Matla’
Önceki (Aristo gibi) filozofların ve ariflerin, eşyanın ilk mebdeden nasıl sudur ettiği ve mebdeden sudur eden ilk şeyin ne olduğu hususundaki ihtilafı işittin mi?
Aristo Usolocya kitabının onuncu Meymer’inde şöyle diyor: “Eğer “Hiçbir kesret hüviyet ve ciheti bulunmayan tek ve basit bir varlıktan bütün bu âlem nasıl vücuda geldi” diye soracak olursa şöyle deriz: “Salt tek ve basit olduğu ve kendisinde hiçbir şey olmadığı cihetinden bütün bu eşya vücuda gelmiştir. Zira onun bir hüviyeti yoktur, hüviyet ondan kaynaklanmıştır. Ben özetle diyorum ki hiçbir şey olmadığı için tüm eşya O’ndan görüldü. Her şey O’ndan kaynaklandığı halde ilk hüviyet (maksadım akıl hüviyetidir) vasıtasız olarak O’ndan kaynaklanan ilk şeydi. Daha sonra aşağı ve yukarı âlemde olan her şey akıl hüviyeti ve akli âlem vasıtasıyla ortaya çıktı.”1
Aristo daha sonra bu hususta nakletme ihtiyacı duymadığımız bir de delil zikretmiştir.
İbn-i Sina’nın Şifa2 ve diğer kitaplarındaki sözleri, Şeyh İşrak3 ve diğer filozofların4 açıklaması da Aristo’nun bu açıklamalarına dayanmaktadır.
Başka bir grup şöyle diyor: Allah’tan sudur eden ve cem makamından zuhur eden ilk şey bütün varlıkların heykellerine yayılan kuşatıcı varlık idi. Yüce Allah’ın, “Bizim emrimiz bir tek sözden başka bir şey değildir.”1
Ve hakeza “Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır”2 diye buyurduğu ayetler de bu anlama işaret etmektedir.
Şeyh Muhyiddin’in halifesi Şeyh Sadruddin Konevi, Nusus adlı kitabında şöyle diyor: “Allah bir olduğu için O’ndan sadece tek bir şey sudur etmiştir. Zira bir olan bir şeyden, bir olduğu cihetiyle tek bir şeyden başkası zahir olamaz. Ama icad olan o tek şey bize göre varlıkların a’yanına ifaze edilen genel vücuddur. Vücuda gelen veya Hz. Hakk’ın ilminin öznesi olan vücuda gelmeyen her şeye bu genel vücud ifaze edilmiştir. Bu vücud ilk varlık olan en yüce kalem ve ilk akıl ile diğer varlıklar arasında ortaktır. Filozofların bu konuda dedikleri doğru değildir.”3
Bu sözün bir benzerini Miftah’ul Gayb ve’l Vücud4 adlı kitabında da beyan etmiştir. Kemaluddin Abdurrezzak Kaşani Istılah’ında şöyle diyor: “Şuhudi tecelli adı “nur” olan vücudun zuhurundan ibarettir. Bu da Hakk Teala’nın âlemlerdeki ilimlerinin suretlerine, yani o isimlerinin mazharına zuhur etmesidir. Bu zuhur her şeyin varlık nedeni olan Nefes’ur Rahman’dan ibarettir.”
Matla’
Şimdi artık aynı ilim ve irfan mektebine mensub olduğumuz imani kardeşlerimize üzerimize düşen şeyleri eda etmenin zamanı geldi. Maksadımızı ortaya koymalıyız ki aradaki ihtilaf ortadan kalksın ve iki grup arasında barış sağlansın. Zira ariflerin metodu aklın derkinden çok daha yüce olmakla birlikte apaçık akıl ve burhana da aykırı değildir. Zevki müşahadeler haşa burhana muhalif olamaz. Akli burhanlar da irfan ashabının şuhuduna aykırı değildir.
O halde diyoruz ki ey değerli kardeş! Bil ki yüce hikmet ve felsefe ehli kimseler kesrete teveccüh ettiklerinden ve gayb ve şuhud âlemi, neden ve sonuçların tertibi ve aşağı- yukarı âlemlerden ibaret olan vücudun mertebelerini korumaları gerektiğinden sudur eden ilk şeyin soyut akıl olduğunu söylemek zorunda kalmışlardır. Daha sonra nefis ve daha sonra da en son kesret mertebelerine kadar bu tertibe riayet edilmiştir. Zira mutlak meşiyyet makamında hiçbir kesret düşünülemez. Kesret bu makamdan sonra olmuştur. Bu makam taayyünler makamıdır. O halde meşiyyet zat-i ahadiyette saklı ve ebedi kibriyada yok olduğu için sudur etmiş veya etmemiş diyebileceğimiz hiçbir hükme sahip değildir. Ama Allah’a hicret eden veliler ve yüce arifler, vahdete teveccüh ettiklerinden ve herhangi bir kesret müşahade etmediklerinden dolayı; mülk ve melekut, ceberut ve nasut âlemlerindeki taayyünlere bakmazlar. Mahiyet ve âlemler olarak tabir ettiğimiz mutlak vücudun taayyünlerini hayal ve itibar olarak görmektedirler. Bu yüzden “özgür insanlar nezdinde âlem, hayal içinde hayaldir” denmiştir.1
Şeyh Muhyiddin şöyle diyor: “Âlem her zaman gayb halindedir ve asla zahir olmamıştır. Allah ise her zaman zahirdir, asla gaib olmamıştır.”
O halde zahir veya batında, ilk veya sonda, tahakkuk ve vücud diyarında ve gayb ve şuhud âleminde var olan her şey Hak’tır. O’ndan başka her şey bir vehim ve hayaldir.”
Matlâ
Hatta dönerek şöyle diyoruz: Muhakkik Konevi’nin sözleri kamil arifler nezdinde bir değer taşımamaktadır. Ona göre yüce makam sahibi velilerin sözleri olan açıklamalar aslında doğru değildir. Marifet ehli pazarında bir değer ifade etmemektedir. Zira sudurun bir masdarı ve sadır’ı olmalıdır. Masdar ve sadır gayriyet ile mütekavvimdir. Her biri o diğerinden ayrıdır. Bu tür tabir, irfan ashabının yoluna aykırıdır. Yakin ehlinin zevkine uygun değildir. Bu manayı ifade ettiklerinde ise zuhur ve tecelli demektedirler. Allah’tan başka bir şey var mı ki Allah’a sudur isnad edilebilsin. Sadece O vardır. “Hem ilk, hem sondur. Hem zahir, hem de batındır.”2 İmam Hüseyin (a.s) Arefe duasında şöyle diyor: “Senden başkasının, senin sahip olmadığın bir zuhuru mu var?”
Evet, canım kendisine feda olsun, Allah velisi ne de doğru söylüyor.
Allah’tan gayri olarak düşünülecek olursa âlem asla zahir olmamıştır. Hakk ehline göre külli-i tabii dış varlığa sahib değildir. Bu cihetten gayrisi ise Allah’ın zahir olan ismidir.
Matlâ
Bütün bu dediklerimiz vahdet sultanının kendisine galib geldiği, Hak Teala’nın varlık dağına kahhariyetle tecelli ederek yerle bir ettiği, kıyamet gününde tam bir vahdet ve malikiyet makamıyla zuhur ettiği gibi yüce bir malikiyetle kendisine tecelli ettiği kimsenin hükmüdür. Ama vahdetten örtülü olmadığı halde kesreti müşahade eden ve kesretten gafil olmadığı halde vahdeti müşahade eden kimse her hak sahibinin hakkını kendisine teslim eder ve adalet hükmünün mazharıdır. Hiçbir sınırı aşmaz, hiçbir kula zulmetmez.1 Bazen kesretin tahakkuk ettiğine hükmeder, bazen de bu kesreti vahdetin zuhuru olarak görür. Nitekim berzahiyet-i kübra makamına eren, baştan ayağa Allah’ın dergahına muhtaç olan ve “kabe kavseyn ev edna”2 makamına erişen, Allah’ın seçtiği, razı olduğu ve beğendiği bir kul olan Allah Resulü, imamlardan birinin diliyle şöyle buyurmuştur: “Bizim öyle bir haletimiz vardır ki o makamda; O, O’dur ve biz de biziz. O biz ve biz de O’yuz.”3
Marifet ehlinin özellikle Şeyh-i Ekber Muhyiddin’in sözlerinde bu tür ifadeler çoktur. Örneğin şöyle diyor: “Halk Hakk’tır ve Hakk da halk. Hakk, Hakk’tır ve halk da halk.”4
Hakeza Fusus’unda şöyle diyor: Sayılar hakkındaki sözümüzü iyi derk eden bir kimse (yani bir sayıyı inkar etmek aynen diğer bir sayıyı ispat etmektir) bilmiş olur ki münezzeh olan Hakk, meşiyyet halkından ibarettir. Her ne kadar halk, halıktan (yaratıcı) ayrışık da olsa halık olan emir mahluktur ve mahluk olan emir ise haliktır.”
Daha sonra şöyle diyor:
“Hakk bu yönüyle halktır, ibret al halk değildir diğer yönüyle an,
Kim anlarsa dediklerimi basireti körelmez,
Basireti olanlar ancak sözlerimi anlar,
Sen toplama çıkarmayla meşgul ol,
Hakikat birdir,
Bu tek hakikat kesret sahibidir, ama vahdet kesretten eser bırakmaz.”1
Yine konumuzun dışına çıktık. Sözü toparlayıp konumuza geri dönmemiz gerekiyor.
Dostları ilə paylaş: |