“Bay Green, Irma Freneau’nun cesedinin fotoğraflarını çekmiş ve bana fotoğrafların satışından pay vermeyi teklif etmişti,” dedi doktora. “Şu anki talebi de aynı oranda kabul edilemez bir istek. Bay Marshall buraya gelip karısıyla görüşmemi rica etti ve Bay Green’den karısına yaklaşmayacağına dair söz aldı.”
“Bu teknik açıdan doğru olabilir,” dedi Green. “Deneyimli bir gazeteci olarak insanların düşünmeden konuştuklarına ve sonradan pişman oldukları şeyler söylediklerine sıkça tanık oldum. Fred Marshall, karısının hikâyesinin er ya da geç ortaya çıkacağının bilincinde.”
“Sahi mi?”
“Özellikle de Balıkçı’nın son bağlantısının ışığında,” dedi Green. “Bu kaset, Tyler Marshall’ın onun son kurbanı olduğunu ve mucize eseri hâlâ hayatta olduğunu kanıtlıyor. Bunun halktan daha ne kadar gizlenebileceğini sanıyorsunuz? Ve sizce de çocuğun annesinin durumu kendi ifadesiyle açıklaması gerekmez mi?”
“Bu şekilde arada bırakılmayı reddediyorum.” Doktor, kaşlarını çatarak Green’e baktı ve Jack’e uyarıcı bir bakış fırlattı. “Bay Green, sizi hemen hastaneden artırabilirim. Teğmen Sawyer’la birkaç konuyu baş başa görüşüyorum. Teğmenle ikiniz aranızda bir çeşit anlaşmaya varabilirsiniz, isterseniz. Ama hastamla ikinizin birden görüşmesine izin vermem söz konusu bile değil. Teğmen Sawyer ile görüşmesinin iyi olacağından da şüpheliyim. Sabahki durumuna göre daha sakin, ama hâlâ çok hassas bir durumda”
“Sorununun en iyi çözümü kendini ifade etmesine izin verilmesi olmalıdır,” dedi Green.
“Kapayın çenenizi, Bay Green,” dedi Dr. Spiegleman. Keçi sakalı altında görünen ikiye katlanmış gıdısı pembeleşmişti. Sertçe Jack’e baktı, “istediğiniz tam olarak nedir, teğmen?”
“Hastanede bir ofisiniz var mı, doktor?”
“Evet.”
“Bayan Marshall ile konuşmamızın tamamen ikimiz arasında kalacağı güvenli, sessiz bir ortamda yarım saat, belki biraz daha kısa bir süre yalnız kalmak istiyorum. Ofisiniz bunun için mükemmel olabilir. Koğuşta çok fazla insan var, müdahaleye maruz kalmadan ya da diğer hastalar duymadan konuşmak mümkün değil.”
“Ofisimde,” dedi Spiegleman.
“Sizin için de uygunsa.”
“Benimle gelin,” dedi doktor. “Bay Green, Teğmen ve ben koridora çıkarken lütfen masanın arkasında bekleyin.”
“Nasıl isterseniz,” diyen Green, alaycı bir tavırla öne eğildi ve ardından dans eder gibi hafif adımlarla masanın arkasına geçti. “Yokluğunuz süresince bu yakışıklı genç adamla ilginç sohbet konuları bulacağımızdan eminim.”
Wendell Green gülümseyerek masaya dayandı ve Jack ile Dr. Spiegleman’ın odayı terk etmelerini izledi. Ayak sesleri, koridorda bir süre duyuldu. Sonra ortalığı sessizlik kapladı. Hâlâ gülümsemekte olan Wendell, genç görevliye döndü ve ağzı açık bir halde kendisini izlemekte olduğunu gördü.
“Yazılarınızı her zaman takip ederim,” dedi genç adam. “Çok iyi yazıyorsunuz.”
Wendell’ın gülümsemesi iyice genişledi. “Hem yakışıklı, hem zeki bir genç adam. Ne çarpıcı bir bileşim. İsmin nedir?”
“Ethan Evans.”
“Ethan, fazla zamanımız yok, o yüzden acele edelim. Sence basının sorumluluk sahibi mensupları, halkın ihtiyaç duyduğu bilgilere ulaşabilmeli mi?”
“Kesinlikle.”
“Ve bilgiye ulaşmış basının, Balıkçı gibi canavarları alt edebilmek için kullanılabilecek en güçlü ve etkili silah olduğuna katılıyorsun, değil mi?”
Ethan’ın kaşları arasında bir çizgi belirdi. “Silah mı?”
“Şöyle söyleyeyim. Balıkçı hakkında ne kadar çok bilgimiz olursa onu bulma şansımız o kadar artmaz mı?”
Genç görevli başını salladı. Kaşlarının arasında beliren ince çizgi kaybolmuştu.
“Sence doktor, Sawyer’ın ofisini kullanmasına izin verecek mi?”
“Evet, muhtemelen,” dedi Evans. “Ama Sawyer denen herifin çalışma tarzını beğenmiyorum, işini şiddet uygulayarak yapan bir polis. İnsanları döverek itirafa zorlamak gibi.”
“Sana bir sorum daha var. Aslında iki soru. Dr. Spiegleman’ın ofisinde bir gardırop var mı? Ve oraya koridordan başka bir yerden giriş biliyor musun?”
“Ah.” Evans’ın cansız gözleri bir an için anlayışla parladı. “Dinlemek istiyorsun.”
“Dinlemek ve kaydetmek.” Wendell Green cebindeki küçük teybini işaret etti. “Halkın iyiliği, Balıkçı denen canavarın daha fazla can almadan yakalanabilmesi için.”
“Evet, belki olabilir,” dedi görevli. “Ama Dr. Spiegleman, o...” Yirmi dolarlık bir banknot, yoktan var olmuşçasına Wendell Green’in sağ elinde belirdi. “Çabuk hareket et ve Dr. Spiegleman’ın hiçbir şeyden haberi olmasın. Asla. Anladın mı, Ethan?”
Ethan Evans banknotu Wendell’ın elinden kaptı ve masanın arkasındaki kapıyı açarak içeriyi işaret etti. “Haydi, çabuk olun.”
Karanlık koridorun iki ucunda solgun ışıklar vardı. “Sanırım hastamın kocası size bu sabah gelen kasetten bahsetti,” dedi Dr. Spiegleman. “Evet. Kasetin buraya nasıl ulaştırıldığını biliyor musunuz?”
“İnanın, teğmen, kasetin Bayan Marshall üzerinde yarattığı etkiyi görüp kendim de dinledikten sonra hastama nasıl ulaştırıldığını öğrenmeye çalıştım. Gelen tüm posta, önce hastanenin posta odasında toplanır. Hastalara, sağlık personeline ya da idari personele gelmiş olmasına bakılmaksızın aynı yerde toplanır ve birkaç gönüllü gelen postayı sahiplerine ulaştırır. Sanıyorum kasetin içinde olduğu paket bu sabah posta odasındaydı ve gönüllülerden biri onu gördü. Paketin üzerinde sadece hastamın ismi yazılıymış ve gönüllü bu yüzden paketi danışma büromuza götürmüş. Orada çalışan kızlardan biri koğuşa getirmiş.”
“Kaseti ve teybi Judy’ye vermeden önce size danışmaları, izninizi almaları gerekmez miydi?”
“Elbette. Hemşire Bond kesinlikle bu dediğiniz şekilde davranırdı bugün izinli. Onun yerine bakan Hemşire Rack, paketin üzerindeki ismin çocukluktan kalma bir lakap olduğunu sanmış ve Bayan Marshall’ın eski arkadaşlarından birinin onu neşelendirmek için şarkılar gönderdiğini düşünmüş. Hemşire odasında bir teyp varmış, kaseti içine koyup Bayan Marshall’a vermişler.”
Koridorun loşluğunda, doktorun gözlerinde alaycı bir pırıltı belirdi. “Sonra, tahmin edebileceğiniz gibi ortalık cehenneme dönmüş. Bayan Marshall hastaneye ilk yattığı günkü gibi kötüleşmiş ve endişe verici hareketlerde bulunmuş. Neyse ki ben de o sırada hastanedeydim. Olanları duyunca hemen ilaçla sakinleştirilmesini ve güvenli bir odaya yerleştirilmesini emrettim. Bu tür odaların duvarları yumuşak malzemelerle kaplıdır, teğmen -Bayan Marshall parmaklarındaki yaraları tekrar açmıştı ve kendine daha fazla zarar vermesini istemedim. Sakinleştirici etkisini gösterdiğinde içeri girdim ve onunla bir süre konuştum. Sonra kaseti dinledim. Belki hemen polise haber vermeliydim, ama ben öncelikle hastama karşı sorumluyum, bu yüzden Bay Marshall’ı arayıp durumu bildirdim.”
“Nereden?”
“Güvenli odadan, cep telefonumla. Elbette Bay Marshall karısıyla konuşmak için ısrar etti, o da Bay Marshall ile konuşmak istiyordu. Görüşmeleri sırasında durumu yine kötüleşti ve ona hafif bir sakinleştirici daha vermek zorunda kaldım. Sakinleştiğindeyse odadan çıkıp kasetin içeriğinden bahsetmek üzere tekrar Bay Marshall’ı aradım. Siz de dinlemek istiyor musunuz?”
“Şimdi değil, doktor, teşekkürler. Ama size kaset hakkında bir şey sormak istiyorum.”
“Sorun o halde.”
“Fred Marshall, kaseti kaydeden adamın aksanını taklit ederek anlatmaya çalıştı.’ Size tanıdık bir aksan gibi geldi mi? Mesela Alman?”
“Ben de bunu düşünüyordum. Bir Almanın İngilizce konuşmasına benziyordu ama tam olarak öyle de değildi. Sizin için bir anlamı olacaksa kasetteki sesin, ingilizce konuşan ve konuşmasına Alman aksanı vermeye çalışan bir adama aitmiş gibi olduğunu söyleyebilirim. Ama daha önce hiç böyle bir aksan duymamışlım.”
“Tahmin ettiğim kadarıyla. Bayan Marshall ile ikiniz arasında alışılmadık bir bağ oluşmuş. “
Dr. Spiegleman, konuşmanın başından beri Jack’i tartıyor, onu Jack’in fark edemediği standartlara göre değerlendiriyordu. Suratı bir trafik polisi donuk, ifadesizdi. “Bay Marshall bana, sizi arayacağını söylemişti. Anladığım kadarıyla Marshall, yaptıklarınıza ve yeteneğinize saygı duyuyor, ki bu çok doğru ama aynı zamanda size güveniyor gibi görünüyor. Bay Marshall, karısıyla görüşmeniz için izin vermemi, Bayan Marshall da sizinle konuşmayı istiyor.”
“O halde onunla özel olarak yarım saat kadar görüşmeme izin vermemeniz için bir sebep yok.”
Dr. Spiegleman’ın gülümsemesi belirdiği gibi aniden kayboldu. “Hastam ve eşi size güveniyor olabilirler, Teğmen Sawyer, ama konu bu değil, önemli olan benim size güvenip güvenmemem.”
“Hangi konuda?”
“Birkaç konuda. Öncelikle, hastamın çıkarları doğrultusunda hareket etmeniz konusunda. Onu gereksiz yere aşırı strese sokup boş umutlar vermemeniz gerekiyor. Hastam, bizim dünyamız ile her nasılsa bağlantısı olan bir başka dünyayla ilgili sanrılara sahip. Oğlunun diğer dünyada tutsak edildiğini düşünüyor. Şunu belirtmeliyim ki, teğmen hem hastam, hem de kocası bu hayali dünyayı tanıdığınıza inanıyorlar -daha doğrusu hastam kesin bir inanç taşıyor ve kocası bu hayali dünyaya, eşini rahatlattığı sürece inanıyor.”
“Anlıyorum.” Jack’in doktora söyleyebileceği bir tek şey vardı ve onu dile getirdi. “Bilmelisiniz ki Marshalllar ile yaptığım tüm görüşmelerde French Landing Polis Teşkilatı ve Şef Gilbertson’un danışmanı olarak gayrı resmi bir görevdeyim.”
“Gayri resmi görev.”
“Şef Gilbertson, Balıkçı soruşturması için tavsiyelerimi istemişti ve iki gün önce, Tyler Marshall’ın ortadan kaybolmasından sonra sonunda elimden geleni yapmayı kabul ettim. Ama resmi bir görevim yok. Sadece şef ve memurlarına tecrübemi sunuyorum, hepsi bu.”
“Şunu bir açıklığa kavuşturalım, teğmen. Bayan Marshall’ın hayali dünyasını tanıdığınız yolunda hastam ve eşini bilerek yanlış mı yönlendiriyordunuz?”
“Şöyle cevap vereyim, doktor. Kaset sayesinde Tyler Marshall’ın gerçekten Balıkçı’nın elinde olduğunu biliyoruz. Yani çocuğun artık Balıkçı’nın dünyasında olduğunu söyleyebiliriz.”
Dr. Spiegleman kaşlarını kaldırdı.
“Bu canavarın bizimle aynı evrende olduğunu mu sanıyorsunuz?” sordu Jack. “Ben hiç sanmıyorum ve sizin de benim gibi düşündüğünüzü anlıyorum. Balıkçı, yıllar boyunca ürettiği son derece ince, ayrıntılı kurallarla belirtilen, kendi yarattığı dünyada yaşıyor. Saygısızlık etmek istemem, ama deneyimlerim sayesinde bu tür hayali yapılanmaları Marshallardan, polisten ve hasta, psikopat suçlularla çalışmadıysanız sizden bile iyi tanıyorum. Kulağa biraz safça geliyorsa özür dilerim, öyle bir kastım yok.”
“Suçlu psikolojisine dayanarak iz sürmekten ya da buna benzer bir şeyden mi bahsediyorsunuz?”
“Yıllar önce FBl’ın başında olduğu özel bir VICAP araştırma kursuna katılmıştım ve orada pek çok yararlı bilgi edindim ama burada sözünü ettiğim iz sürmenin de ötesinde.” Ve olayın derinliği ancak böyle göz ardı edilirdi, diye düşündü Jack. Top sizde, doktor.
Spiegleman yavaşça başını salladı. Uzaktaki solgun ışık, gözlüklerinin camlarından yansıdı. “Sanırım anlıyorum, evet.” Bir süre düşündü. İçini çekti, kollarını göğsünde kavuşturdu ve biraz daha düşündü. Sonra başını kaldırarak Jack’in gözlerine baktı. “Pekâlâ. Onu görmenize izin vereceğim. Yalnız. Ofisimde. Otuz dakikalığına. İleri soruşturma işlemlerine engel olmak istemem.”
“Teşekkür ederim,” dedi Jack. “İnanın bunun çok yardımı olacak.”
“Böyle sözlere inanmayacak kadar uzun süredir psikiyatr olarak çalışıyorum, Teğmen Sawyer, ama umarım Tyler Marshall’ı kurtarmayı başarabilirsiniz. Sizi ofisime götüreyim. Ben hastamı bir başka koridordan getirene dek orada bekleyebilirsiniz. Daha çabuk olur.”
Dr. Spiegleman karanlık koridorun sonuna doğru yürüdü ve sola döndü, sonra tekrar sola dönüp cebinden kalabalık bir anahtarlık çıkardı ve üzerinde yazı olmayan bir kapıyı açtı. Jack doktorun ardından iki küçük ofisin birleşiminden oluşmuş gibi görünen bir odaya girdi. Odanın yarısı, uzun bir masa, bir sandalye, üzeri dergilerle kaplı bir sehpa ve dosya dolaplarıyla dolmuştu; diğer yarısındaysa bir kanepe ve hemen yanında bir koltuk vardı. Georgia O’Keeffe resimleri duvarları süslüyordu. Masanın hemen arkasında, Jack’in bir gardıroba açıldığını tahmin ettiği bir kapı vardı; tam karşıdaki, koltuğun arkasındaki ve ofisin iki ayrı yarısının tam ortasında kalan kapıysa bitişikteki bir başka odaya açılıyormuş gibi görünüyordu.
‘Gördüğünüz gibi,” dedi Dr. Spiegleman. “Burayı hem ofis, hem de ek bir muayenehane olarak kullanıyorum. Çoğu hastam içeriye bekleme odasından gider. Bayan Marshall’ı da oradan getireceğim. Birkaç dakika sonra burada olur.”
Jack ona teşekkür etti ve doktor aceleyle kapıdan çıktı.
Dar gardırobun içindeki Wendell Green, ceketinin cebinden küçük teybini çıkardı ve hem onu, hem de kulağını kapıya dayadı. Başparmağı KAYIT düğmesinin üzerindeydi ve kalbi hızla çarpıyordu. Batı Wisconsin’in en seçkin muhabiri, sokaktaki adam için bir kez daha görevini yapıyordu. Gardırobun içinin zifiri karanlık olması çok kötüydü, ama kara bir deliğe tıkılmak, Wendell’ın kutsal görevi için yaptığı ilk fedakârlık değildi; ayrıca tek görmesi gereken, teybin üzerindeki küçük, kırmızı kayıt ışığıydı.
Sonra bir sürprizle karşılaştı: Doktor Spiegleman ofisten çıkmıştı, ama Teğmen Sawyer’ı soran sesi duyuluyordu. Bu Freudcu deli doktoru hiçbir kapıyı açıp kapamadan odaya nasıl dönmüştü ve Judy Marshall’a ne olmuştu?
“Teğmen Sawyer, sizinle konuşmam gerek. Ahizeyi kaldırın. Size bir telefon var ve acil gibi görünüyor.”
Elbette, sesi iç haberleşme sisteminden geliyordu. Jack Sawyer’ı arayan kim olabilirdi ve acil olan neydi? Wendell, Altın Çocuk dilerim sesi dışarı veren düğmeye basar, diye düşündü ama ne yazık ki beklediği olmadı. Görüşmenin tek tarafını dinlemekle yetinmesi gerekiyordu.
“Telefon mu?” dedi Jack. “Kimden?”
“Kendini tanıtmayı reddetti,” dedi doktor. “D Koğuşu’nu ziyaret edeceğinizi söylediğiniz biri.”
Kara Ev hakkında haberler verecek olan Beezer. “O hatta nasıl geçeceğim?”
“Işığı yanıp sönen düğmeye basın yeter,” dedi doktor. “Birinci hat. Konuşmanızın bittiğini gördüğümde Bayan Marshall’ı getireceğim.”
Jack düğmeye bastı ve, “Jack Sawyer,” dedi.
“Tanrı’ya şükür,” dedi Beezer St. Pierre. “Hey, dostum, benim eve gelmen gerek. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi. Her şey çok kötü gitti.”
“Buldunuz mu?”
“Oh evet, Kara Ev’i bulduk bulmasına. Ama bizi pek hoş karşıladığını söyleyemeyeceğim. O yer, gizli kalmak istiyor ve bunu belli ediyor. Çocuklardan bazıları acı içinde kıvranıyorlar. Çoğumuz pek yakında iyileşeceğiz. Ama Mouse... bilmiyorum. Bir köpek ısırığından korkunç bir şey kaptı. Köpek olduğundan da şüpheliyim aslında. Doc elinden geleni yaptı ama... Lanet adamın aklı başında değil ve onu hastaneye götürmemize de izin vermiyor."
“Beezer, gereken oysa neden onun söylediklerine boş verip götürmüyorsunuz?”
“Biz o şekilde davranmayız. Mouse babası öldüğünden beri hiçbir hastaneye adım atmadı. Bacağına olanlar, onu hastaneye gitme fikrinin yarısı kadar bile korkutmuyor. Onu La Riviere General Hastanesi’ne götürecek olursak herhalde acil serviste düşüp ölür.”
“Aksi olursa da sizi asla affetmez.”
“Anladın. Ne zaman burada olabilirsin?”
“Hâlâ bahsettiğim kadınla görüşemedim. Belki bir saat sonra daha geç geleceğimi sanmıyorum.”
“Beni duymadın mı? Mouse gözlerimizin önünde ölüyor. Birbirimize söyleyecek çok fazla şey var.”
“Haklısın,” dedi Jack. “Çabuk gelmeye çalışacağım, Beez.” Jack telefonu kapattı, muayene koltuğunun yanındaki kapıya döndü ve dünyanın değişmesini bekledi.
Bu da neydi böyle? diye düşündü Wendell. Jack Sawyer ve ona güzel bir arabayla nehir kenarında bir ev almaya yetecek parayı kazandırabilecek filmi mahveden ahmak orospu çocuğu arasında geçen saçma sapan bir konuşma için kasetin iki dakikalık bölümünü çarçur etmişti. Wendell güzel bir arabayla lüks bir evi hak ediyordu, hem de çoktan beri hak ediyordu ve ulaşamamışlığın verdiği öfke içinde kaynıyordu. Altın Çocuk her istediğini elmas kakmalı gümüş tepsiler içinde alıyor, insanlar ihtiyaç bile duymadığı şeyleri ona vermek için çırpınıyordu, ama ya Wendell Green gibi efsanevi, fedakâr, çalışkan, beyefendi bir basın mensubu? Sırf görev aşkı uğruna bu karanlık, sıkışık dolaba saklanmak için yirmi papelden olmuştu!
Kapının açıldığını duyduğunda kulakları ürperdi. Kırmızı ışık yandı, sadık teyp, kayda başladı ve şu andan itibaren her ne olacaksa, her şeyi değiştirecekti: Wendell’ın en iyi dostları, şaşmaz içgüdüleri, ona yakında adaletin yerini bulacağını söylüyordu.
Dr. Spiegleman’ın sesi gardırobun kapısının ötesinden duyuldu ve kayda geçti. “Sizi yalnız bırakayım.”
Altın Çocuk, “Teşekkürler, doktor. Size minnettarım.” dedi.
Dr. Spiegleman, “Otuz dakika, tamam mı? Yani saat hmmm, ikiyi on geçe burada olacağım.”
Altın Çocuk, “Tamam.” dedi. Kapının kapanışının yumuşak sesi, mandalın tıkırtısı. Uzun, sessiz saniyeler, neden birbirleriyle konuşmuyorlar? Ama tabii ya... soru kendini cevapla-Koca-kıç Spiegleman’ın duyma mesafesinden çıkmasını bekliyorlar. Ah, bu tam Wendell’ın ağzına layıktı! Altın Çocuk’un kapıya yönelen sesi, adımlarının fısıltısı, gazetecinin sezgilerini doğruluyordu. Ey Wendell Green’in içgüdüleri, ey Güvenilir ve Muhteşem Yardımcılar, hedefi bir kez daha on ikiden vurdunuz! Kaçınılmaz sesi Wendell duydu, teyp kaydetti: kapıdaki kilidin dönüşü. Judy Marshall, “Arkandaki kapıyı unutma,” dedi. Altın Çocuk, “Nasılsın?” Judy Marshall, “Sen geldin ya, çok çok daha iyiyim. Diğer kapı, Jack.” Tekrar ayak sesleri ve kapının kilitlendiğini anlatan metalik ses. Yakında-Mahvolacak-Çocuk, “Bütün gün seni düşündüm. Bunu düşündüm.” Fahişe, Kaltak, Sürtük, “Yarım saat yeterince uzun mu?” Tek Ayağı Ayı Kapanına Kısılmış Adam, “Yetmezse kapıları yumruklamak zorunda kalacak.”
Zevkten dört köşe olan Wendell, neşeyle çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Bu iki insan az sonra sevişecekler, üzerlerindeki giysileri telaşla çıkararak hayvanlar gibi o işi yapacaklardı, intikam ne tatlı bir duyguydu! Wendell Green onunla işini bitirdiğinde, Jack Sawyer’ın onuru Balıkçı’dan bile değersiz, iki paralık olacaktı.
Judy’nin gözleri yorgun görünüyordu, saçları bakımsızdı ve yeni pansuman yapılmış parmak uçlarında şaşırtıcı derecede beyaz sargı bezleri vardı ama yüzü, daha önce gördüğünü hak etmek için kullandığı yaratıcı gücün zor kazanılmış güzelliğiyle parlıyordu. Jack’e göre Judy Marshall, yanlışlıkla hapsedilmiş bir kraliçe gibiydi. Hastane bornozu ve solgun gecelik, asil ruhunu gizleyeceği yerde daha da belirginleştiriyordu. Jack gözlerini ondan ancak ikinci kapıyı kilitleyecek kadar uzaklaştırdı ve ardından ona doğru bir adım attı.
Ona zaten bilmediği bir şey söyleyemeyeceğini gördü. Judy bir Kadın başlatılan hareketi tamamlayarak ona doğru ilerledi ve tutması için ellerini uzattı.
“Bütün gün seni düşündüm,” dedi Jack, ellerini tutarak. “Bunu biliyordum.
Verdiği karşılık oraya geliş sebebini, yapmak zorunda olduklarını alıyordu. “Yarım saat yeterince uzun mu?”
“Yetmezse kapıları yumruklamak zorunda kalacak.”
Gülümsediler; Judy, Jack’in ellerini sıktı. “O halde bırakalım yumruklasın.” Çok hafif, belli belirsiz bir hareketle onu kendine çekti ve Jack’in kalbi kucaklaşma düşüncesiyle hızla çarpmaya başladı.
Judy’nin yaptığı, bir kucaklaşmadan çok daha olağandışıydı: başını eğdi dudaklarının tüy gibi iki dokunuşuyla Jack’in ellerini öptü. Sonra sağ elinin tersini yanağına dayadı ve bir adım geriledi. Bakışları yanıyordu. “Kasetten haberin var.”
Jack başını salladı.
“Dinlediğimde çılgına döndüm ama onu bana göndermek hataydı. Beni fazla zorladı. Çünkü duvarın ötesindeki diğer çocuğun fısıltılarını dinleyen o küçük kıza dönüşüverdim. Kendimi kaybettim ve duvarı parçalamaya çalıştım. Oğlumun benden yardım isteyen çığlıklarını duyabiliyordum. Ve oradaydı duvarın diğer tarafında. Gitmen gereken yerde.”
“Gitmemiz gereken yer.”
“Gitmemiz gereken. Evet. Ama ben duvarın ötesine geçemiyorum, sen geçebiliyorsun. Yani yapman gereken bir iş var, dünyanın en önemli görevi. Ty’ı bulmak ve abbalahı durdurmak zorundasın. Bunun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama durdurmak senin görevin. Yanlış söylemiyorum, değil mi? Sen bir polissin.”
“Yanlış söylemiyorsun,” dedi Jack. “Ben bir polisim. O yüzden bu benim görevim.”
“O halde bu da doğru. Gorg ve efendisi Bay Munshun’dan kurtulmalısın. İsmi tam olarak bu değil ama kulağa böyle geliyor: Bay Munshun. Çılgına dönüp duvarı parçalamaya kalktığımda bana söyledi. Çocukluğumdaki kız. O da büyümüş. Sesi öylesine yakındı ki! Sanki tam kulağıma fısıldıyordu.”
Kulağını ve teybini gardırobun kapısına yapıştırmış olan Wendell Green bu konuşmadan ne anlıyordu? Duymayı umdukları bunlar değildi: beklediği artık tatmin olan isteklerin yol açtığı inlemeler ve tutkunun hayvani sesleriydi. Wendell Green kaşlarını öfke ve hayal kırıklığıyla çatarak dişlerini gıcırdattı.
“Kendini tutmayıp görmek için serbest bırakmana sevindim,” dedi Jack. “İnanılmaz bir insansın. Senin yaptıklarını yapmayı bırak, kavrayabilecek insan bile ancak milyonda birdir.”
“Çok fazla konuşuyorsun,” dedi Judy,
“Demek istediğim; seni seviyorum.”
“Kendine göre beni seviyorsun. Ama ne, biliyor musun? Sadece buraya gelmekle bile beni olduğumun fazlası kıldın. Senden yayılan bir çeşit ışık var ve ben o ışığa kilitleniyorum. Jack, sen orada yaşadın, benimse tek yaptığım kısacık bir an için bakmaktı. Bu kadarı da yeterli aslında. Bana yetiyor. Sen ve P Koğuşu, yolculuk etmemi sağlıyorsunuz.”
“Yolculuk etmeni sağlayan, içinde sahip olduğun şey.”
“Pekâlâ, iyi anlaşılmış çılgınlık büyüsü için kendimi kutlayabilirim, aferin bana. Artık zamanı geldi. Bir polis olup görevini yapmalısın. Ben sadece yarı yola kadar gelebilirim, ama senin tüm gücüne ihtiyacın olacak.”
“Kendi gücün seni şaşırtabilir.”
“Ellerimi tut ve yap, Jack. Diğer tarafa geç. Seni bekliyor, seni ona vermeliyim, ismini biliyorsun, değil mi?”
Jack ağzını açtı ama konuşamadı. Dünyanın merkezinden yükseliyormuş gibi görünen bir kuvvet bedenini sardı, kan dolaşımını elektriklendirdi, kafa derisini gerginleştirdi, titreyen parmaklarını, Judy Marshall’ın titreyen parmaklarıyla kenetledi. Olağanüstü bir hafiflik ve hareketlilik duygusu bedenindeki tüm boşlukları doldurdu; vücudunun inatçılığını, uçmaya karşı koyusunu daha önce hiç bu kadar fark etmemişti. Ayrıldıkları anın bir roketin rampasından fırlaması gibi olacağını düşündü. Yer adeta ayaklarının altında titriyordu.
Ondan bir kol boyu uzaklıkta duran Judy Marshall’a bakmayı başarabildi. Judy başı titreşen yere paralel olacak şekilde sırtını geriye doğru bükmüştü, gözleri kapalıydı, başarma hissiyle gülümsüyordu. Etrafını hareketli, parlak, beyaz bir ışık sardı. Güzel dizleri, bacakları, eski mavi bornozun altından görünüyordu, ayakları çıplaktı. Işık, Jack’in etrafını da sarmış, titriyordu. Bunların hepsi ondan geliyor, diye düşündü Jack ve...
Odayı ani bir uğultu kapladı. Duvarlardaki Georgia O’Keeffe resimleri yerlerinden uçtu. Alçak kanepe duvardan uzaklaştı, masanın üzerindeki kâğıtlar döne döne yükselerek uçuştular. İnce gövdeli bir halojen lamba yere devrildi.
Tüm hastanede, her katta, her koğuşta ve odada bulunan yataklar sarsıldı, televizyon ekranları karardı, raflardaki eşyalar titreşti, ışıklar yanıp söndü, hediyelik eşya dükkânının raflarındaki oyuncaklar yere düştü, uzun saplı zambaklar vazolarının içinden kayıp mermer zemine döküldüler. Beşinci kattaki havai fişekler gibi parladı.
Kasırga gürültüsü arttı, arttı, şiddetli bir uğultuyla bir anda topluiğne başı gibi bir noktada kayboluveren geniş, beyaz bir ışık katmanına dönüştü. Jack Sawyer da kaybolmuştu. Gardırobun içindeki Wendell Green de.
Ötedünya’ya çekildim, bir dünyadan patlamayla ayrılıp, bir diğeri tarafdan emildim, vay canına, bu normal bir geçişin kat kat ötesiydi. Jack sırtüstü yatıyor, başının üzerindeki, yırtık bir yelkeni andıran beyaz kumaş parçasına bakıyordu. Saniyenin dörtte biri kadar bir süre önce başka bir beyaz tabaka görmüştü, ama o böyle somut değildi, saf ışıktan oluşmuştu. Yumuşak, taze güzel kokulu havayı zevkle içine çekti. Önce tek fark ettiği, sağ elinin tutulmakta olduğuydu, sonra yanında yatan şaşırtıcı kadını gördü. Judy Marshall Hayır, yanındaki kadın bir anlamda sevdiği Judy Marshall değil, bir başka şaşırtıcı kadın, bir zamanlar Judy’ye bir duvarın ardından fısıldayan ve son zamanlarda çok daha yakına gelen kadındı. Tam adını söyleyecekti ki...
Dostları ilə paylaş: |