Kalesinde Halil Paşa Kulesi ve sahil kapusu Resim: Sabiha Bozcalı



Yüklə 5,55 Mb.
səhifə74/76
tarix27.12.2018
ölçüsü5,55 Mb.
#86801
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   76

Gelîcek vâde dilin doğrusu derdin yeniler Tazelerle Yeniköydeki eski demler Ya unuttursa nola pîri mugaana dîrî O sanemle olan mahfî Tarabya seyri ZâbMâ gezme sokaklarda tehî sinesine Çamurun çünki kuru git Kefeli Karyesine Gözümün yasına rahın itmediğiçim yaran Bir büyük-tîere gibi itmede her dem cereyan Büti askıyle tenim olsa dahi zara nizâr Yine itmez dili çîeâreye meyi ol sarı-yâr Kalmadı görmediğin seyre seza câyi safa Rumeli Hısnına var seyri tamâm et cana Oldu rindâna dümen suyu ile vâki key Karatas altına mı gitti açeb zevreki mey Meyi idiib şem'i îzârı içün oî sîmbere Düsdü pervane! dil simdi fenerden fenere Oldu kermiyetin ol- sûhle zâhid çü hevâ Bu bürûdetle Soğuksu sana cay olsa seza Âh idüb kaameti sevdası ile cananın Şimdi başında Kavak yeli eser yaranın İyşii nûş ile de terk it azarak pâfü pûfi Sadrı meyhane umur-yefi değildir sûfî Kendime yârimi buldum diyerek şenlikde Öğünür âşıkı şûrîde Değirmenlikde Defi gam itmeğe ey şuh ara sen bir çâre Var mülûkâne yanaş İskeieî Hünkâre Hüsııde öndü! alub da bulalım deyû kemâl Yâlıköyünde koşu itmede her dem etfâî Bir çetin kare satasdırdt bizi devrü zemaıı Oldu Beykozlu bîr âfet ile çeşmim giryan Aramanı debdebe ü gayreti akrâniye Saltanattır bana ol şah île Sultaniye Çekdiler sineye İncirlide bintül inebî Darısı basına ey sürmeli zeııdost çelebi Sav yanından bugün ey sûlı aman agyâri Gel Pasabağçesme zevk idelîm hünkârı Çûbi gam kor nıu idî dilde salâyi hatır Olmasa zevki nihânîye Çubuklu hâzır Aedı tîgi sitemiyle ciğerimde yâre Kanlıcah yine bir gamzeleri hunhâre İzni ânıdır deyû gitme meleğim değme yere Eürefâ Körfezi bahşeyledi zenpârelere Ne reva seyri Hisarda ola yârim mecnun Sâkîyâ bana yarımca verüb âna dolu sun Firkatinle su kadar giryeler ittim cana Bir küçük-su görünür eskime nisbet derya Bağrımın yağın eritti beli her etvârı Hele Kandillide bir cam ile yıkdmı yâri Âbı zira ki (?) olana dermandır Kadızâdeliye-Vâniköyü pek cesbaııdır Lebi deryâdeki âyâye mi oldu meftun Kuleli Bağçeye bari tab'ı rakibin efznn

— 2862 — ... . İSTANBUL



iste buldum sana sallanmağa bir özge ınahel

Sözümü dizıie rakîbâ yaimuz Çeııgel'e gel

Hased ol rin-de kî mey nûş ide kaane kaane

O şehi hüsıı ile Beylerbeyide mîrâne

Gıbta ol salise olur irdiği dem nevrûze '

Gide canan ile zevk itmeğe İstavrûze

Sattılar dulıti zere geldi arabler buııcuk

Suhtegân zümresine cay olalı Kuzguncuk

Ko sığırlar gibi yatsun uyusun pinhânî \

Oldu agyâre makar çüııki Öküz Lîniânı

Kabe toprağı deyû olsa bile ııânı âver

Üsküdardan dahi yekdir bana kûyi dilber

Şemsi nâmında zuhur etti bir âfet ki aceb

Şemsipâşâyı mekân eylediler yaran hep

Bir şerifin nigehi lutfi ile dünyâde

Kasri dil ayni ile döndü Şerefâbâde

Bakarak ruhlerine eski rakibin akmış

Sandılar bağeei hüsn içre ayazma çıkmış •

Vuslatın gördü kiyâs eyleme ey dil elyak



Havfîm oldur seni ferdâlere yaran salacrtk

Kasdîn âlemde teferrüc ise ger bir derece

Duhteri rezler ile Kız Kulesine bul fürce

Kaameti fikrî hayâli ruhi haliyle yine

Deşti dil aynî ile döndü Kavak Bağçesine

Düldüli nâze suvar olsa o şûhi yekta

Atı oynağı olur saha! Haydarpaşa

Ey gönül boşlama dâvanı neman gamle sürüş

Kadıköyünde ayak naibinin pâyiııe düş

Fikri ruhsâri ile yandı tenim bilmez mi

Aceb oî mâlı Fenerbahçesine gelmez mi

Gaaîibâ Fennî tamam eyîeyecekdir zevki



Adalar seyrine düşmüş o perinin şevki

Busen Eşref Ünaydının Boğaziçi tasvirleri — Ünlü edîb - diplomat Ruşen Eşref Ünaydının «Boğaziçi, yakından» adındaki eseri, millî kütübhânemizde, kopuk kopuk, çok noksan da olsa Boğaziçinin güzel bir pa-noramasıdır. Aşağıdaki satırları oradan alıyoruz :

«Yalılar —• Boğaziçinin en kendine mahsus güzelliklerinden biri; Yalılar! Kimi taş-dan; kimi taze renkli, kimi yorgun yüzlü, bin bir biçimli yalılar!.. Bunlar,iki kıyı boyunca kâh denizin tâ sütündeler; kâh kendi rıhtımlarının kenarmdalar ve kâh dar bir caddenin berisindeler...

«Gerçi Boğaziçinin hemen her köşesine köyler ayrı birer isim veriyor... Fakat köylerin hemen hepsi, gelişi güzel kıvrıntılı yolların eski kaldırımlarına bakan, çoğu esmer tahtalı evlerden ibaret... Bu evler, ya geçimleri Boğazın sularında olan balıkçılarla ka-



ANSÎKLOPEDİSİ

yıkeılarm. ya da gündüzleri şehre inen memurlarla esnafın, yani yerlilerin,

«Yalılar ise her mevsimi başka bir semtte geçirmeğe alışkın eski İstanbul zenginlerinin, vükelâsının bir kaç ay deniz ve koru sefası sürmek için kurdurmuş oldukları su kenarı konakları...

«Bunlar kıyılardan, başlayor ve göğdele-ri yüksekliğinde bahçe duvarları arasında kapalı ağaçların gölgesindeki kat kat setlere yapışık merdivenlerle, — kubbelerini salkım . yapraklı örtmüş, her biri manzaraya bir değişiklik veren basamaklarını otlar ve yabanî çiçekler bürünmüş taş merdivenlerle, — ya-maçlardaki köşklere kadar da uzayor: Böylece suyun keyfi bahçenin ve geniş ufkun keyfi ile birleşmiş oluyor; zira tepelerden bakılınca Boğaziçi daha derli toplu bir göl görünüşünde...

«îki köy arasındaki boşluğu bu yalılar dolduruyor... Kenara bir sel gibi boşanan köylerin önlerini bunlar kaplayor.. Bir ba-kışda anlaşılıyor ki kıyılar umumiyetle paranın ve haşmetin, yamaçlar ise ekseriya orta halin ve tevazuundur. Çünkü Boğaziçi evleri yalılaşdıkca gürbüzleşiyor, renklerini-yor, sıklaşıyor. Bu bakımdan yalıları, aralarındaki yoksulluk manzarasını denize karşı kapayan birer engin paravanaya benzet-mişimdir. Ve yalılarla köylerden, eski eşraf ile ardında duran tevabii tesirini aldığım olmuşdur.

«Bu yalılardan öyleleri var ki içleri ut karınları gibi duygulu; dışarının en küçük seslerini bile camı açık, kafesli pencerelerinden içeri âdeta büyülterek alıyor: Biri, kapının inceli kalınlı çıngırağını sallasa, bir kervan geçişi zevkini duyuyorsunuz. . Aşağıda çıplak baldırlı kızların, ayaklarındaki ıslak bezlerle yaş tahtalardan çıkardıkları gıcırtılar, yukarı katlara kumru huhuları gibi akis-• ler yayıyor. Yattığınız yerden görmeseniz bile sudan gecen şey nedir biliyorsunuz; bunu, denizin oynayışlarından çıkan türlü sesler size haber veriyor;

«Boğazın denizi o hassaslıkda ki üzerinden geçen her şeyin haberini kıyılarına er geç mutlaka bildiriyor.

«Hele güneşli sabahlarda bu geçişleri, camları kapalı ve perdeleri inik pencereden görmeseniz, işitmeseniz bile tavandaki binlerce ışık cakıntısmın, o titrek ışık paluze-

BOĞAZİÇİ

lerinin ağır, telâşlı, sinirli, şakrak gidiş gelişlerinden sezebilirsiniz. Biçimleri boyuna değişen bu oyunları saatlerce seyretseniz usanmazsınız. Bence, yalı tavanlarına en yaraşan nakışlar, oynak denizin eli ile güneşin cizmekden yorulmadığı bu billur kaynaşmalardır.

«Komşunuz denizden gelen bu su çağıltısına ve ışık sağanağına bedel, komşunuz bahçeden de yaprak hışıltıları, kus cıvıltıları ve gölge dalgaları gelir. Bağzı günler, ada camı kokularını andırır deniz kokusuna karşılık ise ıhlamurların, türlü çiçeklerin ve bütün yaprakların birbirine karışmış koku rüzgârı çarpıyor. Ve hafif döşeli geniş odanızın kapısını biraz sonra biri aralayor; o bahçelerden size kucak dolusu hediye getiriyor: Erguvanlar, zambaklar, hanımelleri; daha sonra da güller, karanfiller; bir sabah da bunların renk renk kıvrımları arasında dik yapraklarının parıltısı içinde tepeleme dolgun manolyalar, o beyaz alevler!... Sonra da hortansiya demetleri; tâ lüle lüle krizantemlere kadar nıevsimleirn yürüyüşünü bildiren koku ve renk kervanı..,

« Nasıl ki sofranızdan da kiraz kıvılcımları; bağzı akşamlar omuzlarda bir yay gibi esneyen direklere ikiz bağlanmış sepetlerin tepesinde birer küçük gül ehramını andırır ve köy meydanını bir esans fabrikası kokusu-suna burur çilekler; altın kayısılar; yanak allığında şeftaliler; dudak yumuşaklığında" incirler; dilimleri balıkçı kayıklarını hatırlatır karpuzlarla piyade narinliğindeki topatanlar çeşni kervanı halinde geliyor geçiyor.

«Boğaz topraklarının bu iltifatına ııa-
zîre olarak deniz de zümrüt serinliği içinde
yürüyen mevsimlerin mahsulünü ikram edi
yor: Uskumrular, kalkanlar, levrekler, kılıç
lar... *"1:'\
«Gerçi bu tabiat biraz bakımsızlaşmışsa
da o engin şirinliği ile gene yerinde.. Fakat
ondan kâm almak için yapılmış yalılar; vak
ti ile başka ölçülere, başka anlayışlara göre
kurdurulmuş o uçsuz bucaksız yalılar!.. Bir
çok sebeb, onları ya ateşin, ya suyun içinde,
ya da yıkıcıların elinde yavaş yavaş azaltı
yor; hem de en güzellerini..

«Bereket ki epeyeesi halâ ayakda.. Fakat onlardan kiminin odalarında da, şimdi tütün denkleri yığılı..

«Kimindeki o enine boyuna sofaları, sim-

BOĞAZİÇİ

2864


İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ


di artık rüzgâr iniltisinden başka bir şeyin doldurduğu yok.. Gerçi kiminde yeni nesiller ilk, orta, hattâ yüksek tahsillerini görüyor... Fakat eski zenginliğin ve gösterişin yazlık sergisi denecek içlerine şimdi hıncahınç boşluk yerleşmiş olanları daha çok..

J -J t/ J O J

Bunların ilk sahipleri ahrete; halıları, avizeleri de çarşı içlerine, bedestan camekânla-rına belki de yabancı ülkelere göçmüş. İçlerinde hâlâ torunlar barınabilen bazı yalılarda ise bu torunlar o sayısız odalardan ancak bir ikisine süzülmüşler; üzücü ve ürkütücü engin ıssızlıkların bir ucunda âdeta gölgeler bekçiliği ediyorlar. Onun için, eskiden nazlı küçük hanımların, yüz bulmuş küçük beylerin tasasız kahkahalarla çınlattığı harem agah, kâhya kadınlı bahçe setlerinde simdi kömür yığınları duruyor. Eskiden çatanaların, üç çifte piyadelerin sabah akşam yanaşıp avniye kaputlu, uzun sakallı paşa efendilerle atlas feraceli büyük hanımlar, tafta çarşaflı genç kadınlar beklediği düzgün taşlı rıhtımların şimdi yenik ve düşük kenarlarında şilepler, sebze kayıkları, odun kömür çektirilen uyuklayor,.

«Bir kaç nesli bir arada barındıran büyük şehir konaklarından çoğu nasıl yandı, yıkıldı veya başka ihtiyaçlara kullanıldı ise, onların yazlık esleri olan yalılardan çoğunun sonu da çaresiz böyle olacakdı! Temeli cemiyetin içinde yıkılan yapıları toprak, ayak-da tutamıyor!

«Yıkıntıların ey gür tesellisi! Başka çağların başka ölçülerine göre kurulmuş o eski biçimlerin kaditlerini ört, tâ o günlere kadar ki Cumhuriyet nesilleri, dünyanın en güzel yaz şehri olan Boğaziçi kıyılarında, yeni anlayışlarının ve dileyişlerinin sürekli ümranını, onun tükenmez şirinliğine yaraşacak bir üslupda, yeniden diriltecekdir..

«Koru — Boz renkli çam: Kıyıda kanatlarını germiş dinlenen albatros.

«Göğe engin fiskiyesini yayıp yere engin gölgesini döken çınar.

«Fıstık çamları: Kleopatranın ardı sıra esirlerin taşıdığı yelpazeleri andıran fıstık çamları.

«Balık biçimli yapraklarının altında dikenli fiske topları saklayan at kestaneleri.

«Üç göğdeli ıhlamurlar; Altı açık, üstü koyu kelebek yapraklı İhlamurlar.

«Meltem esdikçe gümüş direklere dönen

salıntılı kavaklar.

«Havada burkulup burkulup gene yere sarkan soforalar.

«Testere yapraklı aylandoslar; Göğün berraklığında öbür ağaçların dallarına tutunmuş örümcek ağları sanılacak aylandoslar.

«İç çeken serviler.

«Kolalanmış gibi katı ve parlak yapraklı manolyalar.

«Yeşil çadırlı cevizler.

«Avize billurları gibi sarkan, akan, titreşen salkımlı cam.

«Daha adını bilmediğim, eşlerini her yerde görmediğim ağaçlar. Yanar söner fener ışıkları gibi her bahar hep birden- yese-rip her güz hep birden sararan tombul ağaçlar. Atılgan ağaçlar. Çetin ağaçlar. Derli toplu ağaçlar... Boy yarışına, gölge yarışma çıkmış coşkunlar... Kabuk derileri artık buruş buruş olmuş geçkin göğdeler: süsleri azalmış, çıplak pazıları çürükleşmiş dedeler.. Onların ayak ucunda yeni yetişmeler: tüy boylu, körpe renkli torunlar... Enine boyuna gelişen, gür gölgelerini o düşkün göğdelerle bu taze heveslilere yayan ergenler: soyun sürekliliğini korumayı benimsemiş ergenler; her yaş ve her boy.

«Geriniyor, gibi dallar, omuz omuza tutuşmuş gibi dallar. Uçacak kanatlar gibi acık dallar.. Altlarında oturdunuz mu size yar özleten, ses duyuran, rüya gördüren dallar !. Kendi yapraklarının bulutlarından başka gök bile göstermek istemiyor gibi sıklaşan, bağzı bir uçuruma salmdıkdan sonra tekrar kalkınmış bir koru parçasını,- bağzı kuru lülesinden su yerine ot akar bir yorgun çeşmeyi, bağzı beyaz valili bir mavi kıyıyı eski bir hayatın ancak ara sıra anılır güzel artıkları gibi gösteren kıskanç dallar!

« Altlarında uzun uzun yollar; nerelere vardıklarını yeşilliklerden başka kimsenin bilmediği yollar; hatıralar gibi uzayan, du-man gibi dalgalı, dalga gibi savruk yollar!.. Üzerlerinde bir kaç ışık ve bir kaç yaprak kırıntısından başka kimsenin gezmediği şehvani yollar... Gelmez güzelleri Özleten, yaprak hışıltılarını ipek etek örtüleri sandıran yollar!... Gizli bir dönemecindeki cıtırdılar-dan bir sevgilinin ayak sesini umarken karşınıza dik bakışlı keçiler, kim bilir belki de keçi kılığında Fanlar çıkaran yollar!

«Koru; bağrında yalınız kendinin bin

N

rj ' ^


B X O'B

3= f


S ®*

BOĞAZİÇİ

İSTANBUL


— 2867 -

BOĞAZİÇİ



bir sesi coşub bütün dışındaki sesleri didişken hayatın geçip gidici uğultuları halinde duyuran koru i.. Boğaz yamaçlarının erganunu koru!.. Ah dışı gündüz, içi akşam koru!

«Sandallar —• Yalıların en tabiî ve en lüzumlu gezinti vasıtası, sandallar. Sade yalıların mı? Boğazicinde herkesin her an, en çok, onlar işine yarayor: Mehtapda gezginci sazende köşkü onlar; saz dinleyicilerin mevkibi onlar; yerine göre matrabazlarm balık deposu onlar; sebze dükkânı, dondurmacı dükkânı onlar; yürük manav sergisi onlar; tatlı su damacanalarının ambarı onlar; hasta sediyesi onlar... Bir köyden öbür kıyı mezarlığına cenaze götürdükleri bile oluyor.

«Bir başkalıklarını daha gördüm: Sandallar, yazları, yoksul yalıları... Sandalcılardan çoğu, geceleri bunların içinde yatıyorlar. Pek belirsiz su salıntısının üstündeki sandal, o deniz uşaklarının beşiği, ince su fısıltıları da ninnileri oluyor. Böylece ancak bir iki iple karaya bağlı duran bu yalı yavruları, sahiplerine, sıcak ve haşeratlı geceleri tasasız geçirtij^or. Ve sandalcılar bir temmuz gecesinin sonunda müezzinden önce uyandıkları vakit görüyorlar ki yıldızlı kubbenin biteviye lâcivertliğini bir ucundan koyu koyu tirşeleştirmeğe başlayan ufukda, güneş yerine, incecik bir ay dilimi doğmada... Sanki güneş, önce göğdesinden bu saz benizli çizgiyi ayırıp göndererek ilk bir ışık denemesi yapmadadır. Sandalcılar, bu ağartı fecrin midir, yoksa bu solgun belirtinin midir, şüpheye düşüyorlar. Fakat gittikçe seçilen eflâtun suyun üstünde ilk küreklerini —- âdeta geriniyor gibi — çekmeğe başlıyorlar... Biraz ilerledikçe tan yeri pembeleşmeğe, deniz erguvanlaşmağa; gündüzün bir hizada gibi görünen sıra tepeler, — ufak bir buğu oyunu yardımı ile — kimi daha uçuk bir halde biribirinden ayırdolmağa yüz tutuyor. Sandalcılar, bu can okşar rüyayı seyrede ede, suları incitmeksizin kısmetlerine doğru gidiyorlar.

« Arada bir, sandaldan sandala resim gibi bir türkçe ile konuşdukları oluyor. Gecen sabah denizin içi âdeta cam kavanoz duruluğunda idi. Bir yengecin bağzı küçük balıklara doğru nasıl gittiği bile belli oluyordu, îki sandalda iki sandalcı, suya oltalarını atmışlar; kıl teli tartan parmakları da bir haber dinler gibi tetikde idi. O sırada biri öte-

kine dedi ki:

— Balık tutmak, para tutmakdır.


Öteki de ona:

— Göksudan duman kalkıyor, hava iyi»


müjdesini verdi.

Gerçekden de Kandilli ve Anadoluhisarı tepelerinin ağzından ince bir buğu, bir mar-puç ucundan çıkar gibi yükseliyordu.

— Beykoz üstünden ayaklandı mı, kulak
asma... Hem martılara bak, nasıl toplanıyor
lar; demek ki balık çok.»

«Böylece yolda ağır ağır yürüyerek sohbet eden iki ahpap gibi bu iki sandal, müşteriler uyanmadan önce kendilerini sabah akıntısına vermişler, suların keyfince Hisarlara doğru iniyorlardı (Üstad burada sandalcı ile balıkçıyı karışdırıyor).

«Fakat Boğazın suları boyunca böyle «kırık» değil ki. Güneş beş on minare boyu yükselince akıntılar diriliyor, çırpıntılar uyanıyor. Deniz de bu işçiler gibi çalışmağa başlayor... Sandallar, yukardan yelken açıp kelebek gibi uçuyorlar; iyi... Ancak, sandalcılar akıntı yukarı çıkarken buram buram ter döküyorlar. Her akıntının huyuna, daha doğrusu huysuzluğua gnöre kendilerini bin güçlüğe sokuyorlar. Kimi, sandalını yedek-de, zorlu bir su boğasını yularından çeker gibi yürüyor; kimi, motörlenmiş takalara jain sıkıntı ile sokulup kulaç kulaç ip atıyor, türlü perdeden dil döküyor, kendini ona takdir-mağa çalışıyor.

«Bununla beraber müşteriyi yıldıran bu güçlükleri sandalcılar hiçe sayıyorlar. Ak köpüklü sesler onlara, denizin kahkahaları gibi geliyor. Onların en göze aldırdıkları yılmazlık, altlarındaki bu küçük teknelerle Ka-radenize balık avına çıkmalarıdır.

«Gençler şehre inip gezenler seyreldikden sonra sandallar, Kilyos açıklarından Irva önlerine kadar Boğazın ağzını su kuşu sürüleri gibi kaplarlar. Oralarda iken, bir gözleri ca-parilerinde ise bir gözleri de ufukdadır; çünkü Karadeniz fırtınası ansızın patlar. Suların uzakdan kabardığını, homurtusunun boğuk boğuk gelmeğe başladığını sezer sezmez hemen yelken kürek Fenerlerin kuytuluklarına barınmağa çalışırlar. Bu fırtına kuşlarından dalga saldırışları önüne düşemiyen-lerin kanadı köpükler altında kırılır kalır.

«Geceleyin, son şirket postaları, projektörlerinin hortum ucu gibi püskürttüğü kes-

kin ışığı yalı ye koru yüzlerinde bir gezdirip cekildikden sonra, Boğaz denizi artık durgun bir havuz içliliği alıyor; Bir yandan kıyıdaki fener aydınlıklarını, tâ diplerine kadar gözüken ışık direkleri gibi uzaklara doğru uzatıyor... Bir yandan da öte kıyıdaki sesleri bunlara karşılık gibi .yayıyor... O zaman, bu duygulu karartının şurasında burasında bir belirip bir yokolan ateş böceği pırıltısı seziliyor: Bunlar, sandallar. Bu koskoca durgunluğun içinden ara sıra bir şilep geçecek olsa, hışırtılarının .önünden bu küçük ışıklar sağa sola kaçışıyorlar...

- «Fakat sandalların arasında, eski kayıklardan artık bir teki bile görünmüyor. Bir vakitki sevdanın salıncakları denecek o ince yapılar ki bu kıyılardan, yeni doğma aylar gibi süzülürler geçerlerdi!... Hilâli gömleklerin: geniş yenleri meltemlerde işaret mendilleri gibi uçuşan ak poturlu hamlacıların, buğu yaşmaklı hanımları, kehrüba ile bağadan yapılma sanılacak o nakışlı çerçeveler içinde, renk renk atlas minderler üstünde âdeta nazla uyutur gibi süzgün geçirdiklerini çocukluğumda ben bile gördüğümü hatır-layorum. Onların uzun etekler gibi suya değen bin pırıltılı sırma sayvanları ardınca, nice bey, —• kayıkçıların halâ anlattıklarına göre — üç çifte piyadelerde ah ederdi. Göz koyduğunun ve göz ucuyla anlaşdığının ardınca sularda gecikirdi. Gece karanlığında onun pencereleri altına kayığı ile sokulurdu. Işığı, uzak sofadan hafif vuran kafesde bir karartı gözlerdi. Sezmezse üzülürdü. Gamla geri dönerdi. Bir türlü içi içine sığmazdı.

«Geç saatlerde, büyükler yatıb el ayak cekildikden sonra, çılgın genç, usulca kayıkhaneye iner, kayığını kapınca yârının rıhtımına mızrak gibi saplardı: Gündüzden işareti konmuş bir pencereye, ya da bir manolya altına mektubuun atabilmek için... Muradi-na erip geri dönünce, bir de bakardı ki uysal yüzlü sular ona oyun etmişler... Bineği, telâşla şöyle bir iliştiriliverdiği halkadan çözmüşler, uzaklara açmışlar... Çılgın delikanlı, pişmanlıkla işgüzarlık arasında şaşalar; duvarlardan can pahasına atlar; köy içine düşer; bir kira kayığı ile kendininkini avlamağa çıkardı.

«Kayıkçıların dediğine göre, hele meh-tablı geceler, kayıkların en arandığı şehrâ-yinlerdi. Boğaziçili bir bey, donanmış bir pazar kayığına sazendeler oturtur, kendi de üç çifte kayıkla ardından giderdi. Sahillere ma-

nalı şarkılar ulaşdıkca yalı pencerelerinden, esmer mi. kumral mı. genç mi, geçkin mi, kim bilir, baslar sarkardı: Kayığına atlayan, mevkibe katılırdı. Böyle böyle, bu ahenk rüzgârı, yalıların birer kopuk parçasını sö-kiib suya vermiş gibi büyüye büyüye Yeni-köyden Bebeğe, Çubukludan Göksuy.adak iner çıkardı.

«İlk sandal, bu kayıkların arasında belirdi.. Üstünün titrek tentesi ile bir deniz çardağı sanılacak bu yeni binek de güzeldi; Kenarları altın nakışlı, arkalığı gümüş aynalı; dümen ipleri vişne çürüğü ipekden, yekeleri ve iskarmoz uçları pırıl pırıl.. O kadar ki, kayıkla sandal, bir demler yan yana yürüdüler; fakat, yeni gelen, eskiyi belirsiz belirsiz bir kenara itti. Ve bin bir rüyanın beşiği kayık, artık masraf kapısı, suya az dayanıklı görülür oldu. Keyfi, ancak varlıklı ve kurumlu bir tabakanın inhisarında kaldı. En sonunda, yosunlu kızaklara çekilerek kayıkhanelerin uzun yaslı karartısına kapatıldı; bir daha gündüzü gelmiyen o nemli gecenin içinde sessizce çürüyüp dağıldı.

«Fakat, yaşayış durur mu hiç?.. İşte şimdi artık, sandalların da boyası soluklaşmağa başlayor; kadife döşemeleri muşambalaşı-yor.. Boğaz kıyılarının çınarlı kahveleri nasıl ya cazbandlı, ya radyolu oluyorsa; eski paytonlar nasıl taksi oluyorsa, sandallarda da yavaş yavaş kürek uskur, ve sandalcı motor olmağa başlayor: Hız ve makine tadı, eski teknelere bile bir inkılâb çeşnisi vermekdev. «Şimdi, bir yeni yetişme kızın bile-bütün ailesini içine doldurup - kasketinin altındaki taze saçları rüzgârda savrula savrula koş-durduğu bu makineleşmiş sandallar, eski yoldaşlarının yanından, burunları havada geçiyorlar. Belki de, yakında kürek, kayık zamanı alamanalardan başka ancak spor kiklerinde kalacakdır...

«Fakat bunlar coğalmcayadak mavi yolun en sık görülen şimdiki kalabalığı, gene sandallar; İs adamlarını, gezinti isteklilerini, balık düsgünlerini; geciken ev efendilerini; hele ıssız koylar arayan sevdalıları, her diledikleri anca bir yandan bir yana götüren sandalları...

«Rumeli kıyısında sabah — Daha biraz önce, bütün tabiatı itidalli ışığı altında tutan mehtab, artık yalnız küçük bir koyun içinde tortulaşmağa başladı. Orada bile eriyor, maviye çalan bir yeşilliğe karışarak dağılıyor; bir korunun ağaçları üstünde, sadece, ölümü-

BOĞAZİÇİ

ANSİKLOPEDİSİ

2869 —

BOĞAZİÇİ



nün uçukluğu git gide durulmakda... Zira gökden gayet esrarlı bir ağartı, dumanlara sarınmış, iniyor; bütün; bütün Boğaziçini peykin aydınlığından sıyrılıyor. Bütün Boğaziçini değil, sadece Rumeli kıyısını... Çünkü Anadolu yakası mehtapdakinden daha loş...

«Sular donuk, fakat durgun,., O kadar ki, üstünde olanlar bile denizde gezdiklerini. - ancak onu arar. onu yoklar gibi - içine dalıp çıkarı kürek seslerinden anlayorlar;

Uslu, mahmur kürek sesleri.,.

«Kıyılardan bu denizin şurasına burasına balıkçı kayıkları ilerliyor: alacalığın içinde garip böcek heyulaları!.. Balıkçılar ığrıp çeviriyorlar.

«Biz. her kürekde, daha başkalaşan bir aydınlanmaya; fakat Beykozuıı üstünde yığılan koyu gümüşü bir gök duvarına; Fikre-tin «zulmeti beyzâ» dediği şeye; arzın sonu, kutbun ucu gibi bir şeye; ağaran bir hiçe doğru kıyı kıyı ilerliyoruz.

«Her yanda sular inmiş, durulmuş, azalmış. Rıhtım kenarlarında en taze yosunların tirşe çizgisi var... Hava gerçi üşütüyor, fakat no kadar rüzgârsız...

«Bir tarafı Yeniköy burnundan Çubuklu körfezine kadar, bir yanı da Göksudan . Ilumelihisarma kadar iki duman suru ile kaplı eilatunumsu bir göl... Güneş bunun ne-rcisinden doğacak?

«îstinye koyunu ağdık. Recaîzadenin eski yalısı önündeyiz; halâ doğuş sezilmiyor. Bununla beraber gitdikce artan aydınlık, rüya gibi yarı kavranabilen bir takım şeyleri azar azar daha belirtili bir hale koyuyor: Kısa rıhtımlı yalılar seçiliyor; yamaçlardan boşanan nebat çağlayanları görünüyor ki bu bahçelerin içinden, ancak birbirine sokula vsslana ayakda durabiliyorlar duygusu veren evler göze çarpmağa baslayor... Aralarından, yer yer görülebilen sokağı kaplamış çınarların üstündeki sedlerde de fıstık çamları. .,

«Anadolu kıyısında akşam —- Ancak, Bo-ğazicinde bir yakadan bir yakaya dümdüz

o .. >j v it

geçilemiyor ki.. Kayıkçıların dediği gibi: «uyarına getirip yumuşak sularla" gitmeli... Onun için Ernirgândan Çubukluya geçmek isteyenler Yeniköy açıklarına kadar kıyı kıyı çıkıp kendilerini oradan akıntıya bırakıyorlar...

«O akşam yeşil Beykozun açıklarında

kayıkçı, belki kürek yorgunluğundan kurtulmak için:

— «Bu hava keyif rüzgârıdır» dedi.

«Belki de yolcuya inan gelsin diye, kendinin: «öyle seferberlik sandalcılarından bir acemi olmadığını» bildirdi:

— Biz mektep görmedik amma su gör


dük; yelkeni açdık mı üstüne kaç okka rüz
gâr binecek, nereden yüklenecek, biliriz; ho
camız Karadenizdir!. deyip direği dikdi.
Yelkenin kumandasını da — gerekirse ipi bı
rakıp rüzgârı bir anda boşaltabilmek için —
bacağının aitma ve ayağının ucuna aldı.

«Akıntıdan biz aşağı kaçıyoruz; tutmak istediğimiz kıyılar da yukarı kaçıyor gibi oluyordu. Bu hal, yolcuya, nargile sonundaki hafif baş dönmesini hatırlatır tatlı bir se-kir veriyordu. Rumeli karayelini tutan Çubuklu koyuna böylece yaklaşdık. Sandal, mavi koya bakan sıkışık bir ağaç amfireat-rına kavuşdu:- al çiçekleri ile narlar ve beyaz çiçekleri ile manolyalar bize doğru koşarak iniyorlar gibi; ardları sıra da çamlarla serviler, gürgenlerle İhlamurlar...

«Sulara varan bu ağaçlığın eteğinde çınarlarla kaplı bir kahve görünüyor... O çınarlar, gündüzün içinde bir gece...

«Buralardaki uçuk boyalı, yıpranmış duruşla evlerin bahçeleri yok; üstün ve serili ser-pili bahçelerin, tâ sulara kadar aynı gürlükle, aynı cesaretle inen bahçelerin, kökleri denizde salınacak sahil bahçelerinin evleri var... Ve koyun en kuytu yerinde Feyzâ-bâd!,.. «Çubukluya gelinmez, Çubuklunun rüyasına varılır» dersem inanın...

— Çsk kayıkçı, bu kıyılarda aksamın içli coşkunluğuna doyum olmaz.

«Hemen bir kaç kürekde Çakal 'akıntısına düşüyoruz.

«Hoplaşa hoplaşa birbiri ile itişen bir takım dalga yavrularının mini mini fakat çok sık çırpıntıları, sudan eller gibi tâ sandalın kenarlarına yapışıp onu sağa sola oynatmağa ve ara sıra da yüzümüze billur kırıntılarından fiskeler vurmağa baslayor ... Akıntı denen su koşularının en anılmışlarından birini böylece aşıyoruz.

« İnanıyoruz ki Boğazın ve akıntılarının tehlikesi, onların ilmini bilmiyenler içindir.,. Bu ustalığı, su yalılarda oturanlara ne kadar yaraşdırıyorum... Zira yalı, Anadolu kıyılarında tam yalı... Hemen suyun bittiği

yerde baslayor; yahut su, onun başladığı yerde duruyor... Ve yalı, su ile kendinin arasında, değil yolun, bağzan rıhtımın bile aralığını istemiyor.

«Bunlardan çoğu ikişer katlı ve yayvan... içlerinde öyle yaygınları var ki ikinci katları birinci katlarından ve birinci katları temellerinden itibaren tersine bir merdiven gibi suya doğru çıkık; ve katlar (eli böğrün-deler) üstünde duruyor. Bağzıları ise ayaklarım sulara kadar sokmuşlar: yosunlu direkler yıkanan bacakları düşündürüyorlar.

«Yalılar su ile işte bu kadar içli dışlı... Ö kadar içli dışlı ki önlerinden sandallarla geçenlerden — hele böyle donuk yaldızlı akşam demlerinde — sofra, minderli oda, yük, duvarlarda asılı hüsnühat, beyaz patis-, ka perdeler arasında ağır ağır kırpışmalarla ışıldayan billur avize gibi iç süslerini bile gizlemiyorlar ... Ve kalkık kafesli pencerelerden bu görünüşler, gönüllerindeki bütün olgunluğu bir gelişi güzel cümlede sezdire-bilen tutumlu ruhların ağır başlı sohbetlerinden aldığımız tadı ne kadar andırıyor!... Bağzılarmın, üç ayak merdivenle denize inilen ve mermer basamaklarım denizin ara sıra yükselerek ince sesli köpüklerle ıslatıb temizlediği engin gölgeli sofalarında insanlar, önlerindeki şu su gibi uslu ve düşünceli duruyorlar... Sandaldan da seziliyor ki az ve yavaş konuşuyorlar, ihtiyarlarının başında yemeniler... Şehirden yeni dönüp de bir erguvanın altında dinlenen geçkince hanımların omuzlarında siyah çarşaflar... Rıhtımlara çömelmiş, oltalarına balık bekleyen erkeklerin ayaklarında mercan terlikler... Uzun iskemlelere yatmış, kitab okuyan, ya da karşı yakayı derin ve dalgın seyreden genç kızlar... Bütün bunlar, eskiden yaşanılmış bir ömrün, akla gelen hayalleri midir? Yoksa, isteseler, işte görüyorum, hemen her yalının altında kayıkhaneler var: o nem kokulu serin kovuklar ki uslulaşdırılmış, eve alışdı-rılrnış, miymarîleşdirilmiş sanılacak beş on arşin denizin mahfazası... Loşluklarında da, yahlardakilerin o bir nevi deniz tayaları, sandallar... Yalılardakiler bunlardan birine atlayıp, bin lezette (o hayâl âlemine) kavuşabilecekler.... Fakat sandalların çoğu da yukarıki hanımları, efendileri yibi dalgın duruyorlar... Belki onlar da görmek istemiyorlar ki bütün mukadder varlıklarını su ile

dudak dudağa geçirmekden yorgun düşmüş bu yalılardan çoğunun beyaz, pembe, gümüşü, fesrengi tazelikleri soluyor; bir kısımları ağır ağır yana yaslanmış. Nasıl, eski Boğaz meydanlarında kocamış bağzı çınar göğde-lerinin her yanından hayat artık yavaş yavaş çekiliyor da ancak bir yumruda bir tutam yaprak son bir çevre gibi sallanıyorsa, bunların cüsseleri de öyle daire daire göçmüş;... şimdi artık ancak üç beş odada halâ diri kalmağa çalışıyorlar. Bunlar, ömürlerinin sonuna kadar kendilerini şayet ateşin elinden kurtarırlarsa bile ince ve sürekli su yeniklerinden koruyamıyacaklar. Günün birinde büsbütün onun bağrına dökülecekler...

«Boğaziçi, bitmiyen güzelliğinin bir çağından başka bir çağına geçiyor...

«Çınar altı kahvesi — Onun güzelliği üç sade şeyin birbirine uygunluğundan geliyor: Çınar, mermer, deniz...

«Dört beş çınar, deniz kıyısında yoku-şumsu bir meydanı kaplamış. Her birinin bir ağaç- iriliğindeki dalları, mermer direkli beyaz bir cami minaresinin üst hizasına kadar sarmaş dolaş çıkıyor. Uçuk mavi havanın içindeki iri yeşil demeti, bir buçuk asırlık bir çeşmenin geniş revakını barındırıyor. Bir eski çağ mabedindeki sütunlardan daha kalın bu çınar göğdelerinin altında türk rokokosu çeşme, bir su mihrabı zarifliğinde... Onun dört yanındaki yeşil zeminli kitabeler. Yesarinin altın taliykleri, biraz uzakdan bakılınca, güneş kırıntıları sanılıyor.. Zaten yerde de, doğudan batıya kadar, asıl güneşin bir kaç altın beneğinden fazla ışık yok (B.: Beylerbeyi iskele kahvehanesi; Beylerbeyi Namazgahı).

«Meltemler bu top yaprakları usul usul cağıldatdıkça tunç musluklardan mermer havuzlara sular boşanır gibi bir şey oluyor: Vücuda da, ruha da bir belirsiz hülyanın gevşetiei serinliği yağıyor...

«Önündeki rıhtıma bağlı kayıklar, sandallar suda mı duruyorlar, boşlukda mı, ayırt edilmiyor; su o kadar duru, o kadar dinleniyor.. Su ara sır(a hafifçe kımıldanacak olsa, kenarları yaldız nakışlı şeritlerle çevrilmiş o filizi, kırmızı, sarı tekneler beşikler gibi sallanıyor. Bu rüya gibi gerçek içinde onlar, firuze bir nehirde akisleri ikizleşen zümrüt -den, mercandan, altından masal gemilerine benziyorlar...

boğaziçi

— 2870 —


ANSİKLOPEDİSİ

287İ —


BOĞAZİÇİ


«Aksanı saatlerine doğru yemişçiler de birer ikişer orada toplanıyor; yukarı bahçelerden ışpurta dolusu Muşta Bey armudu indiren delikanlı, yemişlerinin tadını, rengini, okka çekerliğini kahve halkına o gün öyle öğüdü idi ki.. Fakat ağlarını çınar aralarına boydan boya asmış kurutan, kendilrei de beyaz muvakkithane duvarına yaslı muşamba peykelere çıplak ayakları ile tüneyen balıkçılar, armut hatibinin nutkunu esneyerek dinlediler. O, terazi aramağa gidince, şaka olsun diye, bir kaç armut aşırdılar.. Halbuki satıcı, armutlarını tane tane saymış sanırsınız. Eksiği hemen anladı. Balıkçılar da gülüşerek ışpurtaya birer ikişer kuruş atıp armutları kemirmeğe başladılar.

«Şimdi karşımda, yalnız, geçkin kayıkçı, — altında sandalı gayet hafif çalkana çalkana, — rıhtımın taş kovuğuna geçirdiği kancaya kollarını, kollarına da geniş hasır şapkasının siperindeki başını yaslamış, uyuk-layor.

«önü uyandırdım. Sandala, ince hareli akıntı üzerinde yatar gibi, uzandım; serin ve mavi su sesleri arasında Boğaziçi denen rüyayı göre göre Bebeğe iniyorum.» (Ruşen Eşref Ünaydın; Boğaziçi, yakından, 1938. B.: Boğaziçi, yakından.)

Divan Edebiyatında Boğaziçi — Boğazi-çinin eşsiz tabiat güzelliği dîvan şâirlerini teshir etmiş, fakat dört asır boyunca, onun sânına lâyık tek eser, tek kıt'a yazılamamış-dır. Şu kadar dîvanın binlerce yaprağı arasında, bize şâirinin yaşadı devrin Boğazını tahayyül ettirecek, yâhud şâirinin Boğaz üzerine bir duygusu gösterecek hiç bir şey bulamayız. Dîvan edebiyatında Boğaziçi, şâirin sevgilisini, bu sevgili de hemen dâima bir mahbub, ve hatta tüysüz bir oğlandır, ağyar gözünden uzak muhabbete veya mehtab seyrine davet ettiği bir buluşma yeri olmuşdur.

Bizim, Boğaziçi şiirdir diyebildimiz bir
beyit XVII. asrın seçkin şâiri Şeyhülislâm
Yahya Efendinin kaleminden çıkmışdır;
Efendi o asırda bülbülleri ile meşhur İ'stinye
köıfezini, sathında, etrafını çevirmiş korula
rın koyu yeşil rengi serilmiş, esrarengiz bir
peri masalı gölü hâlinde tahayyül ettirebili
yor; '

Ko kafes nâîesitıi ııağmei peyder peye gel "âyegân dinleyelim bülbülü îstinyeye gel!,.

Bir asır sonra, Nedim'in tadımlık dîvanında da güzel bir şarkı buluyoruz, bu şarkıda da gözümüzün önüne, kıs ağzı Boğazının dalgalı yeşilimtrak denizi, boşalmış yalılar, kapalı kayıkhaneler, kızaklarda kayıklar, üşümüş balıkçılar gelebiliyor, aslında ise Nedim bu şarkıyı Boğaz için değil, «bir tıflı nevreste» için yazmışdır: Yetmez mi sana bister ü bâlîn kucağım Serd oldu hevâ çıkına koyundan kuzucâğım Ateşlik ider sana bu sinemdeki dağım Şerci oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım

Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursan Billahi döğer dur hele dâyen seni görsün Dâhi küçücüksün yalnız yatma üşürsün Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım.

Yaklaşdı şitâ ebri siyeh tuttu cihanı \

Kalmadı sabânın gezecek tabu tüvânı Kurbânın olam geçdi Boğaz seyri zamanı Serd oldu hevâ çıkma koyundan kazacağım

Bir cam çek ey gönce dehen def'i humar et Çeşmimde hayâlin gibi gel geştü güzâr et Nakşin gibi âyînei sinemde karâr et Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım

Der sâna Nedimâ bunu tekrar be tekrar Bigâne ile etme sakın azmi çemenzâr Gürgân gibi ağyar kaparlar seni zinhar Serti oldu hevâ çıkma koyundan kuzucagını

XVIII. asır sonlarında, kendisi zarif bir İstanbul külhânîsi olduğu muhakkak. Haşmetin (Ölümü 1768) şu iki gazelinde Boğaziçi, basit bir isim olarak kalmışdır:

GAZEL


Ey nûri dîde eski revanı bilir misin Gark itdi seyîi hân cihanı bilir misin Ahdi dilimden eyle hazer solma gül gibi Ey ııahli işve badi hazânı bilir misin Tâb âver olmaz âhına ey andelîbi dil Terdir o verdi gülsen! ânı bilir misiıı Ey dil Boğaziçindedir ol meb. yakala var Çek gerdeni âmânı âmânı bilir misin

GAZEL


Girîbâm hat in şad çak idlncc pençei şâııe Ruhin pertev virir hayti şu'lei mihri rehşâne Dehânın gaybe harfendazı istiğnadır ey âfet Rüyanın île hemrâhi ademdir gelmez imkâne Salası âlemi tab'ıîi Boğazîçinde zahirdir Yanasdım zevraki meyle kenarı vaslı cânâne Safâyi vuslatın ketminde âciz âşıkı şeydâ

Çıkar keyfîyyeti esrar ülfeti meyle meydâne Fü'rûgi âteşi terle gireri hammâm veş tartar Arakrîzi game germâbe eşv&kı meyhane İde râh âşinâ bezmi elest âsâ ehibbâyi Komaz sohbetgehi işretde Haşmet bade bigâne

XVIII. asır sonu ile XIX. asır başlarında yaşamış şâir ve musikişinas bir hükümdarın, Üçüncü Sultan Selimin iki şarkısı, gençlik, toyluk zamanında yazılmış oldukları da söylense, bu pâdişâhın Boğaziçindeki ilâhî nağmeleri duyamadığını kaydetmemiz için kâfidir;

ŞARKI


Yine bir zevk idüb güzel bir kahve nûş ittim hele Bîr Güzel fincanı sundu ben de benzettim güle Kıldım, elmas zarfına dikkatle sunarken nazar Gözüm îlişdi kaîem parmaklı ol simin ele

Saydine bâis o mâlım cilvei reftândır Oynatan gönlüni yerinden züîfi aııberbarıdır Vasfı dilberde bu eş'ar âşıknı güftârıdır Hoş değil mi kıl nazar bir kerre ol simin ele

Bu bahar eyyamıdır Boğazda bir ayş îdeliuı Hem Küçüksûdâ güzel bir kahve derpiş Melim Bu gami ferdayı hep cümle ferâmûş îdelim Hoş değil rai kıl nazar bir kerre ol sîmin ele

Kış demidir varalım zevk île kahvehaneye Gidelim köhne bahar irdikde Kâğidhâneye

Gönlü İîhâmînin aynı döndü baruthaneye Kahve fincanın bahar eyyamı durma al ele

ŞARKI


îdüb üç çifte bir nâzik piyade şimdi amade Heîe tab'ımca zevk itdim ben bugün darı dünyâde Gelüb ol dem suvar oldu bir iki şûhi azade Hele tab'ımca zevk itdim ben bugün dâri dünyâde

Piyade başlayub semti Boğaza doğru pervâze Bîri aldı kemanın nağmelerle başladı sâze İkî mehpâre birden eyleyüb şarkîye âgaaze Hele tab'ımca zevk itdim ben bugün dâri dünyâde

Kebîri riştei tab ü tüvânım kesdi ser tâ pâ Sagîri aldı aklım nakdi fikrim eyledi yağma Benim nâri hararet cismi zarım aldı hep amma Hele tab'ımca zevk itflim bugün ben dâri dünyâde

Kemanın nağmesi hoş geîdi ol mehpâre nevresden Birisi iki kat âgaaze itdi birisi pesden Olub bîhuş İlhamı safâyi nağmei sesden Hele tab'ımca zevk itdim ben bugün dâri dünyâde

Aynı zamanın eseri Kadıasker Mustafa izzet Efendinin bir şarkısıda aynı mâhiyetde-dir: Çıksan yalınız meh gibi bîr kerre Boğaza

Başlar bütün uşşâkı nevâkâr niyaza Dilbesteîerin ahım çek perdei nâza Bu veçhile ver zevkli safa bezmi visale

Tıflmın yazdığı ve XIX. asır musikişinaslarından Hacı İsmail Efendinin mahurdan bestelediği diğer şarkıda, Boğaz ismine Göksu, Küçüksu, Çubuklu, Sultaniye Çayırı, Hünkâr Suyu da katılmış olduğu halde Boğaziçi yine yokdur, Tıflı, bir dilber küçük beyin peşindedir:

Al yânına bil dilnüvaz Gönlünce gez zevkit bu yaz Başdaıı başa işte Boğaz Gönlünce gez zevk it bu yaz .

Göksûyu atma bîr yana Küçüksu pek âlâ sana Çubukluda ey dilrübâ Gönlünce gez zevk ît bu yaz

Ağyarı başdaıı sav hele Lütf et beyim düşme dile Tıflın ile tat el ele

Gönlünce gez zevk it bu yaz

Sultaniye şahanedir Hünkârsuyu bir dânedir

Bu demde gam cana nedir

Gönlünce gez aevk it bu yaz

Dîvan şâirleri Boğaziçini türk edebiyatında yaşatamamışdır der isek hiç hatâya düşmeyiz; dört asır, zengin bir kütübhâne kurmak için kâfi zamandır.

Çağdaş türk şiirinde Boğaziçi — (B.; Boğaziçi Şiirleri).

Yahya Kemal Bayatlıda Koğaziçi — Çağdaş türk şiirinin büyük şâiri îstanbulun ve îstanbulun âguuşunda Boğaziçinin âşıkı idi (B,: Beyath, Yahya Kemal); muhakkak ki Boğaziçi üzerine en güzel mısraları yazmış kalemdir.

MİHRÂBÂD (Kanlıca sırtı)

Mev'idi mehtaba saz açmış güroüşden şebrâh Şeb nedir Körfez'de Mihrâbâddan görmüş o ınâh Mevkibi zevrakle gelmiş faslı Şultânıyegâh Şeb nedir Körfez'de Mihrâbâddan görmüş o-mâh

Kâinatı gaybi tel tel yoklıyan mızrâbdan Vehleten dervâzei mazi açılmış âbdan Sebkeden mehtâblar bir bir uyanmış hâbdan Şeb nedir Körfez'de Mihrâbâddan görmüş o mâh



i

Yüklə 5,55 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   76




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin