«g«; «a²T«V«' _«8 _«XÅ"«‡ (3:191) ve
«w[¬A¬2 « _«WZ«X²[«" _«8«— «Œ²‡«²~«— «š_«WÅK7~ _«X²T«V«' _«8«— (21:16) âyetleri delâlatıyla boş,
abes ve oyuncak olmamak ya’ni Hak Teala’nın muradına mutabık bir çok mesalih ve menafi-i mühimme terettüb etmek ma’nasına, ilim ve iradeyi cami hikmet-i bâliga ile tefsir etmişlerdir ki, hak ligayrihi manasındadır ve ba-i mülâbesedir.” (E.T. 2677)
Kur’an (28:75) âyeti, hakkın tek sahibi ancak Allah olduğunu bildirir.
1136- Bir hadis-i şerifte de ¬y²[«V«2 |«V²Q< ««— YV²Q«< Çs«E²7«~ (124) denilmiştir. Bu hadisin hakikatı, nim-manzum bir tarzda şöyle tefsir ve izah ediliyor:
“El Hakku Ya’lu” bizzat, hem âkıbet muraddır:
Bir zaman bir sail dedi: “Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?”
Dedim: Dört noktaya bak! bu müşkil de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.
Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.
Dolayısiyle, bir hak bir bâtıla mağlubdur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir.
Lâkin âkıbet-ül âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:
Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken, hâricen her dem vaki, sâbit değildir.
Öyle de: Her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de her dem sâbit değildir.
Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfi, müslimdeki lâmeşru’ vasfına galib olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galibdir.
Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i ammenin bir cilve-i manidar, onun sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.
Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki Şer’i tecelli; vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,
O da Şer’-i tekvinî.. Vasf-ı Kelâm’dan gelen Şeriat-ı meşhure, Teşriî evamire karşı itaat, isyan nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dar-ı uhrada görür,
Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dar-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;
Ataletin mücazatı sefalet. öyle de, sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.
Bazan iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemi’dir. Her birine bir cihet... Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır.
İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa
Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzat değildir.
Demek “El-hakku ya’lu” bizzat demektir. Hem akıbet muraddır, kayd-ı haysiyyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:
Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzeb ve müzehheb yapmak için, muvakkat bâtıl ona musallat, tâki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır.
Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebadide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. “Akibet-ül müttakîn” ona vurur bir darbe!
İşte Bâtıl mağlubdur. “El-hakku ya’lu” sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir.” (S.725)
1136/1- Hak hakkında âyetlerden bir kaç not:
-Hakkı bâtıl ile karıştırıp (temayülat-ı nefsiyenin te’vilat-ı fâsidesiyle vaya decliyet ve deccaliyetle) hakkı gizlemek: (2:42) (9: 102)
-Peygamber ve Kur’anla âlem-i beşeriyete hakkı Allah göndermiştir. (10:108)
-Hak geldi ve bâtıl kayboldu ve daha geri dönmez: (34:49)
-Hak geldi bâtıl yok oldu: (17:81)
-Asıl hak Allah’tır: (22.62)
-Allah hak Rabbinizdir ve haktan başkası bâtıldır: (10.32)
-Hak bâtılı yok eder: (21.18)
-Hakkın sübutiyeti karşısında bâtılın za’fiyetine misal: (13.17)
1137- qqHAKK-UL YAKÎN w[T[7~ ±s& : Hakk-al yakîn) Marifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi
Kur’an (‘56:95) âyetinde geçen “hakk-al yakîn” ifadesini, Müfeessir Hamdi Yazır tefsirinde şöyle beyan ediyor: “Hiç şüphesiz hakk-ul yakîndir o. Yalnız ilm-ül yakîn ve ayn-ül yakîn değil, hakk-ul yakîndir.
Hak ve yakîn ikisi de aynı manayı ifade ettikleri halde, hakkın yakîne izafeti hakkında hayli söz söylenmiştir. En muvafıkı İbn-i Atiyye’nin beyanı ve Razi’nin dediği vechile; hakk-ul hak ve savab-üs savab demek gibi bir nevi te’kiddir ki yakînin son derecesi, daha fevkinde bir vüsul bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur. Filvaki yukarılarda da geçtiği ve Seyyid’in Tarifat’ında da tarif olunduğu üzere; yakîn üç mertebe olarak mülâhaza olunur. ilm-ül yakîn, ayn-ül yakîn, hakk-ul yakîndir. Hakk-ul yakîn ilm ü ıyandan geçip bilfiil içinde tahakkuk ile yaşanan hakikat demektir. Demişlerdir ki; hakk-ul yakîn abdin hakda fani olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilmen hem şuhuden hem halen bekasıdır.” (E.T. 4726) “Hakk-al yakîn” ifadesi, Kur’anda (69:51) âyetinde geçer. (Bak: Yakîn)
Bir atıf notu:
-Hakkalyakîn imanın zâil olmaması, bak: 1646 .p.
1138- qqHALİFE yS[V' : Öncekinin yerine geçen. *Geniş bir sahada Allah namına idare hâkimiyetine sahib olan kimse. *Fık: ilahî yani şer’î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber’e (A.S.M.) vekil olan zat: Hülefa-i Râşidîn gibi (Bak: 606.p.) İmam. İmamet-i Kübra.
Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer’î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan önemli şartlar: İlim, Adalet, Kifayet (yani emanet vazifesinde gerekli olan kabiliyet, dirayet, feraset gibi hususiyetlerde yeterli olmak). A’za ve havasda selâmet. Bu şartlardan başka müslim olması, erkek ve büluğa ermiş bulunması, hür olup köle ve esir olmaması da şarttır. (D.M.i.F.shfa: 3468 de “İmametin şartları” bölümü vardır.) (Bak: Biat, Hilafet, Sultan, Ulu-l-emr)
1139- Allah’ın insanlara verdiği hilafet, hem bütün mahlukat üstünde insanın makam-ı tasarrufuna, hem cemiyeti idare iktidarına şamildir. Şöyle ki: “Rabbin irade-i ezeliyesini izhar ve kudret-i lâyezalîsini ibraz ederek meleklere (2:30)
®}«S[¬V«' ¬Œ²‡«²~ |¬4 °u¬2_«% |Å9¬~ “Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim.” demişti ki, meali: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim. o bana izafeten, bana niyabeten mahlukatım üzerinde bir takım tasarrufata sahip olacak, benim namıma ahkâmımı icra ve tenfiz eyliyecek, o bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına bil’asale icra-yı ahkâm edecek değil, ancak benim bir naibim, bir kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbika memur bulunacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacak (35:39) ¬Œ²‡«²~ |¬4 «r¬=«Ÿ«' ²vU«V«Q«% >¬gÅ7~ «Y; sırrı zâhir olacak. (Bak: 95,3525.p.lar) Bu mana, Ashab-ı Kiram’dan ve Tabiînden uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin hülâsası ve hâsılıdır.” (E.T.299)
1140- Halifelik hakkında Kur’andan birkaç not:
-İnsan arzın halifesi olarak halkedilmiştir: ‘6:165) (10:14) (27:62) (Bak: 1325, p.)
-Asilere bedel mü’minlerin yeryüzünde halife kılınması: (10.73)
-Nuh kavminden sonra halife kılınanlar: (7.69)
-Âd kavminden sonra halife kılınanlar: (7:74)
-Davud (a:s:;)’ın hilafeti: (38:26)
1141- qqHALİFE-İ MÜSLİMÎN w[WVK8 šyS[V' : Yavuz Sultan Selim Han’dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir. (Bak: Hilafet, Ulu-l emr)
1142-qqHALİL-UR RAHMAN wW&h7~ u[V' : Allah’tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip O’nun dostluğunu ihtiyar eden Hazret-i İbrahim’in (A.S.) lakabıdır. (Bak: İbrahim (A.S.)
Bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: “ ®Ÿ[¬V«' «v[¬;~«h²"¬~ yÁV7~ «g«FÅ#~«— (4: 125) Allah, İbrahim’i halil edinmişti.
Halil; bir kimsenin umur u esrarı arasına giren ve muhabbeti kalbinin eczasına nüfuz eden dostu demektir ki, hiç bir haleli olmayan meveddet manasına hulleten me’huzdur. Ve Allah’ın İbrahim’i halil edinmesi, onu bir halil gibi ıstıfa-yı mahsus ile tekrim etmiş ve mazhar-ı esrar-ı Rabbanî kılmış olmasından mecazdır. Allah Teala, İbrahim Aleyhisselâm’ı bir takım kelimat ile imtihan etmiş; o da onları itmam etmiş olmakla (2:124) _®8_«8¬~ ¬‰_ÅXV¬7 «tV¬2_«% |Å9¬~ tekrimiyle imam-ı enam yapmış, sırr-ı ihyaya, melekût-i a’lâ ve süflaya muttali’ kılmış, o da kavmini alettevali tevhid-i İlahîye davet etmiş; esnama, nücuma, şems ü kamere ibadetten men’eylemiş, Tağuta karşı gelmiş, Allah uğrunda ateşlere atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere feda eylemekten çekinmemiş, ahlâk-ı İlahiye ile tahallukta selefin hepsini geçmiş, ıstıfa-i insanînin en yükseği onda ve onun âlinde tecelli etmiş, zürriyeti -zâlimler müstesna olmak üzere- mülk-ü nübüvvetle mübeşşer ve bekâm olmuştur.” (E.T. 1476)
1143- qqHALK sV' : İnsan topluluğu, İnsanlar. *Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratma, ibda’ eylemek. *Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek.
Halk ile ca’l arasındaki fark için (6:l) âyetinde “görülüyor ki, semavat ü arz hakkında “halk”, zulümat ve nur hakkında “ca’l” tabir olunmuştur.
Müfessirîn diyorlar ki; “ca’l” de “halk” gibi bir inşa ve ibdadır. Şu kadar ki, “halk, inşa-yı tekvinîye muhtass ve bir takdir ü tesviye manasını da mutazammındır. Yani halkta mahlukun her vecihle mekadir-i mahsusasını ibda’ ve takdir eden mütekaddim bir ilm-i muhit ve ona göre gerek bilâ-madde ve gerek bir maddeden tekvin ve tesviye manası vardır. Ve bu suretle fıtrat mefhumu, halk ve hilkat mefhumundan bir cüz’dür Ca’l ise bu âyette olduğu gibi inşa-i tekvinî ile (5: 103)
¬?«h[¬E«" ²w¬8 yÁV7~ «u«Q«% _«8 âyetinde olduğu vechile inşa-i teşriîden eamm olduğu gibi bundan başka ca’lde bir tasyir ü tazmin manası yani mef’ulünün diğer bir şey ile zarfiyet veya gaiyet veya mebdeiyet veya diğer herhangi bir vechile mülabesesi manası dahi vardır ki, bu şey arada kâh zımnî bir kayd olarak ve kâh ikinci bir mef’ul suretinde mude-i kelâm olarak mülâhaza olunur. Evvelkinde ca’l velev zımnî olsun, mukayyed bir mef’ule taalluk eder.
(6:l) «‡YÇX7~«— ¬_«WVÇP7~ «u«Q«% (4:75) _È[¬7«— «t²9f«7 ²w¬8 _«X«7 ²u«Q²%~«—
(13:3) «|¬, ~«—«‡_«Z[¬4 «u«Q«%«— (25:53) _®'«ˆ²h«" _«WZ«X²[«" «u«Q«%«— gibi İkincisinde ise, (6:96) _®X«U«, «u²[Å7~ «u«Q«%«— (2:19) ²v¬Z¬9~«†³~ |¬4 ²vZ²B«"_«.«~ «–YV«Q²D«< gibi iki mef’ule taalluk eder. Ve makamına göre bu ikinci şeyin bir kayd-ı zımnî veya umde-i kelâm olup olmadığını tefrik etmek lâzım gelir ki, bu manalar lisanımızda “yapmak” ve “kılmak” kelimeleri ile ifade olunabilir.” (E.T. 1866)
Dostları ilə paylaş: |