KirkçEŞme tesisleri



Yüklə 8,15 Mb.
səhifə78/140
tarix27.12.2018
ölçüsü8,15 Mb.
#87838
1   ...   74   75   76   77   78   79   80   81   ...   140

MECİDlYEKÖY LİKÖR

318

319

MECZUPLAR

villalar tarzında yeni yerleşmeler kurulmaya başlandı. Şişli'den gelip Esentepe'ye, Zincirlikuyu ve Levent'e uzanan Büyük-dere Caddesi'nin iki yanı ise 1950'lerde, hâlâ hemen hemen boştu. 1955'ten itibaren, bir yandan tek veya kooperatif tarzında konutlar, öte yandan Mecidiyeköy' ün üzerinde kurulu olduğu tepenin kuzeybatı eteklerinde gecekondular oluşmaya başladı. Bu süreç içinde karanfil tarlaları, dutluklar, bahçeler ve kırsal yapı hızla yok olurken, yerlerim Büyükdere Caddesi'nin iki yanından başlayarak, yüksek beton binalar, işyerleri, ticarethaneler, banka ve şirket merkezleri aldı. 1970'lerin başlarında Boğaziçi Köprüsü'nün ve çevre yolunun Mecidiyeköy bölgesinden geçmesiyle, bir konut ve yerleşim bölgesi olan semt, özellikle çevre yolu ve ona paralel uzanan Büyükdere Caddesi çevresinde tümüyle bir iş merkezine dönüştü ve semtin kentsel işlevlerinde ticaret ve trafik ağırlıklı bir dönüşüm meydana geldi.

Günümüzde, kimi villa tipi, kimi gökdelen benzeri, çoğu 1960'larda yapılmış konut sitelerinin iş ve şirket merkezlerinin iddialı binaları arasında sıkışıp kaldığı Mecidiyeköy, günün her saatinde, çevre yolunun da etkisiyle çok gürültülü ve yoğun bir trafiğin düğüm noktası üzerindedir. Büyükdere Caddesi Mecidiyeköy boyunca bir bankalar caddesi görünümü taşımaktadır. 1964'te açılan Ali Sami Yen Stadyu-mu(~0 idari birim olarak Fulya Mahallesi içinde kalmakla birlikte Mecidiyeköy'ün bir parçasıdır. Büyükdere Caddesi'nin iki yanında sıralanmış 20 kadar banka şubesi ve bunların oldukça iddialı yapıdaki binaları dışında çeşitli holding ve şirket merkezleri, işhanları, matbaalar, yayınevleri, oteller, restoran ve kafeler, Mecidiyeköy çevresinde toplanmıştır.

istanbul


mecidiyeköy likör ve kanyak fabrikası

Mecidiyeköy'de, Büyükdere Caddesi üzerinde 1930'da kurulmuş, halen üretimini sürdüren fabrika.

1930'da 48.000 m2 alana sahip olan işletme arazisinin 13.000 rtf'si, Ali Sami Yen Stadyumu'nun yapılabilmesi için 1960'larda Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'ne, 11.0000 nı2'si de çevre yolları yapımı için Kara Yolları Bölge Müdürlüğü'ne devredilmiş, böylece fabrikanın alanı daralmıştır.

Fabrikanın kuruluş yıllarında, üretim, ambarlar ve kazan dairesi için 1.850 rtf'lik bir ana bina, bir de 120 rrf'lik yönetim binası bulunmaktaydı. Genişletme çalışmaları sonunda (sosyal tesisler, lojmanlar, ambarlar gibi) yapılan binalarla, bugün binaların toplam alanı 4.600 m2'ye ulaşmıştır. Geniş bir bahçe içinde yer alan ana bina, kübizm estetiğine uygun olarak inşa edilmiştir.

Fabrika 1930'da Büyükdere Caddesi'n-de, o dönemdeki adıyla Maslak Yolu üzerinde, bağ ve bahçelerle çevrili 108 rakımlı tepede kurulmuştu. 19401ı yıllarda bu daracık yolun her iki tarafında sıra halin-

de çam ağaçlan bulunmaktaydı. Yolun sağ tarafındaki Galatasaray Spor Kulubü'nün antrenman sahasının bitişiğinde, fabrikanın bahçesi yer almaktaydı. Antrenman sahası ile bahçeyi bir tel örgü ayırırdı. Fabrikanın giriş bölümüyle Maslak Yolu arasında küçük bir patika vardı. Fabrika görevlileri bu patikayı kullanırlar; bahçenin antrenman sahasına bakan bölümünde, adaçayı, nane, kekik gibi tonik nebatlar yetiştirilir; bu tonik nebatlar ve ön bahçede yetiştirilen güller likör imalinde kullanılırdı.

Fabrikanın tam karşı tarafında bahçeler arasında kır kahveleri, kır kahvelerine giden yolun başında bir Hamidiye Suyu çeşmesi bulunuyordu. Kır gezilerine gelenler bu çeşmeden yararlandığı gibi fabrika personelinin içme suyu da buradan temin e-dilirdi. Çeşmenin yanından girilen sokağın başındaki tek katlı, bahçeli ev Vasfi Rıza Zobu'nun eviydi. Bir zamanların ünlü baritonu ihsan Balkır'ın evi, Vasfi Rıza Zobu'nun evinin hemen yan tarafında, kır kahvelerinin arasındaydı. Fabrikanın sağ tarafı ise tamamen dutluktu. Dutluğun ortasından akan küçük bir dere, aşağıda Fulya De-resi'yle birleşirdi. Fabrikanın arka tarafında, bir prensese ait olduğu rivayet edilen terk edilmiş bir köşk, köşkün aşağı kısmında da bir amirale ait bina bulunmaktaydı, iki bina da tamamen dut ağaçlarıyla çevriliydi. Fabrikanın arka tarafından bakıldığı zaman, karşı yakada Üsküdar, İstanbul yakasında ise Sarayburnu'ndan Eminönü' ne kadar uzanan bölüm görülürdü.

Fabrikanın kuruluşundan 1939'a kadar Türk teknisyen ve işçilerle çalışan Fransız uzmanlar hakkında ayrıntılı bilgiler olmamasına rağmen, bu uzmanların Fransa'da üretici bir kuruluştan, dönemin hükümeti aracılığıyla getirildikleri bilinmektedir. 1930' dan 1939'a kadar üretim tamamen Fransız uzman ve teknisyenlerin kontrolü altında gerçekleştirilmiştir. Fransızların üretimin her safhasında uyguladıkları yoğun gizlilik çabalarına karşın, Türk usta ve teknisyenleri bu çalışmaları en ufak ayrıntılarına kadar öğrenme başansını göstermişler, böyle olunca da 1939'da Fransızlar ülkelerine geri dönmüşlerdir. Bu tarihten sonra üretim tamamen Türk uzman, usta ve iş-



Mecidiyeköy

Likör ve

Kanyak

Fabrikası.

Haluk Özözlü, 1994

çileriyle günümüze kadar başarıyla sürdürülmüştür.

Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrika-sı'nın hizmete girdiği 1930'da fabrika müdürlüğüne, aynı zamanda Bomonti Bira Fabrikası müdürü olan Hikmet Barlan getirilmiştir. Hikmet Barlan, bu görevi, Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası'nın bağımsız müdürlüğe dönüştüğü 1943'e kadar sürdürmüştür.

Fabrika üretime başladığı yularda likör türleri özgün dizaynlarda hazırlanmış şişelerde piyasaya sürülüyor, likörler için taşbaskı etiketler kullanılıyordu. Bu türlerden, Sarı Likör, Kümmel ve Katran (Goud-ron) daha sonraki yıllarda üretimden kaldırılmıştır.

Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası kurulmadan önce, Tekel İdaresi'nce, o dönemlerdeki adıyla "1. Meşrubat-ı Kuûli-ye ldaresi"nce suni konyak üretilmiş, bu konyağın etiketi îhap Hulusi tarafından çizilmişti. Bu konyak için bir dönem altın varak taşbaskı etiketler kullanılmıştı. Yine, "ispirtolu içkiler İnhisarı İdaresi" tarafından üretilmiş olan bir tür kanyağa "Rus Konyağı" adı verilmişti. "Rus Konyağı" "Kamchatka" türünde bir kanyak olmalıdır. Dünya içki piyasasında bu kanyak "Tatlı Çimen Kanyağı" (Sweet Grass Brandy) o-larak bilinir.

Fabrika kurulduktan sonra üretimine başlanan "Hennessy" tipi kanyağa, konyak adı verilmesi istenince Fransızlar bunu bir dava konusu yapmışlar; bir söylentiye göre, Fransızlar dava açınca zamanın ilgilileri durumu Atatürk'e bildirmişler, Atatürk de kanı yakar derecede bir özelliğe sahip olan bu içkiye "kanyak" adını vermişti.

Yine bu fabrikada 1950'li yıllarda üretilmiş olan kahve likörü, Hollanda'nın Til-burg kentinde Andros Firması tarafından şişelenmiş ve ABD'de Seagrems Firması' na ihraç edilmişti. Bakır renkli bir şişede sunulan Paşa Likörü de dünya içki piyasasındaki en kaliteli üç kahve liköründen biriydi. Diğerleri ise "Kahlua" ve "Tia Ma-ria"dır. Paşa Likörü 19öO'lı yıllarda üretimden kaldırılmıştır.

Bugün Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası'nda, cin, kanyak, brandy, vermut ve kınakına şarabının yanısıra, ahududu,

kayısı, çilek, moka, acıbadem, limon, vişne, mandalina, bindallı, gül, turunç, altın, kakao, beğendik, muz, nane ve portakal likörleri olmak üzere 17 tür likör imal edilmektedir. Yakın bir zamana kadar bu likörler hammaddelerinin değerlerine göre, birinci ve ikinci sınıf olarak sınıflandırılıyordu. Bugün sınıflandırılma kaldırılmıştır.

Ihlara Brandy ve acıbadem likörü görece yeni ürünlerdir. Fabrikada sürekli o-larak deneme içki üretim çalışmaları yapılmaktadır. Şeftali, kızılcık likörleri ve Kirş (Kircsh) bunlardan bazılarıdır. Üretimde e-sans kullanılmaz. Likörler doğrudan doğruya meyveden yapılır. Bu nedenle likörler üstün kaliteye sahiptir. Bu likörler çeşitli uluslararası yarışmalarda, dönem dönem altın ve gümüş madalya almışlardır.

Üretilen likörlerden çilek ve ahududu İstanbul'a özgü likörlerdir. Çilek likörü, eskiden Boğaziçi'nin Arnavutköy ve İstin-ye sırtlarında yetiştirilen fevkalade nefis kokulu çileklerden imal edilirdi. Buralarda artık çilek tarlası kalmadığından ve yöre yoğun yapılaşmaya açıldığından, osman-lıçileği artık Zonguldak Ereğlisi'nde yetiştirilmektedir. Ahududu likörünün üretiminde kullanılan ahududu ise Tarabya sırtları ve Kilyos'a giderken Zekeriya Köyü civarında yetiştirilmekteydi. Bu alanlar da günümüzde inşaat alanına dönüştüğünden, osmanlıçileği gibi ahududu da yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

VEFA ZAT


MECMUA-İ FÜNUN

Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin(->) yayın organı olarak Osmanlı Devleti'nde yayımlanan ilk Türkçe bilim ve kültür dergisi.

Yöneticiliğim Münif Paşa yapmıştır. Aylık olan derginin ilk sayısı Temmuz 1862 tarihlidir. İstanbul'da çıkan kolera salgını sebebiyle Ocak 1865'te 33. sayıda yayımını kesmiş, Mayıs 1866'dan itibaren 14 sayı daha çıkarıldıktan sonra Haziran 1867' de tatil edilmiştir. 15 yıl aradan sonra Ocak 1883'te 48. sayısıyla yeniden yayma kon-muşsa da, içindeki "Yıldız Böceği ve Yolcu" hikâyesindeki Her ne gelür ise sana senden gelür / Sen anı zannetme ki benden gelür satırları II. Abdülhamid'i tedirgin ettiğinden kapatılmıştır.

Çoğu, Batı bilimi ve bilimsel düşüncesiyle ilk tanışıklıklarını Ceride-i Havadis 'e yaptıkları çevirilerle kazanan bir kadrodan gelen Ahmed Vefik, İbrahim Edhem, Ka-rateodori, Mehmed Cemil, İngiliz Said, Halil paşalarla Rıfat Bey, Ohannes, Vahan, Mehmed Şerif, Mehmed Emin, Kırımlı Aziz, Yağlıkçızade Rıfat efendiler mecmuaya katkıda bulunmuşlardır. Tanzimat'ın ilk an-siklopedistleri denilebilecek bu kadro, bütün bilim alanlarında geleneksel Osmanlı-İslam yaklaşımından ayrılarak, Batılı düşünceleri topluma aktarmaya çalışmışlardır. Tarih, coğrafya, arkeoloji konularında evrensel bir bakışa yönelinmiş, eski Mısır, Yunan, Pers, Bizans uygarlıkları incelendiği gibi, Yunan ve Eflâk-Boğdan ayaklanmaları da coğrafi ve etnolojik (sosyal) ö-zellikleriyle anlatılmıştır. İktisat bilimi perakende yaklaşımlardan çıkarılarak ilk kez



Mecmua-i Fünun' w\ Ocak 1864 tarihli 20. sayısının kapağı. Nuri Akbayar koleksiyonu

yoğun ve bankacılık, sigortacılık gibi bütün cepheleriyle ele alınmıştır. Fen bilimlerinde astronomi, jeoloji, fizik, kimya, zooloji en son buluşlara göre anlatılmıştır. Tıp alanında intihara psikolojik bakış, çocuk düşürme, tıp eğitimine ilişkin yazılar yer almıştır. Felsefe ve eğitim alanında eski Yunan düşüncesi, Darülfünun'daki(->) eğitim, çocuk terbiyesi, Telemak tercümesi gibi alanlarda yayınlar yapılmıştır. Şehircilik ilk kez ele alınmış, ayrıca "Hulasa-i Politikiyye" köşesiyle dünya politikasının olayları objektif bir şekilde aktarılmıştır. Ne gününün Batı düzeyiyle, ne de bugünle karşılaştırılırsa Mecmua-i Fünun bir temel katkı niteliği taşımamaktadır. Ancak, Tanzimat'la başlayan büyük değişmenin bilim alanındaki dönüm noktası ve kendisinden sonraki nesilleri etkileyen girişimi olmakla büyük öneme sahiptir.



Bibi. E. îhsanoğlu, "Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin Kuruluş ve Faaliyetleri", Osmanlı ilmî ve Meslekî Cemiyetleri, ist., 1987, s. 200-220; D. Akünal, "ilk Türk Dergisi: Mecmua-i Fünun", TCTA, I, 117-118; E. Işın, "Osmanlı Bilim Tarihi; Münif Paşa ve Mecmua-i Fünun", TT, S. 11 (Kasım 1984), 349-354; Y. Işıl, "Mecmua-i Fünun'da Bilimsel Zihniyet", ÎT, S. 46 (Ekim 1987), 45-48.

ORHAN KOLOĞLU



MECZUPLAR

Alışılmışın dışındaki hareketleriyle ilgi çeken değişik tip insanlar. Bunlara İstanbul' un her semtinde rastlanırdı. Bilhassa hafta tatilinin cuma günü olduğu dönemde, kandil, hıdrellez, bayram gibi kalabalık insan gruplarının gezmeye çıktıkları özel günlerde Eyüp'te toplanırlardı. Akgömlek Mehmed Efendi'nin mezarı ile Beşir Ağa

Türbesi'nin civarı, meczupların merkeziydi. Giyimlerine dikkat etmezler, bazısı paraya önem vermezken bazısı da etraftan para toplamaktan çekinmezdi. Hepsinin ayrı bir sembolü, kıyafeti, parola haline gelmiş sözleri bulunur, halk uzaktan onları bu tanınmış oldukları unsurlarıyla fark e-derdi.

Meczupların ortak özelliklerinin başında etrafa zarar vermeyişleri ve kötülük yapmayan bir yapıya sahip olmaları gelmektedir. İrade ve teşebbüs isteyen işlerde bulunmadıkları, karakterli ve dürüst insanların himayeleri altında yaşamlarını sürdürmüş olmaları da yine ortak özelliklerindendir.

İstanbul'un en eski meczuplarından biri fetih sırasında II. Mehmed'in (Fatih) ordusu içinde bulunan Horoz Dede'dir. Evliya Çelebi, Horoz Dede'nin sultanın ordusuyla İstanbul'a gelirken gece gündüz asker arasında horoz gibi kanat çırparak ve öterek "kalkın ey gafiller" diye bağırdığı i-çin askerlerin kendisine bu ismi verdiklerini söylemektedir. Yine Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre bir başka meczup da Unka-panı'nda Horoz Dede'nin yanında gömülü olan ve alev alev yanan bir fırının içinde rahatlıkla uyuyabilecek yapıya sahip olan Sefer Dede'dir.

Eyüplü Yatalak Efendi, tahta sedye ü-zerinde Eyüb Sultan Camii şadırvanında bulunurdu. İstanbul halkı, onunla konuşmayı uğur saydığından etrafı daima insanlarla dolardı. Yatalak Efendi, güzel söz söylemede ve Eyüp civarında gömülü meşhurlar hakkında bilgiler vermekte mahirdi.

Sultanhamamlı Muharrem, başında her telinin ucuna eski ayakkabı ve sarmısak asılı bir şemsiye, boynunda anormal büyüklükte bir kravat ve elinde boy boy yelpazelerle eşeğe ters binmiş olarak Edir-nekapı taraflarında dolaşırdı.

İkisi de aynı şekilde giyinen ve birlikte gezip tozdukları için Çiftekumrular denen hanımlar çeşitli seyir yerlerinde dolaşırlardı. Kendilerine halk tarafından koca olarak onlar gibi meczup olan Âşık Ethem, Turşucu Şâkir Bey, Deli Hidayet yakıştırı-lırdı. Kurabiyeci Nuri, peltek konuşması, yollarda kendi kendine yaptığı zikirlerle tanınırdı. Sallabaş Emine Hanını ise 70 yaşlarında Eyüp'ü mesken edinmiş meczuplardandı. Düzgün konuşması, gün görmüş tavırlarıyla insanlara sokulur, onlarla hemhal olur, daha sonra da fakirliğinden söz açarak etrafındakilerden para talebinde bulunurdu.

Pazarola Hasan Bey de esnaf arasında dolaşarak her birine ayrı ayrı "Pazarola" der, esnaf da onun bu sözünü uğur sayardı. Aşırı büyük başıyla dikkati çeker, herkesten hürmet ve ikram görürdü. Âşık Ethem, abani sarık, beyaz haydari ve elifi şalvarla mesire yerlerinde su satardı. Mektebe başlama törenlerinde de ilahicibaşılık görevini kimseye bırakmazdı. Turşucu Şâkir, Eyüp'te turşuculuk yapardı. Gayet nükteci ve ensesine dokunulduğu zaman olduğu yerde üç kere zıplamasıyla tanınan bir meczuptu.

Bilinen ve herkesçe tanınan bu meczuplardan başka Çıplak Mustafa, Onarak-



MEDDAHLIK

320

321

MEDRESELER

19. YY'DA İSTANBUL'UN BELLİ BAŞLI MEDDAH KAHVELERİ

19. yy'da özellikle ramazanda meddah gösterimleri verilen İstanbul'un bellibaşlı kahveleri şunlardı:



Aksaray: Dilkuşa Kıraathanesi (Yeşil Tulumba), Giritli Necati Efendi Kıraathanesi (Yeşil Tulumba), İhsan Bey Kıraathanesi (Olanlar Dergâhı), Merkez Kıraathanesi (Tramvay Durağı). AH Paşa Caddesi: Ahmet Baba Gazinosu. Beyazıt: Afitab Kıraathanesi (Tramvay Caddesi), Mısır Lokantası Bahçesi (Maliye karşısında). Fatih: Reşadiye Kıraathanesi (cadde üzerinde). Hekimoğlu Ali Paşa: Hal-lik Efendi'nin Yeni Kıraathanesi (Bostan Caddesi). Saraçhanebaşi: Nuri Ba-ba'nın Kıraathanesi (cadde üzerinde). Yusuf Paşa: İhsan Efendi Kıraathanesi. Çemberlitaş: Osman Ağa Kahvesi. Divanyolu: Arif Bey Kıraathanesi, Hürriyet Kıraathanesi (Esir Pazarı), Trabzonlu Şükrü Efendi Kıraathanesi, Türkiye Kıraathanesi (Parmakkapı Caddesi). Kıztaşi: Hamdi Efendi Kıraathanesi (cadde üzerinde). Babıâli Caddesi: Bahçeli Gazinosu (Yeni Gazete bitişiği). Sultanahmet: Köşebaşı Kıraathanesi. Şehremini: Hacı Salim Ağa'nın Kahvesi. Nuruosmaniye: Letafet Kıraathanesi (cadde üzerinde), Nuruosmaniye Kıraathanesi (cadde üzerinde). Kadırga: Mustafa Efendi Lokantası, Kutucu Mustafa Efendi Kıraathanesi. Kumkapi: Kâzım Ağa'nın Bahçeli Kahvesi (Nişancı Caddesi), Şefik Kıraathanesi (istasyonda). Samotya: Coil Efendi Kagir Tiyatrosu (Kayıkhane bitişiği). Bakırköy: Enistin Tiyatrosu (Sakızağacı). Kocamustafapaşa: Dimitraki Kıraathanesi (cadde üzerinde, Çınar'da), Yani Kıraathanesi (cadde üzerinde). Eyüp Sultan: İskele Gazinosu. Kasımpaşa: Bahriye Kıraathanesi (Koltukçular'da). Tophane: Arnavut Ahmet Efendi Kahvesi (Tramvay Caddesi), Beşir Efendi Kahvesi (Boğazkesen Caddesi), Cıhanyandı Kahvesi (Boğazkesen Caddesi), Selâhattin'in Kahvesi (Tür-be-i Şerif karşısı). Fındıklı: Kadı Efendi Kahvesi (hamam karşısı). Dolmabahçe: Yüksek Kahve (Gazhane Caddesi). Beşiktaş: İskele Gazinosu, Lazaru'nin Kahvesi (Köprübaşı, hamam karşısı). Büyükdere: İskele Gazinosu. Üsküdar: İsmail Efendi Kıraathanesi (Çarşı yolu), Taşçıbaşı Kıraathanesi. Kadıköy: Kurbağalıdere Kıraathanesi (Söğütlüçeşme).

METİN AND

lı Salih, Torbalı Hüseyin. Düğümlü Baba, Deli Hidayet Efendi gibi yüzlercesi de her gün şehrin sokaklarında dolaşırdı.

Bibi. O. C. Kaygılı, "İstanbul'un Meşhur Mısır-tarlası ve Bazı Meşhur Tipler", Tarihten Sesler, S. l (15 Birincikanun 1943), s. 40-41; I. A. Gövsa, "Uysal Tipler, Sallabaşlar'', Yedigün, S. 709 (6 Ekim 1946), s. 5; M. Aksel, "Pazaro-la Hasan Bey", İstanbul'un Ortası, Ankara, 1977, s. 147-153; Ali Rıza, "Meczuplar, Sebilciler". Bir Zamanlar, s. 81-83; Meczup. TDEA. VI. 177.

UĞUR GÖKTAŞ



MEDDAHLIK

Denebilir ki bir gösterim niteliğinde dramatik hikâye anlatmak özellikle İslam ülkelerinde hem tarihçe çok eskidir hem de çok yaygındır. Meddahın yamsıra "kıssa-han", "nakkal", "bakşi", "risaleci", "ravi" vb sözcükler kullanılmıştır.

Meddahlık tek kişinin gösterimidir. Bir yanda hikâyesini epik biçimde üçüncü kişide anlatırken, bir yandan da hikâyenin kişilerini onlardan beklenecek şive söyleyişleriyle konuşturur. Yalnız Acem, Anadolulu, Çerkez, Arnavut, Yahudi gibi çeşitli kişileri değil, çeşitli hayvan ve doğa seslerini de çıkarırlardı. Meddahın iki aracı vardı, biri boynuna doladığı veya omzuna astığı mendili, diğeri de elindeki sopası. Bu ikincisi ile döşemeye vurarak gösterimin başladığını ya da kapıya vurulduğunu belirtir, kimi kez kullanıma göre tüfek, baston gibi nesnelerin yerini tutardı. Mendille terini siler, kişilerden birinin e-lindeki mendil olarak kullandığı gibi başına koyup çeşitli başlıkları yapardı.

Meddahlık en çok istanbul'da gelişmiştir. Karagöz, ortaoyunu, cambazlık, hokkabazlık, tiyatro ile ilgili sokak adları olduğu gibi meddahlıkla ilgili sokak adları da vardı. Günümüze kalan iki sokak adından biri Beşiktaş'ta Meddah îsmet Sokağı, öteki Millet Caddesi'ne yakın Hikayeci So-kağı'dır. Evliya Çelebi'ye göre 17. yy'ın ortalarındaki istanbul'da meddahların sayısı 80'di. Esnaf alaylarında bunlar sedye ü-zerinde ellerinde çevgân, bellerinde hikâye dergileri olmak üzere geçerlerdi. Evliya Çelebi bir çeşit meddah sayılabilecek mukallitlerin sayısının ise 500 olduğunu yazar.

Meddahların hikâye dağarlarına gelince bunlar arasında Antarname, Hamzana-me, Şehname, Binbir Gece Masalları gibi zincirleme hikâyelerin yamsıra İstanbul'a özgü Hançerli Hanım Hikâyesi(.-*), Tay-yarzade Hikâyesi (->), Letâifname(-*) gibi hikâye kaynakları bulunmaktadır. Ayrıca meddahların kendilerinin yarattıkları ve başkahraman olarak kendilerini koydukları hikâyeler de vardır; örneğin 17. yy meddahlarından Tıfli'nin hikâyeleri gibi. I. Bayezid (Yıldırım) döneminden (1389-1402) günümüze kadar pek çok meddah adı biliyoruz. Bunlar arasında şunları sayabiliriz; 16. yy'da Meddah Eğlence, La' lin Kaba adıyla bilmen Bursalı Mustafa Baba, Derviş Hasan; 17. yy'da Kurbâni Ali Hamza, Meddah Şerif Çelebi, Tıfli Ahmed Çelebi; 18. yy'da Şermi Seyyid Mehmed Çelebi, Sandalcı Halil Ağa, Şekerci Salih Efendi, Meddah Hasan Ağa, Meddah Ma-dih Efendi; 19. yy'da Meddah Sadık Efen-

16. yy meddahı Lâ'lin Kaba adıyla bilinen

Bursalı Mustafa Baba.

Museuın of Fine Arts, Boston/Metin And fotoğraf arşivi

di, Meddah Emin Efendi, Kız Ahmed, Camcı İsmail, Çadri Süruri, İsmet, Aşkî, Lüleci Mehmed vb.



Bibi. M. And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, İst., 1985, s. 218-241; ay, "Eski Meddahlar ve Hayalciler Üzerine", Forum, l Temmuz 1961; ay, "Meddah, Meddahlık, Meddahlar", Türk Dili, S. 195 (Aralık 1967); ay, "İslam Ülkelerinde Gösterim Niteliğinde Hikâye Anlatımı", TT, S. 24 (Aralık 1985); Köprülüzade Mehmed Fu-ad, "Meddahlar", Türkiyat Mecmuası, I (1925), s. 1-54; ay, "Meddahlar Makalesine Aid", ae, II (1926), s. 430-434; S. N. Gerçek, Türk Temaşası, İst., 1942; G. Jacob, Vortrage türkischer Meddah's, Berlin, 1904; T. Menzel, Meddah, Schattentheater und Orta Ojunu, Prag, 1941; W. Radloff, Proben der Volkslitteratur der tür-kischen Stâmme, VIII, Berlin, 1903; Ö. Nutku, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri, Ankara, 1977.

METİN AND



MEDRESELER

Arapçada "ilim öğrenilen yer" ya da "öğrencilerin içinde oturup ders okuduğu bina" anlamına gelen medrese, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı eğitim düzeninde de orta ve yüksek öğretimi örgütleyen bir kurumdu.

Medrese eğitimi, verilen bilgilerin kapsam ve düzeyine göre iki kümede toplanmaktaydı. Birincisi, sıbyan mektebinden sonraki eğitim basamağı olarak köylere kadar yayılan genel medreselerdi. Programlarında İslam diniyle ilgili konular yanında "ulum-ı dahile" olarak anılan dindışı bilimlerin de yer aldığı bu eğitim aşamasını tamamlayanlar müftü, müderris olabilmekteydi. İkincisi, özel eğitim programları olan "darülkurra", "darülhadis" ve "tıp" medreseleriydi. Sıbyan.mektebi ya da ona eşit düzeyde eğitim gördükten sonra devam edilen darülkurralarda Kuran ezberleti-

lir, kıraat ve maharici'l-huruf öğretilirdi. Eğitim konularından anlaşıldığı gibi, bu kurumlar, din görevlileri (imam, müezzin) yetiştirmekteydi. Darülhadislere girebilmek için, genel medrese çıkışlı olmak ya da eş düzeyde ön eğitim görmüş olmak gerekiyordu. Bu medreselerde hadis ve ilgili konularda derinleşmeye yönelik, üst düzeyde din eğitimi veriliyordu.

16. yy'ın ortalarına dek, darüşşifalar aynı zamanda tıp eğitim merkezleriydi. Sü-leymaniye tıp medresesinin yapımıyla, bu konudaki dersler, darü't-tıbda(->) verilmeye başlanmıştır. Yerli ve yabancı hekimlerce yazılmış tıp kitaplarının okutulması şeklinde olan kuramsal eğitim, darüşşifadaki hastalar üzerinde yapılan uygulamayla desteklenmekteydi.

Medreselere verilen eğitimin düzeyine uygun nitelikte müderris atanır; medreselerin'derecesi müdderrisin aldığı gündelikle belirtilirdi. Örneğin "ellili" medrese denildiğinde, müderrisin gündeliğinin 50 akçe olduğu anlaşılırdı. Özellikle sultan külliyelerinde ve vezirlerce yapılan medreselerde yüksek ücret ödenerek dönemin en iyi müderrisleri istihdam edilmiştir.

Medrese öğrencisi eğitim kademelerinin her basamağını tamamladığında müderristen başarısını belgeleyen bir yazı alır ve üst kademede bir medreseye girme hakkını kazanırdı. Ortaöğrenim niteliğinde o-lan medrese basamaklarındaki öğrencilere "softa" denir, Fatih medreseleri düzeyine gelenler "danişmend" olurlardı. Her medresenin bir müderrisi bulunurdu; ancak birden fazla ve aralarında derece farklılığı bulunan müderrislerin eğitim yaptığı medreseler de vardı. Danişmendlerin çalışkan o-lanlan arasından müderrise yardımcı, dersi öğrencilere tekrarlayan "muid'ler seçilirdi. Medrese eğitiminin bütün basamaklarını bitiren kişi müderris olmak isteğinde, "Ruznamçe Defterf'ne kaydını yaptırır ve sıra beklerdi. "Mülazım" olarak geçirilen bu süre içinde yetenek gösterenler müderrislik ruusu alırlardı. Müderrisler medrese hocalığının en alt basamağından başlayarak yukarıya doğru ilerlerdi. İstanbul medreselerinde müderris olmak, önemli devlet görevleri için bir basamak sayılmaktaydı. Müderrislikten kadılığa geçilerek, kazaskerliğe, giderek şeyhülislamlığa yükselinebili-yordu.

Dini öğretim için önce camiler ve hocaların evleri kullanılırken, ayrı medrese binalarına gerek duyulmasının nedenleri, başka kentlerden gelen öğrencilerin barındırılması ve camilerin sesli çalışan öğrencilerin gürültüsünden kurtarılması olarak gösterilmektedir. Vakıf yapıları olan medreselerde öğrenciler parasız öğrenim görür, yiyecekleri imaretten sağlanır, ayrıca günlük alırlardı. Vakfiyelerden öğrenildiğine göre selatin medreselerinde her öğrenciye bir hücre veriliyor, ayrıca bazı durumlarda müderris, muid ve medrese hizmetlileri olan "bevvap" (kapıcı) ve "ferraş" (temizlikçi) için birer hücre ayrılıyordu. Yaptırdıkları medreselere birçok değerli kitap vakfeden vakıflar, bunların ödünç verilmesi ve korunmasıyla ilgilenmek üzere hafız-ı

kütübler görevlendirmekteydiler. Fatih Külliyesi'nde olduğu gibi ayrı kitaplığı olmayan medreselerde bu kitaplar dershanedeki dolaplarda korunurdu.

Kaynaklar ve Araştırmalar: Fetih sonrasından başlayarak 19. yy'ın sonuna kadar İstanbul'da 500'ü aşkın medrese yapıldığı, tarihi kaynaklardan öğrenilmektedir. Bu yapılardan günümüze ancak 80 gibi çok düşük bir oranı ulaşabilmiştir.

İstanbul medreselerinin 15. yy ve 16. yy'da yapılanları ile ilgili temel kaynaklardan biri 1546 tarihli İstanbul Vakıfları TahrirDefteri'dir. Toplam 27 medrese, l darülkurra, l darülhadisin adının geçtiği, mahallelerin belirtildiği, müderris, talebeler ve medrese hizmetlilerine ödenen miktarların yazılı olduğu bu belge, medreselerin yapım tarihi, büyüklükleri hakkında ancak yaklaşık bilgiler verebilmektedir. Defter yalnız İstanbul Kadılığı sınırları içindeki vakıfları almakta, Eyüp, Galata ve Üsküdar'dakileri kapsamamaktadır; bu nedenle belirtilen sayılar tüm İstanbul için geçerli değildir.

16. yy'ın yarısını mimarbaşılık görevin
de geçiren Mimar Sinan'ın yaptığı medre
seler için başlıca kaynaklar Tezkiretü'l-
Ebniye, Tuhfetü'l-Mimarinve Tezkiretü'l-
Bünyaridır.
A. Kuran tarafından bu belge
lere dayanarak yapılan listeye göre, Mimar
Sinan İstanbul'da 56 medrese, l darü't-tıb
(tıp medresesi) ve 7 darülkurra inşa etmiş
tir. Bu medreselerden 28'i, darülkurralar-
dan ise 4'ü günümüze ulaşmıştır.

15. ve 16. yy'larda Osmanlı medreselerini, kurumun örgütlenmesi, işleyişi ve tarihi gelişimi açısından ele alan C. Baltacı, söz konusu dönemde yapılan medreseleri, maliye, mühimme, ruus, tapu, vezaif defterlerine, kanunnameler, vakfiyeler ve diğer arşiv belgelerine başvurarak incelemiştir. Bu araştırma İstanbul'da 16. yy'ın sonuna kadar toplam 125 medrese, 13 darülhadis, 7 darülkurra ve l tıp medresesi yapıldığını ortaya çıkarmıştır.

17. yy'ın başlarına ait bir Rumeli Kazas
kerliği Ruznamesi'nde, o tarihte İstanbul'
da mevcut (yalnız Rumeli yakası; suriçi,
Eyüp, Beşiktaş, Kasımpaşa) medreseler, i-
simleri ve müderrislerine verilen gündelik
lerle yer almaktadır. M. K. Özergin tarafın-

Damat İbrahim Paşa

Medresesi'nin

avlusundan bir

görünüm.

Nurdan Sözgen,

1994/TETTV Arşivi

dan yayımlanan bu belgeye göre, 17. yy' in başında İstanbul'un Rumeli yakasında 131 medrese bulunuyordu. Bu medreselerden ancak 30'u günümüze ulaşabilmiştir.

17. yy için önemli bir tarihi kaynak o-
lan Tarib-iNaima'da medreselerle ilgili a-
çıklamalar, günlük olaylar veya yaptıran
kişinin ölümü nedeniyle verilen bilgiler a-
rasında kısaca yer almaktadır. İstanbul'da
o sırada mevcut 86 medrese, 6 darülhadis,
15 darülkurra hakkında isim belirleyerek
veya daha ayrıntıya inerek gözlemlerde
bulunan Evliya Çelebi'nin Seyahatname'
si, her zaman güvenilir olmamakla birlik
te, zengin bir kaynaktır. Evliya Çelebi'nin
sözünü ettiği yapılardan günümüze 35 med
rese, 2 darülhadis ve 5 darülkurra ulaşabil
miştir. Evliya Çelebi ile aynı dönemde ya
şayan Hezarfen Hüseyin Efendi, Tehlisü'l-
BeyânfiKavanin-iÂl-i Osman
adlı eserin
de, İstanbul'da Köprülüler(->) döneminde
126 medrese ile 100 darülhadis bulundu
ğunu belirtmektedir.

18. yy eserlerinden Şemdanizade Fın-


dıklılı Süleyman Efendi'nin Mür'i't-Teva-
rih
ve İnciciyan'ın 18. Asırda istanbul'u,
o dönemde İstanbul'da mevcut ve yeni ya
pılan medreselerden bir kısmı üzerine a-
çıklamalar içermektedir. 18. yy'ın sonunda
Hüseyin Ayvansarayî(->) tarafından hazır
lanan ve es-Seyyid Ali Satı tarafından ek ve
notlarla geliştirilen Hadîkatü'l-Cevâmi 19.
yy'a kadarki dönem için önemli bir kay
naktır. Aslında İstanbul camilerini tanıtma
yı amaçlayan bu yapıtta, camilerin yamsı
ra çevrelerindeki diğer yapılar, hazirede
gömülü önemli kişiler ve yaptırdıkları e-
serler konusunda da bilgi verilmektedir.
Hadîkatü'l-Cevâmi'de adı geçen 175 med
reseden bazıları yalnız adı ve yeri belirtile
rek, bir bölümü ise yapıldıkları tarih, yap
tıran ve bulundukları yer ile birlikte, daha
ayrıntılı biçimde tanıtılmıştır. Ayvansarayî,
o tarihte başka bir amaçla kullanılmakla
birlikte, ilk yapılışında medrese olan ve
ya tersi bir işlev değişikliği gösteren yapı
lar hakkında da açıklamalarda bulunmuş
tur.

Osmanlı tarihi üzerinde ayrıntılı bir çalışma yapan Hammer, Hadîkatü'l-Cevâmi' ye ek olarak Şeyhî Mehmed Efendi, Uşşa-ki, Nev'izade Ataî, Baldırzade, Taşköprü-



Yüklə 8,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   74   75   76   77   78   79   80   81   ...   140




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin