Nur
Bu yüce makamda nübüvvet, gaybî hakikatin ilmi neşette bildirimi gibi ilahi hakikatlerin, rububi isim ve sıfatların aynî âlemde izhar edilmesidir. Bu makamda herkese layık olduğunu verdiler. Kabiliyet sahiplerini kemaline eriştirdiler ve kabullenme yetisine sahip olanları layık oldukları ve bekledikleri kemale ulaştırdılar. Zira rahmaniyet makamı vücudun genişleme makamıdır. Vücudun kemalinin genişleme makamı olan rahimiyet makamı da bu makamdandır. Bu makam rahmaniyet ve rahimiyetin ahadiyet-i cem makamıdır. Bu yüzden rahman ve rahim isimleri “bismillahirrahmanirrahim” sözünde yer almış ve Allah isminden hemen sonra beyan edilmiştir.
Şeyh Arabi Futuhat adlı eserinde şöyle diyor: “Bütün âlem bismillahirrahmanirrahim vesilesiyle vücuda gelmiştir.”3 Şüphesiz bu makamda gayb ve şehadet âlemi sakinlerinin elçisi odur. Mülk ve melekut âlemi sakinlerine cem makamından haber getiren hak sözlü biridir.
Nur
Bu gaybî resule ve hakiki veliye iman eden ilk kimse ceberut âlemi sakinleri idi. Yani nursal kahir nurlar ve ilahi yüce kalemler. Bu feyz genişlemesinin ilk zuhuruydu. Nitekim peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın ilk yarattığı şey benin nurum (veya ruhum) idi.” 1
Sonra nüzul (iniş) tertibiyle yukarıdan aşağıya yüceden düşüğe, madde, maddiyat, düşük âlemlerdeki sakinlere kadar hepsi baş kaldırmadan ve karşı koymadan iman etmişlerdir. Allah Resulü’nden nakledilen rivayetin bir anlamı da budur. Allah Resulü bu rivayette şöyle buyurmaktadır: “Adem’den aşağıya kadar hepsi benim bayrağım altında bulunmaktadır.” 2
“Velayet bütün varlıklara sunuldu” rivayetinin3 bir anlamı da budur. Bir rivayette “Bazı varlıklar velayeti kabul etmedi” sözü ise o varlığın kabiliyet noksanlığı esasına dayalıdır. Bu varlıklar kemali kabullenme kabiliyetine sahip değillerdi. Yoksa vücudun aslı hususunda velayeti kabullenmemeleri anlamında değildir bu. Onlar vücudun kemali makamında velayeti kabul etmemişlerdir. Başka bir ifadeyle onlar rahmaniyet makamını kabullenmişler, rahimiyet makamını kabul etmemişlerdir. O halde her varlık, kendi varlık genişliği ve kabiliyeti esasınca batıni velayet ve hilafeti kabullenmiştir. Bu batıni hilafet ve velayetin yer ve göklerde etkisi vardır. Nitekim bir çok hadisler de bu anlama işaret etmektedir.
Nur
Gök, yer ve dağlara sunulan, zalim ve cahil insan4 dışında hiç kimsenin kabullenmediği emanet de bu mutlak makam olsa gerek. Zira gökler, yerler ve içlerinde bulunan her şey mahdud ve mukayyet varlıklardır. Hatta külli ruhlar bile böyledir. Mahdud ve mukayyet varlıklar, mutlak hakikati kabullenmekten sakınan varlıklardır. Belki emanet de mutlak zillullah (Allah’ın gölgesi) idi. Mutlak olanın gölgesi (ve feyzi) de mutlaktır. Taayyün eden her şey o ilahi gölgeyi kabullenmekten sakınır. Onu yüklenemez. Ama tüm sınırları çiğnemek, bütün taayyünleri aşmak ve makamsızlık makamına ulaşmaktan ibaret olan zalimlik -bir görüşe göre “Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok”1 ayeti de bu makamsızlık makamına işaret etmektedir.- “fenadan fena” (fanilikten faniliğe) olan cahillik makamındaki insan, o ilahi mutlak zill’i (gölgeyi) taşıyabilme liyakatine sahiptir. Dolayısıyla mutlak hakikatiyle o emaneti kabullenmiştir. Bu da “kabe kavseyn” (iki ok kadar yakınlaştı) makamına erdiği zamandı. Şimdi Allah’ın “veya daha da yakınlaştı”2 sözü üzerinde düşün ve ışıkları söndür ki ufuktan sabah ışıkları doğdu artık.3
Nur
Bil ki –Allah seni hak yola hidayet etsin- bu nübüvvet makamıyla aynî neşette zuhur ve ilmi ve ayan-i sabit neşetindeki ilahi isimlerin suretleri esasınca ilahi isimlerin ve gaybî hakikatlerin izharı kamil insanın nübüvvetinden ibarettir. Yani ikinci ve hatta üçüncü makamda Muhammedi hakikattir. Zira zahir ve mazhar birlik halindedir. Özellikle mutlak isim mazharının hiçbir varlıksal taayyünü yoktur. O halde ilk makam; vahidiyet makamında isimlerin gayb’ul guyub (gayplerin gaybî) dilinden isimlerin ahadiyet-i cem makamı olan ism-i a’zam ve hakikat-i cemî ile haber vermesidir. O halde ikinci makam ise en kamil mazhar olan insanlığın ayn-i sabiti ile hakikat-i cemi olan ism-i a’zam ve hatta gayb lisanından haber vermektir. Zira ilahi isimlerin suretlerinin, yani a’yan-i sabitin hiçbir örtüsü ve hicabı yoktur.
Konumuz olan üçüncü makam ise aynî neşette en kamil mazhar vesilesiyle ilmi hakikatin haber verilmesidir. Yani emir âleminde ayn-ı sabit dilinden insanlığın hakikatinin vesilesiyle haber verilmesidir. Hatta ism-i a’zam ve gayb makamı tarafından vesilesiyle haber verilmesidir, bildirilmesidir. Zira daha önce de bildiğin gibi bu makamda bir örtü bulunmamaktadır.
Nur
Şeyhlerimizin şeyhi Muhammed Rıza Kumşei (k.s)4 Fusus’ul Hikem’in şerhinin önsözünün haşiyesinde ilahi isimlerde ayan-i sabit’i mahiyet ve vücutla kıyas etmektedir. –Mahiyet vücudun taayyününden ibarettir. Eşya mahiyete isnat edilmektedir, vücuda değil. Zira her şey taayyünü ile faildir. A’yan ise isimlerin taayyününden ibarettir. Ve âlem kamil insanın ayn-ı sabitine mensuptur. Muhammed Rıza Kumşei şöyle diyor: “A’yan-i sabit ilahi isimlerin taayyünlerinden ibarettir. Taayyün dış makamda müteayyin ile birdir. Akıl makamında ise ondan gayridir. Nitekim mahiyet de dış âlemde vücudun aynısıdır. Ama akıl nezdinde ondan başkadır. Öyleyse a’yan-i sabit, ilahi isimlerin aynısıdır. Bir itibara göre Allah isminin tecellileridir. Başka bir itibara göre Allah isminin eczasıdır. Bu iki itibar “Allah” isminin sıfat itibariyle zat ismi olmasından veya sıfatla birlikte zat ismi olmasından ibarettir.
O halde a’yan-i sabit tecelliler itibariyle insanlığın hakikatidir ve bir itibarla da o hakikatin cüzleridir. Zira insanlığın hakikati, taayyünün müteayyin ile birliği delili esasınca o ismin kendisidir. O halde insanlığın hakikati ve Muhammedi hakikatin kendisi olan Ahmedî ayn-ı sabit, esma âleminde isimler suretinde ve ayan-i sabit âleminde ayanlar suretinde mütecellidir. Allah dışındaki her şey anlamındaki âlem, esmanın sureti ve mazharından ibarettir.
O halde âlem, insanlık hakikatinin sureti ve bu hakikatin mazharıdır. Zira daha önce de belirttiğimiz gibi isimler ve a’yan o hakikatin tecellileri itibarıyladır. Başka bir itibarla o hakikatin cüzleridir. Suretleri o hakikatin suretidir, o hakikatin mazharlarıdır. O halde âlem suretinde tecelli eden şey Muhammedi hakikattir. Âlemdeki küçük büyük her şey tümüyle o hakikatin zuhur ve tecellisidir. Şimdi şu soru sorulabilir: “Eğer Allah ismi ve Muhammedi ayn-ı sabit aynda bir iseler, o halde neden âlem o ayn’a istinad edilmektedir; o isme değil.
Bunun cevabı şudur ki ayn-ı sabit, o ismin taayyünüdür. Yani o hak ve aşikar olan şeydir.”
Dostları ilə paylaş: |