Kalesinde Halil Paşa Kulesi ve sahil kapusu Resim: Sabiha Bozcalı



Yüklə 5,55 Mb.
səhifə65/76
tarix27.12.2018
ölçüsü5,55 Mb.
#86801
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   76

Hakkı Göktürk

BİNEMECİYAN (Agavni-Zabel) — Ru-pen Binemeciyanın zevcesi, Eliza Binemeci-yan ile Onnik Binemeciyanın anneleri, Mı-nagyan Tiyatrosunun aktrislerinden; ekseriya gene kız rolüne çıkardı, kocasına partöner-

lik etmez, maşuka olmaz, o roller, Madam Binemeciyandan daha ehil olan Madam He-kimyana verilirdi. Kısa boylu, tombalak, fakat türkcesi zevci gibi çok düzgündü; 1922

de öldü.


Sermed Muhtar Alus

BİNEMECİYAN (EHza) — Sahne artisti; 1890 da İstanbulda doğdu; babası Rupen Binemeciyan, ve anası Agavni-Zabel Bineme-ciyandır, her. iki se türk sahnesinin artistle-rindendir. Aşağıdaki satırları A. Madat'ın «Sahnemizin Değerleri» adlı eserinden alıyoruz :

«Kadıköyündeki Notredame de Sion fransız kız mektebinde okudu; 1900 de henüz on yaşında iken mınagyan kumpanyasında kız ve oğlan çocuk rollerine çıkarıldı ve sahne yolunda pek büyük kaabiliyeti olduğu görüldü, ki bu çocuk rolleri «Zaza» da Toto, «Dilenci Karı» de Marie, «Kumarbaz» da Georges (Jorj), «Andre Gerard» da Charles (Sari), «Peçeli kadın» da Edmond (Edmon), ve «Şâir» de Marie (Mari) dir.

«Fakat profesyonel olarak sahne hayatına 1908 de, Meşrutiyetin ilânından sonra on-sekiz yaşında başladı, birkaç gencin kurduğu «Serbest sahne» de ermenice temsil edilen Victor Hugo'nun «Kıral eğleniyor» dramında Blanche (Blanş) rolünü aldı. Serbest sahnede bir iki ay kaldıktan sonra Mınagyan Kumpanyasına geçti ve mühim rolleri büyük başarı ile oynayarak pek çok takdir topladı ve sahnenin ön safda şöhretlerinden biri oldu. Zaman zaman Donanma Cemiyeti Heyeti Temsiliye-sinde, Yeni Sahnede ve Dârülbe-dâyide mümtaz mevkii olan sanatkâr olarak çalışdı, Türkiyedeki sanat hayatının en parlak devresini de Dârülbedâyi kadrosunda bulunduğu zaman teşkil etti.

«1921 de evlendi ve bir etüd

balayı seyahatına Eliza Binemeciyan
çıkarak Parise ka- (Resim; s. B.)
dar gitti, geldi; 1924 de ikinci defa Fransaya gitti, ve artık orada kaldı; yalnız 1926 yılında Râşid Rızanın davetini kabul ederek o yılın ramazan ayı için îstanbula geldi, ve bu büyük aktörle birlikde Fransız Tiyatrosundaki temsillere iştirak etti, sonra temelli ola-rak Fransaya döndü.

«Eliza Binemeciyanın, türk sahnesinin en yüksek kadın artistlerinden biri olduğu muhakkaktır. Husûsî olarak türk edebiyatı dersleri almış, ermeni asıllı bir sanatkâr olarak türkceyi sahnede çok temiz, pürüzsüz konuşan ilk sîmâ olmuşdur; bu bakımdan sahnemizin rakibsiz yıldızı idi.

«Herkesi teshir eden, her seyircinin kalbinde şahsına ve sanatına bir hürmet ve teveccüh uyandıran Eliza Binemeciyan bu muvaffakiyetini kültürü ile yaradılışmdaki cazibeye borçludur. Onun, kusursuz, tenkid dışı aktris olduğu kanaati yerleşmişdi, zayıf taraflarını araştırmak, görmek akla gelmiyordu. En büyük sevincinden en derin ye'sine kadar bütün duygularını ihtibas ederek bir nezâhet ve nezâket kaftanı altında, hiç bir hareketinde ve sözünde samimiyet yokdu.

«Millî piyeslerdeki rollerinde çok ileri muhitte yaşayan bir fransız kadını hissini veren Eliza Binemeciyan, çok anlayışlı oynadığı halde «Madamme Sans-Gene» de de o fransız kadınının şuhluğunu yaşatmadığı için hakiki Catherine( Katerin) olamamışdı.

"Bir Ledi Makbeti, bir Ofelyayı, bir Jan Dark'ı sahnede felâkete, sürükleyebilir, mah-vedebilirdi, zekâsı en büyük yardımcısı oldu, bu gibi rollenre hiç yanaşmadı» (A. Madat, Sahnemizin Değerleri, 1944).

Rahmetli büyük dostumuz Sermed Muhtar Alus İstanbul Ansiklopedisine Eliza Binemeciyan hakkında şu notu tevdi etmiştir: «Dârülbedâyiin ilk temsil heyeti kurulduğu sırada Eliza 12 lira aylıkla, yâni emsallerinin hepsinden fazla maaşla angaje edilmişti. Kınar Hanımınki ayda 9, Ertuğrul Muhsin, Sadi, Muvahhid, Râşid Riza, Nured-din Şefkati 7, İ. Galib, Elizamn kardeşi Onnik Binemeciyanınki 5 lira idi.

«Birinci Cihan Harbi yıllarındaki Dârülbedâyi temsillerinde, Tahsin Nâhidin «Bir çiçek iki böcek», «Rakibe» gibi, ve şâir piyeslerde baş kadın rollerini muvaffakiyetle oy-namışdı.

«Gözleri şehlâ, fakat idare ederdi, ekseri-

ya profil durarak vaziyetler alırdı. Sahnede pek dilber, zarif, ince görünürdü. O devirde türk kadınının sahneye çıkması yasak, aktrislerden düzgün türkçe işitmek imkânsız, Elizayı dinleyenler mal bulmuş mağribîye dönmüşler, pek sevinmişlerdi; aktrisin parlak şöhretini bir az da bu noktada aramalıdır.»

Aşağıdaki satırları da 29 kasım 1948 tarihli Akşam Gazetesinden alıyoruz.

«Bir kaç gün evvel Eminönü Halkevin-de verilen bir temsilde eski Türk sahnesinin en değerli artistlerinden bayan Kınar çok alkışlanmıştı. Bu sahnenin eski değerli artistlerinden Bayan Eliza Binemecyan şimdi Fransada Niş civarında oturmaktadır. Bayan Eliza Binemecyan gönderdiği bir mektupta diyor ki:

«Sabık sahne arkadaşlarımdan vasfi Riza jübilesi dolayısile neşredilen eseri son derece sevinç ve memnuniyetle okudum. Türk tiyatrosunun günden güne yükselmesi beni son derece sevindirdi, ve sevgili vatanıma ve sahnesine olan muhabbetim bir kat daha arttı. İstanbul her an gözümün önündedir. Galatasaraym köşesi, Taksim yolu. Bunlar o derece canlı olarak hayalimde yaşarlar ki seneler geçtiği halde kendimi vatanımda sanırım.

«Yirmi seneden beri uzaklaştığım vatanımda

Ikimbilir ne büyük değişiklikler olmuştur? «İkinci umumî harbin 1941-46 senelerini Londrada geçirdim. Orada bizim sefirimiz ve konsolosumuzla görüşerek eski sahne hayatından bahsettik.

«İngilizler çok tiyatro severler ve değerli artistleri vardır. Bunlardan biri de sabık Başbakan Mister churchill'in kızıdır.

«1946 senesinde Fransaya avdetimde gördüm ki Fransız artistleri Alman işgali dolayısiyle bozulmuş Fransız sahnesini canlandırmağa çalışmaktadır. Öyle büyük bir gayretle ki az zamanda Fransız sahnesi kendi eski halini bulacaktır.

«Kasımda olduğumuz halde burada sıcak bir hava vardır. Taraçada oturup bu mektubu yazdım.

«Vatanıma karşı iştiyakım o derece şiddetlenmiştir ki onun şevki ile belki yakında sevgili vatanımı ziyaret edeceğim.

«Beni unutmıyan ve soran vatandaş ve mes-lekdaşlara saygı ile selâmlar ederim».

BİNEMECİYAN (Onnik) — Aktör; Rupen ve Agavni Binemeciyanlarm oğlu, Eliza


BİNEMECİYAN

— 2796


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

279?

BİNİŞ



Binemeciyamn büyük erkek kardeşi. Bütün Binemecîyanlar gibi türkçesi düzgündü, fakat babası gibi yakışıklı değildi. Dârülbedâyi kurulunca kız kardeşi ile beraber bu sanat topluğuna intisab etti, Birinci Cihan harbi mütârekesi yıllarında Amerikaya gitti, kendisinden haber alınamadı.

Sermed Muhtar AIus

BlNEMEClYAN (Rupen) — 1885 den 1908 de meşrutiyetin ilânına kadar îstanbul-da «Osmanlı Dram Kumpanyası» adındaki tiyatro kumpanyasını idare etmiş Minagyan'-ın jönprömiyeliğini yapmış ermeni aktör, şöhretli aktris Eliza Binemeciyamn babası, kızının ikbale devrini göremeden 1910 da öldü.

Gedikpaşadaki Güllü Agobun tiyatrosunda rejisörlük eden, oyunlara da çıkan, sonra ayrıca bir trup kuran meşhur Fasuİyaciyanm yetişdirmelerinden olan Rupen Binemeciyan sahne hayatına suflörlükle intisab etmiş idi; kara saçlı, kara kaşlı, kara gözlü, yakışıklı, ağır başlı, hattâ kibirlice bir sanatkârdı, Yaz mevsiminde Kadıköy taraflarında oynadıkları sıralar hanımlar tiyatroya dolar ve Rupeni pek beğenirlerdi. Piyeslerde dâima yakışıklı delikanlı, âşık rolleri alırdı, «La dam o ka-melya»da Arman, «Bir fakir delikanlının hikâyösis»nde Maksim olurdu. Dili türkçeye çok yatkındı, kültürlü adamdı. Sahneye ekseriya başında silindir şapka, sırtında frak veya redingot, bazan da siyah ceket, kısa ve dar pantalon, altında siyah çoraplarla, Lui Pilip devri delikanlısı kıyafeti ile çıkardı, Hoppa hanımlardan pek çoğunun endamına, tavırlarına vurulduğu, içlerinden bir kısmının, adamın haberi bile yok iken gizli gizli gönül çekdiği. yemeyüb, içmeyüb eridiği söylenirdi.

Mmagyanın kumpanyası ' ramazanları Şehzâdebaşında Direklerarasında, yazın Ka-dıköyünde Zamboğlu Bağçesinde, Kuşdili Çayırında, veya Papazmbağçesindeki tiyatrolarda oyunlar verir idi, buralarda cuma ve pazar günleri, diğer günler de Bakırköyündeki Millet Bağçesinde, yahud îcâdiyede Beyleroğlu Bağçesinde, Göksuda temsiller verilir, dildâ-deleri Rupen Binemeciyamn adetâ yolunu gözlerlerdi.

Sermed Muhtar Alus

BİNGAAZİ VAPURU — îkinci. Sultan Abdülhamid devrinde «îdârei Mahsûsa» adı

ile anılan devlet deniz yollarının Istanbuldan liman dışı iskelelere, «sevâhili bâide» ye seyrü sefer eden vapurlardandı. Hicrî 1318 (Milâdî 1900 - 1901} yılında neşredilen resmî devlet sahnâmesi bu geminin rüsum tonunu 352, hamule tonunu da 528 olarak gösteriyor.

Küçükçe cesâmetde ve kunt, Marmara-nm lodoslarına dayanıklı, baston burunlu, arkaya yatıkça fiyakalı .bacah, görünüşü şib-şirin, o zamanın en yollu vapurlarmdandi. îs-tanbuldan Mudanyaya üç buçuk saatde gideri ki yabana atılmayacak sür'attir. Adalara işleyen 14 numaralı «Aydın» ı, Kadıköyü-ne işleyen numarasız, tek silindirli «Fuad»'ı, Boğaziçinin 37 ve 38 numaralarını vızır vızır geçüb çok gerilerde bırakırdı. Zamanımızın liman vapurlarının çoğundan sür'atli vapurdu.

İstanbul ile Mudanya İskelesi arasında «Mudanya», «Pilevne» gibi vapurlar da sefer ederlerdi, Bursaya gelip giderler, yerinde sayan, deniz üstünde saatlerce çalkanan bu gemilere binmezler, Bingaziyi beklerlerdi.

Sermed Muhtar AIus

.BİNGÖL (Ali Vecdi) — Muallim, şâir, edîb; en geniş sınırları ile türk edebiyatında salahiyetli kaleme sâhib muharrir, türk dili bilgini; Doğu Anadolulu "bir kişi zade olduğu halde benzerleri çok az kalmış istanbul Efendisi; nâzik, celebi, sohbet ve meclis ada--mı; aslı Eğinlidir, 1888 de Arabkirde doğdu, babası şâir bir mevlevî olan Mehmed Vahdi Efendidir.



Vecdi Bingöl (Resim: B. Seren)

Vecdi Bingöl İstanbul Ansiklopedisi için istediğimiz hal tercemesinde: «Soy köküm Bingöl çobanlarından ve Sinanlı Aşireti ağalarından Mehmed Ali Ağadır. Bu aşiretin şimdiki yurdu Eğin ile Arabkir arasındaki Sarıçi-çek yaylasıdır. Beni, tâkib ettitim resmî mektebler-den ziyâde müverrih Ahmed Cevdet Paşa maarifi men-sublarından, şark ve islâm marifeti ile mücehhez, uya-

ııık bir mürebbî olan babam yetişdirmişdir» diyor.

1908 de yirmi yaşında İstanbula geldi, Dârülmuallimîne girdi; orada Tevfik Fikre-tin evvelâ talebesi, sonra hayranı, şâirin ölümünden sonra da en vefakâr âşıkı oldu, ondan bahsederken halâ «Hoca» der, hattâ bâ-zan, Fikret sanki karşısındaymış gibi «Muallim Bey» der. bu iki kelimedeki samimiyet pek ulvîdir.

Ali Vecdi Bingölün türk edebiyatındaki kalem salâhiyetini yukarıda da kaydetmşidik, babasının himmeti sayesinde dîvan ve tasavvuf edebiyatına hakkıyle- vâkıf oldu, oradan edebiyatı cedideye geçebilmek için, her ciddî genç gibi, Tanzimat dili üstünde durdu, yıllar geçip yaşlandıkça dilimizdeki yenilikleri dikkatle tâkib etti, her yeni baharda yeşeren ve körpe fidanlar, ağaçlar karşısında bir dalında yeni bir filiz veren hoca çınar olmasını bildi.

Muallimlik mesleğinde otuz yıl üç ay ça-lışdı, meslek hayatı tamamen İstanbul mek-teblerinde eçdi. Mecmualarda, gazetelerde dil ve edebiyat üzerine makaaleler, şiirler, nesirler neşretti; bunlarda bâzan «Vedad Yonca» takma adını kullandı. Şiirlerinden, şarkılarından çoğu bestelenmiştir, günlük türk musiki repertuvarma girmişlerdir. Muhakkak ki hazin garabetlerimizdendir, bütün emsali gibi, bestekârın adı anılır, şâiri ne okuyan ve ne de dinleyen bilir.

Kendisi "halk şâiriyim» diyor; biz bunu kabul edemeyeceğiz. Ümmî yahud ancak mü-rekkeb yalamış halk şâiri evvelâ hayat gir-dibâdı içinde yaşar; nârı beyzâ hâlinde iken buz gibi suya daldırılan demir gibi tavlanmış insandır; pervasızdır, gönül kuşunu hem hanım sultanın sırma saçma, hem de kalaycı oğlanın yağlı perçemine kondurur. Ali Vecdi Bingölün halk şâiri olmasına mazbut hayatından başka derin ve sağlam klâsik kültürü mânidir. Bu kıymetli münevver adam nıual-limlikden emekliye ayrıldıkdan sonra İstanbul Belediyesine bağlı Âşiyan Müzesinde bir vazife almış, mes'ud bir inzivaya çekilmiş bulunuyordu, (eylül 1959)

Şiirlerinden örnekler: GAZEL

İltifat etti, gönül bezınhıe canan bu gece. Bahtımın ufkuna doğdu, mehi taban bu gece. Seçülr, şah eser endamı,'ipek tüllerden,

Doyamam seyrine, oldukça luramân bu gece. Kara sevda gibi, kâkülleri baştan, taşkın, Fil dişi çehrenin üstünde perişan bu gece. Kapılıp cezbesine, titreşiyor yıldızlar. O füsûsıkârı, gören ay bile hayran bu gece. Gözüne uyku haram olsa, sezadır Vecdi Yine câııân, gönül bezmine nıihmân bu gece,.

KOŞMA


Dinmez bir türküdür adın, Gönül dilinde, dilinde. Hoş teselli verir, yâdın. Hicran ilinde, ilinde..

Sensiz, yok sabrını, karârım,

Kah uçarım, kâh konarını. '••*

Senden bir koku ararım,

Seher yelinde, yelinde.,

Her nağme, tatlı sesindir, Dile gelmiş hevesindir. Kokladığım, nefesindir, Bağın gülünde, gülünde..



- MEHTER MARgl

Mehter sesidir, Türk sesinin nağme nisanı. Târihlerin ufkundan asıp sardı cihanı. Her bestesi söyler, bize mazideki sânı.

Söyler, o asâletli, mahâbetîi zamanı.. Mehter sesi, Türkün, yüce cihanını söyler. Fâtihleri, Yavuzla Süleymâmnı söyler. Bin bir zaferin şîrîni, destanını söyler.

Söyler, o asaletlî, mahâbetîi zamanı,.

(1954) ŞARKI

« (Bestelenmiştir)

Varsın, gönül askınla harâbolsun efendim. Cananıma nezr eylemişim canımı kendim. Derman aradım, derdime, hicranı beğendim, Yansın, gönül aşkınla harâb olsun efendim.,

(Arab asıllı türk harfleri ile mısrâlarm ilk harfleri Vecdi adını verir).

TEVFİK FİKRETİN ÖLÜMÜNE TAEİH Ferdayı muhayyelinden Kâm almkdı gitti Fikret-Reşk oldu kalem dilinden Târih: «Edebü fazilet...

(Arab asıllı Türk harfleri ile mısrâlarm ilk harfleri Fikret adını verir).

SİNİŞ — Kadim millî kıyafetimizde, yüksek tabakadan kimselerin ve bilhassa ulemâ efendilerin giydiği bir nevi cübbe; avamın da giydiği cübbeden farkı, bedeninin daha geniş, kollarının da daha bol ve uzun ol-

BİNİŞİ HÜMÂYUN

İSTANBUL


ANSİKLOPEDİSİ

İ799


BINNAZ


ması idi.

Sünbülzâde Vehbinin hiciv yollu bir beytidir:

Binişin de yakası yağlı idi.

Kuşağı göğsüne dek bağlı idi.

Bibi.; H. Kâzım, Türk Lügati.

BÎNlS, BlNİŞt HÜMÂYUN — Yaz ve bahar mevsimlerinde pâdişâhların Haliç ve Boğaziçindeki kasrı hümâyun veya has bağ-çelerden birine, yâhud meşhur bir mesireye denizden saltanat kayığı ile günü birlik gidip' gelmesine «biniş», «binişi hümâyun» denilirdi. Boğaziçinde, Halicde bir kasra, bir sâ-hilsaraya az bir maiyetle bir kaç gece, en çok bir hafta kalmak üzere gidilirse «yarım göç», daha fazla bir zaman için, veya bir mevsim geçirmek üzere gidilirse «nakli hümâyun» denilirdi.

Binişlerin, yarım göçlerin, nakli hümâyunların ayrı ayrı hazırlıkları olurdu, merasimi vardı.

Binişi Hümâyunlar, önde Bostancıbaşınm «Kancabaş» denilen dokuz çifte kılavuz kayığı, arkada pâdişâhın yüzer kasır hâlunde saltanat kayığı, onun arkasında da dizi hâlinde maiyeti şahaneyi taşıyan kayıklarla dâima pek tantanalı olurdu, binişi hümâyun temaşası, Boğaz halkı ve yabancılar için gaayetle câ-zib bir manzara teşkil ederdi.

Pâdişâha hoş görünmek isteyen, yâhud tamamen iyi niyetle, bir ihtiyaç olduğunu görerek bâzı sadırazamlar, istirahat edecek bir yeri bulunmayan mesirelere, gaayet küçük, fakat son derecede müzeyyen ve mükellef köşkler yapdırırlardı, biniş yolu ile oraya şöyle bir uğranılan bu kasırlara da «biniş köşkü», «biniş kasrı» denilirdi; Paşabağçesi ile Beykoz arasındaki Sultaniye çayırında lebideryadaki kasır böyle bir biniş kasrı idi. Beykoz kasrı da bir biniş kasrıdır (B.: Beykoz Kasrı).

Türkiye tarihi üzerinde bilgisi pek derin olmadığı anlaşılan Hüseyin Kâzım Bey «Büyük Türk lügatı»'nda, binmek kökünden gelen «biniş» i, basit lügat kıymetiyle alarak: «ata binme, ve buna mahsus kıyafet» diye izah ediyor. Osmanlı saray ıstılahında bu kelimenin yukarda izah ettiğimiz mânâda kullanıldığını kaydetmemesi büyük bir lügat için hiç şüphesiz ki noksandır. Fakat Mehmed Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» adlı eserinde: «Pâdişâhların bir yerden diğer bir yere atla gitmeleri hakkında

kullanılan bir tâbir idi, Biniş, binmek masda-rından meydana gelen bir kelimedir, hümâyun da pâdişâhlar hakkında kullanılır tazim tâbiriydi» diyorki, bu maddede pâdişâhları ata bindiren Takalım her halde Binek Taşı kelimesi yanıltmış olacakdır. Ehemmiyetle tekrar ediyoruz ki «biniş» ve «binişi hümâyun» tâbirleri osmanlı pâdişâhlarının günübirlik, ve muhakkak saltanat kayığı ve tesbit edilmiş merasim ile deniz gezileri için kulla-nılmışdır. Pâdişâhlar karada at ile ve merasim ile bir yere gidecek olduklarında «alay ile falan yere gitti» denilir; atlı yâhud yaya, bir merasime tâbi olmadan, mütenekkiren dolaşmalarına da «tebdil» denilir. Bunlar hiç şaşmayan, değişmeyen ıstılahlardır.

Türkiye tarihi üzerinde salahiyetli kalem sahibi Topkapusu Sarayı Müzesi Müdürü Halûk Y. Şehsüvaroğlu'nun- Cumhuriyet gazetesinde intişar etmiş «Osmanlı Pâdişâhlarının Boğazicine çıkışları» başlıklı makaalesinden bâzı satırların buraya naklini uygun gördük:

«XIX. asra kadar Topkapı sarayında oturan Osmanlı Pâdişâhları Boğazicine avlanmak, üzere çıkarlardı.

«Boğaziçi kıyılarında ve sırtlarında Osmanlı Hükümdarlarının bir günlük istirahat-lerini temin edecek «Biniş» kasırları bulunurdu. Daha teferrâatlı olan bazı kasırlarda da gece kalınabilirdi.

«Padişahların Boğazicine çıkışları merasime tâbi idi. Bu çıkışlar bazan bagtarde ile, fakat ekseriya saltanat kayıklarile veya tebdil piyadelerile yapılırdı.

«Saltanat kayıklarının muhtelif nevileri vardı. En muhteşemleri köşklülerdi XIX, asra kadar olan kayık köşkleri, üç fenerli, etrafları som gümüşten parmaklıklı ve dört gümüş sütunlu idi. arasında uçları sırma ve hakikî incilerle işlenmiş kırmızı çuha perdeler bulunurdu. Kayıkların baş taraflarındaki kuşlar da gümüştendi.

«Pâdişâhların böyle merasim çıkışlarında biri bindikleri, diğeri yedekte olmak üzere iki saltanat kayıkları bulunurdu. Padişah kayığına Enderunu hümayun sandalları yol açardı. Bunlar dokuz sandaldı ve her sene münavebe ile üçü tersanede tamir görürdü.

«Bu kafilenin sağ ve solunda Haseki ağaların sandalları bulunur ve bunlar daima ileri geri seyrederlerdi. Sandallar içinde ayakta

duran Hasekiler gürsesle bağırırlar ve sahillere Padişahın yaklaşmakta olduğunu bildirirlerdi. Pâdişâh kayığında has odanın üç birinci ağası ve ortada iki Cukadar bulunurdu. Çukadarlardan biri Pâdişâhın iskemlesini taşırdı (ki bu iskemleye Biniş İskemlesi denilir) . Padişah karaya çıktığı vakit bu iskemleye basarak atına binerdi. Kayığın dümenini Bostancıbaşı kullanırdı ve baş tarafta da Bostancı Haseki ağası dururdu. Alaya dahil diğer kayıklarda yedi çiftesile Kızlar ağası, Saray imamı ve Harem ağaları bulunurdu.

«Kanunî Sultan Süleyman kendi gezmesi için, Has bahçede kurulan bir tersanede yeşil boyalı bir baştarte yaptırmıştı, ikinci Selim, Kılıç Ali paşanın ve Üçüncü Murad Kaptan İbrahim paşanın, Üçüncü Mehmed de Kaptanı derya Halil paşanın baştartesine binip denizde gezmişlerdir,

«Üçüncü Mehmedin kendisi için yaptırdığı Hünkâr baştartesine Kaptanı derya Cağala zade Sinan Paşa üç fener takmış ve Padişah bununla Boğazda dolaşmıştı. Pâdişâhların baş tarte ile tenezzülle çıkışlarında Kaptan paşalar da ak elbise ile hizmette durur ve Tersane kethüdası dümen tutardı.

«Üçüncü Murad bir gün baştardesile bir Rum meyhanesi önünden geçerken sarhoş bazı Yeniçeriler kendisini tanıyarak:— Sıhhatine içiyoruz! diye pencereden kadehlerini göstermişler ve Pâdişâh bu kaba hareketten incinerek müslümanlarm şarap içmelerini yasak etmişti.

«İkinci Mahmudun Boğaziçi tenezzühleri-ni görmüş olan Moltke, halkın Padişah kayığı geçerken derhal.yerlerinden kalkıp bir çeşmenin veya ağaçların arkasına saklandıklarını ve bunu bir hürmet addettiklerini yazıyor.

«Padişahların Boğazicine çıkışları Kızku-lesindeh ve Hisarlardan top ateşlerile ilân olunurdu. Bunun için buralara sık sık barut verilirdi. Padişah geçerken Kızkulesindeki Bostancılar bir sıra halinde dizilirler ve iki kat eğilerek Hükümdarı selâmlarlardı.

«Padişahların biniş ve göçleri vukuunda ve selâmlıklarda, Çadırcıbaşılar güneşlikler ve nihaliler de götürürlerdi. Göçlerde Has mutfakla Darüssuade ağası mutfağı ve sair bazı eşya da nakledilir ve ikamet müddetince hamlacı, sandalcı, piyadeci, bostancı neferlerine zamlı tâyinlar verilirdi.

«Padişahların biniş ve göçlerinde has ekmekleri -üç çifte heybeye konulur ve üç çift de kırmızı kilim alınırdı. Osmanlı hükümdarlarının kullandıkları eşya ekseriya kırmızı olduğundan bu gezintilerde kayık köşkleri, çadırlar, heybe ve kilimler de kırmızı renk-teydi.

«Padişahlar kış mevsiminde de zaman zaman Boğazicine çıktıklarından ve Biniş kasırlarına uğradıklarından bu binaların her kasımda Perdecibaşı tarafından perdeleri tamir görür veya değiştirilirdi. Yine kasımdan itibaren de istanbul ağası mukannen olan odun ve kömürü Biniş Kasırlarına tevzi ederdi.» (Halûk Y. Şehsüvaroğlu).

BİNLİK — Hüseyin Kâzım Bey «Büyük Türk Lügatı»nda: «Bin dirhem istîâb eden büyük şişe» diyor. M. Z. Pakalın da «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şunları yazıyor: «İki buçuk okka sulu şey alan şişeler; l okka 400 dirhem olduğundan 1000 dirhemlik demektir. Eskiden ayyaşça vahidi kıyâsı sayılır ve bir oturuşda binlik devirmek rekortmenlik addedilirdi».

Her iki bilgin, «Binlik» tâbirinin yanında şişeyi hatırlıyor; eski İstanbul meyhanelerinde, binliklerin kullanıldığı devirde, rakı ve şarab, içki sofralarına şişe ile değil, güğüm ve desti ile getirilirdi, dolayısı ile rakı binlikleri pırıl pırıl kalaylı bakırdan, şarab binlikleri de toprakdan mamul idi; hatta bakır rakı binliklerinin üzerine sarı pirincden bir kalb şekli konulurdu, mânâsı: «Bunu yürekli olan devirir» idi; bu güğümlerden biri 1943 - 1944 senelerinde Samatyada meşhur Büyük Kuleli Meyhanesinde görülmüşdü; ve yamlmıyor isek üzerinde lâtin rakamları ile 1780-1790 gibi bir târih vardı. Bu târihi Gedikli Meyhane kapandıktan sonra kimin elinde kalmış, ne ol-muşdur bilmiyoruz.

BİNNAZ — Zamanımızın büyük hümo-risti Yusuf Ziya örtac'ın gençliğinde yazdığı üç perdelik manzum facia; 1918 de Darülbe-dâyide sahneye konmuş, ayni yıl içinde Kanaat Kütüphanesi tarafından kitab olarak basılmış ve 1919 da neşredilmişdir; 11X 20 santim eb'adında 76 sayfadır. Kitabın ince ve penbe renkli adî kâğıddan kabı Dârülbedâyiin amblemi ile tezyin edilmişdir. Eser Yusuf Ziya tarafından "Çok sevgili Yahya Kemale" sözü ile Yahya Kemal Beyatlıya ittihaf edilmişdir.



BİNNAZ

2800


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

28Öİ

BÎNNA2,



Vak'a Üçüncü Sultan Ahmed zamanında tstaribulda geçer; konusu şudur:

Kıztaşlı Binnaz, güzelliğinin şöhreti bütün îstanbulu tutmuş, hattâ Tuna boylarına kadar yayılmış bir yosmadır; «abla» dediği Faika adında yaslıca bir nazenin hanımla beraber oturur. Lâle Devrinin zevkti saf â'düşkünü büyükleri Binnazı meclislerinde bulundururlar, ve emsalsiz güzel kibar fahişeye visalinin bedelini cömerdce öderler, iki kadın bu kötü yolda büyük bir servetin peşindedir. Fakat Binnaz Efe Ahmed adında bir yeniçeriye âşık olur, erkek güzelliğinin muhteşem bir timsâli olan bu delikanlı müheykel bir vücud yapısı ile acı bir kuvvete sâhib ve bütün varlığı bunlardan ibaret bir kabadayıdır; baldırıcıplak yeniçeri neferi de Binnaza çılgın gibi tutulur, ve onu inhisarı altına alır. Binnaz bu fedâkârlığı seve seve kabul eder. Faika ise bu aşkı Binnazm ve dolayısı ile kendisinin istikbâli için iyi karşılamamışdır, zîrâ Binnazm güzelliği ve taraveti artık son yılla-r nidadır, bundan azamî istifâdeye bakmalıdırlar. Binnazm evinde geçen piyesin birinci perdesinde perde açıldığında, dilber fahişe, bir kış gecesi belâlısı Efe Âhmedi beklemektedir ve iki. kadın, Faikanın yersiz ve zamansız bulduğu bu münâsebeti münakaşa etmektedir: FAİKA

Nasıl oldu, bilmem nasıl aldandın?


Yüklə 5,55 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   76




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin