İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə90/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   86   87   88   89   90   91   92   93   ...   169

2130- «Kur’an-ı Kerim okunurken istimaında bulunduğun zaman muh­telif şe­killerde dinleyebilirsin:

l- Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev’-i be­şere hitaben Kur’anın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayelen dinle­mek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çı­kar gibi dinlemiş olursun.

2- Veya Cebrail( A.S.) Hazret-i Muhammed’e (A.S.M.) tebliğ ederken her iki Hazretin arasında yapılan tebliğ tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

3- Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Müte­kellim-i Ezelî’nin Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a olan tekellümünü dinler gibi ha­yalî bir vaziyete gir.” (M.N. 140) (Bak: 3008. p.)



2131- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın her bir suresi, bütün Kur’anın mün­dereca­tını icmalen ihtiva ettiği gibi, sair surelerde zikredilen makasıd ve mü­him kıssaları da tazammun etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’an’ı tamamen okumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmını veya bir suresini oku­yabilen insanlar, Kur’anın hep­sini okumaktan hasıl olan sevabdan mahrum kalmamasıdır.

Evet mükellefin arasında bulunan ümmiler ancak bir sureyi okuyabilirler. İ’caz-ı Kur’an onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i i’caziyeyi takip ederek bir sureyi tam Kur’an hükmünde kılmış­tır.”(M.N.108)



2132- “Kur’an’ın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi ol­ması ve on meyve-i baki vermesi, hatta bir kısım âyâtın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyaz­ları kazanmış.”(Ş.139)

“Kur’an-ı Azimüşşan’ın herbir harfinin ekalli on hasene olmakla bera­ber; teker­rür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zişuur ruha­niler kıraatını dinledikçe herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, ha­senat cihetinden öyle bir manevi sünbül teşekkül eder ki; o sünbülün tane­leri, tekellüm vaktinde ağızdan çı­kan bir kelimenin havanın dalgalarının ayinelerinde temessül eden mil­yonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir. Böyle her bir harfi bir hazine-i ebediyenin bir anahtarı olabilir ki kudsî kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukad­des bir hizmet ol­duğu aşikârdır.” (B.L.337) (Kur’anın bazı surelerinin okunmasın­daki sevab dereceleri,bak:3364.p.)



2133- Kasemat-ı Kur’aniyenin nükte ve sırları:

“Cenab-ı Hak, Kur’anda çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. Mesela:(91:1) _«E[«E­/«— ¬j²WÅL7~«— da kasem, Onbirinci Söz’deki muhteşem temsilin esasınıa işaret eder. Kâinatı, bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.

Hem (36:1,2) ¬v[¬U«E²7~ ¬–³~¬h­T²7~«—  wK< deki kasem ile, i’cazat-ı Kur’aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette oldu­ğunu ihtar eder.

(56:75,76) ¬•Y­DÇX7~ ¬p¬5~«Y«W¬" ­v¬K²5­~ «Ÿ«4 >«Y«;~«†¬~¬v²DÅX7~«—

(53:1) °v[¬P«2 «–Y­W«V²Q«# ²Y«7 °v«K«T«7 ­yÅ9¬~«— deki kasem; yıldızların sukutuyla vahye şüphe iras etmemek için cin ve şeytanların gaybi haberlerden kesilmelerine alamet oldu­ğuna işaret etmekle beraber; yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemel-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir surette döndürmekteki aza­met-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.

(77:1) ¬€«Ÿ«,²h­W²7~«—  ¬€_«<¬‡~Åg7~«— (51:1) deki kasemde; havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgarlara me’mur melaike­lere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki, tesadüfî zanno­lunan un­surlar, çok nâzik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. Ve hakeza... Her bir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faidesi vardır. Vakit müsait olmadığı için, yalnız icmalen (95:1)

¬–Y­B²<Åi7~ «— ¬w[¬±B7¶~«— kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işa­ret edeceğiz. Şöyle ki:

2134- Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük ni’metlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tara­fına giden in­sanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih ile, tâ a’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Ni’metler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyve­nin çok mübarek ve nâfi’ olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünki hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi, incirin hilkatı, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp dercetmek gibi bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi; taa­mında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menafiindeki ni’met-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için ders veriyor.”“ (M.389) (Bak: Tefekkür) (Kur’ana kasem edilmesinin bir hikmeti, bak:2591.p.)

2135- Nüzul-ü Kur’an:

Kur’anın nüzulü hakkında müteaddid âyetler vardır. Ezcümle: Bir âyet-i keri­mede şöyle buyuruluyor:

“Size sıyamı farz kılınan eyyam-ı ma’dude >¬gÅ7~ «–_«N«8«‡ ­h²Z«- o mübarek şehr-i Ramazandır ki, ¬–_«5²h­S²7~«— >«f­Z²7~ «w¬8 ¯€_«X¬±[«"«— ¬‰_ÅX¬7 ~®f­; «–³~²h­T²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9­~ (2:185) âyetleri furkan ve hidayetten ibaret beyyinat, mecmuu bütün insanlara ayn-ı hidayet olarak Kur’an bu ayda inzal olundu.”

İnzal def’aten, tenzil de tedricen indirmek demektir. Kur’an yirmiüç se­nede tedricen tenzil buyurulmuş olduğu halde burada şehr-i Ramazanda in­zalinin beyan buyurulması şayan-ı dikkattir. Bunda üç mana vardır.

Birincisi: Ekser müfessirînin rivayat-ı varidesine göre Kur’an, şehr-i Ramaza­nın Kadir gecesi denilen bir leyle-i mübarekesinde sema-i Dünyaya, Beyt-i Ma’mure (Bak:Beyt-i Ma’mur) def’aten inzal, ba’dehu yirmiüç senede tedricen, parça parça arza tenzil buyurulmuştur. Demek ki hakikat-ı Kur’aniye, arza nüzulünden evvel âlem-i kevnde ve arza en yakın olan se­mada bir ramazan gecesi toptan tecelli etmiş ve yer­yüzüne nüzulü onu takib eylemiştir.

İkincisi; Kur’an bu ayda inzal olunmağa başladı demektir. Zikr-i küll ve irade-i cüz’ kabilinden mecaz olmakla beraber, Muhammed İbn-i İshak’tan mervi ve maafih zahir gibidir. Bu surette Gar-ı Hira’da (96:1) «t¬±"«‡ ¬v²K¬" ²~«h²5¬~ ayetinin nü­zulü Ramazan-ı Şerifin kadir gecesine müsadif olmuştur.

Üçüncüsü: (2:185) «–³~²h­T²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9­~ Hakkında bu vecihle Kur’an inzal edil­miş bulunan Şehr-i Ramazan demektir. Filhakika Kur’an-ı Azimüşşan’da bu müba­rek aydan başka bilhassa medh-i celil-i İlahîye mazhar olarak ismi tasrih edilmiş bir ay yoktur. İşte Şehr-i Ramazan böyle mübarek bir aydır. Ve bunun için siyamın farziyeti de bu aya tahsis edilmiştir.” (E.T.645)

Diğer bir âyette de şöyle buyuruluyor: “(17:106) ®Ÿ¬<¬i²X«# ­˜_«X²7 Åi«9«— Ve tenzilen indirdik -ya’ni hepsini birden değil. Usulden furua doğru nâsın her türlü mesalih ve ihtiyacatına ve ahvalin mukteziyatına mutabık olmak üzere tedricen in­dirdik.” (E.T.3213) (76:23 âyeti de aynı hakikatı beyan eder.)

2136- Kur’anın Arabça lisan üzerine nazil olduğunu bildiren âyetlerden birinde şöyle buyuruluyor: “(12:2) _È[¬"«h«2 ®_9³³~²h­5 ­˜_«X²7«i²9«~ _Å9¬~ Hakikaten biz onu Arabî bir Kur’an olarak inzal eyledik- Ya’ni yalnız manasını değil, Arabî olan nazmıyla bir­likte makruvv olarak indirdik «–Y­V¬T²Q«# ²v­UÅV«Q«7 ki taakkul ede­siniz - iyi anlayasınız diye... (Bak:Arabiyyat)

Bundan anlaşılır ki Kur’anın manası iyi anlaşılmak ve mazmunu ve me­ali taakkul ve tedebbür olunmak matlub-u İlahîdir. Ve binaenaleyh Arabî bilmesi mümkün olmıyanlara (3:187) ­y«9Y­W­B²U«# «ž«— ¬‰_ÅXV¬7 ­yÅX­X¬±[«A­B«7 mukteza­sınca kendi lisanlarıyla mümkün olduğu kadar beyan olunması da zaruridir. Fakat Kur’an ter­cümelerinin Kur’an olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Çünki Kur’an, Arabîdir. An­cak Arabî olarak inzal buyurulmuştur. Bunun içindir ki Kur’an tercümelerine Kur’an tesmiye edilmesi, meselâ : Farisî Kur’an, Türkçe Kur’an denilmesi (12:2) _È[¬"«h«2 ®_9³~²h­5 ­˜_«X²7«i²9«~ _Å9¬~ nassına küfr olacağını ülema ihtar ederler.”“ (E.T.2844) (Bak.Terceme)

Kur’anda (13:37) (20:113) (39:28) (41:3) (42:7) (43:3) (46:12) âyetleri de Kur’anın Arabça inzal olunduğunu beyan eder.

Bir atıf notu:

-Kur’an lisanı olan kelâm-ı Mudari’nin meziyetlerinin muhafazası, bak:256.p.

2137- Kur’an (73:4,5,6) âyetleri, çok hakikatları beyan etmekle beraber kıraat-ı Kur’anda tertil, yani manaya ve makama münasip, tagannisiz, açık ve sade okumayı tahsin eder. (Bak.326,2658.p.lar)

2138- Kur’anın muhtelif fazilet ve hususiyetleri hakkında hayli ehadis-i şerife vardır. Ezcümle: Sahih-i Buhari 66. Kitabı ve Sahih-i Müslim 6.Kitab 32 ilâ 50. babları ve İbn-i Mace Mukaddime 16.babı ile 33. kitab 52. babı, Kur’anın fazilet­leri, kıraatı, ta’lim ve taallümü gibi muhtelif hususiyetleri hakkındadır.

Kur’anın bir mushaf halinde toplanması meselesi için 736.737.p.lara ba­kınız.



Atıf notları

-Hz. Osman (R.A.) zamanında Kur’anın istinsah ve teksir edilmesi , bak:2940.p.

-Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti ile felsefe hikmetinin müvazenesi, bak:1309,3903.p.lar

-Hakaik-ı Kur’aniye geçmiş milletlerin seviyelerine göre kütüb-ü semaviyede tezahür etmiş­tir, bak:870.p.

-Kur’an-ı Hakîm, münasebat-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak diğer bir hâ­diseye in­tikal eder, bak: 4111.p.

- Her bir tabaka-i beşeriyenin kendi seviyelerine göre Kur’andan istifham ve istifade etme­leri, bak:3345.p.

-Kur’an-ı Kerim’in ıtlak ve icmal ile yaptığı mana şümuliyeti, bak: 241.p.

-Kur’an-ı Kerim mahluk değil, ezelîdir, bak 1622.p.

-Kur’anın usandırmamasının hikmeti, bak:902.p.

-Kur’anın güzel sesle okunmasının müstahsen olduğu, bak:2658.p.

-Kitablar Kur’ana gölge olmamalı, bak:1492-1495.p.lar.

-Kur’an’ı tefsir eden yine Kur’an ve hadis-i sahihtir, bak:1777.p.

-Kur’anın kâinattan bahsi istidlal içindir, bak: 1783.p.

-Kur’anın yüksek hakikatlarını iyi anlayabilmek için ülfet perdesinden azade ol­manın lü­zumu, bak: 3904/1.p.

-Kur’an mü’minlere şifadır, bak: 1213/1.p.da âyet notu.

2139- Kur’an hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Kur’anı hakkıyla ve adabına uygun okumak :(2:121)

-Kur’anın mükerremliği ve temiz olmıyanların el süremiyeceği :(56:77-79)

-Kur’ana hürmet etmek (80:13,14)

-Kur’anın kelâm-ı beşer olamıyacağı: (16:103) (Bak:463.p.)

-Kur’anın “zikr-ül hakîm” vasfı :(3:58)

-Kur’an zikirdir:(38:87)

Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’an” kelimelerinin geçtiği âyetleri “Hizb-ü Elfaz-ıl Kur’an” namı altında bir hizb şeklinde bir araya toplamış ve bu eser Envar Neş­riyat tarafından neşredilmiştir.



2140- qqKURBİYYET }["h5 : Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. Allah’a manevî yakınlık. (Bak.3681.p.)

Kurbiyet:Velayette seyr ü sülük ile Allah’ın manevî yakınlığını kazan­maktır ve alelekser kesbîdir.

Akrebiyet ise : Nübüvvet ve veraset-i nübüvvet sahiblerine Cenab-ı Hakk’ın te­celli etmesiyle kazanılan manevî bir yakınlık olup vehbîdir.

Bu’diyet ise : İnsanın ve herşeyin kendi cihetlerinden Allah’a karşı olan sonsuz uzaklığını ifade eder.



2141- Sual: Kur’anda“(11:86) _«Z¬B«[¬._«X¬" °g¬'³~ «Y­; ެ~ ¯}Å"~«… ²w¬8_«8

(36:83) ¯š²|«- ¬±u­6 ­€Y­U«V«8 ¬˜¬f«[¬" (50:16) ¬f<¬‡«Y²7~¬u²A«& ²w¬8 ¬y²[«7¬~ ­«h²5«ž²~ ­w²E«9«— gibi ayetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlahiyeyi gösteriyor. «–Y­Q«%²h­# ¬y²[«7¬~«— (2:245) ¯}«X«, «r²7«~«w[¬K²W«' ­˜­‡~«f²T¬8 «–_«6 ¯•²Y«< |¬4 ¬y²[«7¬~ ­ƒ—Çh7~«— ­a«U¬¶[«V«W²7~ ­‚¬h²Q«#

(70:4) ve hadiste varid olan: “Cenab-ı Hak, yetmişbin hicab arkasındadır” ve Mi’rac gibi hakikatler, nihayet derecede bu’diyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gamızı fehme takrib edecek bir izah isterim?

Elcevab: Öyle ise dinle:

Evvelâ: Nasılki Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana senin ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gözbebeğinden daha yakın ol­duğu halde; sen mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın. Onun yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz’î tecel­lileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin

Eğer güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya güneşin zatı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıdlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. Adeta sen, manen tecerrüd cihe­tiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yük­selip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzat perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin.

Öyle de: O celil-i Pürkemal, O Cemil-i Bîmisal, O Vacib-ül Vücud, O Mucid-i Küll-i Mevcud, O Şems-i Sermed, O Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır. Sen, ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaiki tatbik et.

2142- Saniyen: Mesela |«V²2«ž~ ­u«C«W²7~ ¬y±V¬7«— Bir padişahın çok isimleri içinde “kumandan” ismi, çok mütedahil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliye­sinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, ta yüzbaşı, ta onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz’î kuman­danlık noktasını merci’ tutar, kuman­dan-ı azamına şu cüz’î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebatdar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvanı ile görüşmek istese, onbaşılıktan ta serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzımgelir. Demek padişah, o nefere ismiyle, hük­müyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eğer o padişah evliya-i abdaliyeden nuranî olsa bizzat huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup, hail ol­maz. Halbuki o nefer, gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicablar fâsıl­dır. Fakat bazan merhamet eder; hilaf-ı âdet, bir neferi huzuruna alır, lutfuna maz­har eder. Öyle de: Emr-i (36:82) «–Y­U«[«4 ²w­6 e malik; güneşler ve yıldızlar emirber nefer hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun hu­zur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zülmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip ta ism-i azamına mazhar olan arş-ı azamına uruc etmek, eğer cezb ve lütuf olmazsa binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lazım gelir.

Mesalâ sen, ona Hâlik ismiyle yanaşmak istersen; senin Hâlikın hususi­yetiyle, sonra bütün insanların Hâlikı cihetiyle, sonra bütün zihayatların Hâ­likı ünvaniyle, sonra bütün mevcudatın Hâlikı ismiyle münasebatdarlık lâzım gelir. Yoksa zılde ka­lırsın, yalnız cüz’î bir cilveyi bulursun.” (S.197-199)



2143- Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha zi­yade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur :

Birisi: Akrebiyetin inkişafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüv­vet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.

İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i afakî bu suretle cereyan ediyor. İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbi değil; incizabdır, cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir .Yol kı­sadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de, kıymetçe evvelki­sine yetişemez. Mesalâ: Nasılkı dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmıyarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevk-az-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi : Bir sene kat’ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat yine dünü elde tu­tamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi : Çok meratibden seyr-i sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öl­dürürler, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile, ubudiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhar­dırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.” (S.492)

2144- “Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıdları birbi­rinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Meselâ güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat senin elin ona yetişemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle “ O bana te’sir edemez” ve onun sana karib olduğu cihetle “Ona tesir edebili­rim” desen, cehlini ilan etmiş olursun.

Kezalik, Hâlik ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâli­kındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlika bakıp: “Bana te’sir edemez” diye bir ahmaklıkta bulunursa dalalete düşer.” (M.N.77)



2145- “Fâtır-ı Hakîm’in kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardır. Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bu­lunduğu gibi; fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiç birşeyde dâhil olma­dığı gibi, hiçbir şeyden de hâriç değildir. Evet âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mamulat-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vakıf olasın. Meselâ: Biri arzda diğeri semada veya biri şarkta diğeri garpta iki şeyi bir anda ya­ratan Saniin, o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lazımdır. Ve keza herşeyin kayyumu olduğu cihetle de, her şe­yin nefsinden daha zi­yade bir kurbiyeti de vardır. Bu sır daire-i vücub, tecerrud ve ıtlak hasaisindendir. Ve fail-i aslinin mahiyetiyle zılli olan münfail arasındaki mübeyenet-i lâzımesidir. Meselâ: Şems timsallerine kayyum olduğu için fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Ayinedeki zıll ve gölge ile semada bu­lunan asıl arasın­daki mesafe kadar da bu’diyeti vardır.” (M.N.241)

2146- Kurbiyet hakikatının sırrıyla : ““Herbir şey, her bir insan, “Allah yanım­dadır” diyebilir. Bilhassa insanın zaafı , fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın kurbiyeti ve her bir şeyin Cenab-ı Hak’la münasebeti olmakla bera­ber, o da münasebatdardır. Ve gayr-ı mütenahi acz ve fakrı olan insan, gayri mütenahi kudret ve gına ve azameti olan Cenab-ı Hak’la münasebeti ne ka­dar latiftir.

Takdis ederiz o zatı ki, en büyük lütfu en büyük azamete, en yüksek şef­kati en yüksek ceberuta idhal ettiği gibi, nihayetsiz kurbu nihayetsiz bu’d ile cem’edip, zer­reler ile şemsler arasında uhuvveti te’sis etmiştir. Birbirine zıd olan bu şeyleri cem’etmekle derece-i azametini bir derece göstermiştir.”“ (M.N.114)



Atıf notları:

-Kurbiyette kat’-ı meratib, bak:2456.p.

-Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib, biz ise ondan uzağız, bak:3450.p.

2147- qqKURUN-U AHİRE ˜h'³~ –—h5 : Son asırlar. İstanbul’un Fatih Sul­tan Mehmet tarafından fethedildiğinden sonraki zaman. Hicri 857, Mi.1453 yı­lın­dan sonraki devir. (Bak:Karn,2148/1.p.)

Atıf notu:

-Kurun-u selase, bak:3331.p.

2148- qqKURUN-U ÛLÂ |7—~ –—h5 : Eski Roma Devleti’nin ikiye ayrıl­ması zamanına kadar olan eski devir. İlk çağ.

2148/1- Tarih-i beşerin devirlere ayrılması mevzuunda bir devrin baş­langıcı ve sonu olarak alınan mühim hâdise-i tarihiye, itibarî bir kıymeti haiz olur. Batı Hiristiyanlık âlemi, Hazret-i İsa (A.S.)ın doğumunu, Miladî tarihin başlangıcı olarak kabul etmiştir. İslam âlimleri, Kur’ana istinaden Fir’avun’dan önceki devri İlkçağ, Fir’avun’un garkı ile bi’set-i Muhammed-e (A.S.M.) kadarki zamana Ortaçağ ve on­dan itibaren de kıyamete kadar olan zaman, âhirzaman (Sonçağ) olarak kabul et­mişlerdir.

Bir âyette şöyle buyuruluyor:

“(28:43) «_«B¬U²7~ |«,Y­8 _«X²[«#³~ ²f«T«7«— Celalim hakkı için biz Musa’ya o ki­tabı, yani Tevrat’ı |«7­ž²~ «–—­h­T²7~ _«X²U«V²;«~ _«8 ¬f²Q«" ²w¬8 kurun-u ûlayı ihlâk etti­ği­mizden sonra verdik.” Demek ki Kur’anın lisa­nında, kurun-u ûlâ Fir’avun’un he­lâkiyle hi­tam buluyor. Ve işte Sure-i y0 da Fir’avun’un (20:51) |«7­ž²~ ¬–—­h­T²7~ ­Ä_«" _«W«4 sualine Çu­N«<«ž ¯_«B¬6|¬4|¬±"«‡ «f²X¬2_«Z­W²V¬2 «Ä_«5

|«K²X«< «ž«—|¬±"«‡ cevabının ma’nası da bu olduğu buradan anlaşılıyor. Fir’avunun helâkinden veya Tevrat’ın nüzulünden İslam’ın zuhuruna, kurun-u vusta oluyor. İslam’ın zuhuruyla da âhirizaman yani kurun-u uhra başlıyor. Demek ki, Hz. Musa’nın bi’seti ile kurun-u ûlâ kapanıp kurun-u vusta açıl­dığı gibi bi’set-i Muhammediye ile de kurun-u vustaya nihayet verilip ku­run-u uhra açılı­yor. An­cak Hz. Musa’nın bi’setinden Firavun’un garkına ka­dar olan müddet, kurun-u ûlâya mahsub edilmiş olduğu gibi bi’set-i Muhammediyeden hicret-i seniyeye ka­dar olan müddet de kurun-u vustaya mahsub edilerek tarih-i İslâm hicretten baş­lamıştır.” (E.T.3739)



2149- qqKURUN-U VUSTA |O,— –—h5 : Eski Roma Devleti’nin ikiye ay­rılmasından, İstanbul’un müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan za­mandır. (Mi.395-1453) Orta asırlar. Ortaçağ. (Bak:2148/1.p.)

2150- qqKUTB-UL AKTAB _O5¶ž~ `B5 : Kutubların başı. Hilafet-i ma­neviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velayet-i maneviye makamlarının en yükseği, Nübüvvet-i Muhammediye’ye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenab-ı Hakk’ın bir atiyyesi olarak nail olunur. Bu makamda bulunan zat, hakikat-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) mazharı ve Esma-i İlahiyenin cami’idir. Her asırda bir tane bulunan bu zatların sonuncusu, mezkûr sıfatların en ekmeline mazhardır. Bu makam hakkında Gavs ve Kutbiyyet-i Kübra tabirleri de kullanılır. (O.A.L.) (Bak: Aktab)

Müsned-i İbn-i Hanbel, Evvel, l12. shf. ve Hâmis, 322. sahifede, evliya­dan olup da ziyade nuraniyet kazananlar ve “abdal” denen zatlardan bahse­der. (Bak: Ebdal)



2151- qqKÜFR hS6 : (Küfür) Allah’ı ve dini ve dinî hakikatları inkâr et­mek. *Günah, kaba ve ayıp söz.

Müfeessir Hamdi Efendi (2:6) âyetinin tefsirinde küfrü tarif ederken şöyle der:

“Küfür, asl-ı lügatte küfran gibi setr-i ni’met yani nankörlüktür. Bunun aslı da, feth-i kâf ile kefirdir ki alel’ıtlak setr demektir. Binaenaleyh feth ile kefr, setr-i mut­lak eam (daha umumi manada); kâf’ın zammiyle küfr, setr-i ni’met ehas (daha hu­susi manada)dır. Şer’an küfür ise, imanın mukabilidir ki imansızlık demektir. Yani bir kimsenin imanı icab eden şeylere iman etme­mesidir. Tekzib ve inkâra ve terk-i tasdika ve -ıztırar ve mani bulunmadığı zaman- terk-i ikrara da şamildir. (Bak: İkrah-ı Mülci) İmandaki tasdik gibi kü­fürde tekzib dahi, kalbî, kavlî veya fiilî olur. Tekzib-i kalbî nasıl küfür ise, bilâ-ıztırar tekzib-i kavlî de öyledir. Hatta böyle bir tekzib-i kavlî daha eşne’ bir izhar-ı adavet olur.Kezalik tekzib-i fiilî de böyledir.

İmanı matlub olan (inanılması gereken) mukaddesatı fiilen tahkir, tezyif, teh­zil(alay etme) ve istihfaf etmek eşne’ küfür olduğundan şübhe yoktur.” (E.T.207) (Bak: Cehennem, Dalalet, İman, Mürted, Şirk, Tecdid-i İman)



Bir atıf notu:

-Kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor, bak: 2673.p.

2152- “Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünki başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat ve­rilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalatü Vesse­lâm’ı tanımayan, tasdik et­meyen bir müslüman Allah’ı da (sıfatıyla) daha ta­nımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, in­kârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, ka­bulde mecbur oluyor.” (Ş. 242)

Sual: “Dalalet yolu, kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat’i deliller ile isbat etmişsiniz ki; küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilatlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona gir­memek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona girmeli idi.



2153- Elcevab: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer’i ol­makla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kı­sımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise; amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hüküm­dür. Yal­nız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, batılı kabuldür, hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, ima­nın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki ka­bul-ü ademdir. Ve o ademi isbat etmekle kabul edilebilir ­a­A²C«< «ž ­•«f«Q²7«~ kai­desiyle, ademin isbatı elbette ko­lay değildir.

İşte sair risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilatlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’i isbat edildiği gibi, o kadar dehşetli elemleri var ve bo­ğucu karanlıkları var ki, zerre mikdar aklı bulunan o yola talib olmaz.

2154- Sual: Eğer denilse: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi. Çünki insaniyet itibariyle hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla mevtini bir idam-ı ebedî ve bir firak-ı lâyezalî ve zeval-i mevcudatı ve ahbabının ve­fatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve müfarakat-ı ebediye suretinde gözü önünde daima küfür vasıtasıyla gören insan, nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan lezzet alabilir?

Elcevab: Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Surî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Deniliyor: Deve kuşuna demişler: “Kanatların var uç!” O da kanatlarını kısıp, “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görme­sin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bı­rakmış, avcıya he­def etmiş. Sonra ona demişler: “Madem deveyim diyorsun, yük götür!” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi; kâfir, Kur’anın semavî ilanatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. ona denilse: “Madem mevt ve zevali bir idam-ı ebedî bili­yorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?” O adam, Kur’anın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan al­dığı bir hisse ile der: “Mevt idam değil, ihti­mal beka var” Veyahut deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, ta ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve ze­val-i eşya ona ok atmasın!

Elhasıl: O meşkûk küfür vasıtasıyla deve kuşu gibi mevt ve zevali idam mana­sında gördüğü vakit, Kur’an ve semavî kitabların iman-ı bil’ahirete dair kat’i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: “Madem baki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir!” O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: “Belki yoktur, yok için neden çalışayım.” Yani vakta ki o hükm-ü Kur’anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur, ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünki tekâlif-i diniyenin zah­metinden ih­timal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihe­tiyle kendi üzerine almaz.

Halbuki bu mağlata-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathî ve faidesiz ve muvakkattır.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki; hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek ve­rerek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa âhiret cehennemini andıracak bu dünyada dahi ma­nevi bir cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mec­bur olacaklardı.” (L.78-80) (Ademe karşı duyulan teessürün devaları, bak: 103-106.p.lar)

2155- “İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete gi­rer. Çünki iman, insanı Sani-i Zülcelal’ine nisbet ediyor, iman bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabba­niye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabba­niye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem faniye, hem zaile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san’atları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san’at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san’atkârına nisbet ederek o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çar­şısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nâzik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki: İnsanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani “Sani-i Zülce­lal’in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi ma­nalarla insandaki san’at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Saniine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbaniyeye göre olur ve ayine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.



Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o ma­nidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sani unutulsa, Sania müteveccih manevi cihetler de anlaşılmaz. Adeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san’atların ve manevi âlî nakışların çoğu gizlenir. Baki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe ve­rilip, nihayet sukut eder. Herbiri bi­rer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, el­mastan kömüre kalbeder.” (S.31l)

2156- Hem küfür pekçok manevi hukuka tecavüzdür. “Meselâ, küfür bir fena­lıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâina­tın tahkirini ve bütün esma-i İlahiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünki şu mevcudatın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazi­fesi vardır. Zira onlar, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı Sübhaniye ve me’murîn-i İlahiyedirler. Küfr ise; onları ayinedarlık ve vazifedarlık ve mani­darlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-i faniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi... bütün kâi­natta ve mevcudatın ayinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esma-i kudsiyye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilan eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bakiyenin cihazatını cami çekirdek-misal bir mucize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefev­vuk eden ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fani-i zailden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir adi levha derekesine indirir.” (S.320) (Kâfir-i mutlak affa lâyık değil, bak: 127.p.)

2157- Halbuki “ sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesim ve cismanî bir melaike hük­münde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her ba­şında o ne­vide bulunan fertlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağızda o fer­din cihazat ve ecza ve aza hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Saniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi bir acaib’ül-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzille­rine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i be­kada hususan Cennet-i âla’daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü si­nemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti, hayatdar ve cismanî melai­keyi; camid, ruhsuz, fani, vazifesiz, hâlik, manasız hâdisatın herc ü merci al­tında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir peri­şan mecmua-yı vahiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zişuurun matemhanesi ve bütün zihayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir.

İşte (31:13) °v[¬P«2 °v²V­P«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne ka­dar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem’de hadsiz azaba müstehak eder.” (Ş.13)



2158- Evet kâfir “su-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalalet divaneliğiyle Sani-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelen­diren masnuatın, zama­nın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile idam ta­savvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve fi­rak-ı ebedî vaveylası olduklarını ta­hayyül ettiğinden ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini, manasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı ta­savvur ettiğinden ve eceli, hakiki ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden; merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi şid­detli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâ­yık değildir.” (S. 633)

2159- “Sual: Bir kâfirin ma’siyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun ol­madığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değil. Merhamet-i İlahiye müsaade et­mez..?

Cevab: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o ma’siyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:



2160- Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesiz­dir. Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif de­ğildir.

İkincisi: O kâfirin ma’siyeti; mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir.

Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi ni’metlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir.

Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye cina­yettir.

Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahi ise de, batınen ebede bakı­yor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfür ile mü­levves olarak mahvolur gider.

Altıncısı: Zıd zıddına muanid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Bina­enaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intaç etmesi şe’nindendir.

Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.” (İ.İ. 80)

2161- ““Sual: Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma mer­hamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?

Cevab: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gide­cektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun, velev Cehen­nem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve ma’siyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır.

Maahaza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî orada kalacaktır. (Bak:Beka)

Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, ame­linin ce­zasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’i ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu mer­hamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye vardır.” (İ.İ.81)



2162- “Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalalet yolla­rına sapanları çeviren bir hakikattır:

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; el­bette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zat’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şef­kat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî bir sakam-ı kal­bîdir.

Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve te’vile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısmı-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve ga­yet derecede bir merhametsizliktir.

Çünki: Masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su’-i akıbetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şen’i bir gadirdir.



2163- Risale-i Nur’da kat’iyetle isbat edilmiş ki; küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hatta deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.

O halde kâfirin azab çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik edi­yor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.



2164- Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bil­hassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm ha­ricinde azab çeker­dim.

Birden kalbime geldi ki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fani hayat­ları, baki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hük­münde olup, baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukabil rah­met-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir teza­hür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerini bildim ve kat’i bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.” (K.L. 75)



2165- Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mevzuda devamla şöyle diyor: “Şid­det-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, aç­lıklar şiddetle rikkatime dokundu.

Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi mer­hamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musi­bet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O ma­nevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

2166- O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş ya­şına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslü­manlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı bü­yüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gel­miş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikisi hükmede­cek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.). mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.

Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zalimle­rin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dala­letinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhammürrahimîn’e had­siz şükrettim. Ve o elîm elem-i şef­katten teselli buldum.

2167- Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, al­çak insî şey­tanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felaketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muha­faza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevi ve uhrevi neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.” (K.L.111)



2168- Bir insanda imanın tahakkuku için “mücerred ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž kâfi midir? Yani, ¬yÅV7~­ÄY­,®‡ °fÅW«E­8 demezse, ehl-i necat olabilir mi? diye diğer bir maksadı so­ruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:

Kelime-i şehadetin iki kelâmı, birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm Hatem-ül Enbiyadır, bütün enbiyanın varisidir; elbette bütün vüsul yollarının ba­şındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve ne­cat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa’di-i Şirazî gibi derler:

|«S«O²M­8¬z«á ²‡«…²i­% ²–«… ²h­" ²h«S«1  ²€_«D«9 ¬˜~h«" >¬f²Q«, ²a²K«7_«E­8

Hem Å>¬fÅW«E­W²7~ «‚_«Z²X¬W²7~ ¬±ž¬~ °…—­f²K«8 ¬»­hÇO7~ Çu­6 demişler. Fakat bazan olu­yor ki, cadde-i Ahmediye’de (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediye’dir ve cadde-i Ahmediye dahilindedir.

Hem bazan oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar, fakat gittikleri yol cadde-i Ahmediye’nin eczasındandır.

Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmiyerek, yalnız ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž onlara kâfi ge­liyor. Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki; “adem-i kabul” başkadır, “kabul-ü adem” başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmiyen veya bilmiyen adamlar; Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyor­lar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Mari­fet-i İlahiyeye karşı yal­nız ­yÅV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fa­kat Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž kelâmı sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul de­ğil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ı in­kâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar ola­maz ve Allah’ı tanı­maz.” (M.335)



Birkaç atıf notu:

-İslâm ve imanın farkı, bak: 1741.p.

-Şeriat haricinde tarikat olabilir mi? Bak: 3673.p.

-Füruat-ı İslâmiyeyi tebdil etmek inkar manasını taşır,bak: 1754.p.sonu

-İnkârı kabil olmayan Kur’anın sarih hükümleri, bak: 2117.p.

-Günah içinde küfre gidecek bir yol vardır, bak: 1074.p. son yarısı.

2169- “Haktan (ayrıldıktan) sonra dalaletten başka ne kalır” mealinde olan (10.32) âyetinin beyan ettiği gibi:

“Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mü­cadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngi­liz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet sol koministlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâ­miyet’ten başka bir din, bir mezheb olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünki hakiki bir müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani ola­mıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.” (E.L.II.59)

Kâfirler farklı derecelerde başlıca üç kısım olmakla beraber, küfürde müşterek­tirler. (Bak: Kur’an 4:150,151)

2170- “Arkadaş! iman bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te’sis eder. Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfi­rin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini il­tizam ve nefsine itimadı vardır.

Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâ­fir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü’min ise, seyyiatının ceza­sını görür. Bunun için dünya kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü’mine cehen­nemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü’min yüz de­rece ziyade mes’uddur, denilmiştir.



Ve keza iman, insanı ebediyete, Cennet’e lâyık bir cevhere kalbeder. Kü­für ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünki iman, kabuğu­nun içerisindeki “lüb”ü gösterir. Küfür ise, lüb ile kabuğu tefrik etmez. Ka­buğu aynen “lüb” bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.” (M.N.69)

Atıf notları:

-Kâfirin Allah’a adaveti, bak: 2550,2554.p.lar

-Küfre cebredilen mü’minin mes’ul olmaması, bak: 2050,3452.p.lar.

-Kâfirin her sıfatı ve her halinin kâfir olmaması, bak: 143,l136.p.lar

-Kâfirin iki manası, bak: 780.p.

-İnkârda karar kılanlar, bak: 2716.p.

-Katlin istihlali küfre gider, bak: 2006.p.

-Tasavvur-u küfür küfür değildir, bak: 3963/1.p.

-Kur’an mealine Kur’an denilmesinin itikadî tehlikesi, bak: 2136.p.

-İkrah-ı mülci ve küfür mes’elesi, bak: 1534.p.

-İnkârda adem-i kabul ve kabul-i adem meselesi bak:1563.p.

-Günahı günah kabul etmemek küfre delalet eder, bak: 965.p.

-Tekfirin mes’uliyeti, bak: 3240.p.

-Kâfirlerin dünyevî muvaffakiyeti ve cezalarının te’hirindeki hikmet, bak: 3759/3.p.sonu

2170/1-Kâfirler hakkında Kur’andan bir kaç not:

-Kâfirlerin dostu taguttur: (2:257) (Bak. Tagut)

-Kâfirler tagut yolunda savaşır, o halde siz de onlara karşı savaşın: (4:76)

-Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti kâfirleredir. (2:161)

-Mü’minleri bırakıp kâfirlere dost olanın Allah ile hiç bir alâkası kalmaz: (3:28) (Bak: 2560.pda bir âyet notu)

-Mü’min din kardeşinden başkasını (kâfir ve münafıkları) dost edinmez: (3:l18) (4:144) (5:57)

-Kâfirler mü’minlerin apaçık düşmanıdır. (4:101)

-Kâfir baba ve kardeşi dost edinmemek. (9: 23)

-Allah’tan ve âhiretten ümit kesenleri dost edinmemek: (60:13)

-Kâfirlerle (menfi konuşmalarda, bilhassa localarında) beraber olmamak: (4:104) (6:68)

-Kâfirle mü’min müsavi tutulmaz: (32:18)

-Ashab-ı Nar ile Ashab-ı Cennet müsavi olamaz: (59:20) (Bak: 779,2258,2259.p.lar)

Not: Mezkûr âyet notları, ibret ve ders makamında zikredilmiştir. Onun için bu âyetlerin beyan ettiği ahkâm-ı şer’iyeyi şeriatın temel kitablarından öğrenmek ge­rektir.

2171- qqKÜFRAN-I Nİ’MET }WQ9 ¬–~hS6 : Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği ni’metleri bilmemek ve hürmetsizlikte bulunmak: (Bak: Tahdis-i Ni’met)

2172- qqKÜRE-İ ARZ Œ‡¶~ š˜h6 : Yerküre. Dünya. (Yuvarlak olduğun­dan dolayı bu isim verilmiştir. (Bak: Arz)

Atıf notları:

-Küre-i Arz, uhrevî âlemleri dolduracak kadar mahsulat-ı manevî vermiştir, bak: 1227.p.

-Ehl-i hikmet ile ehl-i Kur’anın nokta-i nazarlarına göre dünyanın hakikatı, bak: 2881.p.

-Dünya ve küre-i arzın ömrü Bak. 873.p.

2173- qqKÜRSÎ |,h6 : Oturulacak yüksekçe yer. Camilerde vaizin, medre­selerde müderrisin oturduğu yer. *Taht, serir. Erike. Koltuk. *Kaide. *Merkez. *Vazife. *Saltanat, kudret ve mülk. *Başkent, hükümet merkezi. *Manevi makam. *Arş’ın altında bir sema tabakası.

1174- Bu kelime (2:255) (38:34) âyetlerinde geçer. Kelime lügat manasına göre: “Üzerine münferiden oturulan malum şeydir ki, esasen taht ve ilm-i şe­rifin aynı su­rette olan makam-ı mahsusu ve mümtazı demektir. Nefs-i ilme ve âlime dahi ıtlak olunur. Bilahare iskemle ve sandalye gibi şeylere dahi ta­mim edilmiştir. Lisanımızda en çok makam-ı ilimde müsta’meldir. Herhangi bir şeyin aslına ve toplandığı yere dahi kürsî denilir. Nitekim kürsî-i memle­ket, payitaht manasına gelir. Bunun aslı olan “kürs” kelimesinde içtima’ ve imtizac ile keçe gibi giriftleşip muhkemleşmek manası vardır. Hasılı, hakiki manasıyla kürsî, ancak bir kişi oturabilen en yüksek bir nevi sandalyedir. Bi­naenaleyh yerleri gökleri kaplamış bir kürsî tasavvuru, bu mana-yı marufun aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı zamanda bu kelimenin bize bir hâki­miyet ve saltanat, bir ilim, bir şeref ü nüfuz mefhumu ifade ettiğinde de şüphe yoktur.” (E.T. 853)

2175- qqKÜSUF ¿YK6 : Güneş tutulması. Ay’ın, dünya ile güneş ara­sına ge­lerek dünya üzerinde gölge yapması. *Mc: Birisinin felaketli halinde çok teessür göstermesi hali.

“Güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki iba­det-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, mü­neccim hesabıyla muayyen olan) ay ve güneşin hu­suf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin is­tilası ve muzır şeylerin ta­sallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o va­kitlerde aczini an­lar, dua ile niyaz ile Kadir-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa denilmiyecek ki: “Dua kabul ol­madı”. Belki denilecek ki: “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle belayı ref’etse nurun alâ nur... o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir.” (S.317)



2176- Küsuf ve husuf namazları hadislerde bildirilmiştir. Ezcümle: S.B.M. ci.l. hadis 76 ve ci: 2 hadis 417 ve ci: 3 hadis 554’de tafsilat vardır.

2177- Küsuf ve husuf namazlarının kılınma şekli ise şöyledir:

“Küsuf namazı: Güneş tutulduğu zaman cuma namazını kıldıran imam, ezansız ve ikametsiz olarak en az iki rek’at namaz kıldırır ve her rek’atta fazla miktar ve İmam-ı A’zam’a göre gizlice, İmameyne göre de cehren kıraatta bulunur. Meselâ, her rek’atinde bir kere rüku’ iki defa secde eder; namazdan sonra da güneş açılın­caya kadar kıbleye doğru ayakta ve nâsa karşı oturarak dua eder. Cemaat da “âmin” der. Böyle bir imam bulunmazsa nâs, bu namazı kendi hanelerinde tek başlarına kılarlar. Küsuf namazını büyük bir camide kılmak, mescidlerde kılmaktan efdaldir. Sahrada da kılınabilir.



2178- Küsuf namazlarında İmam-ı A’zam, İman-ı Malik ile İmam-ı Ahmed’e göre hutbe irad edilmez. Çünki Resul-i Ekrem Efendimiz, küsuf hâdisesinden do­layı namaz kılınmasını, dua edilmesini, sadaka verilmesini tavsiye buyurmuş, hutbe okunmasını emretmemiştir. İmam-ı Şafiî ile İbn-i Hacer’e ve bir kısım muhaddis­lere göre ise, namazdan sonra hutbe okun­ması müstehabdır.

Husuf namazı: Ay tutulduğu zaman müslümanların hanelerinde teker teker bir halde küsuf namazı suretinde cehren veya hafiyyen kıraatla iki veya dört rek’at na­maz kılmaları mendub, müstahsen bulunmuştur. Bu namazın camide cemaatla kı­lınması, İmam-ı A’zam’a göre mesnun değil, fakat caizdir.

İmam-ı Şafiî ile İmam-ı Ahmet vesair bazı ehl-i hadis de cemaatla kılın­masına kail olmuşlardır. İmam-ı Malik’e göre ise cemaatla kılınamaz. Nâsın geceleyin her taraftan toplanıp bunu cemaatla kılmaları güçtür.” (B.İ.İ. 275)

2179- qqKÜTÜB-Ü MÜNZELE y7iX8 `B6 : Vahiy ile Cenab-ı Hak tara­fından indirilmiş, ihsan edilmiş mukaddes kitaplar. Kütüb-ü Semaviye de denir. (Bak: İncil,Kur’an, Tevrat, Zebur)

“Allah Teala Hazretleri, insanlara yine insanlardan peygamberler gön­dermiş ol­duğu gibi, bu peygamberlerden bir kısmı vasıtasıyla da insanlara kendi iradelerini, emirlerini, nehiylerini, hikmetlerini birer kitab ile bildirmiş­tir.

Bu kitabların bir kısmına “Suhuf” denir ki, bir kaç sahifelik kitablardır. Dördü de büyük kitablardır. Şöyle ki: 10 sahife Hazret-i Âdem’e, 50 sahife Hazret-i Şit’e, 30 sahife Hazret-i İdris’e, 10 sahife Hazret-i İbrahim’e veril­miş olduğu rivayet olunmaktadır. Büyük kitablara gelince bunların tarihçe birincisi Hazret-i Musa’ya verilmiş olan Tevrat’tır. İkincisi: Hazret-i Davud’a verilen Zebur’dur. Üçüncüsü: Hazret-i İsa’ya verilmiş olan İncil’dir. Dör­düncüsü de bizim Peygamberimize ve­rilmiş olan Kur’an-ı Kerim’dir.

Bu kitabları, Allah Teala Peygamberlerine vahyetmiştir.Yani bunları ve Cibril-i Emin namındaki melek vasıtasıyla bildirmiş veya sair bir vechile il­ham ve ihsan bu­yurmuştur. Bu kitablara Kütüb-ü İlahiyeye denildiği gibi, haiz oldukları yükseklik­ten dolayı “Kütüb-ü Semaviyye” ve Cibril-i Emin va­sıtasıyla indirilmiş oldukları ci­hetle de “Kütüb-ü Münzele” adı verilir.” (B.İ.İ. 20)



Bir atıf notu:

-Sabık Kütüb-ü Münzele’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) müjdelenmesi, bak: 2593-2604.p.lar

2180- Kur’an (2:4, 136, 285) (4:136) (29:46) ve emsali âyetlerde bildiril­diği üzere, bütün semavi kitablara iman etmek farzdır. Bu kitablardan birini inkâr eden mü’min olamaz. Çünki imanın altı esası arasında telazum vardır, biribirisiz olmaz. (Bak: 1640.p.)

Bir atıf notu:

-Kütüb-ü sabıkaya iman, bak: 777.p.

2181- qqKÜTÜB-Ü SİTTE-İ HADİSİYE }[C: Hadise dair altı kitab. Bu eserler en çok tedkik edilmiş, en sahih, en doğru ve mu’teber ha­dis kitablarıdır.

l- Sahih-i Buhari. Müellifi: Hâfız Ebu Abdullah Muhammed İbn-i Cafi-il Buhari’dir. Sahih hadisleri tesbit için İslâm merkezlerini dolaşmış, ha­dis âlimlerin­den istifade etmiştir. Hicrî 256’da vefat etmiş olup, bu mezkûr kitabında 7395 adet hadis nakletmiştir.

Cumhurun telakkisine göre Kur’an-ı Kerim’den sonra en sahih kitab ve ilim menbaıdır.



2- Sahih-i Müslim. Müellifi: İmam-ı Müslim bin El-Haccac Hi: 204-261) Kâtib-us Sahihini yüzbin hadisten seçmiş ve onbeş senede vücuda ge­tirmiştir. Mezkûr eserinde 2775 hadis nakletmiştir.

3- İbn-i Mace (Sünen-i İbn-i Mace). Müellifi: Ebu Abdullah Muham­med Yezid-i Kazvinî’dir. Vefatı: Hicrî 273 senesidir.

4- Ebu Davud (Sünen-i Ebu Davud( 4800 hadisi muhtevidir. Müellifi: Ebu Davud Süleyman Es-Sicistanî’dir. Hicrî 275’e kadar yaşamıştır. Cami-üs-Sünen isimli kitabı meşhurdur. 500 bin hadis hıfzetmiştir. İslâm hukuk­çuları arasında çok mühim yeri vardır.

5-Tirmizi (Sünen-i Tirmizi). Müellifi: Hâfız Ebu İsa et-Tirmizi olup, Hicrî 275’de vefat etmiştir.

6- Nesai (Sünen-i Nesai). Mücteba da denir. Müellifi: Hâfız Ebu Nesai olup Hicrî 303 tarihine kadar yaşamıştır.

Buhari ile Müslim hadis kitablarına “Sahihan”; diğer dört hadis kitabına da “Sünen” tabir edilir.




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   86   87   88   89   90   91   92   93   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin