Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə78/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   75   76   77   78   79   80   81   82   83

TİN SÛRESİNİN MÂNÂSI


Allahü Teala incire ve zeytine yemin ediyor. Neden bir çok meyve var iken yalnız bu iki meyveye yemin etmektedir. Çünkü zâhirinde incirin her tarafı yenir. Yenmeyen hiçbir tarafı yoktur. İncir, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı olan hakîkatini remzetmektedir. Zeytinin ise dışı yenip çekirdeği yenmez. İştahı açıcılığı nedeniyle o da şerîatı remzetmektedir.

İşte burada hakîkat ve şerîata yemîn edilmektedir. Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetine yemin edilmektedir. Enfüsümüzde ise zât ve sıfat olan külliyet ve cüz'iyetimize yemîn edilmektedir. İncir rûhtur, zeytin ise kalbdir. Rûh ve kalb sâhiblerine yemîn edilmektedir. Ayrıca Tûr-i Sînâ’ya ve Emîn Beldeye de yemin edilmektedir. Tûr-i Sînâ Musa (A.S.)’nın Allah’la konuştuğu yerdir. Her bir sâlik de kendi gönül Tûr-i Sînâsı olan Sînâ tepelerinden Rabbi ile konuşabilir. Emîn Belde de zâhirde her ne kadar Mekke şehrindeki Kâbe denmekte ise de 1978 senesinde İran’lı anarşistlerin Kâbe’ye girerek çok hacılarımızı katlettiklerini ve Kâbe’yi de harab ettiklerini gördük. Böylece oranın emin belde olmadığı anlaşılmış oldu. Şu halde emin belde insanın gönlüdür, kalbidir. Oraya müsaadesiz hiçbir yabancı giremez.

İşte kişinin gönül Tûr-i Sînâsı olan dimağı ile gönlündeki idrâke, gönlündeki yücelik tecellîlerine mazhar olması nedeniyle yemîn ediliyor. Sonra “İnsanı en güzel biçimde yarattık.” buyruluyor. Zira insan zâhirde cemâdâttan, nebâtâttan ve hayvânâttan üstün bir yaratıktır. Çünkü Cenâb-ı Allah bu üç sınıfı da insanın emrine vermiştir. İnsana verilen akıl ve ilim gibi yüce nimetler diğer varlıklara verilmemiştir. Onun için en büyük mahlûkattan olan fil ve timsahlar bile insanın emrindedir.”Allah insanı kendi sûreti üzere halketti.” Hadis-i Şerif Cenâb-ı Allah Hüviyyet ve Eniyyetini kemâlâtıyla insan denen o yüce varlıkta sıfatlarıyla zuhûra geldi. Burada Allah’ın sûreti sıfatları demektir. Hayat, ilim, irâde, kudret, kelâm, duymak, görmek ve tekvîn sıfatları kemâlâtıyla insanda zuhûr etti.

Onun için Allah hakîkate, şerîate, hakîkat ve şerîat yaşamı ile ortaya çıkan her türlü yücelik ve güzelliklere yemîn ederek “İnsanı en güzel biçimde yarattım.” diyor. Çünkü sayılan bu yücelikler yalnız ‘insan’ dediğimiz İnsan-ı Kâmillerde mevcûddur. Sonra “Onu aşağıların aşağısına gönderdik.” denilmektedir. Yani dünya diye bildiğimiz bu kötülükler ve zıtlıklar âlemine gönderildik denmektedir. Burada aklımıza “Mâdem insan en üstün biçimde yaratıldı, ne için aşağıların aşağısı olan bu dünya zindanına gönderilmiştir” sorusu gelebilir. Dünya ne demektir. Dünya Allah’tan uzaklaştıran her şeydir. Gaflet dünyadır. Yoksa üzerinde yaşadığımız bu âlem dünya değildir. Onun için bu âyeti iki şekilde zevk etmek mümkündür.

1- En üstün bir biçimde yaratılan İnsan-ı Kâmilliğini bulanlar dünya bataklığındaki insanları kurtarmak için onların içine gönderilip onları o dünya bataklığından kurtarma görevi almalarıdır

2- Sûrette insan, sîrette henüz insanlığını bulamamış olanların dünya bataklığına gönderilmelerindeki sebep,

Bekâ mülkünden eyledim teşrîf

Bu dâr-ı fenâya imtihân için

Gece gündüz niyâzım odur ki

Cemâl-i pâkini anlamak için”

diyen bir âşıkın ifadesinde olduğu gibi imtihan için gönderildiğimiz anlaşılmaktadır.

Bir İnsan-ı Kâmilin eteğinden tutarak bu dünya bataklığından kurtulmak mümkündür. Zira âyetin devamında da söylendiği gibi sâlih amel işleyebilmek ancak İnsan-ı Kâmil’e tâbi olmakla mümkündür. Şu halde esfel-i sâfilîn olan bu dünya bataklığından tek kurtuluş formülü en üstün biçimde yaratılan o İnsan-ı Kâmillere tâbi olarak sâlih amel işleyip ihlâsa ermektir. İşte o zaman onlar için tükenmez mükâfatlar vardır.

Mürşid-i Kâmil’den Tevhîd tahsili yapmadan, şirklerden kurtulup ihlâsa ermek mümkün değildir. Yoksa bu âleme hayvan gelip hayvan giden kimseler gibi azâbtan kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Onun için bu kimseler Âdemde ve âlemde Allah’ın nûr tecellîleri olan Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından da esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkan âsârını görmemekten dolayı inkâr edişleri, onların Cehennemleri olmaktadır. Bazı kimselere bu meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini göstermekle mutlu kılmakta, bazı kimselere de esfelde sâlih amel işlemek için İnsan-ı Kâmil’e gitmeyip meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini hicâblarından mütevellit görememekten mutsuz kılan Allah hâkimler hâkimi değil midir. demekle meydan okumaktadır. Allah bu tecellîleri cümlemize görmek nasîb etsin. Âmin.


VAHDET-İ VÜCÛD MUHAMMEDÎ OLMAKTIR


Vahdet-i Vücûd ‘vücûd birliği’ demektir. Her yerde ve her şeyde, kişinin kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hâli ve yaşamasıdır. Onsekizbin âlem diye vasıflandırdığımız varlık âlemi, Zât-ı Mutlak'ın her an ayrı bir tecellî ile eşya ve kâinat sûretinde açığa çıkmasından ibârettir. Eşya ve kâinat Allah’ın zâhiri ve her an ayrı bir tecellî ile yenilenmekte, Allah’ın bâtını ise, eşya ve kâinattan tecellîleriyle, her varlığın isti’dâdları nisbetinde kendini şerh eden rûhu mesâbesindedir. Yaratan ve yaratılan hep O’dur. Yaratan Zâtı, yaratılan ise kul olup fânî olan hadisâtıdır. Çünkü vücûd birdir.

Elimize bir elma çekirdeği alalım. Ve onu toprağa dikelim. Belirli bir zaman geçtikten sonra diktiğimiz bu çekirdeğin, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri olacaktır. Toprağa diktiğimiz çekirdeğin, dallardaki, yapraklardaki, meyvelerdekinin aynısı olmasına rağmen yer ve mekânlar ayrı olsa dahi hepsi vücûd birliği içindedirler ve bütün ağac gövdesinden meyvesine kadar bütün teferruatı hep çekirdekten meydana gelmiştir. Hulûl ve ittihat da yoktur. Ömrü bitince ağaç ve yapraklar yok olacaklardır. Fakat meyvelerdeki çekirdekler dâima zuhûrunu devam ettireceklerdir. İşte bu âlemde de bizim varlığımız yoktur. Bu fânî sûretlerde, tecellî eden ve görünen vücûd-i mutlak olan Cenâb-ı Allah’tır. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murâd ettim ve bütün mevcûdatı halk ettim.” buyrulmaktadır. Şu halde hepsi O’dur ve bizler o ilâhî tecellînin bu hadisat âleminde, gölgeleri gibiyizdir. Onun için bizler için Cenâb-ı Allah’ın Zâtını bilmek mümkün değildir. O’nu, beşerî sıfatlardan tecellî eden kudretiyle bilebiliriz. Vahdet-i Vücûdda eşyânın kendisi değil, eşyânın hakîkati Hakk'tır. Yoksa eşyâ eşyâdır. Aslında bizim Hüviyyetimiz Hakk’tır. Sûretlerimiz O’nun görüntüsüdür. Vahdet-i Vücûd kemâlâtına sahip olan ârifler arasında hiçbir ihtilâf olmaz. Ama akılla her şeyi tartanlar arasında çok ihtilâf vardır. Vahdet-i Vücûdun dayandığı kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Nûr Sûresi 35. âyet “Allah yerlerin ve göklerin nûrudur. O’nun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıkla fitil, cam bir kandil içindedir.” demekle Vahdet-i Vücûd zevkinin tafsilât-ı Muhammediyye'den zuhûrunu anlatmaktadır. Aynen bunun gibi, bir Muhammed'den binlerce Muhammedler zuhûr ederek, Cenâb-ıAllah’ın “Habibim, Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım.”Hadis-i Kudsîsi gereği dâima Muhammed olan kemâlât sıfatlarından tecellîlerini devam ettirecektir. Yeter ki bizler Muhammedîliğimizi idrâk edip, dâima onunla beraber olalım. Kâmilin huzurunda, üç İhlâs bir Fâtiha okuyarak Resûlullah Efendimizin rûhuna hediye etmiştik. Fakat bunu ondört asır evvelki Resûlullah Efendimize değil (çünkü O’nun bize ihtiyacı yoktur. Bizim ona ihtiyacımız vardır. ) senin gibi henüz daha Muhammedîliğini bilmeyen sâliklerin, Muhammediliğini idrâk etmesi açısından birinci İhlâs ef'al-i İlâhiye için, ikinci İhlâs sıfat-ı İlâhiye için, üçüncü İhlâs da vücûd-i İlâhiye olduğunu idrâk edip yedi âyetten ibâret olan canlı bir Fâtiha-i Şerîf olduğunu bu vücûdda zevk etmek için okunmaktadır. İşte böylece Muhammedîliğini idrâk edenler, hem kendi Muhammedîliğinde Hakk’la beraber olma zevkine sâhip olurlar, hem de vücûd birliği içinde ayrılık görmemekten mütevellit mutlu olurlar. Her şeyi yerli yerinde görürler.

Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle incelediğiniz zaman bazı harflerin noktasız, bazı harflerin altı noktalı, bazı harflerin de üstü noktalı olduğunu görürsünüz. Noktasız harfler, Allah’ın Zât tecellîlerini, altı noktalı harfler ikilik içindeki celâl tecellîlerini, üstü noktalı harfler de cemâl tecellîlerinin sırlarını ifşâ etmektedir. Harflerin altında iki nokta ve harflerin üstündeki üç nokta da bulunduğu mertebelerdeki, fenâ ve bekâ tecellîlerini şerh etmektedir. Bunları velîlerde de görmekteyiz. Said-i Nursî Hazaretleri risâlelerinde genel olarak hep nebâtâtı dillendirmiştir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri de, Mesnevi’sinde hayvanları dillendirmiştir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hz. leri, Mısri Niyâzî Hazretleri, Hacı Bayram Velî Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri gibi bazı velîler de, ilâhîlerinde hep insanları dillendirmişlerdir. Şöyle ki:



Hakk’ı istersen yürü insana bak

Şemsü Zâtı yüzünden rahşân eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtını Rahmân şeklini insan eylemiş

Mısrî Niyazi



Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm

Yunus Emre



Vallah Kur’ân’dır senin yüzlerin

Yâsîn-i şeriftir iki gözlerin

İnnâ fetehnâ sûresi sözlerin

Vedduhâ inmiştir kulun üstüne

Nesimi


Her şeyin varlığı senin özündür

Kendini çok gören kendi gözündür

Bu mülke hükmeden senin sözündür

Kalbin kürsüdür Sultan sendedir.

Rıza


Demek ki, her kim hangi mertebede Muhammedî zevkine sahipse, orayı bizlere aksettirmektedir. Onun için Muhammedîliğimizi bulmağa çalışalım. Yoksa Allah ayrı, bizler ayrı olarak ikilikten ve taklîdi ibâdetlerden öteye geçemeyiz. Muhammed ağacının, gövde, dal ve yapraklarını vuslat yolculuğu ile kat edip, Muhammedî meyvelerini âfiyetle yiyelim. Allah bütün kardeşlerime bu zevki nasîb etsin.

Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   75   76   77   78   79   80   81   82   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin