İkinci Cihan Harbi'nde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra, orada kalmak istiyordum. Kardeşimiz Tahsin, (Tillolu Tahsin Aydın) bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti:
"Feyzi kardeşim! İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardeşi Feyziyi aldatıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil..."(196)
Bu notu Üstad kırmızı kalemle yeni bir ucla yazmıştı, kendi hattıydı.
188
Üstad'la beraber bulunduğumuz yılların hatıraları hülaseten, şöyledir: "Eskiden ismim Mehmed Fevzi idi. Üstad, "Muhammed Feyzî olsun" dedi.. Ve öyle oldu.
(196)Üstad'ın bu notu üzerine Fevzi Efendi İstanbul'da kalmamış, orada Üstad'ın bazı eski eserlerini de bularak alıp Kastamonu'ya dönmüştü. A.B.
189
1152
At üstünde bile vaktini boşa geçirmez, risale tashih ederdi.
Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim. Yahut da Üstad'ın ağzından kaydeder yazardım. Atla dağa giderken, yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı. Hayvanın üzerinde eserlerini tashih edeceği zaman, dizginini tutmadığımız halde, at kendiliğinden dururdu.
Bir gün kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki casus geldi. İki üç metre kadar yaklaştılar. Ben korktum ve telâşlandım. Namazdan sonra Üstad bana : "Senin telâşın benim namazımı da teşviş etti" dedi.
ÜSTAD'IN ARABİ TÜRKİ UMUM ESERLERİNİ KENDİSİNE OKUDUM
Üstad'ın kendi eserleri olan Risale-i Nurun Arabî, Türkî eserlerinin tamamını kendisine okudum. O da dinledi. İşte ben bununla iftihar ederim.
VALİ AVNİ DOĞAN ÜSTAD'A EN ZİYADE EZİYET EDENDİ
Üstad'a en çok sıkıntı veren ve eziyet eden Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstadı ta o zamanlardan beri tanıyordu. Belediye reisinin evinde Üstad'la görüşmek istedi. Fakat Üstad görüşmeyi kabul etmedi...(197)"
Feyzi Efendi'nin hatıralarının diğer bölümleri hadiselerin geliş seyrine ve tarihine göre kaydedilecektir.
ÜÇÜNCÛSÜ : İnebolu'lu Ahmed Nazif Çelebî'nin oğlu Selâhaddin Çelebî'dir. Hazret-i Üstad'la ilk tanışmasını ve İnebolu'ya Risaleleri götürmesini şöyle anlatırdı:
"1936 senesinde Kastamonu'da bulunan yüz otuz birinci alaydan terhis olduğum zaman, Bediüzzaman isminde âlim bir zatın sürgün olarak Kastamonu'ya geldiğini işitmiştim. Kendisinin bir karakol karşısında nezaret altında yaşadığını ve yüzünden zarar görmemesi için kimseyle görüşmediğini söylediler. Terhis olup İnebolu'ya geldiğimde, babam Ahmed Nazif Çelebi'ye bunları anlattım. Babam: "Ben bu zatı tanırım. Meşrutiyet'ten sonra yanında bir hey'etle İnebolu'ya gelmiş idi. Bizim buranın meşhur âlimi Hacı Ziya Efendi ile birlikte şehirdeki camileri gezmişti. Şadırvanda abdest alırken, yüzlerce insan toplanmış, hürmet ve saygı ile kendilerini seyrediyordu. Ziya Efendi halka: “Ayıptır çekilin"
190
deyince, hey'etten bir zat :" Bırakın baksınlar. Bu zat, bakılacak bir zattır." dedi. Sonra Yahya Paşa camiinde namaz kıldılar. Vapura uğurlarken, caddenin iki tarafına dizilen halkı, elini
(197)Son Şahitler-2 S: 160
191
1153 kalbinin üzerine getirerek selâmlamıştı. İstanbul gazetelerinde de yazılarını okumuştum. Yarın Kastamonu'ya gidip ziyaret edeceğim" dedi.(198)"
Babam Kastamonu'ya gitti ve geldi.(199) Beraberinde "Dördüncü Şua" olan ayet-i hasbiye risalesini getirdi. Bu risaleyi yazdı. Bana verdi. Üstad'ı nerede ve nasıl görebileceğimi ta'rif ederek beni Kastamonu'ya yolladı. Kastamonu'ya geldiğimde, Nasrullah camiinin avlusunda çayhane işleten şarklı "Şikâkân âşiretinin bir kolu olan "Küresin" aşiretinin beyi olan Emin Bey'i (Emin Çayır) ve Hacı Tahir'in oğlu Ahmed Kuzu'yu aradım. Onlar vasıtasıyla Üstad'ı ziyaret edecektim. Ahmed Kuzu'nun oğlu Selâhaddin ile birlikte Üstad'ın evine gittik. Evde yoktu. Karadağ'a çıkmıştı. Haydi seni oraya götüreyim dedi. Selâhaddin küçük olduğundan, sen zahmet etme, tarif et, ben bulurum dedim.
Kastamonu yakınlarında bir saatlik mesafede yürüyerek dağa çıktım. Karadağ'da ufak bir tepenin zirvesinde, bir ağacın altında beyazlar giyinmiş bir zat namaz kılıyordu. İçimden "herhalde bu odur" dedim. Namazdan selâm verdikten sonra, başıyla oturmamı işaret etti. Diz çöküp duasına amin dedim. Âlem-i İslâmın selamet ve huzuru için dua ve niyaz ediyordu. Duadan sonra, getirdiğim kitabı kendisine verdim. "Sen hoş geldin kardeşim" dedi. "Bu risalenin tashihini yapayım" dedi. Tashih yarım saat kadar sürdü. Tashihatı çok dikkat ve i'tina içinde yapıyordu. Bana dönerek: "Sen de yazı biliyor musun?" dedi. Evet dedim. Bana bir cümle yazdırdı. "Maşaallah güzel yazıyormuşsun. Bir risale de sana versem yazar mısın?" dedi. Memnuniyetle, deyince; bana birden dokuza kadar küçük sözleri verdi. Babama da ayrıca Onbir ve On ikinci Sözleri gönderdi. "Eğer arzu ederse, yazsın ve bana tashiha göndersin. Eserler aynen yazılmalıdır." dedi. Müsaade istiyerek huzurundan ayrıldım.
İşte Nur Risalelerinin İnebolu'ya girişi böyle oldu. Bu tarihten sonra, İnebolu'da yüzlerce parmak nurları yazmaya başladı. Nazifler, İbrahimler, İzzetler, Ziyalar, Osmanlar, Salihler ve Ömerlerin kalemleri beş sene bir matbaa te'sisleri gibi işledi. Kastarrıonu-İnebolu arasında "Nur postacıları"da teşekkül etmişti. Böylece Nurlar bir nevi İnebolu limanından Anadolu'ya sevk ediliyordu. Bu Nur postacılığını Recep Dilek, Ahmed Köroğlu ve Değirmencioğlu yapıyorlardı...(200)"
(198)Ahmed Nazif Çelebi merhumun gençliğinde Hazret-i Üstad'ın 1910 yılında İnebolu'ya uğrayarak Batum yoluyla Van'a gittiğini beyan eden yazısının mühim bir kısmını bu kitabın baş taraflannda kaydetmişizdir. Ayrıca Osmanlıca Kastamonu Lahikası S: 33'de yazının tamamı kayıdlıdır. A.B.
192
(199)Merhum Ahmed Nazif Çelebi, oğlu Selahaddin'in anlattıgı şekilde 1936 değil,1938'de Üstad'ı ilk ziyareti vaki’ olduğu onun yukarıda mezkür yazısından anlaşılmaktadır. A.B.
(200) Son Şahitler-2 S:130
193
1154
Merhum Selâhaddin Çelebi'nin hatıralarının diğer kısımlarını tarihi sırasında yazacağımızdan bura ile ilgili olanı bu kadardır.
DÖRDÜNCÜSÜ: Kastamonu'nun o zaman belediyesinde uzun zaman hizmet yapmış Mehmed Münib Yalaz'dır.1937'de Üstad'la tanışan bu zat, hatıralarını şöyle anlattı:
1937 senesinde Bediüzzaman Efendiye Kış mevsiminde odun ve tahta parçaları gibi yakacak şeyler gönderiyordum. O senelerde Belediye Reisi olan Adil Yücebıyık, Bediüzzaman'a yardım için encümene teklif etti. Ben de encümenin tabiî azası idim. Encümen ayda dokuz lira yardım yapılmasını karar altına aldı. Bu yardımın kendisine teblîğ vazifesini bana verdiler. Bu vazife ile araba pazarındaki evine gittim. Karyolada oturuyordu. Mehmed Feyzî Efendi de kâtipliğini yapıyordu.
Selâmlaşmayı müteakib, Bediüzzaman bana: "Hoş geldin Hemşehrim" dedi.
Ben de hoş bulduk diyerek hemen mevzuya girdim ve:
Efendi Hazretleri, size belediyeden ayda dokuz lira maaş bağlanacak. Bu durumu size bildirmem için beni me'mur ettiler.
Bu tebliğe karşı Bediüzzaman aynen şu cevabı verdi:
"Hemşehrim, ben Kastamonu'da ikamete me'murum. Kastamonu'luların misafiriyim. Belediye Reisleri, beldenin reisleridirler. Dışardan gelen misafirlere bakmak da belediyenin vazifeleri arasındadır. Fakat bu paralarda tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Ben bu parayı alamam. Fakat kaldığım ev misafirhane kabul edilirse, ben de misafir olduğuma göre; bu paranın içinden sadece üç lirasını ödediğim kira bedeli olarak kabul edebilirim(201)
Bahri Efendi'yi(202) mu'temed yapalım. O bu işi takib eder. Ev sahibine her ay üç lira kira bedelini götürüp verir."dedi.
BANA İKİ TANE ESERİNİ VERDİ
Bana okumam için Eskişehir müdafaalarıyla, kardeşi oğlunun hazırladığı kendi tarihçesini vermişti. Vali muavini Bediüzzaman'ı çok merak edi
194
(201)Üstad Hazretleri Kastamonu'da kendisine belediyece verilen bu para gibi bir de, iskân me'murlugu tarafından her gün bir ta'yin ekmek veriliyordu. Üstad bu hadise hakkında şöyle der: "... Üç senedir, bana hapiste verdikleri gibi, arzuma muhalif olarak her gün bir ta'yin veriliyordu. Ehemmiyetli bir iki sebebe binaen kabul etmeye mecburdum. Fakat onu yemezdim. Tebdil ederek; şeker, çay, ekmek tedarik ederdim. Bir gün lskân me'muru geldi, Ta'yin verdi ve dedi: "Bundan sonra daha sana ta"yin vermeyeceğim. Ben memnun oldum...” (Osmanlıca Kastamonu-1 S: 10)
(202)Bahri Efendi, Çaycı Emin Ağabeyin küçük kardeşidir. A.B.
195
1155
yordu. Bu eserleri benden istemişti, verdim. Onda kaldı. Abidin Bey'in sonra Vali olarak başka yere tayini çıktı, Kastamonu'dan ayrılıp gitti.
ONA İLİŞENLER HEP CEZASINI GÖRDÜ
Bir polis vardı. Hafızdı. Bediüzzaman'ı takib eder, ta'ciz ederdi. Sonunda hastalanarak ölüp gitti. Elyakut köyünden olan bu hafız, Bediüzzaman'a yaptıklaınnın tokadını yedi. Ona ilişenler hep musibetlere uğradılar. Bediüzzaman'ın en büyük meziyeti, afvetmek ve bağışlamaktı.
Onunla uğraşanlardan birisi de, Polis Safvet'ti. Bir gün Vali Mithat Altıok, bunu kumar oynarken bastırdı. Safvet de rezil-kepaze oldu Buna mukabil Bahri Çavuş isimli bir zat, Bediüzzaman'a hizmet eder, iyilik ederdi. Bu adam daha sonraki senelerde çok iyi günler gördü... Onun dostları hep mes`ud oldular, iyi günler gördüler.
HİLMİ ERKAL MESELESİ
Kastamonu yakınlarındaki Tepelice köyünden, Küçük Şeyhlerin Hilmî Bey (Hilmi Erkal) Hacı İbrahim dağında bekçi idi. Bediüzzaman'ın dağa çıktığı bir gün, "Hilmi, Hilmi!" diye kendisini yanına çağırmak istiyor. Fakat Hilmî nedense bu sesi duymuyor. Üstad'ın canı sıkılıyor. Az sonra ormanda çok şiddetli bir fırtına başlıyor. Fırtınanın şiddetinden Hilmi Bey, telâş ve heyecanla Bediüzzaman'a sığınıyor. Bediüzzaman ise: "O kadar çağırdım niçin duymadın?" diye Hilmi Bey'e serzenişlerde bulunuyor.
BİR KADIN VE AT MESELESİ
Bir kadın, küçük bir çocukla Bediüzzaman'a bazen bir at gönderiyor, o da onunla dağlarda gezmeye çıkıyordu. Nedense bu kadın, bir gün içinden atı göndermek istemeden atı gönderdiği zaman, Bediüzzaman atı kabul etmiyor ve bir daha da o ata binmiyor.
BELEDİYE REİSİNİN ÜSTAD'I ZİYARETİ
Belediye reisimiz Adil Bey'in babası vefat etmişti. Rüyasında babasını görmüş, Bediüzzaman'a yardım etmesini istemiş. Bana söyledi. Sonra beraberce Üstad'a gittik. Belediye Reisi Adil Bey diye takdim ettim.
Bediüzzaman: "Rü'yamda Kuddusi Bey'i (Kuddusi Akay, Adil Bey'in hem eniştesi, hem de onunla dayı çocuklarıdır). Zâbit elbisesiyle gördüm" dedi.
196
1156
Adil Bey, Yirmibeş lirayı hediye olarak Bediüzzaman'a vermek istedi. Bediüzzaman teşekkür ederek, kabul etmedi. Adil Bey çok ısrar etti. Fakat Bediüzzaman katiyyen kabul etmedi. Adil Bey'in yine çok fazla ısrarları üzerine Bediüzzaman yirmibeş liranın sadece bir lirasını aldı.. Ve kendisinin bezden, ağzı büzmeli bir kesesini açarak bir lira çıkardı ve Adil Bey'e hatıra olarak verdi.
BABASI ÜSTAD'IN DOSTU BİR VALİ MUAVİNİ
Kastamonu Vali muavinlerinden Feridûn Çayır'ın babası büyük bir âlimmiş, bu zatla Bediüzzaman eskiden tanışırlarmış, dost ve ahbaplarmış. Feridun Bey'i, arzusu üzerine Bediüzzaman'a götürmüştüm.
Bediüzzaman ona: "Evinize geldiğim zaman, bana kapıyı açan siz değil miydiniz?" dedi.
Aradan seneler geçmiş, belki kırk elli sene geçmiş. Feridun bey büyümüş. İzmir'de çeşitli yerlerde me'murluk yapmış, Vali muavinlğini yapmış, bu yaşa gelmiş... Buna rağmen daha ilk görüşmede tanışmazdan evvel, Bediüzzaman hemen onu hatırladı... (203)"
BEŞİNCİSİ:1940'lardan beri Risale-i Nura ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerine olan talebeliğinde hiç bir engel tanımadan sadakat ve vefadarlıkta daima ileri giden Araçlı Abdullah, (Abdullah Yeğin Ağabey) diye Risale-i Nur camiasında hürmet ve ta'zimle karşılanan insan... Bu zat,1940-1941 yıllarında Üstadıyla Kastamonu'da ilk görüşmesini şöyle anlatır:
"Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıfındaydım. Üstad'ın kiraladığı evin sahibinin ve bize gelen bazı zatların sitayişle "Bediüzzaman" diye bir zattan bahsetmeleri üzerine, bende onu görmek ve ziyaret etmek arzusu uyandı. Onun hakkında duyduklarım: Büyük biz zat olduğu, hediye kabul etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklindeydi.
Bir gün okulda, teneffüs arasında sıra arkadaşım Rıf’at'a bu mevzuyu açtım. Burada çok kıymetli bir hoca varmış, deyince, arkadaşımız: "Ben onu tanırım, evi bizim evin karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazen ona gidiyorum" dedi.
Münasib bir vakitte birlikte gittik. Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıktık. Sağdaki kapıdan odasına girdik. Evvela Rif'at, sonra ben elini öpüp
197
oturduk. Karyola gibi yüksek bir divan üstüne otuımuş, dizlerine yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulakları
(203) Son Şahitler-2 S:187-189
198
1157 nın hizasına gelmişti.İnce gözlüğünün üzerinden bize bakarak: "Safa geldiniz" dedi. Arkadaşımdan beni sordu. O da "Benim mekteb arkadaşımdır" diye beni tanıttı. İsmimi sordu. çok iltifat etti. Bize İslamiyet'ten, imanın güzelliğinden, ölümden, ahiretten bahsetti. Biraz oturduk ve sonra ayrıldık.
ACABA ARAPÇA BİLİYOR MU?
Yine bir gün ziyaretimde, Üstad'ı çok engin ve mütevazi gördüm. Onun bu tevazuundan bana, sanki bir şey bilmiyor gibi gelmişti. Çünki hep seviyemize inerek bizim bildiğimiz şeylerden anlatıyordu. Hatta bir gün Mehmed Feyzi Efendi'ye: Acaba Hoca Efendi Arapça biliyor mu?" diye sormuştum. Tabii Feyzi Efendi benim bu sualime gülmüştü.
Üstad'ın tevazuu, mahviyeti, alçak gönüllü oluşu, sevgi ve alâkası bizi kendisine bağlamıştı. Zaman zaman diğer bazı arkadaşları da alıp ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize gayet güzel cevapler verirdi. Mektepte bir kısım muallimlerden edindiğim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak Üstad'ın yanına gidince zâil olurdu. Ümit ve şevkle ayrılırdık yanından...
MUALLİMLERİMİZ ALLAH'TAN BAHSETMİYORLAR
Yine bir ziyaretimde, O'na şöyle bir sual sormuş ve talepte bulunmuştum: ' `Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar. Bize halıkımızı tanıttır."
Üstad bu mevzu'da uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabı ne zaman kaleme alınıp yazıldığını iyice hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde Ayet-ül Kübra'dan, Küçük Sözlerden Mehmed Feyzi Pamukçu okur, biz de defterlerimize yeni yazı ile (204) yazardık. Ekseriyetle kâtipliğini Mehmed Feyzi Efendi yapardı.
Kastamonu civarında "Karadağ ve Hacı İbrahim Dağı" denilen yerlere bazen pazar ve tatil günlerinde müteaddit defalar Üstad'la birlikte giderdik. Üç dört kişi kırda Ayet-el Kübra'dan ve Sözler'den okurduk. Bazen Üstad iki risa
(204) Abdullah Ağabey başta olmak üzere, Kastamonu'da masum gençlerin Risale-i Nura ve Üstad'a karşı samimî teveccüh ve incizabları neticesinde, ilk başta "Tenbih-ül Gaflin" olarak bir araya cem' edilen Gençlik Rehberi esasının parçaları yazılmasına sebebiyet verdikleri gibi;
199
yeni yazıyla Risalelerin yazılmssına ve Üstad'ın buna izin vemesine de sebep olmuşlardı. A.B.
200
1158 leyi karşılaştırır, tashih ederdi. İmanî, İslâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu.
ÜSTAD YAZDIKLARINI YAŞIYORDU
Ben ilk olarak Üstad'ımın yanına şunun için gitmiştim:"Kimseden hediye almazmış...”
Yaşayışını gördüm, Hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Diğeri ise, tam takır boşdu. Halkın eşrafı ve zengin kimseler ona birşeyler getirseler, çok latifane ve kırmıyacak bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bır karşılık vermeden birşey almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur'du. O derslerin lisan-ı halle bir tekrarı gibiydi. Ben bazen dikkatsizlik ederek ve bazen de sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum veya biliyorum" zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de hiç unutmuyorum.
Kostamonu'da iken, işim olmadığı vakitlerde ziyaretine giderdim. Ve bazen de odun kırmak, suyunu getirmek gıbi hizmetlerinı yapmak ısterdim. Bunu ben sırf şefkatle ve onun kimsesizlik haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.
Üstad bilâhare Emirdağı’nda bana:"Ben şimdi eski Abdullah'ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok..”derdi. Çünki hakikaten ben Emirdağı'nda "Üsdat büyük bir zattır. Ahir zamanda gelen büyük bir ıslâhatçıdır" diyerek, ona daha başka şekil ve hürmetle hizmet etmek isterdim. Üstad bunları hisediyordu böyle derdi: "Ben kendime hürmet istemiyorum.Bana bağlanmayın Risale-iNura bağlanın.O Kur'an'ın dersidir.”
RİSALE-İ NUR KİMDİR?
Üstadımızın yanına ilk gittiğimiz günlerde, hep Risale-i Nur, Risale-i Nur diye medhederdi. Ben ise,-Çocukluktan olacak- " Bu hocanın bahsettiği "Risale-i Nur kimdir?" diye düşünüyordum. Bir gün Feyzi Efendi ye sormuştum, Risale-i Nur kimdir?" "Hatta ilk günlerde Risale kelimesini, “cisale" şeklınde anlıyarak defterime öyle yazmıştım.
Feyzi Efendi bana, aynı odada kitap mütelâasıyla meşgul olan Üstadımızı göstererek "Efendi, Efendi.." demişti. Ben de taaccüble bakmıştım ve
201
demiştim: "Peki Efendi kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?" diye taaccübümü ifade etmiştim.
Üstadımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimi arkadaşı gibi hareketleri, ister istemez insanı kendisine bağlıyordu. Fakat o, kendisine değil, Kur'an hakikatlarına, Risale-i Nura bağlanmamızı te'mine çalışıyordu.
(205)Son Şahitler-1 S: 362-398
202
1159
ÖNCELERİ KÜRTLERE KARŞI BİR NEFRET, SOĞUKLUK BENDE VARKEN...
Üstadımızın lisan-ı kalı gibi, hali de bedi' olduğundan onu gören hayretle ona bakardı. Çünki kıyafeti, hali, hareketi kimseye benzemiyordu. Onun için onun şemaili hiç hatırımdan çıkmaz. İlk gördüğüm zaman, Orta okulda talebe olduğum halde, kıyafeti bende öyle te'sir bırakmaştı ki; ecnebi kılığını bir şiar-ı medeniyet telâkki eden Avrupa mukallidlerine kaşı içimden bir nefret hasıl olmuştu.
Hatta önceleri Kürtlere karşı bende nefret hissi, bir soğukluk vardı. Bizde Kürtlere hakaret ederler, hakir görürler. Elekçilere, çingenelere de Kürt derlerdi. Üstad'ı gördükten ve onun samimi, şefkatli, ali-cenab, imanlı, Merhametli tavır ve sözlerini dinledikten sonra; fakirlere, Kürt denilen kimselere; İman, cihad ve din kardeşlerimize bir muhabbet ve bir hürmet hasıl oldu. Eskiden konuşmak istemediğim, o kılık kıyafeti bize benzemiyen kimselere karşı bir sevgi hasıl olmuştu.
Zulmün şiddetli devrinde, polisten, jandarmadan çok çekinildiği zamanlarda, aynı eski kılık kıyafetiyle ve sert ve dik adımlarla polis nezaretinden vali konağına doğru gidişini(Üstad'ın) ve etraftan halkın ona hayretle bakışını, ürpererek seyredişimi hiç unutmam.
O zaman ben ve birkaç arkadaşım Kastamonu Lisesi bahçesinde idik. İmanı, inancı yüzünden ve her halinden okunan bu vatanın kahraman evlâdı; halıyla ,tavrıyla müstevlilerin medeniyet nemına telkin ettikleri sehtekar zihniyete azimla karşı duruyordu. Bu hali ben o zaman düşünemiyordum. Fakat içimde dinsizlere, din aleyhindekilerine karşı bir nefret hasıl olmuştu. Üstad'ımın lisan-ı hali bana bu dersi verdiği gibi; onun daima Allah'a iman, ahirete iman, Kur'an'ın kudsiyeti, dinsizleri sevmemek, onlara taraftar olmamak halini telkin etmesi, zihinlere nakşediyordu...(205)"
ABDULLAH AĞABEYİN BAŞKA BİR HATIRASINDAN
"1943 senesi baharında, okulların ta'tiline yakın, ziyaretine gitmiştik. Bize uzun ahlâkî ve imanî dersler verdikten sonra, söylediği şu sözlerini hiç unutmuyorum:
"Kardeşlerim,çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere gideceğim. Belki bir daha görüşemeyiz. Bir zaman gelecek her
203
tarafta Risale-i Nurun talebeleri bulunacak... birbirinizden ve Risale-i Nurdan ayrılmayınız."
(205)Son Şahitler-1 S: 362-398
204
1160
Üstad'ın bu şekildeki konuşması bana çok te'sir etmiş, çok üzülmüştüm.
Çok üzüldüğimü görünce : "merak etmeyiniz! İnşallah yine görüşürüz" dedi.
Üç ay sonra ta'til bitmiş, Araç'dan tekrar Kastamonu'ya, okula dönmüştük. Ziyaretine gitmek istedim. O zaman talebelerinden Çaycı Emin bey'e tenbihatta bulunmuş" beni ta'kip ediyorlar, kimse gelmesin" biz de bu sebebten yanına gidemedik.
Bir gün Kastamonu lisesi bahçesinde teneffüste iken, caddeden bir faytonla onu götürüyorlardı. Yanında hasırdan bir zenbil, bir ibrik ve çaydanlık gibi basit bir kaç eşyası vardı. Sonra fayton durdu ve indiler. Yanında bir jandarma çavuşu ve bir kaç polis vardı.
Bu hadiseden kaç gün geçti bilemiyorum... Bir gece saat oniki sıralarında evlerimiz sarsılıyordu. Zelzele başlamıştı. Bu şekilde sarsıntı on-beş gün kadar devam etti. Halk "Hoca Efendi iyi bir insandı... Ona iliştikleri, zulm ettikleri ve ona iftira ettikleri için bu zelzele oluyor" diyorlardı...(206)”
Abdullah Yeğin Ağebeyin uzunca olan hatırat ve maceralarını kendisinden defalarca dinlediğimiz gibi, onun hususî hatırat defterinden de okumuşumdur. Ayrıca kendisi yazarak N. Şahiner'e gönderdiği kısımları Son Şahitler-1 ve Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi kitaplarında da neşredildi. Burada sadece Kastamonu hayatına dair kısmı seçildi. Geri kalan bölümler, Emirdağ, İstanbul ve Urfa hayatına aittirler. Onlar da tarihleri sırasında yazılacaktır, inşaallah.
Kastamonu'da Abdullah Yeğin Ağabey başta olmak üzere, lise gençlerinin sual ve istifsarlarına cevab olarak Üstad'ın verdiği dersler ve bilâhare kaleme alınıp "Gençlik Rehberi" eserinin esasını teşkil eden o parçalar, ilerde "Üstad ile gençler" bölümünde kısmen kaydedilmeye çalışılacaktır.
ALTINCISI : 1927 yılı içerisinde vuku' bulan Motki-Sason bölgesindeki şapka ve harf inkılabına karşı ayaklanmada, hükûmet tarafından başlatınlan tep
(206) Bilinmiyen Taraflarıyla Said-i Nursi, 6. Baskı S: 317;
205
1161 leme ve imha harekatı neticesinde, 1929'da Garbi Anadoluya nefy edilep, 1928 affı dışında bırakılan ve sonra 1928'deki Dersim isyanı sebebiyle 1929'da Kastamonuya sürgün ve mûhacir gönderilen Bişar ağanın (Bişarey çeto) -Kardeşi Nadir Baysal ve Ahmet Ataklının Üstad Bediüzzamanla ilgili müşterek hatıraları şöyledir:
“1939'da Kastamonuya nefyedildik. Memleketteki mal ve mülkümüz yakılıp yıkıldığı için, perişan ve çok düşkün bir halde idik. Kastamonuda hiç kimseyi tanımıyoruz. Sonra duyduk ki burada Molla Said-i Meşhur vardır. Bişâr ağa ile ikimiz (yani Ahmet ataklı) perişan bir vaziyette Seydanın yanına gittik. Bizi o halde görünce çok üzüldü. Hükûmetin (daha evvel) ona tahsis ettiği şehir kenarındaki evini bize verdi.. ve bize: “üzülmeyin evlatlarım, bütün yakılıp yıkılan mal ve mülkünüz sizin için sadaka hükmüne geçti.”
Ben (Ahmet Ataklı) hammallık yapıyordum. Bende (Nadir Baysal) küçük olduğumdan, çaycı Emin ağabeyin yanında çıraklık yapıyordum.
Kastamonuya gelen sürgünler arasında Kurtalanlı zengin aileye mensub Yusuf Efendi (*) de vardı. Birgün bu zat geldi, benden biraz para istedi. Onun parama bir ihtiyacı olmadığını biliyordum. Bunun ne olacağını sordum, dedi ki:
“Ben Bediüzzaman Hazretlerine iki karpuz alıp hediye götürmek istiyorum. Adana karpuzları yeni çıkmıştı. Bizde adettir, büyük zatlara mevsimin ilk sebze ve meyvelerinden götürürüz. Parama haram karışmış olabilir. Sen hammallık yapıp helal para kazandığın için üstad Hazretleri belki seninkini kabul eder.
Yusuf Efendi benim cüzdandan biraz para aldı gitti. iki karpuzla geldi, doğruca Bediüzzaman'a gittik. Yusuf Efendinin elindeki karpuzları gören Üstad, hiddetle dediki: “nedir onlar?”
O da: “Afedersiniz, bizim tarafta adettir, Alimlere ,Şeyhlere, mevsimin ilk meyvelerinden götürürüz, eğer kabul buyurursanız size getirdim” dedi.
Üstad: “Yusfu Efendi, benim kimseden hediye kabul etmediğimi biliyorsun, adetimi niye bozmak istiyorsun.” dedi.
Hazret-i üstadın şu sözleri karşısında üzgün vaziyette beklerken, Üstad bir elini kaşlarının üstüne koydu ve biraz düşündü.. ve sonra: “Ben sizi
206
karpuzlarla geri gönderecektim. Fakat Muhacir Fakir ahmedin kalbini kırmamak için kabul edeceğim” dedi.
Dostları ilə paylaş: |