İkinci Mişkat
Bu mişkat ise aynî neşetteki, emir ve yaratılış âlemindeki nübüvvet, velayet ve hilafet hakkındaki bazı sırlar hakkındadır. Bu sırlar, şifreli bir şekilde gönül sahibi dostların zevk ve akıl sahibi saliklerin diliyle ifade edilmektedir. Bu mişkatta ilahi nurlar, gaybî misbahlardan nur saçmaktadır. İşaret yoluyla rububi sırları beyan etmektedir.
Misbah
Bu birinci misbah, rahmanî nefisten esen ve gönülleri aydınlatan emir âlemindeki nesimlere işaret hakkındadır. Bu nesimler, hidayet ve marifetin dertsiz şarabını velayet kadehinden içen, sahiplerinin izniyle ilim ve marifet şehrine ayak basanların zevkiyle uyum içindedir.1 Bu misbahta bir takım sırlara işaret eden nurlar vardır.
Nur
İlk mişkattan parlayan ve nurlanan kalbin nurani olsa gerek ki en büyük “Allah” ismi; celal, cemal, lütuf ve kahır isimlerinin hakikatinin ahadiyet-i ceminden ibarettir. İsm-i a’zam ile gaybî makam ve en yakın nur arasında hiçbir farklılık yoktur. Sadece şu fark vardır ki bu zahir, o ise batındır. Bu açıktır, o ise gizli. O vahdet-i cemi ve ahadiyet yalınlığıyla bütün isimlerdir. Ama her kesretten münezzeh, itibar ve cihetlerden mukaddestir. Aynı şekilde melekuti nurlar sebebiyle kalbin şu anlamın nuruna ermiş olması gerekir ki gaybî hüviyet, âlemlerin hiç birinde perdesiz zahir olamaz ve aynaların hiç birinde örtüsüz tecelli edemez. Onun zuhur ve yansıması her zaman perde ve örtü gerisinde olmuştur.
Şimdi, eğer şuhud ve huzur haletiyle kulak verenlerden isen bil ki1 Hak Teala’nın zatı her esmaî taayyün ile, o taayyüne uygun bir âlemin zuhur menşeidir. Örneğin rahman ismiyle vücudun aslının genişliği için müteayyin olmaktadır. Rahim ismiyle, vücudun kemalinin genişlemesi için müteayyin olmaktadır. Alim ismiyle, akli âlemlerin zuhuru için müteayyin olmaktadır. Kadir ismiyle, melekut âlemlerinin genişliği için müteayyin olmaktadır. İsim, âlemlerden veya hakikatlerden birinin zuhur menşei olan taayyünle zattan ibaret olduğu için ismullah tevkifi olmuştur ve hiç kimse onu arttırma hakkına sahip değildir. Zira isimler hakkındaki ilim, ilahi bir isimdir. Vahiy sahipleri ve tenzil erbabı dışında hiç kimse bu ilmi elde edemez.
Nur
Diyoruz ki basiret ehli nezdinde ispat edildiği üzere âlemlerin tümünde faillerden herhangi biri zatı gereği ve kendiliğinden bir eserin menşei olamaz ve hiçbir âlemde zuhur edemez. Zira o failin zatı, zatı hasebiyle sıfatlar hicabında mahcub ve isimler ve melekler gaybında gaiptir. Her failin zatı sadece perde arkasından zuhur etmekte ve etkileri ise esmaî taayyünler nahiyesindedir; zat hasebiyle değil. Bu sözün perde arkasında bir sır vardır ki izhar etme gücüne sahip değilim. Uygun olanı da perdelerinin altında gizli kalmasıdır.
Nur
Zati hubb (aşk, sevgi), zatını sıfatlar aynasında müşahade etmek isteyince sıfatlar âlemini zahir kıldı ve zati tecellilerle vahidiyet makamında tecelli etti. Önce kapsamlı aynada, sonra da diğer aynalarda istihkakları tertibiyle tecelli etti. Elbette genişlik ve darlık cihetiyle orantılı olarak. Aynanın genişliği çoğaldıkça içinde tecelli istihkakı da artmış oldu. Daha sonra hübb-i zati kendi zatını ayn’da müşahade etmek istedi. Bu yüzden esma perdelerinin gerisinde halkî (yaratışsal) aynalara tecelli etti. Bu tecelli sayesinde âlemler özel bir düzen içinde varlık aynalarında tecelli etti. Önce en kamil ve en büyük aynada ism-i a’zam ile tecelli etti. Daha sonra güçlü ve mukarreb meleklerden –ki saflara dizilmiş ilahi emri beklemekteler- tut mülk ve şuhud âlemlerinin en son nüzuli mertebesine kadar varlıksal tertip ve düzen hasebiyle diğer aynalarda tecelli etti.
Nur
İlk etapta ezel şafağını söken, birbiri ardınca tecellisini başlatan ve ilk örtüleri yırtan şey, bazen feyz-i mukaddes olarak da adlandırılan mutlak meşiyyet ve gayr-i müteayyin zuhurdan ibaretti. Zira feyz-i mukaddes, imkan ve ilaveleri ile kesret ve sonuçlarından mukaddestir. Bu bazen de canlar semasının heykellerine ve tenler zeminine yayıldığı cihetiyle vücud-i münbesit olarak anılmaktadır. Bazen de nefes-i rahmanî ve rububi nesim olarak adlandırılmaktadır. Bazen de rahmaniyet makamı, rahimiyet makamı, kayyumi makam, a’ma makamı, hicab-i ekreb, heyula-i evvel, berzahiyet-i kübra, tedella makamı ve “ev edna” makamı olarak da ifade edilmektedir. Gerçi bize göre “ev edna” makamı, meşiyyet makamından ayrıdır ve hatta aslında bir makam sayılmamaktadır. Bazen makam-i Muhammedi ve makam-i Alevi olarak da tabir edilmektedir. Bu tabirlerden her biri makam ve cihet hasebiyle ifade edilmektedir.
“İbaretlerimiz farklı güzelliğin ise tek,
Hepsi de bu cemale işaret ediyor.”
Mertebeler ve makamlar hasebiyle daha birçok ifadeler ve kavramlar beyan edilmektedir.
Nur
Mutlak meşiyyetin iki makamı vardır. Birinci makam taayyünsüzlük, vahdet ve vahdetle zuhur etmeme makamıdır. İkincisi ise kesret ve yaratılış ve emir suretinde taayyün makamıdır. Bu meşiyyet ilk makamıyla feyz-i akdes makamı olan gayb makamı ile ilgilidir. Bu makam itibariyle hiçbir zuhuru yoktur. İkinci makamı itibariyle de tüm eşyanın zuhurundan ibarettir. Hatta bu makamda meşiyyet evvel ahir, zahir ve batında tüm eşyadan ibarettir.
Nur
Meşiyyet makamı, cem makamının zuhuru olduğu için ahadiyet-i cem ile bütün isim ve sıfatları kapsamaktadır. Bu makam zuhur ve ayn neşetinde ilmi tecelli makamından ibarettir. Bu makamda yer ve gökte bulunan hiçbir zerre onun ilminden dışarı değildir.1
O halde bütün vücud mertebeleri, ilim, kudret, irade ve diğer isim ve sıfatlar makamıdır. Hatta bütün vücud mertebeleri bizzat Hak Teala’nın isimleridir. Hak Teala sahip olduğu takaddüs ile, bütün eşyada zahirdir. Zuhuru olduğu halde bütün eşyadan mukaddestir. O halde tüm âlem Hak Teala’nın zuhur meclisidir ve bu mecliste hazır olanlar ise bütün varlıklardır.
Nur
Kamil arif şeyhimiz Şahabadi (Allah gölgesini başımızdan eksik etmesin) şöyle buyurdu: Hz. Musa (a.s) Hızır’a soru sormamaya dair söz verdiği halde üç2 soru sordu: Bu soruları Allah’ın huzuruna riayet etmek için sormuştu. Zira günah Hakk Teala’nın huzuruna saygısızlıktır, peygamberler ise Allah’ın huzuruna yapılan saygısızlığı önlemekle görevlidir. Bu yüzden Musa (a.s) Hızır’ın zahir hasebiyle Allah’ın huzuruna saygısızlık sayılan bir takım işler yapınca ahdini unuttu ve itiraz etmeye başladı. Ama Hızır’ın (a.s) velayet makamı ve süluku daha güçlü olduğu için Musa’nın görmediği bir takım şeyleri görüyordu. Bu yüzden Musa (a.s) Allah’ın dergahına ve huzuruna saygıyı korumaya çalıştı. Hızır ise meclisin sahibine ve hazır olana karşı saygıyı korudu. Yüce marifet makamına sahip olan kimseler için bu iki iş oranında apaçık bir fark vardır.
Dostları ilə paylaş: |