Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə39/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   54

"Bize anlattığın hikâyeyi hatırlatıyor," dedi Eddie. "Eyebolt Kanyonu."

"Elbette öyle."

"Ama işin pis tarafını yapacak bir incecik yok."

"Öyle," dedi Roland. "İncecik yok."

"Doğru söyle; kasabanın çocuklarını gerçekten çıkışı olmayan bir vadinin sonunda bir madene mi tıkacaksın?"

"Hayır."

"Kasabalılar öyle yapacağını... yapacağımızı sanıyor. Tabak fırlatan kadınlar bile öyle sanıyor."

"Biliyorum," dedi Roland. "Öyle düşünmelerini istiyorum zaten."

"Neden?"


"Çünkü Kurtlar'ın çocukları bulmak için doğaüstü yöntemlere başvurduğuna inanmıyorum. Büyükbaba Jaffords'un hikâyesini duyduktan sonra Kurtlar'la ilgili doğaüstü hiçbir şey olmadığına inanmıyorum aslında. Hayır, bu mısır ambarında bir sıçan var. Ciyaklayarak Gök Gürültü-sü'ndeki güçlere başvuran bir sıçan."

"Her seferinde farklı biri demek istiyorsun herhalde. Her yirmi iki, yirmi üç yılda."

"Evet."

"Kim olabilir?" diye sordu Eddie. "Böyle bir şeyi kim yapabilir?"



"Emin değilim ama bir fikrim var."

"Took mu? Babadan oğla geçen bir tür miras mı?"

"Yeterince dinlendiysen devam edelim, Eddie."

"Overholser mı? Belki de televizyon dizilerindeki kovboya benzeyen Telford denen adamdır."

Roland hiçbir şey söylemeden önünden geçip gitti. Yerdeki çakıllar, yeni kısa çizmelerinin topukları altında çıtırdıyordu. Pembe bovling çantası, sağlam olan sol elinde ileri geri sallanıyordu. İçindeki şey hâlâ nahoş suları fısıldıyordu.

"Her zamanki gibi pek hoşsohbetsin," diyen Eddie, Silahşor'u takip etti.


3

Mağaranın derinliklerinden yükselen ilk ses, ulu bilge ve yüce keşe aitti.

"Ah, küçük hanım evladına bakın!" diye inledi Henry. Eddie sesini Ebenezer Scrooge'un Bir Noel Şarkısı'ndaid ölü arkadaşının sesine benzetmişti. Komik, aynı zamanda korkunçtu. "Kız kılıklı hanım evladı Noo-York'a geri döneceğini mi sanıyor? Denemeye kalkarsan çok daha uzağa gideceksin, birader. Sen en iyisi olduğun yerde kal... o küçük oymalarınla uğraş... uslu bir homo ol..." Eddie'nin ölü ağabeyi güldü. Hayatta olan kardeş titredi.

"Eddie?" diye sordu Roland.

"Ağabeyini dinle Eddie!" diye haykırdı annesi mağaranın karanlık ve eğimli boğazından. Kaya zemin üzerindeki küçük kemik parçalan parlıyordu. "Senin için hayatını feda etti. Bütün hayatını senin için harcadı. Hiç olmazsa dinle onu."

"Eddie, iyi misin?"

Şimdi konuşan, arkadaşları arasında Kahrolası Çılgın Macar olarak bilinen Csaba Drabnik'ti. Csaba, Eddie'ye bir sigara vermesini yoksa lanet olası pantolonunu indireceğini söylüyordu. Eddie dikkatini bu ürkütücü, aynı zamanda büyüleyici sesler kümesinden güçlükle çekti.

"Evet," diye cevap verdi. "Sanırım iyiyim."

"Sesler kafanın içinden geliyor. Mağara onları bir şekilde bulup seslerini yükseltiyor. Hepsini üzerine gönderiyor. Biliyorum, biraz asap bozucu ama hiçbir anlamları yok."

"Neden beni öldürmelerine izin verdin, Eddie?" diye hıçkırdı Henry. "Hep geleceğini düşündüm ama gelmedin!"

"Anlamları yok," dedi Eddie. "Tamam. Anladım. Şimdi ne yapıyoruz?"

"Burasıyla ilgili duyduğum iki hikâyeye göre (Callahan'ın ve Henc-hick'in anlattığı) kutuyu açtığımda kapı açılacak."

Eddie sinirli bir kahkaha attı. "Bırak açmayı, kutuyu o çantadan çıkarmanı bile istemiyorum. Korkmak mı demiştin?"

"Fikrini değiştirdiysen..."

Eddie başını iki yana salladı. "Hayır. Bunu yapmak istiyorum." Aniden gülümsedi. "Oraya gidip kafayı bulacağımdan korkmuyorsun, değil mi? Herifi bulup uçuşa geçeceğimden?"

Henry mağaranın derinliklerinden seslendi. "Bu Çin Beyazı, kardeşim! Şu kara köpekler en iyi malı satıyor!"

"Hayır," dedi Roland. "Endişelendiğim pek çok konu var ama eski alışkanlıklarına dönmen bunlardan biri değil."

"Güzel." Eddie mağaranın içlerine doğru biraz ilerledi ve boşlukta dikilen kapıyı gördü. Üzerindeki hiyeroglifler ve gül şeklindeki kristal tokmağı hariç tıpkı kumsaldaki kapılar gibiydi. "Arkasına geçince?..."

"Arkasına geçince kapı kayboluyor," dedi Roland. "Ama gerisinde derin bir yarık var... Na'ar'a kadar indiğini sanıyorum. Yerinde olsam adımımı dikkatli atardım."

"İyi bir tavsiye, Hızlı Eddie teşekkürler der." Kristal tokmağı yokla-yınca iki yöne de dönmediğini gördü. Bunu beklemişti zaten. Geriledi.

"New York'u düşünmen gerek," dedi Roland. "Özellikle de İkinci Cadde'yi sanırım. Ve zamanı. Bin dokuz yüz yetmiş yedi yılını."

"İnsan b\r yılı nasıl düşünür ki?"

Roland konuştuğunda sesi hissettiği sabırsızlığı ele verdi. "Jake ile birlikte Jake'in eski halini takip ettiğin sırada nasıl göründüğünü düşün, muhtemelen işe yarayacaktır."

Eddie o günün yanlış gün olduğunu, fazla erken olduğunu söylemek üzere ağzını açtı ama vazgeçerek tekrar kapadı. Daha önce düşündüklerinde haklılarsa zaten geçmiş bir tarihe gitmeleri veya geçiş yapmaları mümkün değildi. Oradaki zaman, bir şekilde buradakiyle bağlantılıydı ama daha hızlı ilerliyordu. Kurallar konusunda haklılarsa durum buydu. Kurallar varsa...

Eh, neden gidip bizzat görmüyorsun?

"Eddie? Seni hipnotize etmeyi denememi istiyor musun?" Roland kemerinden bir kurşun çıkarmıştı. "Geçmişi daha açık seçik görmeni sağlayabilirim."

"Hayır. Bunu tamamen uyanık ve kendimdeyken yapmam en iyisi."

Eddie derin nefesler aldı ve yumruklarını açıp kapadı. Kalbi çok hızlı çarpmıyordu (hatta yavaş olduğu bile söylenebilirdi) ama her atışı, bütün vücudunu titretiyor gibiydi. Profesör Peabody'nin Zaman Makinesi veya Morlocklar hakkındaki filmdeki gibi ayarlanabilir kontrol düğmeleri olsaydı işi ne kadar da kolaylaşırdı!

"Hey, iyi görünüyor muyum?" diye sordu Roland'a. "Yani tam öğle vakti İkinci Cadde'de belirirsem fazla dikkat çeker miyim?"

"İnsanların önünde beliriverirsen muhtemelen çok dikkat çekersin," dedi Roland. "O an seninle konuşmaya çalışabilecek herkesi göz ardı ederek oradan bir an önce ayrılmanı öneririm."

"O kadarını ben de biliyorum. Ben kılık kıyafet açısından sormuştum."

Roland omuzlarını hafifçe silkti. "Bilmiyorum, Eddie. Orası senin şehrin, benim değil."

Eddie itiraz edebilir, onun şehrinin Brooklyn olduğunu söyleyebilirdi. Eskiden öyleydi yani. Manhattan'a ayda yılda bir gider, orayı bir başka şehir olarak düşünürdü. Yine de Roland'ın ne kastettiğini bildiğini sanıyordu. Kendini şöyle bir inceledi; üzerinde boynuz düğmeli sade bir gömlek, zımbaları bakır değil, kararmış nikelden koyu renk, düğmeli bir kot pantolon vardı (Eddie, Lud'dan beri fermuvar görmemişti). Herhalde caddede fazla dikkat çekmezdi. New York'ta çok garipsenmeyeceğini biliyordu. Onu görenler muhtemelen sanatçı olmaya özenen hippi bir garson olduğunu düşünecekti. Çoğu insanın dönüp bakacağını bile sanmıyordu ve bu iyiydi çünkü alabileceği bir şey daha...

"Bir parça ham deri şeridin var mı?" diye sordu Roland'a.

Beşinci smıf öğretmeni Bay Tubther'ın hüzünlü sesi mağaranın derinliklerinden yankılanarak geldi. "Potansiyelin vardı! Harika bir öğrenciydin! Oysa ne hale geldin, kendine bir bak! Neden kardeşinin seni bozmasına izin verdin?"

Henry buna öfkeyle karşılık verdi. "O ölmeme göz yumdu! Beni öldürdü!"

Roland heybesini mağaranın zeminine, pembe çantanın yanına koydu ağzını açtı ve içini karıştırdı. Eddie heybenin içinde neler olduğunu, kaç nesne bulunduğunu bilmiyordu. Tek bildiği, dibini hiç görmediğiydi. Silahşor, Eddie'nin istediğini sonunda buldu ve ona uzattı.

Roland, Eddie saçını deri parçasıyla toplarken (Eddie bu ayrıntının sanatçı özentisi hippi garson imajını tamamlayacağını düşünmüştü) yağ-macı-bohçası dediği çantayı açtı ve içini boşaltmaya başladı. Callahan'ın verdiği biraz boşalmış tütün kesesi, birkaç çeşit sikke ve para, bir dikiş seti, Shardik'in ormanının yakınında kabaca pusula haline getirdiği kap, eski bir harita parçası ve Tavery ikizlerinin yaptığı yeni harita mağaranın zemininde küçük bir yığın oluşturdu. Çanta tamamen boşalınca sol kalçası üzerindeki kabzası sandal ağacından yapılmış büyük tabancayı aldı. Silindiri açtı, kurşunları kontrol etti, başını salladı ve silindiri yerine yerleştirdi. Sonra tabancayı çantaya yerleştirip ağzını büzüştüren ipleri sıkıca çekti ve tek çekişte açılabilecek bir düğüm attı. Aşınmış sapından tutarak çantayı Eddie'ye uzattı.

Eddie önce almak istemedi. "Olmaz, ahbap. O senin."

"Son haftalarda onu en az benim taşıdığım kadar, hatta belki daha da fazla taşıdın."

"Evet ama New York'tan bahsediyoruz, Roland. New York'ta herkes hırsızlık yapar."

"Çalınmayacak. Tabancayı al."

Eddie, Roland'ın gözlerine bir süre baktıktan sonra çantayı alıp sapını omzuna astı. "İçinde bir his var."

"Evet, bir önsezi."

"Ka işbaşında mı?"

Roland omuz silkti. "O her an işbaşında."

"Pekâlâ," dedi Eddie. "Ve Roland... geri dönemezsem Suze'a iyi bak."

"Senin görevin beni buna mecbur etmemek."

Hayır, diye düşündü Eddie. Görevim gülü korumak.

Kapıya döndü. Aklında binlerce soru vardı ama Roland haklıydı, sorulacak zaman geçmişti.

"Eddie, gerçekten istemiyorsan..."

"Hayır. İstiyorum." Sol elinin başparmağını ona doğru kaldırdı. "Bunu yaptığımı gördüğün an kutuyu aç."

"Tamam."

Roland'ın sesi arkasından gelmişti. Artık sadece Eddie ve kapı vardı. Garip ama harikulade bir dilde üzerine BULUNMAMİŞ yazılmış kapı. Bir keresinde Yaza Açılan Kapı adında bir kitap okumuştu. Yazarı... kimdi? Eserlerini kütüphaneden eve götürdüğü bilim kurgu yazarlarından biriydi. Uzun, sıcak tatil günlerinde en yakın dostlarıydı o kitaplar. Murray Leinster, Poul Anderson, Gordon Dickson, Isaac Asimov, Harlan Ellison... Robert Heinlein. Yaza Açılan Kapı'yı yazanın Heinlein olduğunu düşündü. Henry eve getirdiği kitaplarla hep dalga geçer, ona kız kılıklı kitap kurdu, hanım evladı der, kitap okurken kendini tatmin edip edemeyeceğini, burnunu roketler ve zaman makineleriyle ilgili uyduruk hikâyelere gömerek nasıl o kadar uzun süre oturabildiğini sorardı. Ondan yaşça büyük olan Henry. Suratı Noxzema veya Stri-Dex yüzünden daima parlayan sivilcelerle kaplı olan Henry. Orduya katılma hazırlığı yapan Henry. Yaşça küçük olan Eddie. Kütüphaneden eve kitaplar getiren Eddie. On üçünde, neredeyse Jake'in şimdiki yaşında olan Eddie. Yıl 1977, Eddie on üç yaşında ve İkinci Cadde'deki taksiler parlak gün ışığı altında sapsarı parlıyor. Walkman dinleyen genç bir zenci adam, Chew Chew Ma-ma's'ın önünden geçiyor. Eddie, onu görebiliyor, Elton John'm "Someone Saved My Life Tonight" şarkısını (başka ne olabilir?) dinlediğini biliyor. Kaldırım kalabalık. Öğleden sonra geç saatler ve insanlar, New York'un pirinç yerine para yetiştirdikleri çelik vadilerinde geçirdikleri bir başka günün ardından evlerine dönüyor. Pahalı, şık takımlar içinde iş kadınları ayaklarına spor ayakkabılar giymiş; yüksek topuklu işyeri ayakkabıları çantalarının içinde çünkü mesai bitmiş ve evlerine dönüyorlar. Herkes gülümsüyormuş gibi görünüyor, çünkü ışık çok parlak, hava ılık. Şeh-yaz gelmiş ve bir yerlerden eski Lovin Spoonful'un şarkısında olduğu gibi bir delgi aletinin sesi geliyor. Önünde, '77 yazına açılan bir kapı var. teinde öğretmen olan uzay mekiği henüz infilak etmemiş. John Lennon hâlâ hayatta ama o eroin belasını, Çin Beyazı'nı kullanmaya devam ederse fazla uzun yaşamayacak. Eddie Dean'e, Edward Cantor Dean'e gelince daha eroin hakkında hiçbir şey bilmiyor. Tek kusuru bir iki sigara iç-miş olmak ve mastürbasyon yapmaya çalışmak (ama daha bir yıl, başarılı olamayacak). Daha on üç yaşında. Yıl 1977 ve göğsünde tamı tamına dört adet kıl var. Her sabah beş olacağı umuduyla dini bir tören gibi onları sayıyor. Tall Ships yazından sonraki yaz. Bir haziran günü, vakit öğle sonrası ve kulağına neşeli bir melodi geliyor. Melodi, Tower of Power Plakçılık'ın girişindeki hoparlörlerden yayılıyor. Mungo Jerry, "In The Summertime"ı söylüyor ve...

Aniden her şey gözüne gerçekmiş gibi göründü ya da olması gerektiği kadar gerçekmiş gibi. Sol elini kaldırdı ve başparmağıyla "tamam" işareti yaptı: gidelim. Roland arkasında oturmuş, kutuyu pembe çantadan çıkarmıştı. Eddie'den işareti alan Silahşor, kutuyu açtı.

Eddie'nin kulakları hemen o ahenksiz, tatlı çınlamaların istilasına uğradı. Gözleri yaşardı. Boşlukta dikilen kapı hafif bir tıklamayla açıldı ve mağaraya parlak gün ışığı doldu. Çalınan kornalar ve delgi aletinin ta-ta-ta-ta sesleri duyuldu. Fazla uzun sayılmayacak bir süre önce böyle bir kapıyı öylesine umutsuzca istemişti ki bu uğurda Roland'ı neredeyse öldürüyordu. İşte şimdi istediği şey burnunun dibindeydi. Ve ölesiye korkuyordu.

Çınlamalar beynini parçalayacakmış gibiydi. Bu sesi uzun süre dinlerse çıldırması işten değildi. Gideceksen git, dedi kendi kendine.

Bir adım ilerledi. Gözleri yaşardığı için dört kapı tokmağı, tokmağa uzanan üç el varmış gibiydi. Kapıyı kendine doğru çekti ve öğle sonrası-n'n altın rengi parlaklığı gözlerini kamaştırdı. Burnuna benzin, sıcak şe-n]r havası ve birinin tıraş losyonunun kokusu çarptı.

Eddie zorlukla görerek bulunmamış kapıdan geçti ve sürülerek Uzaklaştınldığı dünyada bir yaz gününe ayak bastı.
4

İkinci Cadde'deydi gerçekten; işte Blimpie's oradaydı, hemen arka-sından Mungo Jerry'nin Karayip ritimleriyle bezeli neşeli şarkısı duyulu-yordu. Etrafı, kaldırımın her iki yönüne doğru ilerleyen bir insan seliy]e sarılıydı. Eddie'ye dikkat etmiyorlardı; bunun bir sebebi, şehirden bir an önce çıkmaya odaklanmış olmalarıydı ama en büyük sebep, New York'ta başkalarına dikkat etmemenin bir yaşam tarzı olmasıydı.

Eddie sağ omzunu silkerek çantanın sapını omzuna sağlam bir şekil-de yerleştirdi ve arkasına baktı. Calla Bryn Sturgis'e açılan kapı oradaydı. Kucağında kapağı açık kutuyla mağaranın girişinde oturan Roland'ı görebiliyordu.

Kahrolası çınlamalar onu çıldırtıyor olmalı, diye düşündü Eddie. Sonra Silahşor'un kemerinden iki kurşun çıkarıp kulaklarına yerleştirdiğini görerek sırıttı. İyi hareket, ahbap. 1-70 üzerinde ilerlerken incecik'in sesine karşı iyi bir önlem olmuştu. Kapının önünde işe yarayıp yaramadığını bilmiyordu ama Roland'ı bu konuda tek başına bırakmak durumundaydı. Eddie'nin yapacak işleri vardı.

Kaldırımın üzerinde durduğu yerde tekrar geri döndü ve omzu üzerinden bakarak kapının orada olup olmadığını kontrol etti. Oradaydı. Diğerleri gibiyse gittiği her yerde onu takip edecekti. Etmese bile Eddie sorun olacağını sanmıyordu; zaten fazla uzaklaşmaya niyeti yoktu. Bir şeyi daha fark etmişti: sinsice geride bekleyen bir karanlığın varlığına dair o huzursuz edici his yoktu. Çünkü gerçekten oradaydı, geçiş yapmamıştı. Başıboş ölüleri de görmeyecekti.

Eddie omzuna astığı çantanın sapını bir kez daha sağlamca yerleştirdi ve Manhattan Zihin Lokantası'na doğru yola çıktı.


5

İnsanlar yanından yürüyor, karşısına çıkanlar ise kenara çekiliyordu ama bunlar, orada gerçekten olduğunu ispatlamazdı; insanlar bunu geÇ1?

halindeyken de yapıyordu. Sonunda Eddie bir değil, iki evrak çantası taşıyan genç bir adamla kasten çarpıştı... adam için iş dünyasının Büyük Tabut Avcısı denebilirdi.

"Hey önüne baksana be adam!" dedi Bay İşadamı omuzları çarpıştığında.

"Bağışla, ahbap," dedi Eddie. Gerçekten de oradaydı. "Acaba hangi günde olduğumuzu..."

Ama Bay İşadamı kırk beş elli yaşlarında geçirmesi muhtemel kalp krizine doğru çoktan uzaklaşmıştı. Eddie, eski bir New York fıkrasının can alıcı kısmını hatırladı: "Bağışlayın bayım, bana belediye binasına nasıl gideceğimi söyleyebilir misiniz yoksa gidip kendimi mi becereyim?" Elinde olmadan kahkahalarla gülmeye başla* 'ı.

Kontrolünü biraz olsun sağladıktan sonra tekrar yürümeye koyuldu. İkinci Cadde'yle Elli Dördüncü Sokak'ın köşesine vardığında bir ayakkabı mağazasının vitrinine bakan bir adam gördü. Bu adam da takım elbise giymişti ama Eddie'nin biraz önce çarptığı adam kadar telaşlı görünmüyordu. Elinde tek bir evrak çantası vardı. Eddie bunun iyi bir işaret olduğunu düşündü.

"Afedersiniz," dedi adama. "Hangi günde olduğumuzu söyleyebilir misiniz acaba?"

"Perşembe," dedi vitrine bakan adam. "Yirmi üç haziran."

"1977 mi?"

Adam tek kaşını kaldırarak ona hem aklı karışık, hem alaycı bir ifadeyle gülümsedi. "Evet, 1977. 1978'e daha... altı ay var."

Eddie başını salladı. "Teşekkürler derim."

"Ne dersin?"

"Hiçbir şey," dedi Eddie ve hızla uzaklaştı.

On beş temmuza sadece üç hafta var, diye düşündü. Fazla yakın.

Evet ama o gün Calvin Tower'i arsayı satmaya ikna edebilirse zaman sorunu ortadan kalkacaktı. Eddie'nin ağabeyi çok uzun zaman önce bir Sûn arkadaşlarına kardeşinin kafasına koyduğu takdirde Şeytan'ı kendini yakmaya ikna edebileceğini söyleyerek böbürlenmişti. Eddie hâlâ aynı ikna kabiliyetine sahip olduğunu umuyordu. Calvin Tower'la bir anlaşma gayri menkule bir yatırım ve ardından belki yarım saatliğine New York keşmekeşinin tadını çıkarma... kutlama. Belki bir çikolatalı dondurma..

Düşünceleri bir anda yarım kaldı ve öylesine ani durdu ki arkasından gelen ona çarparak küfretti. Eddie darbeyi ve edilen küfrü güçlükje fark etti. Koyu gri Lincoln yine oradaydı. Bu kez yangın musluğunun değil, kapının önüne park edilmişti.

Balazar'ın arabası.

Eddie tekrar yürümeye başladı. Roland'ın onu tabancayı almaya ik-na ettiğine seviniyordu. Ve tabancanın dolu olmasına.
6

Karatahta yine dükkânın önündeydi (bugünün spesiyalitesi Nathaniel Hawthorne, Henry David Thoreau ve Robert Frost'tan oluşuyordu ve tatlı olarak Mary McCarthy ve Grace Metalious arasında bir seçim yapılabilirdi) ama kapının iç tarafındaki levhada ÜZGÜNÜZ, KAPALİYİZ yazıyordu. Tower of Power Plakçılık'ın ilerisindeki bankanın dijital saati 15.14'ü gösteriyordu. Kim hafta içinde dükkânını bu saatte kapatırdı?

Özel bir müşterisi olan biri, diye tahmin etti Eddie.

Ellerini yüzünün iki yanma dayayarak Manhattan Zihin Lokanta-sı'na baktı. Üzerinde çocuk kitaplarının durduğu alçak, yuvarlak masayı görebiliyordu. Sağ tarafta yüzyılın başlarından kalma gibi görünen tezgâh vardı ama gerisinde bugün kimse yoktu. Aaron Deepneau bile. Kasanın başında da kimse yoktu. Eddie, önündeki SATİŞ YOK yazısını görebiliyordu.

İçerisi boştu. Calvin Tower bir yere gitmiş olabilirdi. Belki acil bir durum baş göstermiş...

Gerçekten de acil bir durum söz konusu, dedi Silahşor'un soğuk sesi Eddie'nin kafasının içinde. O koyu gri aracın içinde geldi. Tezgâha bir kez daha bak, Eddie. Neden bu kez bakmak için gözlerini kullanmıyorsun?

Bazen başka insanların sesleriyle düşünürdü. Bunu pek çok kişinin otığıM tahmin ediyordu; perspektifi biraz değiştirmeyi, olayları bir başka açıdan görebilmeyi sağlıyordu. Ama bu kez durum farklıydı sanki. rjzun boylu, yaşlı, çirkin Silahşor beyninin içinde gerçekten konuşuyormuş gibiydi.

Eddie tezgâha tekrar baktı. Bu kez satranç tahtası üzerindeki taşları ve devrilmiş kahve bardağını gördü. Yerde, iki taburenin arasında tek camı çatlamış bir gözlük duruyordu.

Kafasının içinde ani bir öfke kıvılcımı hissetti. Zayıftı ama önceki deneyimleri göz önüne alınırsa büyüyüp bir yangına dönüşmesi an mese-lesiydi. Sonunda bilinçli düşünceleri yakıp kül edebilirdi. Öyle bir durumda Roland'ın tabancasının menzilinde olanların Tanrı'ya dua etmekten başka kurtuluş şansı kalmamış demekti. Bir keresinde Roland'a aynı şeyin ona da olup olmadığını sormuş, hepimize olur, cevabı almıştı. Eddie başını iki yana sallayıp Roland'a onun gibi olmadıklarını (Suze ve Jake'in de) söylediğindeyse Silahşor sessiz kalmayı seçmişti.

Tower ve özel müşterileri arkada, o depoyla ofis karışımı yerde, diye düşündü Eddie. Ve bu kez niyetleri muhtemelen sadece konuşmak değildi. Eddie, Balazar'ın centilmenlerinin Bay Tower'a on beş temmuzun yaklaşmakta olduğunu hatırlatmakta ve o gün geldiğinde verilecek en doğru kararın ne olacağını kendilerine özgü yöntemlerle söylemekte olduğunu tahmin edebiliyordu.

Centilmen kelimesi aklından geçtiğinde Eddie'nin zihnini yeni bir öfke dalgası sardı. Şişman ve zararsız bir kitapçının gözlüklerini kırıp adamı arka odaya çekerek korkutanlar için ne de uygun bir sıfattı! Centilmen-miş! Hadi oradan!

Dükkânın kapısını yokladı. Kilitliydi ama sağlam görünmüyordu. Kapı, pervazı içinde çürük bir diş gibi sallanıyordu. Kapının önündeki girintide duran ve ilgilendiği kitabı inceliyormuş gibi görünen (en azından °yle olduğunu umuyordu) Eddie kilidi zorlamaya başladı. Önce sadece okmağın üzerindeki elinin baskısını arttırdı, sonra dikkat çekmeyeceğini Ufflarak omzunu dayadı.

Yüzde doksan dört ihtimalle sana bakmıyorlar zaten, diye düşünde Eddie. Burası New York, unuttun mu? Bana belediye binasına nasıl gidece ğimi söyleyebilir misiniz yoksa gidip kendimi mi becereyim?

Kapıyı daha kuvvetli itti. Henüz tüm gücüyle yüklenmemişti ama bir çıtırtı oldu ve kapı içeri doğru açıldı. Eddie orada olmak en doğal hakkıy. mış gibi tereddütsüzce içeri daldı ve kapıyı arkasından kapattı. Yerine oturmamıştı. Grinch Noel'i Nasıl Çaldı kitabını çocuk kitapları bölümün-den alıp son sayfayı yırttı {Zaten sonunu hiç sevmemiştim, diye düşündü) üçe katladı ve kapıyla pervazı arasına sıkıştırdı. İşe yaramıştı. Bu sorunu hallettikten sonra etrafa bakındı.

İçerisi boştu. Güneş artık gökdelenlerin ardında kaybolmuş olduğu için loştu. Hiç ses...

Hayır. Bir ses vardı. Dükkânın arkasından gelen boğuk bir haykırış. Dikkatli olun, centilmenler işbaşında, diye düşündü Eddie. Bir başka öfke dalgası zihnini sardı. Bu seferki daha keskindi.

Roland'ın çantasının ağzını bağlayan ipi çekti ve arka tarafta üzerinde SADECE PERSONEL yazan kapıya yöneldi. Yere düşmüş bir kitap yığınının ve devrilmiş bir rafın etrafından dolaşmak zorunda kaldı. Calvin Tower, Balazar'ın centilmenleri onu içeri doğru sürüklerken rafa tutunmaya çalışmış olmalıydı. Bunu anlamak için Eddie'nin olanları gözleriyle görmesine gerek yoktu.

Arkadaki kapı kilitli değildi. Eddie, Roland'ın tabancasını çantadan çıkardı ve çantayı hayati bir anda önüne çıkıp engel olmaması için bir kenara koydu. Kendine Tower'm masasının nerede olduğunu hatırlatarak kapıyı santim santim araladı. Fark edilecek olursa avazı çıktığı kadar bağırarak içeri dalacaktı. Roland'a göre görüldükleri takdirde daima avazları çıktığı kadar bağırmalıydılar. Bu şekilde düşmanı bir iki saniyeliğine afallatabilirlerdi ve bir iki saniye bazen her şeyi değiştirebilirdi.

Bu kez bağırmaya veya içeri dalmaya gerek olmadı. Aradığı adamlar ofis bölümündeydi. Gölgeleri yine iğrenç canavarlar gibi arkalarındaki duvarın üzerine düşmüştü. Tower sandalyesinde oturuyordu, ama sandalyesi artık masanın ardında değildi. Üç dosya dolabından ikisi arasındaki bosluğa itilmişti. Hoş yüzü, gözlükleri olmayınca çıplak görünüyordu. İki riyaretçisi ona bakıyordu, yani sırtları Eddie'ye dönüktü. Tower, onu görebilirdi ama Jack Andolini ve George Biondi'ye bakıyordu, tüm dikkati iki adam üzerinde toplanmıştı. Adamın yüzündeki dehşet ifadesini görünce Eddie'nin içini bir başka öfke dalgası sardı.

Havada benzin kokusu vardı. Eddie bu kokunun en cesur dükkân sahibini bile dehşete düşüreceğini düşündü. Bir kitapçının korkusunu ise hayal bile edemiyordu. İki adamdan uzun boylu olanın (Andolini) yanında yaklaşık bir buçuk metre yükseklikte bir kitaplık vardı. Kapağı açıktı. İçindeki dört beş rafta, toz koruyucularıymış gibi görünen naylon kılıflara konmuş kitaplar vardı. Andolini kitaplardan birini eline almıştı. Kısa olan (Biondi) ise elinde kehribar rengi sıvıyla dolu bir kavanoz tutuyordu. İçindekinin ne olduğunu anlamak için kâhin olmak gerekmiyordu.

"Lütfen, Bay Andolini," dedi Tower. Cılız, titrek bir sesle konuşuyordu. "Lütfen, o çok değerli bir kitap."

"Elbette öyle," dedi Andolini. "Bu kitaplıktaki her kitap çok değerli. Gördüğüm kadarıyla Ulysses'in yirmi altı bin dolar değerinde imzalı bir kopyasına sahipsin."

"Konusu neymiş, Jack?" diye sordu George Biondi. Şaşkın görünüyordu. "Ne tür bir kitap yirmi altı bin papel değerinde olabilir?"

"Bilmiyorum," dedi Andolini. "Neden siz cevaplamıyorsunuz, Bay Tower? Sana Cal desem olur mu?"

"Ulysses'im bir kasada duruyor," dedi Tower. "Satılık değil."

"Ama bunlar satılık," dedi Andolini. "Değil mi? Ve bunun üzerindeki etikete kurşun kalemle 7500 yazılmış. Yirmi altı bin değil ama gıcır gıcır bir araba parası. Bak şimdi ne yapacağım, Cal. Dinliyor musun?"


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin