Zikrin kelime mânâsı anmak, hatırlamak demektir. Bu âlemde Allah’ı bütün varlıklar zikrederler. Ya ayakta ya rükûda ya da secde halinde… Âl-i İmrân Sûresi 191. âyette “Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın, Seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azâbından koru.” buyrulmuştur. Onun için bütün nebâtât ayakta, bütün hayvânât rükû halinde, bütün cemâdât da secde halinde Allah’ı zikretmektedirler. İnsânlar ise cemâdâtın, nebâtâtın ve hayvânâtın zikrinin yekûn halini namazda toplayarak kıyam, rükû' ve secde halinde birleştirerek hepsinin zikriyle zâkir olmakta ve hepsinin de ecrini almaktadır.
Zikir yalnızca anmaktan ibaret değildir. Anmaktan ibaret olsa idi herkes “Allah” diyor. Zikir, fikirdir. Fikir edildiğinde zikir olur. Bir âyet-i kerîmede “Ya Muhammed sana Kur’ân’ı Arapça indirdik. Tâ ki anlayasın diye” buyrulmuştur. Şu halde anlamadan okunan Kur’ân bile zikir olmuyor. Zikirden gâye zikredilenin bilinmesi ve fikredilmesidir. Yoksa taklîdî bir anma olacaktır.
Zikir üç türlü yapılır:
1- Cehrî zikir: Açıktan ve yüksek sesle yapılan zikir.
2- Kalbî zikir: Dil damağa yapışık, ağız kapalı, burundan derin bir nefes alıp o aldığımız nefesi üçe bölerek tekrar burundan verilmesi sûretiyle yapılan ve akıl nimetiyle takip edilen zikirdir.
3- Tefekkürî zikir: Bu da Tevhîd mertebelerinde râbıta ve şühûdların düşünülmesi ise de, merâtiblerin zevkî tefekkürüne sâlikleri alıştırarak, esas kalb zikri olan müşâhedeyi sağlamaktadır. Çünkü zâtımız yedi sıfatımızdan fiillerini sergilemektedir. İşitme fiili işitme esmâsının tahakkümünde, görme fiili ise görme esmâsının tahakkümündedir. Dolayısıyla zâtımız nasıl bir halde ise sıfatlarımızdan da o fiil zuhûra gelecektir.
Zuhûra gelen bu fiillerin cibilliyetine bakarak o şahsın veya varlığın Allah’ın indinde ma’lûmiyeti derecesinde tecellî ettiğini görmek ve ona göre tavır almak lâzımdır. Çünkü bu zikirde hem Zât, hem sıfat, hem fiil tecellîlerini müşâhede etmek, hem de Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşam biçiminin uygulanması elde edilmektedir. Bu zikir aded olarak dil ile vücûdumuzun yaptığı zikir değil; gönlün kemâlâtla yaptığı lâtif olan müşâhede-i zikirdir. Ahzab Sûresi 41 ve 42. âyetlerinde “Ey îmân edenler, Allah'ı çok anış anın! O’ nu sabah akşam tesbih edin!” buyruluyor. Bu ‘Nefs mertebesinde ve rûh mertebesinde Allah’ı çok zikrederseniz hesapsız mükâfatlara nâil olursunuz’ demektir. Zikir yapmayanlara Mücâdele Sûresi 19. âyette “Şeytan kendilerini istila etmiş ve kendilerine Allah düşüncesini unutturmuştur. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdırlar. Uyanık ol ki, şeytanın yandaşları hep hüsrana düşenlerdir.” denilmektedir. Taha Sûresi 124. âyette “Her kim de zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu Kıyâmet günü kör olarak haşrederiz.” buyrulmaktadır. Yine Ankebût Sûresi 45. âyetten “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak(zikir) en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir.” anlaşılacağı gibi zikir en büyük ibâdettir. Bakara Sûresi 152. âyette “O halde anın Beni, anayım sizi; Bana şükredin, nankörlük etmeyin!” buyrulmakla zikrin ne kadar önemli olduğu görülmektedir. .
Zikir, Allah’ın ef’âlini, sıfatını ve zâtını remzeder. Üç kez, “Allah ! Allah ! Allah!” denmesinin hikmeti budur. Zira bu üçlü zikirde tarif edilemeyecek kadar sırlar vardır. Besmele-i Şerîf’teki ‘Bismillâh’ Allah’ın zâtını, ‘Rahmân’ Allah’ın sıfatlarını, ‘Rahîm’ ise Allah’ın ef’âl-i ilâhiyesini remzetmesi nedeniyle bu üç lafzın manâsı tüm Kur’ân’ın sırrı olmuş oluyor. Allah lâfzı Arapça’da “elif”, iki “lâm” ve “Hu” harfleriyle yazılmaktadır. Bu üç harfin mânâsı, Hakîkat-i Muhammediyye’nin sıfatları olan Tafsîlât-ı Muhammediyye’den fiilleri ile açığa çıkması demektir.
Şu halde ister nefs mertebesinde lafzî olarak “Allah” densin, ister kalb mertebesinde Allah’ın ef’âlini, sıfatını ve zâtını şühûd etsin, isterse rûh mertebesinde kendi tecellîsinin bu üç yüzünü zâhir ve bâtında müşâhede zevkiyle zevkiyâb olsun, bunların hepsi zikirdir ve bu zikirler en büyük ibâdettir. Zamanla büyük dille yapılan cehrî zikir, küçük dille yapılan ağız kapalı kalbî dediğimiz akli zikre tebdil olacak ef’âl mertebesinde şühûdî zikirle kalbin tasdîki ve her bir âzasıyla müşâhedeye geçerek, her tecellînin Hakk’ın bir tecellîsi olduğunu, fakat bu tecellîler mazharlardan zuhûr ettiği için, mazharların yaratılma yerlerine göre tecellîsini gösterdiğini seyretmek en büyük bir zikir olacaktır. Bir kişinin kalbi saat gibi zikirle kurulursa, Cenâb-ı Hakk onu kat’iyen bir daha durdurmaz. Bir kişinin de hicâbı açıldığında Allah’ın şanından değildir ki onu kapatsın.
ZİKİRLE BİRLİKTE RÂBITA NASIL KULLANILIR
Bir sâlik yüzünü Rabbine çevirerek, bezm-i elest demi olan İnsan-ı Kâmilin dizinin dibinde zikir telkînâtını alır. Bu, “Rûhumdan Âdeme bir rûh üfledim” âyet-i kerimesi gereğince, zikir rûhudur. Her nefesteki “Allah, Allah, Allah” diye yaptığı bu zikir, ister Âdem’de isterse âlemdeki Cenâb-ı Allah’ın üç tecellîsinin idrâkini sağlayıp, Vahdâniyyeti ile diriliğini ihtiyarî olarak zevk ettirecektir. Zikir Makâm olmayıp bir derstir. Dolayısıyla da zikirde râbıta da yoktur.
Sâlik Tevhîd mertebelerinin Fenâ Makâmlarının birincisi olan Tevhîd-i Ef’âl’i telkîn aldığında, “Lâ fâile illallah” “Fiillerin halk edicisi yalnız Allah’tır.” râbıtasını hissiyle kullanmaya başlayacaktır. Bir kişi kalbiyle dâima “Allah, Allah, Allah” diyerek hissiyle de, yani bakışı, düşünüşü, görmesi, duyması gibi hissi müştereki ile bunu aklından hiç çıkarmaması, aynı zamanda râbıtayı da kullanması demektir. Râbıta bağ demektir. Neyin bağı. Kendisine üfürülen ef’al-i İlâhiye rûhunun, gönlündeki fiillerin kendisinin değil, halk edicisinin Allah olduğunun bağı.
Tevhîd-i Sıfât mertebesinde, zikirle birlikte sâbit sıfatların halk edicisinin Allah olduğunun râbıtası, Tevhîd-i Zât mertebesinde zikirle birlikte vücûdun Vücûdullah olduğunun râbıtası olmalıdır. Bir sâlik bir üst mertebeyi aldığında, daha evvelki mertebelerin râbıtaları o aldığı mertebenin râbıtasının içinde zaten mevcûddur. Sâlik kalbiyle dâimî zikrini, hissiyle de râbıtasını kullandığında, kendisinin ve kendisinden başka varlıkların hiçbir varlıklarının olmadığını, tek varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunun irfâniyetine sâhib olacaktır. Bilmek ve idrâk etmek irfâniyet değildir. Bilmek ve idrâk etmek ilm-el yakînlik içinde bir şeye vâkıf olmaktır. Kulağınızla duyduğunuzu gözünüzle görebilmişseniz onu kalbiniz tasdîk eder, yoksa tasdîk etmez. İşte kalbin tasdîkinden sonraki o şuhûdu zevke irfâniyet denir. Yoksa bilmek veya ona vâkıfım demek irfâniyet değildir. Zaten kulağımızın duyduğunu gözümüz görmezse kalbimiz bunu tasdik etmez. Bu irfâniyete ilm-el yakînlik değil, ayne’l-yakînlik denmektedir. İhtiyarî olarak kendi varlığımızı Hakk’ın varlığında yok ederek, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyeti ile zevklenmemiz, her neye bakarsak bakalım O’nun Vahdâniyyetinden başka bir tecellî görmememiz demektir. Bu mertebenin râbıtasında, Hakk’ın kulunun kulağından ve gözünden görenin, dilinden konuşanın Hakk olduğunu zevk etmek kişiye râbıta zevki sağlayacaktır.
Bekânın ikincisi olan Hazret’ül- Cem Makâmında, halkın zâhire çıkmasıyla, tafsilât-ı Muhammediyye olan bu âlemde, bütün varlıkların yani Hakk’ın sıfatlarının “Sen bizlerde tecellî etmemiş olsan bizler olmazdık, bizlerdeki varlıkta tecellî eden de Sensin ya Rab!” diye acziyetlerini ifâde ettiklerini, hissi müşterek olan bu bâtın duygularımızla, dâima kendimiz diye ikilikle ifade edilen Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının isti’dâd ve kabiliyetlerine göre farkıyla düşünmek, rûhun emrine geçmiş olan akıl nimetiyle kendimizi yakın takibe almak, bizleri Kâbe kavseyne ulaştıracaktır. İşte, sîretimiz olan rûhaniyet yönümüzün sûret olan fiziksel bedenimizden nasıl zuhûra geldiğini, Cenâb-ı Allah’ın vahdet-i şuhûd olan yalnız sîretten ibaret olmadığını, vahdet-i mevcut olan yalnız görünen varlıklarla da kayıtlı olmadığını, vahdet-i şuhûd olan sîreti, vahdet-i mevcûd olan sûretten tecellîsiyle vahdet-i vücûd olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının, Muhammed olan sıfatlarından tecellîsini farkıyla izlemek ve yaşamak kemâlâttır. Zaten bekâ Makâmları olan bu mertebelerde kalbî zikirle birlikte verilen râbıtalar, o kişiyi dâima illallah irfâniyetine sahip kılacaktır.
Şu halde hangi mertebe ve Makâmda olursak olalım, dâima kalbî zikirle birlikte râbıtayı kullanmak bize vuslat sağlatacaktır. İlimle bu yerleri bilsek bile şuhûd ve râbıtamız yeterli değilse, saydığımız Allah’ın manevî nimetlerine sahip olamayız. Zikir fikirdir. Fikir ise zikirdir. Kalbî zikir her mertebede râbıta olan fikirle birleşmeden vuslat olmaz. Onun için fikir yalnız ilmî olarak bir şeye vâkıf olmak değildir. Ayne’l-yakînlikteki şuhûd ve irfâniyet bizleri vuslat bulduracaktır. Arzu eden kardeşlerime Allah bu yerleri zevk ettirsin. Âmin.
Dostları ilə paylaş: |