Kur'ân-ı Kerim, her insanın bu dünyada yaptığı bütün fiillerinin bir "kitaba' (deftere) kaydedildiğini, kıyamet gününde bunun herkesin eline verileceğini ve işlediği iyi ve kötü, büyük ve küçük her amelini görüp okuyacağını bildirmektedir. Bu kitapta insanın yaptığı hiçbir amelinin ihmal edilmediği belirtilmektedir:
“Kitap ortaya konur. Suçluları, (kitabın) içindekilerden korkuya tutulmuş görürsün. Onlar, eyvah, derler, bu ne (yaman) kitap ki, küçük büyük, hiçbir şey bırakmamış, saymış! Onlar bütün yaptıklarını karşılarında görürler. Senin Rabbin, hiç bir kimseye zulmetmez.” 665
“Her kim mü'min olduğu halde doğru dürüst işler işlerse onun emeği boşa gitmez. Biz onun (bütün işlediklerini) yazarız.” 666
“İnsan bir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen, zapteden melek bulunmasın.” 667
“Yoksa onların sırlarını, gizli gizli konuşmalarını işitmiyoruz mu sanıyorlar? Hayır onların hepsini işitiyoruz. Onların yanlarındaki elçilerimiz, hepsini yazıyorlar.” 668
“Halbuki, sizin üzerinizde koruyucular vardır. Bunlar, şerefli yazıcılardır. Sizin bütün işlediklerinizi bilirler.” 669
“Bu kitabımız, size karşı, doğruyu söyler. Biz, sizin bütün işlediklerinizi yazdırdık.” 670
“Sonra, kitabı sağ eline verilen kimsenin hesabı kolay cacık görülecek ve ailesinin yanına sevinç içinde dönecek. Kitabı kendisine arkasından verilen kimse ise, son olmak için yalvaracak:” 671
Kur'ân-ı Kerim, fertlerin dışında, her milletin de hesap vereceğinden, amellerinin karşılığını göreceğinden ve amel defterlerinden bahsetmektedir:
“Her milleti diz çökmüş görürsün. Her millet, kendi kitabına, (bütün işlediklerini kaydeden kitabın başına) davet olunur. Bugün işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz." 672
Burada şu hususa dikkat edilmesi gerekmektedir. Söz konusu olan kitap veya amel defterinin mahiyeti yani nasıl bir şey olduğu, başka bir ifadeyle hakikati, biz insanlarca bilinemez. Diğer metafizik konularda olduğu gibi mü'minler, onun varlığını kabul ederek inanırlar, keyfiyyetini Allah'a bırakırlar. er-Râgıb el-İsfahânî de "kitâb" kelimesinin manasını açıklarken, bu kelimenin Kur'ân'da birçok manada kullanıldığını, kitabın mutlaka yazılı sayfalardan oluşan biraraya gelmiş bir defter anlamında olmadığını belirtmiştir. Bazen Allah'ın ilmini, bazen emrini ve bazen de hükmünü ifade ettiğini açıklamıştır. 673 Herhalükârda insanların fiillerinin bunları yazmakla görevli melekler tarafından kaydolduğu ve korunduğu açık ve kesindir.
V. Cennet ve Cehennem
(İnsanların Hesaptan Sonra Mükafaatiandıralacağı veya Cezalandırılacağı Yerler)
Kıyamet günü insanlar, Rablannin huzurunda mahkeme ve hesap gördükten sonra bir kısmı dünyda iki amelinin mükâfaatı olarak nimet yurdu olan Cennet'e, diğer bir kısmı da amelinin karşılığı olarak azap yurdu olan Cehennem'e girer.
"(O gün) bir takını Cennet'te, bir takım da Cehennem'de olacaktır” 674 âyet-i kerimesi buna tanıktır. Kelâm kitapları, âyetlere dayanarak "Cennet ve Cehennem şu anda vardır ve yaratılmıştı' ifadelerine yer vermiştir.
Cennet hakkında, Cehennem hakkında, gibi âyetler buna tanıktır.
"O (Cennet) korunanlar için hazırlanmıştır.” 675
"O (Cehennem) kâfirler için hazırlanmıştır?” 676
A- İslam Bilginlerinin Cennet Ve Cehennem Konusundaki Görüşleri
Ehl-i Sünnet, Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/915), Bişr b. el-Mu'temir (ö. 210/825) ve Ebu'l-Huseyn el-Basrî (ö. 436/1045)'ye göre, Cennet ve Cehennem her ikisi de halihazırda yaratılmışlardır. Çünkü Hz. Âdem ve Havva kıssaları, onların Cennet'te iskân edilmeleri, hatalarıyla oradan çıkarılmaları, Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilmiştir. Cennet yaratılmış olduğu gibi aynı şekilde Cehennem de yaratılmıştır. Bir de, Cennet için de Cehennem için de Kur'ân'da "hazırlanmıştıt" diye "di'li geçmiş (mâzî) fiili" kullanılmıştır. İşte bu her ikisinin de açıkça mevcut olduğunu ifade etmektedir. Sahih hadisler tetkik edildiğinde ikisinin de mevcut olduğuna dair birçok açık deliller vardır. 677
a- Mu'tezile
Abbâd b. Süleyman ed-Dîmrî (ö. 230/864), Dırâr b. Amr (ö. 195/810?), Ebû Hâşim (ö. 321/933) ve Abdu'l-Cebbâr (ö. 415/1025) gibi Mu'tezile'nin çoğu, Cennet ve Cehennem'in şu anda yaratılmış olduğunu inkâr ederler. Onlara göre, ikisi de kıyamet günü yaratılacaklardır. Bunlar görüşlerini şöyle açıklar:
1- Eğer Cennet ve Cehennem hesap gününden önce yaratılırsa, bu faidesiz ve anlamsız (abes) olup, Hakîm olan Zât'a uygun düşmez.
2- Eğer yaratılmış olsalar, şu âyet-i kerimeye göre elbette helak olurlardı:
"O'nun zâtı dışında, her şey fânidir, helak olur.” 678
“Böyle bir durum ise bâtıldır. Çünkü Cennet ve Cehennem'in devam edeceği hakkında icmâ vardır ve Cennet'in meyvelerinin ve gölgelerinin devamlı olduğu konusunda âyet tanıklık etmektedir meyveleri ve gölgeleri daimdir.”679
3- Eğer şu anda Cennet ve Cehennem mevcut olsalar, ya bu âlemdedir veya başka âlemdedir. İki tez de geçersiz (bâtıl)dır:
Birincisi, göklerde olması düşünülemez. Çünkü göksel cisimler parçalanıp birleşmeyi kabul etmez. Yerde de olamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de Cennet'in genişliği, genişliği göklerle yer arası kadar olan 680 diye nitelendirilmiştir. Şu halde Cennet ile Cehennem'in ikisi birlikte olarak bunlarda (yerde ve gökte) nasıl mevcut olabilirler? Başka âlemde mevcut olmasına gelince, bu da imkânsızdır. Zira bu âlemden başka bir âlem daha mevcut olsa, bu da yer ve gökleri haiz olurdu, buna göre bu göklerde basit ve küresel olduğu için ister birbirine temas eden, ister ikisinden biri diğerinden ayrılan olsun ikisi arasında aralık bulunması gerekir. Çünkü iki küre arasında bir noktadan başka temas yoktur. Böylece iki âlem arasında ''boşluk' (halâ) 681 bulunması gerekir. 682 Şu halde bu da imkânsızdır.
b- Ehl-i Sünnet Kelâmcılarının Mu'tezile'ye Cevapları
1- Hikmet ve faideye riâyet etmek Allah Teâlâ'nın üzerine vacip değildir. Hem öyle kabul edilse bile, faydanın sadece karşılık vermekle sınırlı kalacağını kabul etmeyiz. O, istediğini yapan (fâil-i muhtâr)dir. O, hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur.
2- “Mevyeleri ve gölgeleri daimdir" âyetinin anlamı, sürekli olarak yeniden yaratılacak demektir; gerçekte yenilen şey yok olmakta ve yerinin doldurulması gerekmektedir. Ve bu, bir an için yok olmaya aykırı değildir.
3- Kur'ân-ı Kerim'in âyeti, sadece "Cennet'in genişliği göklerle yer arası kadar olan" diye nitelemek suretiyle "ona eş" demek istiyor. Öte yandan boşluk (halâ) ilkesiyle ilgili olarak karşı tarafın Cennet ve Cehennem'in yaratılmış bulunmasını inkârlarına gelince:
Bize (kelâmcılara, Basra ekolü dahil) göre boşluğun (halâ'nın) varlığını inkâr söz konusu olmadığı için iki küre arasındaki boşluk ve aralığın başka bir cisimle doldurulması mümkündür. Ayrıca bize göre cisimlerin parçalanması ve birleşmesi imkânsız değildir. 683
Cennet ve Cehennem'in mekânını belirlemede açık bir nas (dinî haber) gelmemiştir. Buna rağmen Cennet'in ve Cehennem'in yeri hakkında bir takım görüşler ileri sürülmüş ise de, bunlar varsayımdan öteye gitmemektedir. Sonuç itibariyle bu bilginin Allah Teâlâ'ya ait olduğunu teslim etmek en doğru harekettir. 684 Çünkü bu, insanın şu görülür âleme ait bilgi sınırlarını aşmakta, îmân alanına girmektedir.
Sonuçta Allah Teâlâ, -yerini ve hakikatini bizim bilmediğimiz- mutluların gideceği bir Cennet, bahtsızların varacağı bir Cehennem hazırlamıştır.
Kur'ân-ı Kerim'i topluca gözden geçirdiğimizde âhiretteki ceza ve mükâfaatın hem ruhî, hem maddî, başka bir ifadeyle hem manevî ve fizikî unsurların daima bir arada zikredildiğini görmekteyiz. Evet O, bize onları, manevî ve bedenî, çift yönlü bir görünüm altında sunmaktadır. Hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerim, bize Cennet'in zevklerinin dünyevî şeylerle bir benzerliğinin olacağını beyan ve tasdik ediyor gibi görünmekte ise de, özüyle ilgili ayniliğin olmadığı muhakkaktır.685 Yukarıda geçtiği gibi İbn Abbâs, "Dünyada, âhirettekilerden zadece isimler vardır. Kur'ân-ı Kerim de bunu şöyle anlatır 686 demiştir.
“Hiçbir kimse, işlediklerine mükâfaat olmak üzere kendilerine gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) neler gizlenmiş bulunduğunu bilemez.” 687
Nitekim Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:
“Yüce Allah: Ben iyi kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın gönlüne gelmeyen birtakım nimetler hazırladım, buyurdu.” 688
Kur'ân-ı Kerim'de âhiret hayatının tasviri, bu dünyadaki insanların anlamaları için buradaki somut kavramlarla yapılmış ise de, -olumlu yönde olduğu gibi olumsuz yönde de- arada büyük farklılık arzedeceği görülmektedir. Şu halde bu dünya hayatı, yeni bir hayat düzenine tebdil edilecektir. O âlemin maddîsi, manevîsi o yeni düzen içinde şekillenecektir. Ahiret âlemi, inanan kimse için gerçek âlemdir, Onun hakikatini Allah'tan başka kimse bilemez.
"O gün yer, başka bir yer olup değişecek, gökler de değişecek, (insanların) hehpsi de bir ve mutlak üstün ve hâkim olan Allah'ın karşısına çıkacak.” 689
Kur'ân-ı Kerim, öbür dünyadaki maddî acı ve tattan bahsetmekle beraber, ruhanî yönünün daha yüksek olduğunu açıkça belirtmektedir:
"Hak Teâlâ, inanan erkek ve kadınların içinde daim kalacakları Cennetler vadetti ki o Cennetlerin içinde ırmaklar çağlar, onlara orada Adn Cennetlerinde güzel konaklar vardır. (Hepsinin âlâsı ise) Allah'ın rızasıdır ki en büyük kazanç ve muvaffakiyet odur.” 690
Ayet-i kerimede mü'minler için en büyük basan ve mutluluğun Allah'ın hoşnutluğunun kazanılması olarak ifade edilmiştir. İnanmayan ve kötülük yapanların en büyük cezasının da Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaması ve ondan uzak kalması olarak bildirilmiştir:
"Allah'ın rızasını gözeterek ona tâbi olanla, Allah'ın hışmına uğrayan bir olur mu hiç? Berikilerin yeri Cehennemdir. Cehennem ise ne fena yerdir.” 691
“Allah'a ahitlerini, yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların âhirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, hatta onların yüzüne bakmayacaktır." 692
B- Cennet
Cennet, "bahçe" manasına gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de Cennet ismi tekil, ikil ve çoğul olarak çok yerde geçmektedir. Kur'ân'da en çok Cennet ismi kullanılmakla beraber Cennet'i ifade eden şu isimleri de görmekteyiz: Firdevs (içinde üzüm bulunan bağ), Adn (ikâmet edilen yer), Cennetü'n-Naîm (mutluluk dolu olan Cennet), Dâru'l-Huld (daimi kalman ev), Cennetü'l-Me'vâ (barınılacak Cennet), Dâru's-Selâm (maddî ve manevî âfetlerden korunma evi) gibi. kimselerin ebedî mükâfaat elde edecekleri Cennet Mü'min, iyi ve doğru yurdunda manevî ve maddî olma üzere iki çeşit tat (zevk) vardır. Bunları Kerim âyetlerinden tesbit etmekteyiz ki biz sadece bazılarını zikredeceğiz:
Manevî Tatlar:
Kur'ân-ı Kerim'de bu manevî tatlardan bahseden bir çok âyet-i kerime vardır. Biz onlardan bazılarına işaret etmek istiyoruz:
Barış ve güvenlik, 693 üzüntünün yokluğu 694 günahların silinmesi 695 sıkılmadan muafiyet, 696 hataların affı, Allah'ın sevdiklerini kötülüklerden esirgemek suretiyle açığa vurulan ölçüde rahmet, 697 kardeşlik ve karşılıklı sevgi, 698 İlâhî Cemâli temâşâ, 699 hoşnutluk ve sevinç, 700 şeref ve şöhret, 701 mutlulukları onların yüzlerini parıldatacak, 702 cennetlikler kendileriyle alay etmiş olan düşmanlarına karşı kendilerini üstün hissedecekler, 703 has kulların topluluğuna katılacaklar, 704 ailelerinin ve dostlarının beraberinde, 705 beyhûdelikler, boş sözler ve günahla suçlama, bu mutluluk konutundan giderilmiş, 706 sadece karşılıklı selamlaşmalar, 707 ve Yüce Allah'a sunulan hamd-ü senalar 708 vb. manevî zevkler naslarda zikredilmektedir.
Hissi Mutluluk
Kur'ân-ı Kerim, âhiret mutluluğunun manevî yönünden bahsederken maddî yönü de ihmal etmemiştir. Bu yüzden Allah Teâlâ, insanın yaratılışına uygun olarak ecir dünyasında insanın hîssî mutluluğunun karşılığının da cazip bîr halde sunulacağını haber vermiştir:
Önce Cennet'in genişliği engin bir bahçe olarak şöyle ifade edilmiştir:
".. .genişliği göklerle yer genişliği gibi olan Cennet'e koşa koşa yarışın..” 709
“Burada, yer değiştirme ve istenilen yerde oturma hürriyetinden yararlanma var.”710
Gayet geniş gölgeli bir bahçe, 711 orada ne güneşin sıcaklığının ne de soğuğun şiddetinin kasıp kavurmadığı, daima ılıman bir iklime sahip ,712 bu mutlu bir serinleme mahallidir. 713 Nehirlerin uzanıp gittiği alan, 714 orada içimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şerbet ırmakları, süzülmüş bal ırmakları, her çeşit meyveler var. 715 Ve orada su kaynakları fışkırıyor. 716 Çeşitli güzel kokularla kokulandın imiş içilecek nefis şerbet var. 717
"Onlar, orada çarşafları ipekten döşekler üzerinde uzanacaklar. İki cennetin devşirilecek meyveleri ellerinin yetişeceği yerde olacak.” 718
"Uğur sahiplerine gelince, onlar ne bahtiyardırlar. Onlar dikensiz ağaçlar, meyveleri kat kat olmuş muzlar, yayılmış gölgeler, akan sular, tükenmiyen ve yasaklanmayan pek çok meyveler arasında ve yüksek döşeklerdedirler. Biz onları yepyeni bir yaratılışta yarattık. Onları, uğur sahipleri için bakire ve onları seven, kendileriyle yaşıt, yoldaş kıldık.” 719
"Orada yüksek tahtlar, hazırlanmış kadehler, sıralanmış yastıklar, serilmiş halılar vardır.” 720
"(Bunlar), altın ve kıymetli taşlarla işlenmiş, tahtlar üzerinde, karşı karşıya yaslanırlar. Etraflarında, yaşları hiç değişmeyen civanlar, bîr kaynaktan akan pâk bir şarap ile dolu testiler, ibrikler, bardaklar dolaştırırlar. (Onların) o şaraptan başları ağrımayacak, (vücutları) bitap düşmeyecek. Beğendikleri meyveler, arzu ettikleri kuş etleri, içi dışı temiz, salık inciler gibi güzeller vardır.” 721
“Kendileri de, zevceleri de gölgeler altında tahtlara dayanırlar. Orada (yaptıklarının) meyvelerine nail olurlar ve her istediklerini bulurlar.” 722
"Onlar için o ebediyet cennetleri vardır ki, kapıları onlara açıktır. Orada (koltuklara) yaslanırlar, türlü türlü, bol bol meyveler, şerbetler isterler. Yanlarında gözlerini sakınan, (kocalarından başkasına göz dikmeyen) kendileriyle yaşıt (eşler) vardır.” 723
Şu halde dünyada Allah'a sadakatle kulluk eden mü'minler, Cennet'te diledikleri nimletlerde tasarrufta bulunacaklardır.
C- Cehennem
Âhirette, inkârcıların ve günahkârların çarptırılacakları ceza mahalli "Cehenneni'dir. "Cehennem", derin kuyu manasına gelmektedir. Fransızca "gâhenne", Latince "gehenna", İbranice "ge-hinnom’dur. Kuvvetli kanaate göre bu kelimenin aslı İbranice'dir. Nitekim Kudüs yakınlarında yer alan "Hinnom vadisi" ismi, Ahd-i Atik'de "Ben Hinnom vadisi" (Hinnom oğlu vadisi) 724 şeklinde geçmesi de bu tezi doğrulamaktadır.
Kur'ân-i Kerim'de yetmişyedi âyette geçen "Cehennem" isminden başka, yine onu ifade eden şu isimler de kullanılmıştır:
Cahîm (tutuşup alevlenen ateş), hutame (şiddetli ateş), lezâ (alevli ateş), sa'îr (yanar/alevli ateş), sakar (harareti şiddetli yakıp kavuran ateş), hâviye (uçurum/kızgın ateş) nâr (ateş) gibi.
Kur'ân-ı Kerim'in Cehennem'de uygulanacak cezanın da hem maddî hem manevî olarak ifade edildiğini görmekteyiz. Onları, Kur'ân'dan anlaşıldığı şekliyle şöyle sınıflayabiliriz:
Manevî Cezalar:
Cehennemliklerin amellerinin değersizliği, 725 Allah'a ortak koştukları putlardan bekleyişlerinde hayal kırıklığına uğrama, 726 Allah'ın rahmetinden ümitsizliği, 727 O'nun mağfiretinden, 728 O'nun rüyetinden, 729 O'nun nazarından ve tezkiyesinden, 730 mü'minler nezdinde boş yere arayacakları nurdan mahrumiyetleri 731 haşr esnasında görme, işitme ve konuşma duyularından, 732 tüm dileklerinden, 733 onların gelecek hayattan ümitsizliği734 orada onlann hiçbir nasibi olmayacaktır.735 Orada onlar ihmal edileceklerdir.736 Terkedileceklerdir. 737 Koyulacaklardır. 738 Yardımsız ve Onların özür hüsrana ve hamisiz kalacaklar. 739 Semânın kapıları onlara açılmayacaktır. 740 dilemeleri kabul edilmeyecektir. 741 Onlar başarısızlığa 742 uğrayacaklardır. 743
Haşr esnasında, kötüler Tanrı'nın huzuruna başları eğik çıkacaklardır. 744 Kararmış yüz 745 buruk ve somurtkan, 746 karanlıklar ve tozla kaplı, 747 o günde, onlar, kendilerini kötü amellerinden uzak bir mesafenin ayırmasını arzu edeceklerdir. Fakat en küçük ayrıntılarına kadar, herkesin 748 amellerinin kaydedildiği kitap oradadır. 749
Bundan başka, bizzat kendi vücutlarında ve duyu organlarında, onların aleyhinde şahitlik yapacak tanıklar olacaktır. 750 Ayıplanmışlar, 751 nefret edilmişler, 752 utanç ve zillet kaplı halde olacaklar. 753 Onların, pişmanlıkla içlerini çekerek, parmaklarını ısırmaktan başka yapacak bir şeyleri kalmayacaktır. 754
Bedenî Cezalar:
Kıyamet gününden sonra, haksızların fizikî cezalara çarptırılacakları da Kur'ân-ı Kerim'de belirgin bir şekilde birçok âyette İfade edilmiştir. Biz, onlardan bir kısmını burada zikredeceğiz, Diğer âyetleri de görmek İsteyenler hemen yukarıdaki dipnotta verdiğimiz kaynağın devamındaki sayfalara bakabilirler.
“Orada serinlik ve içecek şey tatmayacaklar, yalnız kaynar su ile irin içerler" 755
"Bunlar alevli, kızgın ateşe atılır, fıkır fıkır kaynayan bir kaynaktan içerler. Onların bütün yiyecekleri dikenden başka birşey değildir. (Bu gıda) onları ne semirtir ne de açlıktan kurtarır.” 756
"Biz cehennemi, kâfirlere zindan yaptık.” 757
Cehennemin gardiyanları gürbüz ve sert melekler olacaktır.758 Bu, gittikçe daha alçak olan birçok mahzenlere bölünmüş bir yeraltı hapsanesidir. 759 Sıkıca kapalı, 760 bu, ateş dolu bir çukurdur.
Gazabının horultusu ve uğultusu uzaktan işitilir. 761 Fışkıran bir volkan gibi. 762 Saraylar kadar büyük kıvılcımlar saçan. 763 Boyun, eller ve ayaklar bağlı, 764 uzun zircirlere raptedilmiş 765 yüzleri üzerinde sürüklenmiş, 766 cehennemlikler oraya, yüzleri ateşte olarak fırlatılacaklardır. 767 Onlar, onun yakıtı olacaklardır. 768 Sıkıntı ve acıdan titreyen suçlular oradan kaçmak istediklerinde, kalın demir bastonlarla vurularak ateşin ortasına itileceklerdir. 769
Allah yolunda harcamayarak altın ve gümüşü biriktirenler, bu biriktirdikleriyle alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacaktır. 770
Hülasa Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerine göre, cehennemlikler, devamlı olarak maddî ve manevî çeşitli cezalara uğratılacaklardır. Bunların hakikatini ancak Allah bilir. Şu kadar var ki bunlar, insanların anlayacakları şekilde dile getirilmiştir.
VI. Şefaat
Şimdi İslâm'da şefaat yetkisi konusunu inceleyeceğiz. Önce şefaat kelimesinin sözlük ve terim olarak anlamını vereceğiz. Sonra Kur'ân-ı Kerim'de şefaat kelimesiyle ilgili âyetlerin sınıflandırmasını yapacağız. Hadislerde şefaat konusuna temas edeceğiz. Bir de Kelâm ekollerinin şefaat konusuyla ilgili temel görüşlerini dile getirmeye çalışacağız. Bunlardan sonra şefaat konusunun genel bir değerlendirmesi ve sonuçla tamamlanması yönüne gidilecektir.
A. Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı
Şef, bîr şeyi benzerine katmak anlamına gelir. Şefin bir anlamı da çift demek olup, karşıtı vitr (tek)dir. 771 Kur'ân-ı Kerim'de "Fecr Sûresi"nin üçüncü âyetinde, "Çift'e ve tek'e andolsun” 772 diye geçmektedir. Bu yüzden benzer olması sebebiyle yaratıklara şef, her yönden tek olması hasebiyle de Allah'a vitr denir. Kur'ân-ı Kerim, her şeyin çift çift yaratıldığını ifade etmektedir:
"İbret alırsınız diye her şeyden çifter çifter yarattık." 773
B. Şef' Kelimesinin Türevleri Ve Anlamları
Şefaat, yardım eylemek veya yardım dilemek anlamında kullanılır. Şefaat, şef anlamına gelir. Bir kimseye yardım eden yahut ondan isteyen olarak yakınlık ve katılma manasında olup, sonra günahkâr veya muhtaç hakkında dilek eylemekte kullanılmıştır. 774 Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle denilmektedir:
"Her kim bir kimseye iyilik yapmaya vesile olursa (iyilik yolunda başkasına yardım ederse) iyilikten kendi de nasip sahibi olur. Her kim bir kötülüğe aracı olarsa (fenalık yolunda başkasına yardım ederse fenalığın) vebalinde payı vardır.” 775
"Öyle bir günden sakının ki o gün kimsenin kimseye faydası olmaz, hiçbir kimseden (azaptan) kurtuluş bedeli kabul olunmaz, ona hiçbir şefaat fayda vermez.” 776
Şefâaf, çoğu kere mertebece yüksek bir kimsenin ondan daha aşağı derecede olan bir kimseye katılması anlamında kullanılır. 777 Kur'ân-ı Kerim, kıyametteki bu anlamda olan şefaatten şöyle haber verir:
"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara bir fayda vermeyecek.” 778
Şefi", şefaat sahibi (şâfi=şefâat edici) kimseye denir. Şüfa, istenilen bir şeyi yanında olan nesneye katmaya ve eklemeye denir ki tek iken çift yapmaktan ibaret olur. Şüfa, aslında artık (ziyâde) anlamındadır. Teşfi', bir adamın şefaatini kabul etmek demektir. İstişfâ, bir kimseden şefaat istersek anlamına gelir. 779
C. Kur'an'a Göre Şefaat
Şefaat kelimesi değişik türevleriyle birlikte Kur'ân-ı Kerim'de 26 âyette seçmektedir. Bunları aşağıdaki başlıklar altında sıralayabiliriz:
1. Hiçbir Put, Hiçbir Sahte Tanrı Şefaat Edemeyecek:
"Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.” 780
"Ondan başka tanrılar edinirmiyim hiç? Eğer o çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar.” 781
"(Allah'a) ortak (koştukları put) larından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz. O zaman ortaklarını inkâr ederler.' Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var. Ne de sıcak bir dostumuz?” 782
"Şimdi bizim şefaatçilerimiz varmı ki bize şefaat etsinler?” 783
"Zalimlerin ne candan bir dostu, ne de sözü dinlenirdir şefaatçisi bulunmaz?” 784
“Hani, siz(in yaratılışınızda ve ibâdetlerinizde (bize) ortak olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz.” 785
“Aranızdaki bağlar kesilmiş ve (şefaatçi) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.” 786
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir!" diyorlar. 787
“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez (borcunu ödemez); kimseden şefaat (aracılık, iltimas) da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yaptırmaz.” 788
“Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez (borcunu ödemez), kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat (aracılık, iltimas) fayda vermez, bir taraftan yardım da görmezler.” 789
"Ey inananlar, ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, siz verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcayın.” 790
2. Tek Allah Şefaat Etme Yetkisine Sahiptir:
“Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar, hiçbir şeye mâlik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Şefaat tamamen Allah'ındır, (Allah kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. O'nun izin vermediği hiç kimse şefaat edemez).” 791
“Sen o (Kur'ân) ile (şunu) hatırlat ki, bir kişi, yaptığı işi eline teslim edilmeye görsün, (yoksa) Allah 'tan başka onun ne bir dostu, ne de bir yardımcısı olmaz. (Amelinin elinden kurtulmak için) her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez.” 792
"Rablerin(in huzuru)na toplanacakların (a inanıp bu durum)dan korkanları onunla uyar ki, kendilerinin, O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri yoktur. (Onları uyar), belki korunurlar.” 793
"Sizin, O'ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur.” 794
3. Şefaat Etme İznini Yalnız Allah Verir:
"Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur.” 795
"O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” 796
"Onlar ancak Allah'ın hoşnut olacağı kimselere şefaat ederler. Kendileri de Allah korkusundan titrerler.” 797 “Yalnız Rahman'ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler.” 798
“O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” 799
"O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.” 800
"Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O 'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?” 801
4. Ancak Bilerek Hakka Şehadet Edenler Şefaat Ederler:
"Ondan başka yalvarıp durdukları şeyler, şefaat de edemezler. Ancak bilerek hakka şehadet edenler bunun dışındadırlar.” 802
5. Açıkça Şefaat Kelimesi Anılmaksızın Bu Konuyu Ele Alan Başka Âyetler:
"O, kimsenin kimseye (yardım edemeyeceği bir gündür! O gün buyruk, yalnız Allah'ındır.” 803
“Göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi, çok merhametli (Rab). O'nun (izni olmadan) huzurunda konuşamazlar. O gün ruh ve melekler, sıra sıra dururlar. Ancak Rahman'ın izin verdiği konuşabilir, o da doğruyu söyler.” 804
"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenemez. Sonra dönüşünüz, Rabbinizedir. O ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” 805
Şu halde yukarıda anlamlarını verdiğimiz Kur'ân-ı Kerim âyetleri içinde Allah Tealâ'nın şefaaat için izin vereceği kimselerin şefaat edebileceğini söyleyenler olduğu gibi şefaatin olamayacağını söyleyen âyetler de vardır. Buna göre şefaati kabul edenler de Kur'ân-ı Kerim'de delil bulabilmekteler, kabul etmeyenler de.
Elbette burada Kur'ân âyetleri arasında bir çelişki olduğu sonucu çıkmıyor mu? diye bir soru akla geliyor. Ancak bu âyetleri bir bütünlük içerisinde ele aldığımız zaman, hangi âyetlerin ne zaman, kimleri, neyi ve ne gibi durumları söz konusu ettiğini düşünüp tahlil ettiğimiz zaman hepsinin yerli yerinde ne manaya geldiğini anlamış oluruz. İşte o zaman çelişki diye bir durumun söz konusu olmadığını görürüz. Nitekim ileride genel değerlendirme yaparken bu hususu tahlil edeceğiz.
Zikredilen hadislerde söz konusu edilen şefaat, özellikle Peygamber Efendimizin kıyamet günü şefaatçi olacağı ile ilgilidir. Diğer şefaatçiler (sıddıklar, nebiler, melekler, şehitlerin şefaatine daha az ve bazen dolaylı olarak değinilmektedir.
Bu hadislerde Peygamberimizin, ümmetine ve bütün insanlığa şefaat için Allah'a secdeye kapanıp niyazda bulunacağı kendisine Allah tarafından şefaat izninin ve yetkisinin verileceği anlatılır. Hz. Peygamber şefaat yetkisini, kimlere karşı kullanacağını şöyle buyurmuştur:
"Şefaatim ümmetimden büyük günah sahipleri içindir"
Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki Hz. Peygamber şefaatini şirke sapanların dışında herkes için kullanacaktır. Şu kadar var ki bu da Allah'ın izniyle olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber'in bizzat kendisi bu hususa ashabının dikkatini çekmiştir. O şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir kişiyi, onun güzel ameli (ve ibadeti) cennete girdiremez."
Bunun üzerine sahâbîler:
Yâ Resûlallah! Seni de mi girdiremez? diye sordular.
Resûlullah şöyle cevap verdi:
“Evet, beni de Allah'ın fazlı ve rahmeti bürümedikçe yalnız ibâdetim cennete girdiremez.”
Yine Hz.Peygamber’in, Buhârî'de, geçen bir hadiste de bu durumu en yakınlarına da hatırlattığına tanık olmaktayız:
"Ey Allah elçisinin halası olan Safiyye! Senden de ben Allah'ın azabından bir kısmını olsun def edemem. Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste vereyim, fakat Allah'ın azabından hiçbir şeyi senden def edemem"
Şu halde şefaat izni sonuçta, Allah'ın hoşnutluğuna dayanmaktadır. Hz. Peygamber'in şefaatine de izin ancak Allah tarafından çıkmaktadır. Zaten Kur'ân’da onun dilinden şöyle buyurmuyor mu?
"De ki; Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim, "De ki: Ben kendime dahi, Allah'ın dileğinden başka ne bir zarar ne de bir yarar verme gücüne sahip değilim. İşte şefaat konusu da tamamen Allah'ın izin verdiği ve O'nun razı olduğu kimse için gerçekleşecektir.”
E. Kelâm Ekollerine Göre Şefaat
Hemen bütün kelâmcılar eserlerinde şefaat konusuna yer vermişlerdir. İmam Azam Ebu Hanife (ö. 150/767), "el-Fıkhu'1-Ekber adlı eserinde Peygamberlerin şefaatinin ve Hz. Peygamber'in şefaatinin günahkâr ve büyük günahkârlar için gerçek olduğunu ifade eder. 806
"Vasiyyet adlı risalesinde Peygamberimiz Hz. Muhammed'in şefaatinin büyük günah sahibi de olsa cennetlikler için gerçek olduğunu söyler. 807 Ebû Hanife, "el-Fıkhu'l Ekber'de diğer peygamberlerin de şefaatinden söz ettiği halde "Vasiyyet’inde sadece Peygamberimizin şefaatini zikrediyor.
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö. 324/936), "el-İbane" isimli kitabında müslümanların Resülullah'ın büyük günah sahibi kimseler için şefaatte bulunacağında icmâ (fikir birliği) ettiklerini söyler. 808 el-Eş'arî, "Makâlât’ında Mu'tezile'nin büyük günah işleyenler için şefâati kabul etmediklerini, bazı Mu'tezilîlere göre ise şefaatin mü'minlerin derecelerinin arttırılması için olduğunu, Ehl-i Sünnet ve'1-İstikâmet'e gelince, Hz. Peygamberin şefaatinin ümmetinden büyük günah sahiplerine tahsis edildiğini ifade eder. 809
İmâm Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944), "Kitâbu't-Tevhîd'inde, şefaat konusunun, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle sabit ve hakkında büyük delil olduğunu belirtir. 810 Mâtürîdî, şefaat olunan kimsenin, şefaati işlediği günah sebebiyle hak etmediğini, tersine yaptığı iyiliklerle terk etmiş olduğu şey hakkında dostluğu (sadakati) gerekli olan iyiliklerle lâyık olduğunu açıklar. Ona göre fiili terk eden kimseye "isyan et!" denmez. Tersine, "itaat et ki, âsi olduğun şey hakkında şefaatin kabul edilsin" denir.
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, inanan kimseye küçük günah işlemesinin söylenemeyeceğini, ancak ona büyük günahlardan korunmakla ve onlardan tevbe etmekle emrolunduğunun söyleneceğini, şefaatin de onun gibi bir durum olduğunu ifade etmektedir. Ona göre büyük günah işleyenlerin günahları, Allah'ın seçkin kullarının ve razı olduğu kimselerin şefaatleri ile bağışlanır. 811
İbn Hazm (ö. 458/1064), "el-Easf adlı kitabında Mu'tezile ve Haricîlerin şu ve benzeri âyetlere dayanarak şefaati inkâr ettiklerini söyler. 812
"Ey inananlar, ne alışverişin ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size geçim için verdiğimiz inallardan harcayın” 813
"Öyle bir günden sakının ki kimse kimsenin cezasını çekmez. Hiçbir kimseden (azaptan) kurtuluş bedeli kabul edilmez, ona hiçbir şefaat fayda vermez ve onlara hiçbir şekilde yardım da edilmez." 814
İbn Hazm, şefaate inananların şefaati, şu ve benzeri âyetlerle ispat ettiklerini kaydeder. 815
"Allah'ın şefaat etmesine izin verdiği kimseden başkasına hiçbir şefaatin faydası olmaz.”816
"Ogün esirgeyen Rabbi'nin izin verip sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına başkasının şefaati fayda vermez.” 817
Şiilerin kaynak kitaplarında da şefaat inancının yer aldığını görmekteyiz. Ebû Cafer Muhammed el-Kummî (ö. 381/991), "sinde der ki:
"Biz, ister büyük günah işlesin ister küçük, Allah'ın dinini kabul ettiği kimsenin şefaate kavuşacağına inanırız. Günahlardan tövbe edenlere gelince, onların şefaate ihtiyaçları yoktur. Salât ve selâm olsun Nebi buyurur ki, "Benim şefaatime inanmayana, Allah şefaatimi bağışlamasın.! Ve yine salât ve selâm olsun o dedi ki:
"Tövbeden daha başarılı bir şefaatçi yoktur. Şefaat, peygamberlere ve vasilere aittir?" 818 Şiîlere göre mü'minler de şefâatta bulunacaklar. Ancak şüpheciler, müşrikler, kâfirler ve inkârlarında ısrar edenler için şefaat söz konusu olmayacaktır. 819
Öte yandan Şiî kelâmcılarından el-Allâme el-Hillî (ö. 726/1325), Nasiru'd-Din et-Tûsî (ö. 672/1273) nin "Tecrîdu'l-Î'tikâd' şerhinde Hz. Peygamber'in şefaatinin sabit olduğunda âlimlerin ittifak ettiğini belirtir. 820 Buna birçok Sünnî âlimlerin gösterdiği gibi şu âyet-i kerimeyi delil olarak kayderer:
"... Böylece Rabbinin seni güzel bir makama ulaştırması umulur.” 821
el-Hillî, Peygamberimizin şefaatinin, mü'minlerin faidelerinin artırılmasından veya zararlarının giderilmesinden ibaret olduğunu ifade etmektedir. 822 Peygamberimizin:
"Şefaatimi ümmetimden büyük günah sahipleri için sakladım" hadisinin meşhur bir hadis olduğunu söyler. 823 el-Hillî, "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler” 824 âyetinde "Allah'ın razı olduğu kimse" içeriğine, "fâsık"ın girip girmeyeceği sorusuna, "fâsık"ın imanı sebebiyle dahil olduğunu beyan ederek cevap verir. 825
Mu'tezile'nin üstâdlarından Kadi Abdulcebbâr (ö. 415/1025), "Şerhu'l-Usûli'l-Hamse"sinde, şefaat konusunu tahlil etmektedir. 826 Ona göre Hz. Peygamber'in şefaatinin ümmeti için sabit olduğunda ihtilaf yoktur. Ancak ihtilâf, şefaatin kim için gerçekleştirileceği konusundadır. O, Mu'tezile'ye göre şefaatin mü'minlerden tövbe edenlere, Mürcie'ye göre ise fâsıklara ait olduğunu söylemektedir. Kâdi Abdulcebbâr, şefaatin "tak" (büyük günah sahibi) için olmayacağını şu âyet-i kerimeler ile ispat eder:
"Öyle bir günden sakının ki o gün hiçbir kimse, kimsenin cezasını çekmez. Hiçbir kimsenin şefaati kabul olunmaz, bir kimseden fidye (kurtuluş bedeli) alınmaz ve onlara yardım edilmez.” 827
"Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir şefaatçileri yoktur.” 828
“Sen ateşte bulunanı mı kurtaracaksın?” 829
"Allah’ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.” 830
Mu'tezile, şefaati, sadece itaatkâr olanlar ve tevbe edenler için kabul eder. Kıyamet günü sadece itaatkâr olanlara, tevbe edenlere şefaat olunacaktır. Bunun manası, şefaat edilenlerin Allah katındaki derecelerinin yükseltilmesi sevaplarının artırılmasıdır. 831
Kâdi Abdulcebbâr, şefaatin, fâsıklar (büyük günah işleyenler) için olmadığını, müminler için olduğunu özetledikten sonra, bu konuda Peygamberimizin "Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir" hadis-i şerifine dayanan Ehl-i Sünnet'in delilini şöyle eleştirir:
Bu haberin sıhhati tesbit edilememiştir. Sahih bile olsa o. Peygamberden birer kişi (âhâd) yoluyla nakledildiği için delil olarak alınması geçerli değildir. Diğer taraftan bu haberin, Hz. Peygamberden gelen "koğuculuk yapanın Cennete giremeyeceği” 832 "bıçakla insan öldürenin ebediyyen cehennemde kalacağına, dair haberlerle çeliştiğini söyler.
"Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir" hadisini de "tövbe ettikleri takdirde" diye yorumlar. 833
Kâdi Ebû Bekr el-Bâkillânî (ö. 403/1012), "Kitâbu't-Temhîd'inde Mu'tezile'nin büyük günah sahibi (fâsık)nın şefaatten istifade edemiyeceği görüşünü tenkit eder ve Ehl-i Sünnet'in dayandığı "Şefaatimi ümmetimden büyük günah sahipleri için sakladım" hadis-i şerifini Hz. Peygamber'in şefaatine delil olarak getirir. 834
Bâkillânî, büyük günah sahibi kimselerin şefaatten yararlanamayacağına dair Peygambere nisbet edilen, "Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahiplerine ulaşmaz" hadis-i şerifini ele alır. Zikredilen bu rivayetin bilinmediğini ve nakilcilere göre sabit olmadığını ifade eder. 835 Büyük günah işleyenlerin cennete giremeyeceğini ve ebedî olarak cehennemde kalacaklarını dile getiren Mu'tezile'nin ileri sürdükleri hadisleri de, haramı helâl saymak ve nassı yalanlamak itikâdıyla haramı işledikleri takdirde şefaate lâyık olmayacakları tarzında yorumlar. 836 Sonuçta Bâkillânî, âyetlerin, kâfir için şefaatin olmayacağına, ancak "fâsık" (büyük günah sahibi) nin şefaatten yararlanacağına delâlet ettiğini söyler. 837
Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209), "el-Erba'în fî Usuli’d-Dîn eş-Şefâatu'l-Uzma "et-Tefsîru'1-Kebîr" adlı kitaplarında 838 şefaat konusuna genişçe yer ayırarak açıklamalarda bulunmuştur. er-Râzî, Kur'ân-ı Kerim'in “böylece Rabbi'nin seni güzel bir makama ulaştırması umulur.” 839
“Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın” 840 âyetlerine dayanarak bu ümmetin, Hz. Muhammed (s.a.)'in âhirette şefaatçi olacağına icmâ ettiğini beyan eder. Şu kadar var ki ümmetin, Resûlüllah'ın bu şefaatinin kimin için olduğunda, yani inananlardan sevaba hak kazananlara mı? yoksa büyük günah sahiplerinden azabı hak etmiş olarlara mı? şeklinde görüş ayrılığına düştüğünü anlatır. Mu'tezile'nin kanaatinin, sevabı hak edenler için olduğunu ve bu şefaatin etkisinin de onlara liyâkatleri ölçüsünde menfâatlerinin artırılmasından ibaret bulunduğunu söyler. Fahreddin er-Râzî kendi taraftarlarının ise bu şefaatin inananlardan cezaya müstehak olanların azabını kaldırmak için olacağı görüşünde bulunduklarını ifade eder. Bu şefaatin kıyamette müminlerin cehenneme girmemeleri için olacağını, eğer girdilerse oradan çıkarılıp cennete girmeleri için gerçekleşeceğini ve bu ümmetin kâfirler hakkında şefaatin olmayacağı konusunda ittifak ettiklerini kaydeder. Mu'tezile'nin delil olarak ileri sürdüğü âyetleri ve onların açıklamalarını nakleder. Bunlar yukarıda zikrettiğimiz İbn Hazm'in verdiği âyetlerdir. Fahreddin er-Râzi, Mu'tezile'ye karşı Ehl-i Sünnet'in şefaatin ispatı konusunda dayandığı âyetleri açıklayarak sunar. Büyük günah sahibi (fâsık)nin, imanı ve tevhide bağlılığı sebebiyle
"Allah’ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezle?” 841
“Yalnız Rahman'ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler” 842 âyetlerinin kapsamına gireceğini belirtir. 843
Sonraki diğer kelâmcılar da, er-Râzî gibi, kitâplarında Hz. Peygamber'in şefaatinin ümmetinden büyük günah sahipleri için olacağı hususunda ümmetin icmâ ettiğinden ve şu âyet-i kerimenin buna delâlet ettiğinden 844 bahsederler:
"... Kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların gühanı için (Allah'tan) mağfiret diler.” 845
Bu âyetteki günah (zenb) kelimesi içine, hem küçük, hem büyük (şirkin dışındaki) günahların girdiğinde şüphe olmadığı için Hz. Peygamberin şefaatinin bütün mü'minleri kapsadığı açıkça anlaşılmaktadır.” Bu konudaki hadislerin sahih ve meşhur olduğu nakledilir ve delil olarak kabul edilir. 846 Yalnız Mu'tezile, bunların âhâd (tek tek râvîler) yoluyla geldiği için delil kabul edilemeyeceğini ileri sürer.
Sonuç olarak şefaat konusu, Kur'ân-ı Kerim'de, Hadis-i Şeriflerde ve Kelâm kitaplarında önemli bir yer tutmaktadır.
Burada bir şefaat eden, bir de şefaat edilen taraf söz konusu olmaktadır. Başka bir ifadeyle kim veya kimler şefaat edecek? Bu şefaat sahibi kime veya kimlere şefaat edecek?
Yukarıda anlamlarını verdiğimiz âyet ve hadislerden çıkan sonuç şöyle özetlenebilir:
Esasında şefaat etme yetkisine yalnız Allah sahiptir.
"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar, hiçbir şeye mâlik olmayan, düşünmeyen şeyler olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Şefaat tamamen Allah'ındır, (Allah kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. O'nun izin vermediği hiç kimse şefaat edemez?” 847
Hiçbir kimsenin kendiliğinden ve Allah'ın izni olmadan şefaat etmesi mümkün değildir. Allah Teâla bildirmemişse, şefaat edecek olanın durumu da, şefaat olunacak kimsenin durumu da bilinemez. Melekler de, peygamberler de gaybı bilemezler.
Öte yandan, merhamet etme ve sahip olma açısından kullarına Allah'tan başka kim daha çok yakındır?
Şefaat etme iznini yalnız Allah verir:
“Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur.” 848
“O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” 849
“Yalnız Rahman'ın huzurunda söz almış olanlardan başkalarına şefaat edemezler?” 850
Yalnız Allah, iradesiyle özel veya genel olarak dilediklerine şefaat yetkisini verir ve kime şefaat edebileceğini bildirir.
Yukarıda geçen Hz. Peygamber'in "Ey Muhammed'in kızı Fâtıma Malımdan dilediğin şeyi iste (vereyim, fakat) Allah'ın azabından hiçbir şeyi senden def edemem" buyruğu, bu âyetlerin anlamını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ancak bilerek hakka şehadet edenler şefaat ederler:
“O'ndan başka yalvarıp durdukları şeyler, şeiaat de edemezler. Ancak bilerek hakka şehadet edenler bunun dışındadır.” 851
Kıyamet günü Allah'ın razı olduğu ve izin verdiği kimse şefaat eder:
“O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” 852
“Şefaatçi, kendi başına kendine tavassut etme izni vermemekte, insiyatifi ele alan ve ona söz hakkı veren Allah'tır: O, ancak Allah'ın nazarında makbul ve hoş olan şeyler için tavassut etmektedir: Onlar, ancak Allah'ın hoşnut olacağı kimselere şefaat ederler. Kendileri de Allah korkusundan titrerler.” 853
Şu halde şefaat etme izni verilenler kendi dilediklerine değil, Allah'ın dilediklerine şefaat edebilirler. Şefaat edicinin şefaati de Allah katındaki derecesi nispetinde olabilir.
Şefâatla İlgili Hadislerde Şöyle Durumlar Da Zikredilmiştir:
Şefaatçi, mü'minlerin hatalarını telafi etmeye elverişli vasıflarını ve hasenatını ilân etmek ve onların beraatını veya daha büyük onura liyakatını haklı göstermek için savunma yaparken öne sürülen olguların geçerliği hususunda aldandığı veya kendisine asıl gerçek işaret edildiği andan itibaren savunmadan çekildiğini ve davaya müdahalesini iptal ettiğini bildirir. Şefaat hadisleri, böyle vakaları zikretmektedir. Şöyle ki Hz. Peygamber'in bizzat kendisi, o günde kendisinin yeryüzündeki hayatı boyunca kendi taraftarı olarak bildiği bazı kimselerin beraatını talep ederek, "Onlar muhakkak bendendirler" dediğinde; Allah tarafından ona:
"Sen onların senden sonra hangi bid'atı başlattığını bilmiyorsun" diye cevap verileceğini ve onun da:
"Benden sonra (dinde) değiştirme yapanlar, benden uzak olsunlar! Benden uzak olsunlar!” diye haykıracağını haber vermektedir. 854
Sonuçta hüküm yargılananın liyakatine göre verilmektedir. Şefaat edilecek kişilerin buna lâyık ve hak kazanmış olmaları gerekmektedir. Şefaatçi kime şefaat ederse mutlaka şefaati kabul olur diye bir gereklilik yoktur. Şefaatten yararlanacak kişiden bir gayret, bir davranış ve bir iyi niyet adımı atılmış olmalıdır.
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da mutlaka görül(üp d)e(ğerlendirile)cektir.” 855 Bu da Allah'ın bilgisiyle ve izniyle ortaya çıkmaktadır. Biraz önce Hz. Peygamber'in ağzından haber verildiği gibi, o bütün iyi niyet ve sevgisiyle ümmetinin kurtuluşu için Allah'tan onların beratını istediğinde, Allah onların bozucu hareket ve davranışlarını kendisine bildirince, Peygamber o gibi kimselerden derhal şefaat talebini çekeceğini söylemiştir. İster Hz. Peygamber olsun, ister mü'minler olsun, sevdikleri ve merhamet ettikleri için iyi dileklerini, dualarını ne kadar attırırlarsa artırsınlar, bu sadece güzel bir hareket, hatta bir ödevdir:
"Allah'tan başka tanrı olmadığını bil ve kendi günâhın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günâhı için (Allah'tan) mağfiret dile.” 856
Şu kadar var ki çabalanınız, dileklerimiz ve dualarımız, sevdiklerimizi kurtaracak değildir; ancak bizim çabalanınız eğer bir sonuca ulaşıyorsa, dualanmız kabul oluyorsa, onlar buna Allah'ın ve O'nun kanunlarına göre müstehak olmaktadır. Doğrusu dileklerimiz ve dualarımız o zamana kadar bize saklı olan bu kutsal ilâhî irâdenin açığa çıkması için sadece bir vesile teşkil etmektedirler.
Kur'ânî ilkelerin hiçbirinde aldatıcı bir süs, anlamsız bir mana üzerine kurulmuş hiçbir sevap görmemekteyiz; tersine her sevap, o ilkeler karşısında bizim iyi niyetli davranışlarımızın olgun meyvesi olarak verilmiştir: "Kullarımız içinde (fenalıktan) sakınanları vâris kılacağımız cennet, işte budur” 857
"De ki: Kötü şeyler ile iyi şeyler eşit olamazlar. Kötü şeylerin çokluğu hoşuna gitse de, öyleyse ey akıl sahipleri, Allah'a karşı gelmekten korunun ki, kurtuluşa eresiniz.” 858
Demek oluyor ki davranışlarımızın değeri nicelikten çok niteliğe dayanmaktadır. Özellikle içe ait fiil onun en yüksek derecesine işaret etmektedir. Hz. Peygamber, parmağını kalbine doğru götürerek, "Takva burada yatmaktadır” 859 buyurmuştur. İşte kalbe ait bir nitelik sebebiyle hangi fiilin filan hatanın telâfi edici fazileti olduğu, Allah'tan başka hiçbir kimse tarafından önceden söylenemez. Kalpleri yargılayacak ölçü ve tartı sistemine sahip bulunmadığımızdan, insanları yargılanacakları tarzda yargılamaya muktedir değiliz. 860
“Artık kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanları en iyi bilendir." 861
Şu halde kalbî fiilleri bilen ancak Allah olduğundan onları yargılayacak olan da yine Allah'tır. Bu kalbî fiilin önemini Kur'ân-ı Kerim şu ilkeyle ifade etmektedir:
"Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır." 862
Allah'ın lütuf ve keremi ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim, bize iki çeşit rahmetten bahsediyor. M. A. Draz'ın deyimiyle biri evrensel diğeri saklı tutulan (mahfuz)dır. 863 Kur'ân-ı Kerim, birinciyi dili geçmiş kipiyle kullanmaktadır:
"Rahmetim her şeyi kuşattı.” 864
Allah bu rahmetini, dünyada mü'min, kâfir herkesi, hatta yükümlü yükümsüz her varlığı kucaklayacak bir şekilde sunmuştur. İyi insanlar olduğu kadar kötüler de ondan aynı ölçüde faydalanırlar. Bu, varlık düzeni içinde sorumluluğun şartı olmaktadır. Bu rahmetin sunduğu imkânlar sayesinde insan sorumluluğunu anlamakta, başta Tanrısı olmak üzere diğer varlıklara karşı görevlerini yerine getirme zemini bulmaktadır. İkinci çeşit olan yani saklı tutulan (mahfuz) rahmetten söz ederken Kur'ân-ı Kerim, gelecek zaman kipini kullanmaktadır:
"Onu korunanlara yazacağım.” 865
Bu ikinci tür rahmet, şirk ve küfürden uzak kalmış, ödevlerini yerine getiren, fenalıktan sakınan Allah'a itaat eden ve Hz. Muhammed'e iman edenlere tecelli edecektir. Bu, Allah'ın inananlara sorumluluklarının mükafatı olarak bahşedilecektir.
Sonuç olarak âyetlerden ve hadislerden anlaşılan, hakikatte şefaat yetkisi tamamen Allah'a mahsus olup, ancak Allah'ın bu yetkiyi dilediği Peygamberlere, meleklere ve imanı kuvvetli mü'minlere lütfetmesi sebebiyle onların da şefaat etme yetkisine sahip olabilecekleridir.
Şu kadar var ki, biz naslara baktığımızda şefaat izni konusunda en yüksek makama sahip olacak peygamberin Hz. Muhammed (s.a.) olduğunu görebiliriz.
Çünkü o Allah tarafından "(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik” 866 şerefine mazhar olmuştur. Ayrıca ona yaratıklar için en büyük makam olan "Makâm-ı Mahmûd" (övülen makam)ın verileceği Kur'ân'ın "Böylece Rabbi'nin seni güzel bir makama ulaştırması umulur” 867 âyetinden anlaşılmaktadır. Öte yandan şefaat olunacak kimseler de şu âyette geçtiği gibi bunu hak edecek davranışlarda bulunmaları gerekir; "Onlar, ancak Allah'ın hoşnut olacağı kimselere şefaat ederler.” 868
VII. İman Kavramı
İman lügatte tasdik manasına gelir. 869 Bir adamı söylediği sözde tasdik eylemek demektir ki Türkçemizde inanmak tabiri ile ifade olunur. Nitekim Kur'an-ı Kerim’in şu ayeti ona delâlet etmektedir; "Fakat biz gerçek söylesek de sen bize inanacak değilsin." (XII/17). Aynı şekilde şu ayeti kerime de imanın kalb ile tasdik olduğunu göstermektedir.
"Çöl arapları iman ettik dediler. De ki: İman etmediniz. Belki "Müslüman olduk" deyin. İman kalplerinize henüz girmedi." (XLXI/14).
İman, emin ve emân kökünden ifâl babından olup, hemze müteaddi manasına olduğunda eman vermek, emin kılmak demektir. Hemze sayruret manasına kullanıldığında emin olmak inanmak ve güvenmek anlamına gelir.870
Dini örfte iman, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen her şeyde tasdik etmektir. 871 Kim, şek ve şüpheden uzak olarak bu sıfatı taşırsa, o mü'mindir, müslümandır. İmanın zıddı küfürdür. 872
Ehl-i Kıble, imanın dini örf itibariyle adlandırılmasında çeşitli görüşlere sahiptirler: 873
1. Grup; İmanın yalnızca kalbin fiili olduğunu kabul etmektedir. Bunlar da iki ayrı görüştedirler.
a) Muhakkiklerin mezhebi: Bu görüşte oanlar, İmam el-Eş'ârî (ö. 342/936), Kadi 'Abdu'l-Cebbâr (ö. 415/1025), Üstad Ebû İshâk el-İsferâyini (ö. 418/1027), el-Huseyn b. el-Fadl el-Beceli gibi imamların çoğu ve başkalarıdır. Bunlara göre iman, kalb ile tasdikten ibarettir. Yani Resûlullah'ın getirmiş olduğu katiyetle bilinen her şeyi kesin kes mutlak surette tasdik etmektir. Bu tasdik, ister delil ile, ister delilsiz olsun birdir. Onlar, yalnız kalbin tasdiki olduğunu ileri sürerken bu konuda âzâ ile amelin imandan sayımladığına işaret etmekte, katiyetle kaydıyla da Resûlullah tarafından getirildiği kesinlikle bilinmeyen şeyleri çıkarmayı kasdetmektedir. Kesin kes tasdik etmek ifadesiyle, zanna dayalı tasdikin imanın meydana gelmesinde yeterli olmadığını belirtmek için kullanmışlardır. Mutlak tabirine yer vermeleri de mukallidin itikadının dışarıda tutulmuş olacağı vehmini ortadan kaldırmak içindir. Çünkü çoğunluğa göre, mukallidin imanı sahihtir.
b) İmanın sadece kalb ile Allah'ı bilmekten ibaret olduğunu söyleyenlerin mezhebi: Bu görüş sahiplerine göre, dil ile ikrar, imanın rüknü de değildir, şartı da değildir. Şöyle ki bir kimse, Allah'ı kalbiyle bilip de, lisanıyla inkâr etse, dil ile ikrar etmeden önce ölse o kimse kâmil mü'mindir. Bu görüş, Cehm b. Safvan (ö. 128/745)'ındır.
2. Grup, İmanın sadece lisan ile amel olduğunu kabul etmektir. Bunlar da aralarında iki kısma ayrılmaktadır.
a) İmanın yalnızca lisan ile ikrardan ibaret olduğunu, fakat onun iman olması şartını kalbte marifetin meydana gelmesine dayandırırlar. Marifet ise, lisanı ikrarın iman olması için şarttır. Çünkü bu marifet, imanın adlandırılmasına dahildir. Bu görüş, Gaylân b. Müslim ed-Dımışki ile el-Fadü er-Rakâşî (ö. 200/815)ye aittir.
b) İmanın yalnız lisan ile ikrar olduğunu kabul eden el-Kerrâmîyenin görüşüdür. Böylece bunlar münafıkın zahiren mü'min, gizliden kâfir olduğunu ileri sürmüş olmaktadırlar. Şu halde böyle bir kişi için dünyada mü'min, hükmü, ahirette kâfir hükmü sabit olur.
3. Grup, imanın kalbin ameliyle beraber lisan ile ihlasın beraber olduğu görüşündedir. Bunlar da aralarında farklı görüşler beyan etmişlerdir:
a) Ebû Hanife (ö. 150/767), fakihlerin umûmu ile bazı kelâmcıların mezhebidir.
Bunlara göre iman, dil ile ikrar, kalp ile marifettir. Tabii buradaki kalb ile marifetten murad, kesin itikattır.
b) Bişr el-Merîsî (ö. 218/833) ile Ebû'l-Hasan el-Eş'arî'nin görüşüdür. Bunlar imanın kalb ve dil ile beraber tasdik olduğunu kabul ederler.
c) İmanın, dil ile ikrar, kalb ile ihlâstan ibaret bulunduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu grupta olanlar, başka bir cihetten de aralarında farklı görüşler beyan etmişlerdir. Onlardan bir kısmı, lisân ile ikrar, ahkâmın icrası konusunda, imanın şartıdır, demişlerdir. Ru sebepten, Resûhıllah'ı Allah katından getirdikleri hususunda, dili ile ikrar etmediği halde tasdik eden kimse kendi ve Allah indinde mü'mindir. Ebû Hanife bu kanaattedir. İki rivayetten esah olanına göre, Eş'arî de bu görüşte olduğu gibi Ebû Mansûr el-Mâturîdî'nin kanaati de böyledir. Bu gruptan diğer bir kısmı da lisân ile ikrarın, imânın rüknü olduğunu yalnız tasdik gibi aslî değil de zâid bir rükün olduğunu söylemişlerdir. İşte bu yüzden ikrah (cebr) ve acz halinde, dil ile ikrar muaf olmaktadır. Fahrul-İslâm el-Pezdevî (ö. 241/855), dil ile ikrarın zâid bir rükün olduğu görüşü, fakihlerin mezhebi; onun ahkâmının icrası için şart olduğu görüşü de kelâmcıların mezhebidir, demektedir.
4. Grup, imanın, dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve azalar ile amelden ibaret olduğunu kabul etmektedir. Bu fikri benimseyenler, İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Şafii (ö. 204/819), İ. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), el-Evzâî (ö. 157/774), Mu'tezile, Haricîler ve Zeydiyyedir.
A- Hadis Ashabının Görüşü
Hadis Ashabı için üç ayrı görüş vardır.
a) Marifetin kamil iman olduğu görüşüdür ki bu, asıldır. Bundan sonra her taat tek başına imandır. Bunlar, kalbin inkârının küfür olduğunu, sonra o küfürden sonra her günahın tek başına küfür olduğunu ileri sürmektedirler. Yine bunlar, marifet ve ikrar bulunmadıkça taatlerden hiçbir şeyi iman saymazlar. İnkar mevcut olmadıkça günahlardan hiçbir şeyi de küfür kabul etmezler. Çünkü taatlerin aslı imandır. Günahların aslı da küfürdür. Asıl olmadan fer' meydana gelmez. Bu görüş, Abdullah b. Saîd'in görüşüdür.
b) İman, farzlarıyla nafileleriyle bütün taatler için isimdir. Bunlar tümüyle tek imandır. Bir kimse, farzlardan bir şey terk etse, muhakkak imanı eksilir, nafilelerden terk etse imanı eksilmez.
c) İman, nafileler için değil, farzlar için bir isimdir.
B- Mutezile'nin Görüşü
Mutezîliler de aralarında farklılık gösterirler.
a) Vasıl b. Atâ (ö. 131/748), Ebu'l-Huzeyl (ö. 235/849) ve Kadi Abdu'l-Cebbar'a göre iman, her türlü taat fiilinden ibarettir. Bu taatler, ister vacip, ister mendup, isterse itikatlar, sözler ve fiiller konusunda olsun birdir.
b) Ebû 'Ali el-Cübbâî (ö. 303/915) ve Ebû Hâşim (ö. 321/933)'e göre iman, nafileler dışında sadece vacip fiillerden ibarettir.
c) en-Nezzâm (ö. 231-845)'a göre iman ceza va'dinin bulunduğu her şeyden sakınmaktan ibarettir. Bunun taraftarı olan bir kimseye göre gerek bizim katımızda gerekse Allah katında mü'min olmanın şartı, bütün büyük günahlardan sakınmaktır.
C- Hâricîler'in Görüşü
Haricîler ise, Allah'a imanın, Allah'ı ve Allah'ın koyduğu aklî ve naklî her delil bilmeyi, Allah'ın emr ettiği ve nehyettiği büyük ve küçük her şeyde Allah'a itaati ihtiva etmekte olduğunu kabul ederler. Onlara göre bu sayılan şeylerin tümü imandır.
Haricîlerin mezhebi, Mu'tezilenin mezhebine, her ikisinin mezhebi de Selefin mezhebine yaklaşmaktadır.
Hadisçiler (Ehl-i eser), imanın şu üç unsurdan meydana geldiğini kabul ederler:
Kalb ile tasdik, dil ile ikrar, azalar ile ameldir.
Ancak bu mezhepler arasında bîr fark vardır. O da şudur:
Mu'tezileye göre, fiillerden veya sözlerden hangisinden olursa olsun taatlerden bir şeyi terk eden kimse imandan çıkar. Böyle bir kimse küfre de girmez, ancak ikisi arasında bir durumda kalır ki ona "menzile beynel-menzileteyn" denir. Haricilere göre ise böyle bîr kimse, küfre girer. Çünkü onlar, taatlerden herhangi birini terk etmenin küfür olduğunu kabul ederler. Selef ise, böyle bîr kimsenin imandan çıkmayacağı kanaatindedir. Şeyh Ebû İshâk eş-Şirâzî (ö. 476/1084), bunun itizâl konusunda çıkan ilk mesele olduğunu kaydeder.
İmam eş-Şafi'î'den nakledildiğine göre o şöyle demiştir:
"İman tasdik, ikrar ve ameldir.Yalnız birinciyi ihlâl eden münafık; ikinciyi ihlâl eden kâfir; üçüncüyü ihlâl eden fasıktır. Fasik ise cehennemde ebedî olarak kalmaz, (cezasından) sonra cennete girer. 874
D- Buhâri'ye Göre İmanın Tarifi, İmanın Artması Ve Eksilmesi
Buhârî, imanı, "söz (kavi) ve fiildir, artar ve eksilir 875 diye tarif etmektedir. Bu tarifte iki husus dikkatimizi çekmektedir. Biri söz ve fiil, diğeri artar ve eksilir.
Birinci husustaki sözden maksat, lisân ile kelime-i şehâdet getirmektir. Fiil lafzı ise itikâd ve ibâdetleri içine aldığı için azaların fiilinden daha geneldir. Böylece kalbin fiilini de ihtiva etmektedir. 876
İkinci husus, imanın artması ve eksilmesidir. Böylece Buhârî, imanın ziyâde ve noksan kabul edileceğini söylemektedir. Bu takdirde söz ve fiil amele dahildir. Tasdikin kendisi de artar ve eksilir. Yani kuvvet ve zayıflık veya düşmüş icmâlî ve tafsili veya inanılan şeylerin adedi itibariyle adetçe artar ve eksilir demektedir. 877
Buhârî, "Sahih"inde yukarıdaki iman tarifini verdikten sonra, imanın artacağına dair Kur'an-ı Kerim'den sekiz ayeti delil olarak getirir:
"İmanlarını bir kat daha iman ile teyid için mü'minlerin kalbine itminan veren O idi." 878
"Biz de onların hidâyetini artırmıştık." 879;
"Hak Teâlâ, hidâyet bulanların hidâyetini artırır." 880
"Doğru yola iletilenlere gelince, Hak Teâlâ onların hidâyetini artırır, onlara (fenalıktan) sakınmanın (mükâfaatını) verir." 881
"Mü'minlerin imanı artsın." 882
"Mü'minfere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır." 883
"... Düşmanlarınız size hücum için toplandılar, onlardan korkmalısınız, dedikleri zaman bu haber Allah'a olan imanlarını bîr kat daha artırdı da..?” 884
"Bu hal onların iman ve teslimiyetlerini ancak artırmıştır." 885
Ondan sonra bu kanaatini açıklayıcı ve teyid edici olarak Ömer b. Abdülaziz'in Adiy b. Adîyy'e yazdığı mektubu zikreder. O mektup meâlen şöyledir:
"Elbette imanın, farz olan amelleri, dini inançları, yasakları ve güzel amelleri (süneni) vardır. Kim onları tamamlarsa, imanını kemâle erdirmiş olur, kim de onları tamamlamazsa imanını kemâle erdirmiş olmaz. Eğer yaşarsam, onlarla amel etmeniz için size onları açıklayacağım. Eğer ölürsem, bu konuda vebalim yoktur. 886
Buhârî, imanın artacağına dair yukarıda zikredilen ayetler ve mektuptan başka yine bu artma konusunda Kur'an-ı Kerim'de geçen Hz. İbrahim'in şu sözünü de delil olarak kaydetmektedir:
"İbrahim, fakat kalbim iyice yatışsın! dedi." 887
Ayrıca Buhârî, Mu'az b. Cebel'in el-Esved b. Hilâl'e hitaben "Bizimle otur, biraz iman edelim" sözünü de imanın artacağını izah sadedinde getirmiştir. Sarihler, açıklamalarında, Mu'az b. Cebel'in "Biraz iman edelim" ifadesini imanın icabâtından olan hususları müzâkere edelim, artıralım, yani hayırdan, ahiret ahkâmından, dinî şeylerden bir süre bahsederek imanımızı ziyadeleştirelim şeklinde manalandırırlar. Zira bu ifadenin imanın aslına hamledilmesi mümkün değildir. Çünkü o anda Mu'az, mü'min bulunuyordu. Şu halde bundan murâd imanın ziyadeleştirilmesidir. 888
İmâm el-Buhârî, İbn Mes'ûd'un "Yakîn (Kesin bilgi)'in hepsi imandır" sözünü zikrederek "yakîn" in imanın aslı olan tasdîkten ibaret olduğunu, bunun da ziyâde ve noksan kabul edeceğini söylemek istemiştir. 889 Çünkü tefekkür ve birtakım ilmî delillerin takviyesi ile tasdik artmış olur.
Yine İ. el-Buhârî, İbn Ömer'in "Kul, göğsün (kalbin) de iz bırakan lüzumsuz meşgaleleri terk etmedikçe takvanın hakikâtine ulaşamaz" 890 kavlini imanın ziyade ve noksan kabul edebileceğini teyid için zikretmektedir. Bu sözde geçen "takvanın hakikâti 891 "imanın hakikâti" manasında alınmıştır. Şu halde bu söz, bazı mü'minlerin imanın künhüne ulaştıklarını göstermektedir. 892
Buhârî, Mücâhid'in XLIÎ. sûrenin 13. ayetine ait yaptığı "O size (sana vahyettik ey muhammed!) Nuh'a emrettiği tek dini, apaçık beyan etti" tefsiri ile, İbn Abbas'ın V. sûrenin 48. ayetine dair yaptığı "Her biriniz için bir kanun verdik ve bir yol açtık" tefsiriyle Kur'an ve Sünnetin delillerinin imanın artıp eksileceğine muzâharet ettiğini söylemektedir. 893
Diğer taraftan Buhârî, yukarıda imanın tarifini verdikten sonra imanın artması ve eksilmesiyle ilgili yaptığı genel açıklamalardan başka, "İmanın artması ve eksilmesi babı" diye özel bir başlık altında da bu konuyu ele almaktadır. Bu başlıkta daha önce verdiği
"Biz de onların hidâyetini artırmıştık." 894;
"Mü'minlerin imanı artsın" 895 ayetlerini tekrar zikrettikten sonra;
"Ey Mü'minler size dininizi işte bugün ikmâl ettim" 896 ayetini ilave etmiştir. 897 Buhârî bu ayetin peşinden şöyle diyor:
"Şu halde bir kimse bu kemâlden bir şey terk ederse, o eksik olmaktadır. 898 Böylece Müellifimiz, bu ayetlerle ve açıklamasıyla imanın dinin ahkâmının yerine getirilmesiyle kemâle ereceğini ve ziyadeleşeceğini, herhangi bir amelin terkiyle eksileceğini ispatlamaya çalışmaktadır. Bu görüşü teyid için şu hadis-i şerifleri nakletmektedir. "Enes (R.A.)'den:
Şöyle demiştir:
Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) buyurdu ki:
“Lâ ilahe illallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse, Cehennem'den çıkacaktır. Lâ İlahe İllallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır. Lâ ilahe illallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır.” 899
İmâm el-Buhârî, bu hadis-i şerifle imânın ziyade ve noksan kabul edeceğine istidlal etmektedir. Çünkü bir arpa ağırlığı bir buğday ağırlığından, o da bir zerre ağırlığından büyüktür. Böylece tasdik, ameller sayesinde kemâle erer. 900
Büyük hadis âlimimiz, şu haberi de dinin rükünleriyle kemâle erdiğini göstermek için nakletmektedir:
"Ömer b. el-Hattâb (r.a.'a dair Tank b. Şihâb) dan: Şöyle demiştir:
Tâife-i Yehûddan bir kimse ona:
"Ya Emire'l-Mü'minîn, sizin Kitabınızda okumakta olduğunuz bir ayet var ki biz Yahudilere nazil olmuş olsaydı yevm-i nüzulünü bayram ederdik" demiş. (Ömer radiyallâhu anh):
"Hangi âyettir o? diye sormuş. Yahûdî "Ey Mü'minler, size dininizi işte bugün ikmâl ettim. Üzerinizdeki nimetimi itmam ettim ve (bütün edyân arasından) İslâm-ı size din (-i makbul) olarak ayırdım" cevabını vermiş. (Bunun üzerine) Ömer (r.a.) demiş ki biz, bu Ayet-i Kerime'nin nazil oluğu günü de yeri de (hakkıyla) biliyor (kıymetini takdir ediyor) uz. (Bu âyet-i kerime) Nebiyy-i Mükerrem (s.a.v.)'e bir cuma günü Arefe'de (vakfede) kâim iken nazil olmuştur. 901
Buraya kadar anlattıklarımıza bir göz atacak olursak, İmâm el-Buhârî hakkında şunları kaydedebiliriz:
a) Onun iman konusunu tetkikteki metodu şöyledir: O iman tarifini yaptıktan sonra, bu konudaki ayetleri zikretmekte; daha sonra bunu, hadis-i şeriflerle, ashabın ve tâbi'înin tefsirleriyle, açıklamalarıyla teyid etmektedir.
b) O, iman tarifinde selefin çoğunluğunun kabul ettiği tarifle mutabakat halindedir. Bilindiği üzere onlara göre iman, dil ile ikrar, kalb ile tasdik, azâ ile ameldir. O artar ve eksilir. 902
Öte yandan İmâm el-Buhârî, imanı, dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibaret kabul în imânı ayrılmaktadır.
eden İmâm-ı Azam Ebû Hanife 903 et-Tahâvî (ö. 321/933) 904 gibi selef âlimlerinden ayrılmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |