KUDSİZADE TEKKESİ
112
113
KUKLACILIK
Kubbealtı
Ara Güler
rindeki denetimini simgelemekteydi. Padişahın pencerenin arkasında olup olmadığı ise bilinmez, orada bulunduğu takdirde perdeyi kapamak ya da kafesi tıklatmak suretiyle toplantıyı bitirirdi. Yabancı elçiler burada ağırlanır, kendilerine ikramda bulunulurdu.
Bu mekânda kubbe göbeği, eteği ve kemer içleri rumî ve palmetlerin, salbek-li şemselerin oluşturduğu kalem işi bitkisel süslemeyle bezelidir. Kubbe eteğim yaldızlanmış mukarnas dizisi dolaşmaktadır. Bugün yerinde olmamakla beraber tavana zincirle bir kürenin asılı olduğu, vezirazamın toplantılar sırasında kürenin ucuna asılı bir ipi tuttuğu bilinmektedir. Kubbealtı'nda, Adalet Kasrı'na bağlı duvar, pandantiflerin başlangıç noktasına kadar, hatayiler, cin bulutlan ve hançer yaprakların doldurduğu çinilerle kaplıdır. 1665'teki harem yangınından oldukça etkilenen yapının IV. Mehmed (Avcı) döneminde (1648-1687) onarım gördüğü bilinmektedir. Bu birimden, dışarıya açılan bir kapıyla Divan-ı Hümayun kalemine geçilmektedir. Tamamen rokoko üslubundaki süslemelerle bezeli mekânı, altı adet oval biçimli pencereyle donatılmış bir kubbe örter. Kubbenin içi, canlı renklerle işlenmiş, vazodan çıkan natüralist üslupta çiçekler, dalında gonca güller, soyut bitkisel çerçevelerle bezenmiştir. Kasnak bölümüne ise altın yaldızlı akantus yapraklan ve bitkisel motifler aplike edilmiştir. Kemer içleri de aynı tarzdaki hareketli süslemelerle bezelidir. Kapı eksenindeki duvar ve sağdaki mekâna bağlı duvarlarda, harem dairesinin çeşitli mekânlannda görülen, 18. yy'ın ikinci yarısına ya da 19. yy'a ait yağlıboya manzara betimlemeleri bulunmaktadır. Kapı eksenindeki duvarda, manzara betimlemesinin iki yanına, akantus tepelikli çer-
çeveler içinde padişah tuğraları yerleştirilmiştir. Duvarlar yalancı mermer boyama-lı ahşap levhalarla kaplıdır. Her iki mekân da alçak sedirlerle kuşatılmıştır. Vezirazam dairesi ise, bir kapıyla bitişik mekâna, iki pencere ve bir kapı ile de revağa açılır. 1994' te devam eden restorasyon çalışmaları sırasında kalem mekânının yoğun rokoko süslemeli kubbesinin küçük bir bölümü raspa edilerek altından klasik döneme ait kalem işi bezeme çıkarılmıştır. Bibi. Eldem-Akozan, Topkapt Sarayı, 38, 44. TARKAN OKÇUOĞLU
KUDSİZADE TEKKESİ
bak. ALTUNCUZADE TEKKESİ
KUDUZ HASTANESİ
Bütün insanlığı tehdit eden kuduz, Osmanlı İmparatorluğu'nda da önemli bir sorundu. Bu nedenle Louis Pasteur'ün 26 Ekim 1885'te bilim dünyasına tanıttığı kuduz a-şısı keşfi, imparatorluğun başkenti İstanbul' da büyük bir ilgi gördü. Salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı çok hassas olan II. Ab-dülhamid derhal bu yeni buluşu öğrenmek üzere Paris'e bir heyet gönderdi. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane seririyat-ı dahiliye (iç hastalıkları kliniği) muallimi (profesörü) Zo-eros Paşa başkanlığında ilm-i hayvanat (zooloji) muallimi Hüseyin Remzi Bey ve veteriner Hüsnü Bey'in yer aldığı heyet 8 Haziran 1886'da Paris'e vardı. Padişah tarafından gönderilen birinci dereceden Me-cidî Nişanı Pasteur'e, 10.000 frank da kurulmakta olan Pasteur Enstitüsü yetkililerine teslim edildi. O zamana kadar yapılan en büyük yardım olan bu bağış nedeniyle heyet kuduz aşısını öğrenmek üzere Paris'e gelen diğer ülkelerin heyetlerine o-ranla özel bir ilgi gördü. Altı ay kadar Pa-
ris'te kalan hekimler, özel dersler alıp la-boratuvarlarda çalışarak kuduz aşısının hazırlanmasını, uygulamasını ve yeni bakteriyoloji bilgilerini öğrendiler. Aralık 1886' da İstanbul'a iki enfeksiyonlu tavşan ve bunlarla çalışabilmek için gerekli araç gereçle döndüler, verdikleri rapor üzerine 1887'de Dersaadet Dâülkelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi açıldı. Pasteur Ensti-tüsü'nden sonra dünyanın üçüncü ve Do-ğu'nun ilk kuduz müessesesi olan bu kuruluşun idaresi ile Zoeros Paşa görevlendirildi. Pasteur metoduyla hazırlanan ilk kuduz aşısı da 3 Haziran 1887'de uygulandı. Adından anlaşılacağı gibi bu kuruluşun ilgi alam içine bakteriyolojik incelemeler de girmekteydi. Bu nedenle, İstanbul'da görülen enfluenza ile İzmit yöresinde ortaya çıkan sığır vebası hastalıkları araştırıldı, ayrıca Bentler ve Terkos sulan, îstinye'de üretilen sanayi buzlarıyla çevredeki dağlardan getirtilen kar ve buzların bakteriyolojik incelemeleri yapıldı. Bu araştırmaların bazıları Avrupa'da yayımlanmakta olan bilimsel dergilerde yer almıştır. 1894' te Bakteriyolojihane-i Şâhâne'nin(~») açılması üzerine çalışmaları sadece kuduz ü-zerinde yoğunlaştı ve adı da Dâülkelp Ameliyathanesi oldu. Mart 1899'a kadar Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve imparatorluğun çeşitli yörelerinden başvuran 2.521 kişi tedavi edildi. Bunların 35'i öldü, diğerleri kurtarıldı. Ölenlerin 15 kadarı da çok geç başvuran kişilerdi.
1899 ortalarında Zoeros Paşa müdürlükten alındı, yerine Haziran 1899'da Paris'ten davet edilen Dr. Auguste C. Marie getirildi. Dr. Marie kendi yöntemiyle hazırladığı kuduz serumunu ağır kurt ısırıklarında uyguladı. Fakat aşılanan kişilerde ölüm oranının yüksek olması üzerine Temmuz 1900'de Paris'e izinli olarak gittiğinde kurumla ilişkisi kesildi. 1900'de Dr. Roux'nun teklifi ile bu göreve Dr. P. Remlinger getirildi. Remlinger 1910'da İstanbul'dan ayrıldı, onun yerine 1911'de Dr. Paul Simond ve 1914'ten itibaren de Dr. Haim Naum müdürlük yaptılar. 1922' de Dâülkelp Ameliyathanesi, Bakteriyolojihane-i Şahane, Telkihhane-i Şahane, Kimyahane ve Sıhhi Müze, Hıfzıssıhha Müessesesi adı altında birleştirildi, başına da Müderris Dr. Refik (Güran) getirildi. Haim Naum'un 1931'de vefatı üzerine müdürlüğe Eşref Tunca atanmıştır.
İstanbul'da kuduz hayvanlarla mücadele 1910'da Şehremini Tevfik Bey'in sokaklardaki başıboş köpekleri toplattırmasıyla başlamıştır. Kısa sürede toplanan 80.000 köpek Sivriada'ya gönderilmiş, verilen fetva gereği bunlar öldürülmeyerek aç susuz bırakılmış ve birbirlerini yiyerek telef olmuşlardır. Bu olay iç ve dış basında büyük ilgi görmüş ve tartışmalara neden olmuştur. Daha sonra Şehremini Cemil Paşa da (Topuzlu) 30.000'e yakın köpeği yavaş yavaş imha ettirmiştir.
1933'te desantralizasyon usulü kabul e-dilerek uygulamaya konulmuş ve Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi merkez olmak üzere kuduz istasyonları kurulmaya başlamıştır. Vilayet merkezlerindeki devlet
ve memleket hastaneleri ile sağlık ocaklarında kurulan bu istasyonlar daha sonra büyük kaza merkezlerinde de açılmıştır. 1968' de yurdun çeşidi yörelerinde 430 kuduz istasyonu bulunuyordu. Bu istasyonlar faaliyete geçmeden önce kuduz tedavisi sadece İstanbul Kuduz Müessesesi'nin 100 yataklı hastanesinde yapılmaktaydı. İstasyonlar açıldıktan sonra yatak sayısı 50'ye inmiş, fakat ağır ısırık vakaları İstanbul'da tedavi edilmeye başlanınca yükü yine artmıştır.
Kuduz Müessesesi ilk olarak Demirka-pı'daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne'nin bulunduğu yerde Askeri Kimyahane karşısındaki bir pavyonda faaliyete geçmiştir. 1903 sonlarında Selimiye'de bir binaya taşınmış, 1908'de Sultanahmet'te Dizdariye'deki Mülkiye Baytar Mektebi'nin yanına getirilmiş 1920'de tekrar Demirkapı'ya taşınmış ve Cumhuriyet'in ilanına kadar burada kalmıştır. 1923'ten sonra Beyoğlu'nda Sırasel-viler'de Olivo Apartmanı'na nakledilmiş, 1926'da Çapa'da tütün deposu olarak kullanılan Gureba Hastanesi'nin pavyonlarından birine yerleştirilmiştir. Çapa'da bilimsel faaliyetlere ağırlık verilmiş ve bir histo-patoloji laboratuvarı kurularak şef o-larak Prof. Dr. İhsan Şükrü Aksel görevlendirilmiştir.
Kuduz Hastanesi Ekim 1937'de Kızılay tarafından satın alınan Kuledibi'ndeki İngiliz Deniz Hastanesi binasına nakledilmiştir. 1948 yaz aylarında Sıraselviler'deki Beyoğlu Zükûr Hastanesi ile yer değiştirmiş fakat ertesi sene de Tıp Talebe Yurdu olarak kullanılmakta olan Çemberlitaş'taki eski Bakteriyolojihane binasına yerleştirilmiştir. Bu nakiller, müessesenin araç gereçlerine zarar vermiş ve çalışmalarım aksatmıştır. Bugün, Sultanahmet'teki Sağlık Müzesi binasının bir bölümünde Kuduz Tedavi Merkezi adıyla sadece aşı yapan bir kurum olarak faaliyetini sürdürmektedir. Bibi. A. Zoeros, Müessesât-ı Nâfi'a-i Hazret-i Padişahîden Daülkelb Ameliyathanesi, İst., 1317; O. Ergin, istanbul Tıp Mektepleri Enstitüleri ve Cemiyetleri, ist., 1940, s. 59-65; P. Remlinger, "İstanbul Kuduz Enstitüsü'nün Kuruluşu ve Geçirdiği Sıkıntılı Safhalar", Tıb Dünyası, C. XXI, S. 6-242 (1948), s. 6178-6185; Z. M. Tunçman, Kuduz Albümü ve Yapılan Tedaviden Alınan Neticeler, ist., 1953, s. 7; B. N. Şehsuvaroğlu; "Kuduz Müessesesi ve Bir Hatıra", Mikrobiologi Dergisi, c. 20, S. 3-4 (1967), s. 126-128; S. Nezihi, "istanbul Köpekleri", Uluslararası Mikrobiyoloji ve Kuduz Symposiumu, ist., 1968, s. 115-122; "Türkiye'de Kuduz Savaşı ve Kurulan Enstitü ve istasyonlar", ae, ist., 1968, s. 123-142; E. K. Unat, Osmanlı imparatorluğunda Bakteriyoloji ve Viroloji, ist. 1970, s. 30-37; ay, "Osmanlı imparatorluğunda Aşı ve Serum Hazırlama Müesseseleri", Türk Tıp Alemi TıpDergisi, S. 2 (1970), s. 144-156. Z. M. Tunçman, Kuduz Hastalığı Hakkında Bilgiler, ist., 1973; B. N. Şehsuvaroğlu, "A. Zoeros Paşa, Pasteur, Kuduz Aşısı ve Tıp Tarihi", İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, c. 37 (1974), s. 816-827.
NURAN YILDIRIM
KUKLACILIK
Sanatçının parmak uçlarına takıp arkasına saklandığı perdenin üst kenarı üzerinde oynattığı bebeklerle gösteri yapma sanatı.
Türk seyirlik oyunlarının en eskilerinden olan kuklanın Anadolu'ya Orta Asya' dan getirildiği sanılmaktadır. Orta Asya'da "korkolçak" (el kuklası), "çadır cemal", "çadır hayal" (ipli kukla) aynı isimlerle yaşatılmaktadır. 13. yy'da yaşamış olan Sultan Veled'in Divan-ı Türkî-i Sultan Veled (1925) adıyla yayımlanan Türkçe şiirlerin-deki bazı dizeler kuklanın Selçuklular zamanında da bilindiğini ve oynatıldığını göstermektedir.
Eski metinlerde "korkolçak", "kavur-cak", "kaburcuk", "kağurcak", "kaurcak", "kıvırcık", "kavur", "kurcak", "lubet", "piyade çadırı", "hayal", "çadır hayal", "çadır cemal" gibi adlarla anılması bazı araştırmacıları yanıltmış ve kuklanın Karagöz(->) oyunuyla karıştırılmasına yol açmıştır. Kukla terimi ilk kez 17. yy'da kullanılmaya başlanmıştır. 1582 şenliklerini anlatan Surna-me'de ve bir başka yazmada kukla konusunda ayrıntılı bilgiler yer alır.
Osmanlı şenliklerinde kukla gösterileri önemli yer tutardı. Çayırlarda, meydanlarda ve sokaklarda yapılan şenliklerde a-raba kuklası ve dev kuklalar oynatılırdı. Araba kuklaları arabanın üzerinde, araba hareket ettikçe oynayan kuklalardır. İtalyan gezgin Pietro della Valle'in anlattığına göre dev kuklalar kasnaklar üst üste konarak üzerine etek giydirilip yapılıyor ve sokaklarda gezdirilerek oynatılıyordu.
Batılılaşma hareketleriyle birlikte Batı türü kukla da Türkiye'ye girdi. Bu tür kuklanın III. Ahmed döneminde (1703-1730) Paris'e gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin yanındaki bir kişi tarafından İstanbul'a getirildiği ve ilk gösterinin Damat İbrahim Paşa'nın huzurunda düzenlendiği söylenir. Batı kuklasının Türkiye'ye girmesiyle dev kukla, araba kuklası, diz kuklası türlerinin yanısıra iskemle kuklası, el kuklası ve ipli kukla türleri gelişir. İpli kuklalar İstanbul'a gösteriler yapmak üzere gelen Thomas Holden'dan dolayı "Holden kuklaları" olarak tanınır.
İstanbul'a sık sık gelen Holden'dan birçok kuklacı etkilenmiştir. Bunlardan Emin Bey, Tepebaşı Tiyatrosu'nda; Cemil Bey, Concordia Tiyatrosu 'nda(->) kukla oyunları sergilemişlerdir. 1898'de Mehmed Bey Bakırköy'deki Goffa Tiyatrosu'nda kukla oynatmıştır. Tepebaşı'ndaki Cafe BristoP
Kukla sanatını
yaşatmaya
çalışanlardan
Osman
Çiçekoğlu bir
oyun sırasında.
TETTVArşivi
Türk kuklasının baş kişilerinden ibiş. Nevzat Açıkgöz koleksiyonu
de, Dimitraki ve Sultanahmet Belediye Bah-çesi'nde de kukla oynatılıyordu. Direklera-rası'nda kukla tiyatroları vardı. Ayrıca Fev-ziye Kıraathanesi'nde(->) de ramazan geceleri kukla oynatılırdı.
Kukla sanatçıları usta-çırak ilişkilerine göre yetişirlerdi. Evliya Çelebi'nin Seya-batname'de andığı esnaf zümreleri arasında kuklacılar, ortaoyuncular, hokkabazlar, çengiler ve karagözcülerle birlikte "Esnaf-ı hoş-sohbet-i nediman-ı mukallidan" başlığı altında toplamıştır.
Şenliklerde, özel toplantılarda ve esnaf örgütleri tarafından düzenlenen "esnaf te-ferrücü" adı verilen eğlencelerde de kukla oynatılırdı. Bunlar Haydarpaşa, Kâğıthane, Beykoz, Küçüksu, Çırpıcı gibi mesire yerlerinde düzenlenirdi.
Türk kuklasının baş kişileri kurnaz ve hazırcevap olan İbiş ile varlıklı ihtiyardır. Kukla oyunları konularını Karagöz ve or-taoyunundaki konulardan, halk arasında yaygınlık kazanmış efsanelerden ve aşk hikâyelerinden almıştır.
Kukla 19. yy'dan itibaren önemini kaybetmeye başlamıştır. Cumhuriyet döne-
KUL CAMİİ
114
115
KULELİ ASKERİ LİSESİ
KULELİ ASKERİ LİSESİ
Boğaziçi'nin Anadolu yakasında Çengelköy ile Vaniköy arasında bulunan askeri okul. Amacı, kara ve hava harp okullarındaki eğitim-öğretimi izleyebilecek nitelikte askeri öğrenci yetiştirmektir.
Okulun temeli, zamanın Mekteb-i Harbiye nazırı olan Emin Paşa'nın, Mekteb-i Harbiye öğrencilerinin bilgilerini yeterli görmemesi ve bu sebeple Mekteb-i Har-biye'ye öğrenci yetiştirecek bir okulun kurulmasını istemesi üzerine, kendisinin başkanı olduğu Meclis-i Muvakkat'ta alınan
minde bu gerileyiş devam etmiş; Hadi Poy-razoğlu, Talat Dumanlı, Osman Çiçekoğlu, Nevzat Açıkgöz, Selim Başeğmez, kukla sanatını yaşatmaya çalışmışlardır. Bu sanatçılardan Talat Dumanlı uzun yıllar Gül-hane Parkı içindeki bir çay bahçesinde çocuklara kukla gösterisi yapmış ve bu sanatın yaşatılmasında etkili olmuştur. Bugün ihsan Dizdar ve M. Tahir ikiler kukla çalışmalarını sürdürmektedirler. Son yıllarda Kültür Bakanlığı ve Milletlerarası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği (UNIMA) Türkiye Milli Merkezi kuklanın yaşatılması i-çin çaba harcamaktadır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 649-656; C. Mi-roğlu, Kukla Oyunları, Ankara, 1948; M. R. Gazimihal, "Karagöz, Kukla ve Yapma Bebekler", TPA, V, S. 119 (Haziran 1959), s. 1926; M. And, Kırk Gün Kırk Gece, îst. 1959; ay "Geçen Yüzyıllarda istanbul'da Kukla", İFA, XI, S. 222 (Ocak 1968), s. 4625-4626; And, Şenlikler, 195-196; M. And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, ist., 1985; H. Poyrazoğlu, Kukla Oyunları, Ankara, 1960; N. Araz, "Kukla Bizim Malımız", TFA, XV, S. 290 (Eylül 1973), 6741-6742. M. Ozhan, "Geleneksel Türk Tiyatrosunda Ahilik", Türk Folkloru Araştırmaları, 1988/1. MEVLÜT ÖZHAN
KULCAMÜ
bak. ATP AZARI TEKKESİ
KULEDİBl
Galata Kulesi'nin bulunduğu yer ve yakın çevresi.
Bugünkü röperlerle Karaköy Meyda-m'ndan Tünel Meydanı istikametinde (kuzeye doğru) çıkan Yüksekkaldırım Cad-desi'nin Galip Dede Caddesi adını aldığı yerde, sola (batıya) açılan iki kısa sokakla (Fırçacı Sokağı ve Şahkapısı Sokağı) kulenin bulunduğu küçük meydana çıkılır. Ya da, Şişhane'deki Türk Hava Yolları terminalinin yanından giden Büyük Hendek Sokağı ile ona paralel Küçük Hendek Sokağı Kuledibi Meydanı'na ulaşır. Karaköy Meydanı'ndan, Şişhane Meydam'na yay çizerek çıkan ve yaygın olarak Bankalar Caddesi diye bilinen caddenin birinci bölümünün adı olan Voyvoda Caddesi'nden merdivenler ve dik yokuşlarla kuzeye doğru çıkıldığında kuleye varılır; bu yokuşlar, Ceneviz Sarayı'nın(->) bulunduğu köşeden ve Sankt George Kilisesi ve Okulu'nun yakınından çıkan Saint Pierre Kilisesi'nden geçen Galata Kulesi Sokağı (ya da kısaca Kule Sokağı), binaları birbirini gören Beyoğlu ve Sankt Georg hastanelerinden geçen Bereketzade Medresesi Sokağı ile ona paralel Hacı Ali Sokağı'nın birleşerek kuleye ulaştıkları Camekân Sokağı'dır. Bütün bu sokaklar yelpazenin kolları gibi Galata Kulesi'nden güneye doğru açılan yollardır. Bugün Kuledibi olarak bilinen yöre, güneyde Voyvoda Caddesi'nin paralelindeki sokaklara, batıda (Bankalar Caddesi'nin yukarı bölümünü oluşturan) Okçu Musa Caddesi'ne, doğuda Yüksekkaldı-rım'a, kuzeyde ise Tımarcı Sokağı ile Şah-kulu Sokağı'nın kesiştiği açıklığa kadar uzanan, bir başka deyişle sadece kulenin dikili bulunduğu mevki ile sınırlı olmayan ve en kalın çizgileriyle söylersek, Banka-
lar Caddesi ile Yüksekkaldırım arasında kalan, yokuş aşağı bir yelpazeye benzeyen genişçe alam kapsar.
Geç Bizans döneminde bir Ceneviz ko-lonosi olan ama aynı zamanda başka Latin topluluklarını ve Yahudiliği kabul etmiş bir Türk boyunu da barındıran Galata, surlarla çevrili, sınırları kesin bir yerdi. (Ayrıca bak. Cenevizliler; Karaköy.)
1348'de Bizans'ın iç karışıklıklarla meşgul olduğu bir dönemde, yaşlı VI. loannes Kantakuzenos(->) ile genç V. loannes Pa-leologos(->) tahtı paylaştıkları sırada Cenevizliler kendi sınırlarını genişletmek ve güvenliklerini tahkim etmek için izin istediler; 13l6'dan bu yana inşa edip adım a-dım güçlendirdikleri kara surlarını (bugünkü Azapkapı-Şişhane-Yüksekkaldırım-Tophane arası) geceli gündüzlü çalışarak istedikleri araziyi de içine alacak şekilde inşa ya da tahkim ettiler, hendekleri genişletip derinleştirdiler, duvarları yer yer güçlendirdiler ve en önemlisi bugün Galata Kulesi'nin bulunduğu yere bir kule inşa ettiler. Daha sonraki yüzyıllarda çeşitli defalar onanlan, deprem ve yangınlarda hasar görüp yeniden yapılan bu kulenin tabanı 35 m kotunda, denize en yakın mesafesi ise 425 m kadardı (bak. Galata Kule-
Kuledibi'nin
havadan
görünümü.
Nurdan Sözgen/ Onyx, 1993
si). (Beyoğlu Platosu'nun burun kısmını oluşturan ve kulenin bulunduğu yerden yokuşla çıkılan bugünkü Tünel Meydanı' na ve oradan İstiklal Caddesi'ne uzanan sırtın denizden yüksekliği 100 m civarındadır.)
Böylece ilk kez 14. yy'ın ortalarında bugünkü yerinde inşa edilen bu yapıya, Cenevizliler ve diğer Latinler Christea Turris (Isa Kulesi) derken, Bizanslılar Megalos Purgos (Büyük Burç) adını takmışlardı, ama daha sonraki yüzyıllarda istanbul'un Rumları da kuleyi isa'nın adıyla (Hristos) anacaklardı. Venedik'te bulunan 17. yy'a ait bir yağlıboya tabloda kule italyanca Torre di Galata diye adlandırıldığına göre, o dönemde adı artık Galata Kulesi'ne dönüşmüş demekti. (Bununla birlikte, Janin'in Kons-tantinopolis haritasında kulenin adı Fransızca Grande Tour diye geçmektedir.)
Kulenin dibi bir duvarla çevriliydi ve o-nun da dışından Galata surlarının hendeği geçiyordu. Bu haliyle kule başlangıçta surların bir burcu, hisarı gibiydi.
istanbul'un Osmanlılara geçmesinden (1453) hemen sonra, Müslümanlar Gala-ta'ya yerleşmeye başlamışlardı. 12. yy'dan beri çok sayıda Yahudinin de yaşadığı bilinen Galata'nın kuzey surlarının en ucun-
daki kulenin batısında daha II. Mehmed' in sağlığında Okçubaşı Musa Efendi'nin kendi adına yaptırdığı mescit (bugünkü Okçu Musa Caddesi ile Midilli Sokağı'nın kesiştiği köşede), gene ona yakın ve II. Mehmed döneminden kalma Şehsuvar Bey Mescidi, ayrıca kulenin kuzeyinde, tepenin ucunda, şimdiki Tünel mevkiinde, II. Bayezid döneminde (1481-1512) İskender Paşa'nın çiftliğinin içinde inşa edilerek 1491'de açılan Galata Mevlevîha-nesi(-0, daha sonraki yüzyılda Müeyyed-zade (Yazıcı) Mehmed Efendi adına inşa edilen mescit (1582) kule civarındaki Os-manlı-Müslüman yerleşimlerinin o zamanki örneklerindendir. Bununla birlikte, uzunca bir dönem için kulenin kuzeyinden tepeye ve onun iki yanına doğru Müslüman mezarlığı yer almıştır.
1864'te istanbul Şehremaneti kurulduğunda, ilk şehremini Server Efendi (sonradan paşa unvanını almıştır) 2.800 m'lik Galata surlarını yıktırmış, Azapkapı'dan Tophane'ye kadar hendekleri doldurmuştur, sadece Galata Kulesi ile buradaki sur kapılarından Büyük Kule Kapısı (bugün Şahkapısı Sokağı), Küçük Kule Kapısı adlı kapıların güneyinde, Kuledibi'nin hemen doğusunda uzunca bir süre varlığım koruyan ve yazları üstüne masa, iskemle konularak, genellikle semtin esnafının, Yahudi sakinlerinin oturdukları aşmalı bir açık hava kahvesi olarak kullanılan surlar kalmıştır, sonra onlar da yıkılmıştır.
19. yy'ın ikinci yansı, Beyoğlu'nun ve o-nun eksenini oluşturan Grand Rue de Pe-ra'nın (Cadde-i Kebir) kozmopolit ve varlıklı bir yöre olarak büyük bir gelişim gösterdiği dönemdi. O sıralarda Büyük Kule ve Küçük Kule kapılarından başlayarak yukarı doğru çıkan, oradan Galatasaray'a ve Taksim'e doğru uzanan Grand Rue de Pera (daha sonra istiklal Caddesi'ne dönüştüğünde Tünel Meydanı'ndan başlar, Kuledibi'nin kuzeyindeki bölümü ise Galip Dede Caddesi adını alır) sağlı sollu dükkânlarla dolmaya başlamış, mezarlık peyderpey ortadan kalkmıştır.
Galata-Kuledibi havalisine giren belli-başlı yapılardan bugüne değin kalmış çılanlardan, Ceneviz kolonisinin yönetim yeri olan 13l6'dan kalma Palazzo del Comu-ne adlı bina (Ceneviz Sarayı), Kartçınar So-kağı'ndaki Sankt George Kilisesi ve Okulu (bak. Sankt Georg Avusturya Kız Lisesi; Sankt Georg Avusturya Okulu binası; Sankt Georg Kilisesi), Sankt George Hastanesi(->), Galata Kulesi Sokağı'ndaki Saint Pierre Ki-lisesi(->), Eski Banka Sokağı'ndaki Saint Pierre Ham(->), Şair Eşref Sokağı'ndaki 18. yy'ın sonlarında İtalyan Levantenlerin-ce yaptırılan Neve Şalom Sinagoğu(->), Terziler Sinagogu (Kartçınar Sokağı), Şehsuvar Bey Mescidi, Çeşme Sokağı Çeşmesi, 19. yy'dan kalma eski ingiliz Bahriye Hastanesi ve ingiliz Başkonsolosluğu binalarında bulunan Beyoğlu Belediye Hasta-nesi(->) sayılabilir. Kuledibi ve civarındaki Büyük Hendek, Küçük Hendek, Lüleci Hendek gibi sokakların adları da, Galata surlarının kuzey hendeklerinden kalmadır. Kuledibi, bugün pek çok köhne dükkân,
I
D
B
İ
U
K
Yokuşa [Yüksekkaldırım] devam edelim: Basamaklar tekrar dadaşlıktan sonra az ileride, şimdiki sinemanın sırasından "dalan dalan dalan" kampana sesi yayılır durur; bozuk dilli, kısık bir gırtlak kendini paralar:
"Asker, çocuk yirmi para; başı bozuk 40 para!..."
Kömürcü dükkânı kılıklı, kapısına kırmızı astardan perde gerilmiş, yanındaki delik deşik levhaya da ayı balığı, yılan, inek, kuru kafa gibi resimler yapılmış bu yerde Amerika'nın deniz canavarı, Hindistan'ın ejderhası, beş bacaklı buzağı, konuşan kesik baş... gibi numaralar temelli...
Birkaç adım ötede çipil gözlü, kelkül bıyıklı, pişmiş kelle Avusturya kırmasının dapdaracık barakası... Mostrada renkli birkaç yağlı boya modeli. Meşhur tablolardan kopya tek tuk kara kalem resim, tuhafiye eşyasından da bazı ufak tefek...
Gel gelelim, herif erbabını şıppadak çakar, hemen gözünün birini kırpıp (Çok yeniler vağ!) diye içeri çeker, Havva anamız kıyafetli kartları eline dayardı.
Akşam olmadan kepenkleri çatılı. Ağızlık, tarak, kozmetik, esans gibi tefarik-ler doldurduğu çekmecesini alıp kahve kahve, birahane birahane dolaşır, usulcacık yanaşıp enselere ekşirdi. Baş kâr ve kisbi gene ceplerindeki resimler...
Köhne kitaplar satarı büyücek ilk kitapçı, toz toprak, küf kokusu, örümcek ağları içinde, seksenim geçmiş halde hâlâ o dükkânda... Oralarda çorap, mendil satan yerden yapma Yahudi'yi hatırlayanlar var mı bilmem?
Ne de şaklaban şeydi. Aklınca espriler de yapar, bar bar bağırırdı:
"Ben küçükken benim baba bana maymun demiş, 40 yun büyümemişim, benim ana maymun demiş, gene 40 yun büyümemişim; amca, dayı, teyze epsisi yarış etmişler; böyle kalmişim!..."
Kuledibi'ndeyiz, Pirinççi'nin adlı sanlı gazinosu oracıkta, yani Küçükhendek Sokağı'nın başlangıcmdaymış. Kaç kere bahsettiğimiz veçhile 60 yıl evvelki istanbul'un en yüksek kırat eğlence yerlerinden biri. Mabeyincilerin, hünkâr yaverlerinin, mirasyedilerin ve namlı babayiğitlerin de mekânı.
Dilber hanendelerinin yüzünden aşka gelen gelene; para saçan saçana; soyulup soğana dönen dönene... Öyle bir boğuntu yeri ki nice akarlar, hanlar, hamamlar yemiş; nice kimseleri Mûs-ı ahmere muhtaç etmiş.
Pirinççi, Karamanlı bir Rum'muş. istanbul'a yarım pabuçla gelmiş. Asmaaltı'nda zahire simsarlığı, Balıkpazarı'nda pastırmacılık etmiş... ;
Taal zaman, ruh zaman, Kuledibi'ndeki bir kahveci ile ortak oluyor. Hin oğlu hin, işi kavrayınca ortağım atlatıp aksatayı da büyütüyor...:
Kemanî Ağa, lavtacı Şair Serkis'in oğlu, Kanunî Oseb, Kör Civan gibi devrin en meşhur sazendeleri; Beşiktaşlı Sofi, Yahudi Sara ve Roza gibi güzel sesli, yakıp yıkar nağmeli hanendeler hep orada...
Gazino ağzına kadar hıncahınç; kayış kayış liralar, şakır şukur mecidiyeler yağmada...
Biraz evvel buraya devam edenlerden bahsederken, namlı babayiğit dediklerimiz, öyle palavracı, kurasıkı kişiler değil. Karşıdan görününce, hele bir eli kaldırıp tersini gösterince, etrafın kabadayı taslaklarına fare deliğini bir paraya aratanlar...
(...)
Daha sonraları, civar haşaratını bukabil sindirmişler arasında bir Bahriye mü-lâziminden de bahsederler ki Meşrutiyet senelerinde Ertuğrul yatı süvarisi ve Sultan Reşad'ın yaveri ibrahim Paşa rahmetlidir. Yaşlı vaktinde bile ne de erkek ve tosun halliydi. Kulenin önünden Belediye Dairesi'nin yokuşunu ortalayan Küçükhendek Sokağı da eski halini aynen muhafaza ediyor.
Kendisi ve etrafı, kamantolaşmışlarm mahallesiydi. Balat, Hasköy, Ortaköy, Kuzguncuk gibi Musevî semtlerinin en kibarı ve lüksü olduğu halde son senelerde pabucu dama atıldı. Mevkiini kışın karşıki tramvay caddesinin önünde ve arkasındaki yeni apartımanlara, yazın da Büyükada'ya kaptırdı(...) Sermet Muhtar Alus, "istanbul Kazan Ben Kepçe", Akşam, 13 Kânurüevvel (Aralık) 1938
atölye ya da tamirhanenin yer aldığı, çoğunlukla harap bir görünümün hâkim olduğu bir yer olmasına karşın, büyük bir projeyle tarihi dokusuna uygun bir şekilde onarılıp, düzenlense, Ceneviz kolonisinden günümüze kültürel mozaiği ve zenginliği kendinde ifade edebilecek ve dünyada bir benzeri bulunmayacak çok önemli bir kent yöresidir.
istanbul
Dostları ilə paylaş: |