T. C. Firat üNİverstiESİ aleviLİK İnançlari ve teolojik temelleri (tunceli Örneğİ) Prof. Dr. Erkan Yar son rapor



Yüklə 1,26 Mb.
səhifə14/47
tarix27.12.2018
ölçüsü1,26 Mb.
#87120
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   47

2. Tanrı İnancının Mahiyeti


Her ne kadar Alevi-Bektaşi teolojisinde Allah’ın varlığını kanıtlamak üzere geliştirilmiş sonradan yaratılma/hudûs gibi teolojik ve imkan delili gibi felsefi deliller yer almasa da, Tanrı’nın, her varlığın varlık nedeni olması şeklindeki inançtan hareketle, nedensellik delilinin varlığı görülmektedir. Nedensellik delili; her varlığın var olmak için bir nedene ihtiyaç duyduğu ilkesinden hareketle, Allah’ın varlığın nedeni olmasına dayanmaktadır. Bu delil, teoloji ve felsefenin Tanrı’nın varlığı hakkındaki delillerinde olduğu gibi, felsefi bir açıklamaya dayanmayıp, her bilgi seviyesindeki insanın anlayabileceği bir özelliktedir. Kur’an’ın muhatabının genel olarak insan olması, Tanrı’nın varlığına ilişkin delilleri de basit ve yalın bir dille sunulmasını gerekli kılmaktadır.

Aleviliğin temel inançlarından birisi olarak yaratıcının “Hak” ismi ile zikredilmesi, makamların sonuncusunun hakikat olması ile ilişkilidir. Bu sözcük, Kur’an’da, Allah’ın ismi olarak kullanıldığı gibi, fiilleri için de kullanılmaktadır.243 Allah’ın ismi olarak kullanıldığında onun, “hikmetin gerektirdiği bir sebeple bir şeye varlık vermesi” 244 anlamına gelmektedir. Allah’ın fiilleri hakkında kullanıldığı zaman da, “hikmetin gereğine göre var etmek”245 anlamına gelmektedir. Bu durumda, bir şeyin varlık bulması, hikmetin gerektirdiği bir sebebe bağlıdır. Allah’ın fiillerinin hak olması ise, herhangi bir sebep olmaksızın da gerçekleşen fiillerin hikmete uygun olmasını ifade etmektedir. Örneğin, Allah’ın, sivrisineğin yaratılışını örnek vermesi246 karşısında inanan insan, bunda bir hikmetin olduğunu düşünmekte iken, inkarcı bir kimse bu örnekle neyin kastedildiği konusunda bir çıkarsamada bulunamamaktadır.

Alevilik yazınlarında, Allah hakkında Hak isminden başka “Tanrı” ve “Çalap” isimleri de çok sık kullanılmaktadır. Bu isimler, asıl olarak Türkçe’dir. Türkler, hem gök ve hem de Tanrı anlamına gelen “Tengri” sözcüğünü kullanmışlardır. Kaşgarlı Mahmut, Türklerin büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye “tengri” dediklerini aktarmakta ve onların gök için “tengri” kelimesini kullanmalarını inkarcılık olarak tanımlamaktadır.247 İbn Faldan ise, ziyaret ettiği Türk yörelerindeki insanların Allah'a ve elçisine iman ettiklerini aktardıktan sonra, onlardan birinin kendinse haksızlık edildiği ve kötü bir şeyle karşılaştığında başını göğe çevirerek "bir Tengri" dediğini ve bunun da Türkçe'de "Allah birdir" anlamına geldiğini söylemektedir.248 Gök anlamına gelen bir sözcüğün Tanrı’nın ismi olarak da kullanılması, Tanrı’nın gökte olduğu şeklindeki bir anlayıştan, gözlerine büyük görünen dağ ve ağaç gibi nesneler için kullanmaları ise, onlar hakkındaki ululuk düşüncesinden ortaya çıkmaktadır. Allah için Tanrı sözcüğünün kullanılması konusundaki karşı tavır, özellikle Kur’an’ın literal yorumlarını önceleyen Ehl-i Sünnet içerisinde yer alan teoloji ekollerinden gelmektedir. Çalap ise;

Ehl-i Sünnet’e göre, Allah’ın isimleri, ancak Allah ve elçisi tarafından verilir/tevkîfî; Allah ve elçisi tarafından onun hakkında kullanılmayan isimlerin kullanılması uygun değildir.249 Fakat bu düşünce, Ehl-i Sünnet ekolünün Kur’an’ın, zahiri anlamlarını benimsemesi ve tevile karşı oluşundan kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Kur’an’da Allah hakkında kullanılan isimler incelendiğinde, bu isimlerin anlamları itibarıyla O’na verildiği görülmektedir. O’nun isimlerinin güzel/hasen olmasının250 anlamı da, bu isimlerinin anlamlarının güzelliğini ifade eder. Anlam ise, ancak olgusal olarak beşeri alanda ortaya çıkar. O’nun işiten/semi’ olması, insanın dış dünyadaki sesleri algılaması için işitme duyu organına sahip olmasındandır. Bu ismi Allah hakkında kullandığımızda, O’nun duaları ve yakarışları işitmesi, insanın sözlerini işitmesini ve hiçbir sesin ondan gizli kalmamasını ifade eder. Dolayısıyla Kur’an’da, Allah dışında onun hakkında kullanılan isimlerin hepsi bir fiilden türemiştir ve olgusal olarak da bir anlama sahiptir. Allah ismi ise, asıl olarak İbranca’daki El ve onun türevleri olan Elim, Eloah, Elohim sözcüklerinin Arap dilinde aldığı biçimdir.251 Bu nedenle de Allah ismi, sadece O’na verilir ve anlamı da bireylerin “O” hakkındaki tasavvurlarına uygun olarak ortaya çıkar. Son tahlilde, Allah hakkında farklı dillerde olumlu anlamlı sözcüklerin kullanılması vahye aykırılık ifade etmediği gibi, bilişte olumlu Tanrı tasavvurunun oluşması açısından da gereklidir.

Alevilikteki, Hak-Muhammed-Ali inancının “üçleme” olarak isimlendirilmesi, bu nesnelere inancın mahiyeti ile çelişmektedir ve bir yanılgıdır. Bu sözcük, Alevi-Bektaşi inançları hakkında batılı araştırmacıların kullanımlarında ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi Hasluck, Kızılbaşlardaki Hak, Muhammed ve Ali inanışını, kizilbash trinity/Kızılbaş üçlemesi olarak adlandırmakta ve bu üçlemenin Ali, İsa ve Muhammed olduğunu söylemektedir.252 “Üçleme” kavramı; Arapça’da “teslis” ve İngilizce’de “trinity” kelimeleriyle karşılanır ki, İngilizce’deki trinity sözcüğünün karşılığı “üçleme” değil, “üçlübirlik”tir. Hıristiyan teolojisinde Tanrı’nın birliği inancı öğretisel anlamda kabul edilmektedir. Fakat bu terimin yani Tanrı’nın hem “üç/three” ve hem de “bir/unit” oluşunu açıklamak için geliştirilen teoriler, farklılıklar içermektedir. İlk defa Tertullian tarafından ortaya atılan trinity terimi ve üçlemenin biçimlendirilişi, baba ve oğul arasında nedensiz bir hiyerarşi ortaya çıkarması nedeniyle eleştirilmektedir.253

Hıristiyanlıkta kullanıldığı şekliyle bu terim, tek bir ilahi varlıkta üç ayrı sonsuz varlığı tanımlamaktadır.254 Alevilik teolojisi açısından ise Hak, Muhammed ve Ali arasında bu şekilde bir ilişki söz konusu değil; bir beşer olarak Muhammed ve Ali sonludur. Henry Theisen, aklın gerçekte Tanrı’nın birliğini gösterdiğini, üçlemenin ise vahiy ile ortaya çıktığını ifade etmektedir.255 Alevilik teolojisinde Hak-Muhammed-Ali’nin bir veya aynı olması, Hıristiyanlıkta olduğu gibi üçlübirlik ifade etmemekte; varlığın birliği felsefesinin gereği olarak, varlıkların Allah’ın belirmesi olması esasına dayanmaktadır. Nitekim Yemînî, Tanrı’nın birliği olarak isimlendirdiği bir bölümde, hastalanan Ali’nin, Muhammed’in ilaç içmesiyle iyileştiğinin anlatıldığı bir söylenceye yer vermekte, Ali ve Muhammed arasında ruh birliğinden bahsetmektedir.256

Alevi-Bektaşi inançları ile Hıristiyan inançları arasında daha güçlü ilişkiler ve etkilenmeler ortaya koymak isteyen bazı yazarlar, Şia’nın Ehl-i Beyt tasavvurunu ve buna bağlı olarak gelişen Alevilikteki tasavvurun, Hıristiyan inançları ile ilişkili olduğunu vurgulamakta ve bu düşüncesini Ali’nin İsa, on iki imamın on iki havari, Hasan ve Hüseyin’in de S.S. Peter ve Paul’a eşdeğer görülmesi ile kanıtlamak istemektedirler.257 Alevilikteki, yukarıda söz konusu ettiğimiz ilahlık, elçilik ve velilik ilkelerinin yapılandırılması Hıristiyan teolojisinden farklı olduğu gibi, imamlar ve havariler arasında da bir ilişki söz konusu değildir. İsa’ya iman eden havariler, onun döneminde yaşamış ve ona iman etmiş kimseler iken, imamlar kalıtımsal olarak dinsel yetkenin kendisinde bulunduğu kişilerdir. Alevilikte Hasan ve Hüseyin, imam olarak kabul edilmektedir. Bu iki tarihsel kişilik Hz. Muhammed devrinden sonra Emevi ve Haşimi mücadelesinin silahlı bir çatışma olarak ortaya çıktığı dönemlerde yaşamışlardır.

Dersim’de 1907 yılında meydana gelen isyandan sonra, Harput Amerikan konsolluğunun yazdığı raporda da, bu bölgede yaşayan Alevilerin inançları ile Hıristiyanlık inançları arasında ilişki kurulduğu görülmektedir. Bu raporda; Kızılbaşların çoğunluğunun Hıristiyan kökenli oldukları, Antioc bölgesinden göç ederek bu bölgeye yerleşen Assassinler oldukları, Ali inancı ile Hıristiyanlıktaki İsa inancı arasında benzeşmeler olduğu, Kızılbaşların dinsel teşkilatlanmasının Hıristiyan kilisesinin yapılanmasına benzer olduğu vs. belirlemeler yer almaktadır.258 Fakat bu raporda, söz konusu dönemdeki misyonerlik faaliyetlerinin başarılı olması amacıyla, Kızılbaşları etnik ve dinsel kimlik yönünden ayrıştırma arzusu açıktır ve bu nedenle de gerçeği yansıtmamaktadır. Bir inancın bir sosyal gurupta benimsenmesi, o gurupla etnik ve inançsal bağların kurulması diğer bir deyişle bölgedeki misyonerlik faaliyetlerinin teorik yapısının oluşturulması ile gerçekleştirilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır.

Alevilik inançlarında Ali hakkındaki inançların biçimlenişi, Hıristiyanlık’taki İsa inancının biçimlenişine benzememektedir. Hıristiyanlık açısından İsa tanrılardan birisi iken; Alevilikte Ali, kendisinden kerametler ortaya çıkan Allah’ın veli kuludur. Bunun da ötesinde, Ali’nin faziletlerinin anlatıldığı eserlerde, Ali’nin tanrılığı fikri yadsınmaktadır. Ali’nin tanrılığı düşüncesini ileri süren Nâsırî Tûsi ile Ali arasında geçen bir olayda, Ali’nin tanrılığı düşüncesi yadsınmaktadır. Söylenceye göre, Ali ile birlikte savaşa çıkan bir gurubun içerisinde Tûsî de vardır. Öğlen vakti susuzluktan bitkin düşünce, susuzluklarını gidermek için su aramaktadırlar. Ali, Allah’a yalvarmayı öğütlemektedir. Nasır’a şu tarafa gitmesini ve oradan su getirmesini söyler. Nasır, gösterilen yöne yürüdüğünde bir mağara görür ve o mağaranın içerisinde dupduru su akmaktadır. Suyun üzerinde cevherden bir taht ve bu tahtta da Ali oturmaktadır. Ali’nin elinde maşrapa vardır ve Nasır ondan suyu alıp içer. Ali dışarıda arkadaşları ile birlikte oturmakta iken, hem de orada olması onu şaşırtmıştır. O, oradan suyu alır ve arkadaşlarına verir. Nasır, bu işi aklı ile açıklayamayınca, Ali’nin Tanrı’nın kendisi olduğuna karar verir. Çünkü her yerde o hazır ve nereye baksa hep o vardır.

İkinci olay da, suyu taşkın olan Fırat’ı geçme esnasında gerçekleşir. Geçit yerini öğrenmek için Ali’nin söylemesi ile Cimcime diye bağıran Nâsır, binlerce ses duymuş, doğru ismi çağırmasıyla geçidin yerini öğrenmiştir. Nâsır, Ali’nin Tanrı olduğunu, yeri ve göğü onun yarattığını söyleyince, Ali kılıcıyla onu ikiye bölmüştür. Arkadaşlarının ricası üzerine Ali Tanrı’ya yalvarmış ve o tekrar diriltilmiştir. O, tekrar dirildiğinde Ali’nin Tanrı olduğunu söylemesi üzerine, Ali onu tekrar öldürmüştür. Ali’nin duası ile o tekrar diriltilmiştir. Ali, kalbinde bir duygu ile “sen onu öldürme, vadesi gelince biz onu öldürürüz, cezasını o vakit çeksin” şeklinde bir ses işitmektedir. Nâsıri Ali’nin yanından uzaklaşmış ve halkının yanına giderek, onları kendisine inandırmıştır.259 Aynı şekilde Hz. Ali’nin, kendisinin tanrılığı düşüncesini kabul edenleri ateşe attığı da aktarılmaktadır.260

Bu anlatımda, her ne kadar Ali’nin tanrılığı düşüncesini açıklayan Nasıri’yi öldürmekte ise de, Ali’ye bazı tanrısal niteliklerin verildiği görülmektedir. Aynı anda iki ayrı mekanda bulunmanın imkansızlığı gibi aklın açık ilkelerine aykırı olarak onun iki ayrı mekanda bulunması, bakılan her yerde onun görünmesi gibi beşer üstü nitelikler ona verilmektedir. Fakat bu tanrısal erki gerektiren olaylar, Ali’nin kendi fiilleri olarak değil de, onun kerametleri olarak kabul edilmektedir. Keramet fiilinin sahibi de, olayın kendisinde gerçekleştiği veli kul değil de Allah kabul edildiğinden, bunlar tanrısal nitelikler olarak kabul edilmemiştir. Nusayrîler, ruhani varlıkların insan biçiminde ortaya çıktıklarını; iyilik tarafında Cebrail’in ve kötülük tarafında da şeytanın, bazı insanların biçiminde ortaya çıktığını, Allah’ın da bazı kişilerin biçimlerinde ortaya çıktığına inanmaktadırlar ki, bu kişiler de Ali ve ondan sonra da onun çocuklarıdır.261 Bu düşünceleri nedeniyle Nusayrîler, aşırı Şia fırkaları arasında kabul edilmektedir.262 Tanrı’nın insan biçimde ortaya çıkması ile birlikte, varlıkları yaratma gibi tanrısal erklerin Ali’ye atfedildiği de görülmektedir. Söz konusu söylencede, Ali’nin tanrılığı düşüncesinden ötürü Nasirî’nin Ali tarafından öldürülmesi, Ali’nin, kendisine Tanrı’nın kerametler verilen bir veli kulu olarak kabul edilmesi, Alevilikte Ali’nin tanrılığı düşüncesinin yadsındığını göstermektedir.

Genel olarak tasavvufi yorumlarda ve özel olarak da Alevilikte kişinin kendini bilmesi, Tanrı’yı bilmesinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu düşünce, kutsi hadis olarak aktarılan “kendini bilen, Rabb’ini bilir” sözüne dayandırılmaktadır.263 Bu sözün, genel olarak varlık bilgisi ve Tanrı bilgisi olarak değil de, özel olarak insanın kendisi hakkındaki bilgisi ve Tanrı bilgisi olarak biçimlenmesi, insanın kendisi hakkındaki bilgisinin diğer bütün varlıkların bilgisinden önce gelmesindendir. Hacı Bektaş Veli, bu hadisi şu şekilde açıklamaktadır: “Kim Rabb’ini yaratıcılıkla bildi ise, ancak o nefsini kulluk ile bildi. Kim kendi nefsini yoksulluk ile bildi ise, ancak o Tanrı’sını varlığıyla bildi. Kim nefsini kusurda buldu ise, ancak o Tanrı’sını saygı duyarak bildi. Kim nefisini yüceltme ile bildi ise, ancak o Tanrı’sını ululama ile bildi. Kim nefsini yok olma ile bildi ise, ancak o Tanrı’sını sonsuzlukla bildi.”264 Virani de, bir kimse kendi nefsinden gafil olursa, Hak’tan da gafil olur”265 demektedir ki, bu açıklama, bilmek fiilinin karşıtı olan gaflet sözcüğünün kullanılması suretiyle bir şeyin karşıt anlamının kullanılması ile açıklanmasıdır. Hadis olarak gelenekte yer alan bu sözün açıklanmasında Hacı Bektaş’ın, insanın kendisini bilmesi ile insanın kendi niteliklerini bilmesi ve insanın nitelendiği sıfatların zıtlarının Tanrı’ya atfedilmesi gerektiğini söylediği görülmektedir. Sıfatlar, noksanlık ve olgunluk sıfatları olarak ayrıldığında, bütün olgunluk nitelikleri Tanrı’ya verilmekte ve noksanlık sıfatları ise insana ve diğer varlıklara verilmektedir.



Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin