T. C. Firat üNİverstiESİ aleviLİK İnançlari ve teolojik temelleri (tunceli Örneğİ) Prof. Dr. Erkan Yar son rapor



Yüklə 1,26 Mb.
səhifə10/47
tarix27.12.2018
ölçüsü1,26 Mb.
#87120
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   47

C. Abbasiler Dönemi


Abbasi devletinin kurulması, hiç şüphesiz Ebu Müslim Horasani’nin çabaları ile oluştur. Emevilerin yıkılışını sağlayan ayaklanmaların önderidir. Bu nedenle o Abbasi devletinin kurucusu olarak isimlendirilmektedir.179 Tunceli’de Ebu Müslim Horasani, keramet sahibi bir veli olarak kabul edilmektedir. Ebu Müslim’in kimliği hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bazılarına göre o hür bir insandır ve asıl adı İbrahim b. Osman’dır. Kufe’ye geldiğinde İbrahim b. Muhammed ile karşılaşmış ve o ismini değiştirmesini söylemiş, kendisi de Ebu Muslim künyesini kullanmaya başlamıştır. Ebu İshak künyesiyle de anılan Ebu Muslim, İsfahan’da doğmuş ve Kufe’de yetişmiştir.

İktidar ve muhalefetin dinsel inançları faklılık arz ettiği gibi, bu inançları ortaya çıkarmak için takip ettikleri yöntem de faklılaşmaktadır. İktidar, dinsel metinlerden kendi iktidarını sağlamlaştırıcı ve toplumu idare edici hükümler çıkarmakta iken, muhalefet de iktidarın yönteminden farklı olarak dinsel metinlerden içrek (batıni) yorumlar üretmektedir. Bu yaklaşım, iktidar ve muhalefetin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasal tutum ve tavırlar, her zaman yorumu etkilemiş ve her gurup kendi görüşüne ait deliller ortaya koymuşlardır.

Abbasi devleti, kendisi zahiri yorumları kabul ederken, muhalefet batini yorumlar geliştirmiştir. Bu nedenle de Batınilerin fikirlerini çürütmek ve dinsel olarak reddetmek için çeşitli dönemlerdeki pek çok alime kitaplar yazdırmışlardır. Ehl-i Sünnet ekolünden olan alimler bu dönemde Batınilere karşı eserler yazdıkları gibi, Mutezile ekolüne mensup alimler de eserler yazmışlardır. Ehl-i Sünnet ekolünden Bakıllânî, dönemim siyasi iktidarının isteği ile iktidarın inançlarını konu alan “Kitâb’u Temhidi’l-Evâil” adlı bir eser yazdığı gibi, Batiniliği ve batini görüşleri eleştiren “Keşfu’l-Esrâr ve Heteku’l-Estâr” adlı bir eser de yazdığı nakledilmektedir. Gazâlî de kendi dönemindeki halifenin yasallığını belirtmek ve Batinilerin fikrilerini olumsuzlamak için “Fedâihu’l-Bâtıniyye” adlı bir eser yazmıştır. Gazâlî, bu eserini iki bölümden oluşturmakta, birinci bölümde Batınilerin görüşlerini reddetmekte ve ikinci bölümde ise kendisine bu eseri yazmak için emir veren Mustazhir Billah’ın hilafetinin yasallığı ortaya koymaktadır. Gazali, bu eserin girişine dönemin halifesine övgüler söyleyerek başlamakta ve hilafetin etki alanının bütün insanları kapsayacak şekilde genişlemesi için dua etmektedir.180

Batıniler, çeşitli gerekçelere bağlı olarak farklı şekillerde adlandırılmaktadırlar. Bir ekolün isimlendirilmesi, onun farklılaşmış veya karşıt yöntemi ve görüşü, kurucusunun ismi ile yapılmaktadır. Bu ekolün Batınilik olarak isimlendirilmesi, vahyin ve haberlerin zahirlerinde gizli batın anlamlarını kabul etmiş olmalarındandır. Bu bir yöntemdir ve genel olarak Ehl-i Sünnet ekollerinin ayetlerin ve hadsilerin zahiri anlamlarını kabul etme anlayışlarının karşısında yer almaktadır. Bu ekol kurucularından Hamdân Karmat adlı kişiye istinaden Karâmıta ve Karmatiyye olarak isimlendirilmiştir. Bu ekolün genel olarak yasaklanmış bazı şeyleri helal kabul etmeleri nedeniyle, insanın bakmakla ve yemekle zevk ve tat aldığı bir olguyu haber veren yabancı bir sözcük olarak Hurremiyye ve Hurremdiniyye olarak isimlendirilmişlerdir. Bu isim, Zerdüştlüğün bir kolu olan Mazdekiyye ile ilişkilendirilerek verildiği görülmektedir. Onlardan bir gurubun Babek Hurremi adında birine biat etmelerinden ötürü de Babekiyye olarak isimlendirilmiştir.

Gazali, Batınilerin bu kolu hakkında bilgi verirken, onları kötülemek için bir olaya atıfta bulunmaktadır ki, o da, onlardan bir gurubun bir gece kadınlı ve erkekli olarak bir evde toplandıkları, mum ve ışıkları söndürerek, orada bulunan kadınların üzerlerine atıldıkları ve herkesin sahip olduğunun kendine helal olduğunu iddia ettiklerini ileri sürmektedir.181 Günümüzde de, mum söndü yaptıkları gerekçesiyle, Aleviler haksız yere suçlanmaktadır. Bu suçlamanın, tarihsel olarak da varlığı, onun, kendi mezhebinden olmayan insanları nitelemek için kullanılan bir iftiradan öteye bir anlam taşımadığına işaret etmektedir. Bu ekole İsmaillilik (İsmâiliyye) denemsinin nedeni ise, imametin liderleri olan Muhammed b. İsmail b. Cafer de son bulduğuna inanmaları nedeniyledir.182 Bu ekol için kullanılan, imamların sayısının yedi olduğuna inanmalarından ötürü Seb’iyye, elbiselerini kırmızıya boyamalarından ötürü Muhammira ve insanları masum imamın öğretilerini kabul etmeye çağırıp, düşünceyi ve akli çıkarımları ortadan kaldırmaya çağırdıkları için Talimiyye olarak isimlendirmeleri ise çok fazla yaygınlık kazanmamıştır.183

Anadolu Aleviliğinin tarihsel oluşumunda Alevilerin Anadolu’daki durumları ve Osmanlı Devleti’nin yaklaşımı önemli bir yer tutmaktadır. Osmanlı Devleti döneminde Yavuz ve Şah İsmail arasındaki Çaldıran muharebesi ile başlayan siyasal çatışma sürece, bu çatışmanın dinsel zeminini hazırlamak üzere şeyhülislamlar tarafından verilen gerçekte siyasi fetvalar, bu fetvaların sonraki dönemlerde ulemanın bakışına etkisi, Erdebil tekkesinin Osmanlı Devletinin egemenliği altındaki bölgelerdeki nüfuz edinme girişimleri, Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Alevi isyanları gibi konuların ayrı bir çalışma olarak planladığımdan burada değinmeyeceğim.


D. Tunceli’de Atalar Kültü ve Ocaklar


Alevilik-Bektaşiliğin bir inanç dizgesi olduğu, dizgenin bir bütünü oluşturacak şekilde belirli öğelerin birleşmesini ifade etmesinden ötürü, doğru bir tanımlamadır. Belirli konulara ait zihinsel kabullerin oluşturduğu sistem, teolojinin temel konularını içermekte ve bağdaştırmacı (senkretik) dahi olsa bir yapıyı oluşturmaktadır. İnanç söz konusu olduğunda, birbiriyle ilişkili kabuller ve öğretilerin oluşturduğu din anlayışı, bir ekolün kendine özgü yöntemler ve şartlarda geliştirdiği bir görüntüyü açıklamaktadır. Bununla birlikte her inanç, doğduğu ve geliştiği mekanın özelliklerini taşır. Alevi-Bektaşi inanç sistemi de, kendine özgü inançlar olarak ortaya çıktığı ve geliştiği coğrafyanın ekonomik, sosyal, siyasal vs. koşullarının bir ürünüdür. Hatta vahiy biçiminde bir beşer olan elçinin zihninde yaratılan anlamların dahi, elçinin ait olduğu toplumun anlam evreniyle ilişkili olduğunu söylemek, vahiy tanımlamasına ters düşmediği söylenebilir. Temelde inançlar ve olgu arasındaki ilişkiyi incelemek üzere oluşturulan inanç sosyolojisi, inançların sosyal temellerini oluşturmakta son derece önemli bir bilim haline gelmektedir. Bu ilimin amacı dinsel inancın sosyal işlevlerini incelemek değil, sosyal olayların dinsel işlevlerini incelemektir.

Türkçe bir sözcük olarak eren, Arapça "veli" sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır. Fakat bu sözcük, öğretisel olarak velayet öğretilerini ifade etmesine karşın, etimolojik açıdan ilahi sırlara ulaşmış bir kişiye gönderme yapmaktadır. Günümüzde Alevli-Bektaşi geleneğinde kullanılan "eren" sözcüğü, Türkçe bir sözcük kullanma amacıyla ermek fiilinden türetilmiştir. Ermek fiili ise, adlandırıldığı kişinin Allah'ın sırrına ulaşmasını veya olgun insan oluşunu ifade etmektedir. Bu durumda bu sözcüğün temelinde epistemolojik bir kullanım söz konusudur ve içrek itibarıyla özellikli bir oluşumu daha etkili bir biçimde ifade etmektedir. Bu konuyu atalar kültü olarak değil de erenler kültü olarak isimlendirmemiz, Alevi-Bektaşi inanç sisteminin mistik yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü ata sözcüğü, eren sözcüğünü içine almakla birlikte anlam alanı olarak daha geniştir. Ata sözcüğü siyasal, düşünsel, dinsel, inançsal önderlerine, kahramanlara, gönderme yaptığı halde, eren sözcüğü sadece mistik alana gönderme yapmaktadır.

Ahmet Yaşar Ocak, bir velinin kült konusu olup olmadığını anlamak için üç unsura bakmak gerektiğini söylemektedir ki bunlar da;


  1. Veli adına yapılmış bir mezar ve türbenin, yahut kendisinden kalan, kaldığına inanılan bir kısım eşya(relique)ların bulunması,

  2. Söz konusu mezar, türbe ve eşyanın, mesela bazı dileklerin gerçekleşmesi, hastalıkların tedavisi gibi herhangi bir maksatla ziyaretleri ve bunlar esnasında adak ve kurbanlara sahne olması,

  3. Dua mahiyetinde olarak veli ile ilgili ve onun adı geçen bir takım sözlerin mevcudiyetidir.184

Yöntemsel olarak, erenler kültünün öznel ve seçici bir alana işaret ettiğini belirtmek gerekmektedir. Öznel olması, bu kültün bir inanç sistemini benimsemiş bütün insanlar tarafından kabul edilmiyor olmasına, seçici olması da her inancı benimseyen kitlelerin kendi eren/lerini kabul etmesine dayanmaktadır. Düşünce veya inanç sistemi oluşturan her ekolün, kendine özgü erenini var ettiği görülmektedir. Özellikle de yerel özellikler taşıyan anlayışlar, amaçların yine yerel olarak farklılaştığı kütler edinmektedirler. Buna bağlı olarak da erenler, ekollerin, aşiretlerin vs. farklılaşmasıyla farklılaşmaktadır. Bunun, sosyal bir cemaat örgütlenmesine bağlı olduğu düşünülebilir.

Kur'an'da kullanılan baba/eb ç. âbâ sözcüğü, kan bağı ile oluşan bir yakınlığı ifade etmekle birlikte, çoğunlukla mecazi olarak ata anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda sözcüğün tekil değil de çoğul olarak kullanılması birçok bireye işaret etmesinden ötürüdür. Çünkü bu mecazi kullanım, kan bağı ile oluşan babanın tek olmasına karşın, mecazi anlamda atanın çok olmasına dayanmaktadır. Bu kullanımlarda, toplumsal ve bireysel görüş ve düşüncelerin oluşumunda, ataların düşünsel ve eylemsel etkilerine dikkat çekilmektedir. Bununla birlikte ataların düşünce ve eylemelere etkisi, olumlu ve olumsuz olarak nitelenebilmektedir. Bu noktada ataların olumlu etkileri benimsenmekte ve olumsuz etkileri yadsınmaktadır. Sözgelimi, "Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın"185 ayetinde, Allah'ı anmak eylemi olumlu bir eylem olduğundan kabul edilmiş, çirkin bir iş işledikleri vakit, “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?186 ayetinde ise kötülüklerin oluşmasında ataların olumsuz etkilerine dikkat çekilmektedir. İnsanın eylem ve düşüncelerinin oluşmasında etki eden ataların düşünce ve eylemleri, bu bağlamda olumlu ve olumsuz niteliklerine göre ayrışmakta ve olumlu ve olumsuz tanımlamayı ise bizzat insanın kendi düşüncesi ile ortaya çıkarmaktadır. Kur'an'da baba sözcüğünün mecazi anlamda bu kullanımı, söz konusu ettiğimiz atalar kültünün ötesinde bir anlam taşımaktadır.

Kur'an'daki "veli" sözcüğünün inanan insanları açıkladığında şüphe yoktur. Çünkü pek çok ayette, inananlar Allah'ın velisi olara tanımlanmış ve aynı zamanda veliler hakkındaki belirlemeler, bu sözcüğün "inanan" kimseler dışında bir kişiye işaret etmediğini göstermektedir. Sözgelimi, "Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar"187 ayetinde, Allah bütün inananların dostu olarak açıklanmıştır. Bu anlamda mevlâ sözcüğü de velî sözcüğünün anlamını ifade etmektedir.188 "Allah'ın dostları için, korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"189 ayetinde ise, Allah dostları hakkında "korku olmadığı" ve “üzülmeyecekleri" belirlemeleri, diğer ayetlerde inanan bütün insanlar için kullanılmaktadır. Kur'an'da kullanılan "veli" sözcüğü, gerçekte sosyal ilişkileri açıklayan bir terimdir ve bu anlamıyla da Kur'an'da pek çok yerde kullanılmaktadır. İki kişi arasındaki yakınlığı ifade etmek üzere kullanılan sözcükler arasında anlam farklılığının olması, yakınlığın çeşitli düzeylerinin olduğuna işaret etmektedir. Kan bağı dışında ortaya çıkan bu düzeyler arkadaş (zemîl) ve dostluk (velî) düzeylerdir. Kuşeyrî, veli sözcüğünün fâil anlamında mübalağa olarak faîl kipinde olabileceği gibi, mefûl anlamında da faîl kipinde olabileceğini de söylemektedir. Bu durumda veli sözcüğü, koruma ve kollamada mübalağayı veya korunun ve kollanan anlamlarını ifade eder. Sosyal ilişkiler düzeyindeki velayet, bir başkasının korunması ve kollanmasını ifade etmektedir. Bu anlamıyla velî sözcüğü Allah'ın sıfatı olarak kullanılmakta ve onun kullarını koruma ve kollamasını açıklamaktadır.

Erenlerin, hakka yürümelerinden sonra onların defin edildikleri gerçek mezarlar veya Sarı Saltık türbesinde olduğu gibi gerçek olarak benimsenmiş mezarlar, Alevi inancını benimsemiş insanlar tarafından ziyaret edilmektedir. Bu ziyaret yerleri, Alevilik açısından önemli "kutsal yer" kültlerini de oluşturmaktadır. Erenlerin türbelerinin bulunduğu yerlerin kutsanması anlayışı, diğer dinler ve ekollerin anlayışlarında da mevcuttur. Erenler kültünün bir uzantısı olarak gerçekleşen bu ziyaret yerlerindeki ritüeller, asıl olarak erenin Tanrı katındaki yeri nedeniyle ondan aracılık beklemek amacıyla gerçekleşmektedir. Bu olgu, salt Alevi İslam inancını benimseyen kişilerde değil, diğer ekollerin inançlarını benimseyen kişilerde de mevcuttur. Türbelerin oluştuğu dinsel ve kültürel ortama bakıldığında, Alevilik açısından erenlerin ve diğer sufi ekollerde velilerin defin edildikleri yerlerin türbe ismi altında kutsal mekan haline getirildiği görülmektedir. Bir ekolün düşünce sistemini inşa eden veya geliştiren alimlerin defin edildikleri yerlere nazaran, erenlerin ve velilerin türbelerinin inşa edilmesi ve halk tarafından da belirli amaçlarla ziyaret edilmesi, erenin Tanrı katındaki yerinin alime nazaran daha fazla olduğu şeklindeki inançtır. Bu olgu, bu algılamanın yapıldığı yerlerde karizmatik kişiliğin bilgin insana göre itibarının daha geçerli olduğuna işaret etmektedir.

Alevi-Bektaşi geleneğinde, diğer mistik ekollerde olduğu gibi erenlerin defin edildikleri mekanlar özel bir yapı ile diğer yapılardan ayrılmakta ve kutsal mekan olarak değer görmektedir. Müslüman dünyada gelişen selefi söylem, önceki insanların defin edildikleri mezarlıkların türbe veya başka herhangi bir nitelik verilmesine şiddetli bir şekilde karşı çıkmakta ve bunları belirsiz kılmak için çaba sarf etmektedir. Bunun yerine bu mekanların psiko-sosyal işlevlerini doğru yapılandırmak daha büyük önem arz etmektedir. Alevilerin bu mekanlarda mum yakmaları eylemi ile cem ayinlerinde mum yakılması olgusu mum yakılması olgusu arasında farklılıkların olduğu düşünülebilir. Cem ayinlerinde üç mum yakılmakta ve bu mumlardan ortaya çıkan ışık Hak-Muhammed-Ali'nin simgesel olarak yol göstericiliğine işaret etmektedir ki bu uygulama Kur'an'ın Allah'ın göklerin ve yerin nuru olduğunu açıklayan ayetine dayanmaktadır.190 Kabirlerle ilişkili olarak da "Allah onun kabrini nurlandırsın" şeklinde hadislerde de yer alan bir dua cümlesi mevcuttur. Fakat erenlerin kabirlerindeki bu uygulamanın asıl olarak cem ayinlerinde olduğu gibi erenin yol göstericiliğinin simgesel bir ifadesi olarak açıklanabilir. Bu uygulamanın Şaman geleneğinin bir kalıntısı olması da muhtemeldir. Eröz, Şamanizm'de ölülerin yiyip içen canlı varlıklar olarak düşünüldüğünü ve ocak ve ateşin de ataların canını temsil ettiğini söylemektedir.191

Erenlerin türbelerine girişte yapılan saygı biçimleri, erenin manevi kişiliğine saygıyı ifade etmektedir. Bu bağlamda, türbeye girişte eğilerek girilmesi ve çıkışta aynı şekilde eğilerek ve arka dönmeden çıkılması, mezar taşlarının öpülmesi bunlar arasında sayılabilir. Türbelere girişte sergilenen bu fiziksel saygı biçimleri, dinsel otoritelerin yaşamlarında da ortaya konulmaktadır. Bununla amaç dinsel otoritenin, otoritesinin kabul edilmesini ifade etmektedir.

Her ne kadar Kur'an'da açık bir şekilde belirtilmemiş olsa da, duaların belirli zaman, mekan ve ortamlarda yapılan duaların Tanrı tarafından daha çok kabul edileceği anlayışı, halk bilincinde yaygındır. Bu anlayışa uygun zamansal belirlemeler, kutsal gün ve gece anlayışını ortaya çıkarmakta ve buna ilişkin dinsel metinler yorumlanmaktadır. Mekansal olarak yapılan belirlemeler ise, Tanrı tarafından kendisine atıf yapılmış veya özel bir anlayışa dayalı olarak kabul edilen mekanlar bu anlayışın bir uzantısıdır. Ortam olarak ise, toplu halde yapılan duaların kabul edileceğine ait inançlar yer almaktadır. Mekansal olarak erenlerin türbelerinde yapılan duaların kabul edileceği inancı, onlardan aracılık istenilmesi eylemi, erenin Tanrı katındaki değerinden faydalanma olgusudur. Erenlerin bu anlamda duanın içeriğinde yer alması, kutsal mekanla ilişkilendirilmeden de yapılmaktadır. Erenin mucize ile desteklenmesi, Tanrısal sıralara ve bilgiye erişme imkanın olması, ancak Tanrı tarafından ona verilmiş bir ayrıcalık ve önemle açıklanabilir. Talip ise, Tanrı tarafından dualarının kabul olunmasını isteyen bir günahkar veya ihtiyaç sahibi konumundadır. Bir alevi, türbe ziyareti esnasında olduğu gibi günlük dualarında da erenlerin Tanrı katındaki değerine vurgu yaparak dualarının kabul edilmesini istemektedir.

Ocakların, erenlerin ismiyle anılması olgusu, ekollerin isimlendirilmesine ait genel tavırların ötesinde bir anlama sahip değildir. Hz. Muhammed'in vefatından sonra oluşan fırkalara ait ilk isimlendirmelerin, Havâric, Mürcie, Mutezile vs. adlandırmalarında olduğu üzere tavır veya düşünce ekseninde yapıldığı görülmektedir. Oluşum sürecinin ardından ekollerin alt kollarının adlandırılmasının kurucularının adlarına göre yapıldığını görülmektedir. Aslında bu durum, düşüncenin ortadan kalkması ve kişi odaklı kümeleşme olgusunun bir göstergesidir. Düşünce ekollerinde bu uygula var odluğu gibi, mistik eğilimlerde de bu olgunun varlığını devam ettirdiği görülmektedir. Mistik ekollerin, öğretilerin ve uygulamaların kendisine dayandığı kişilerin isimleriyle yapılması olgusu, genel bir özellik içermektedir. Bektaşilik, Mevlevilik adlandırmalarında olduğu gibi, Tunceli'deki alevi ocaklarının erenlerle ilişkilendirilerek adlandırılması yaygınlık arz etmektedir. Sarı Saltık, Sultan Hıdır, Şıh Delil Berhican vs. adlandırmaları bu özelliği içermektedir. Bu durum, erenler kültünün Alevilik açısından önemine açık vurgu yapmaktadır.

Alevi ocakları erenlerin adlarıyla yapıldığı gibi, bu erenlerin asıl adlarının yerine yaygın ve belirgin mucizeleriyle adlandırılmaları da yaygındır. Tanrısal bir eylem olarak elçilik teorileri açısından elçinin ve velilik teorileri açısından da velinin doğrulayıcısı olarak kabul edilen ve tabiat kanunlarını bozan olaylar olarak mucizeler, bütün dinsel düşünceler açısından önemli bir sorundur. Bu düşünceler açsından mucize; tanrısal bir eylem olduğundan, Tanrı'nın bu eyleminin bir kişi ile ilişkilenmesi onun karizmatik özelliklerini geliştirmektedir.

Alevi-Bektaşi erenleri hakkında anlatılan kerametlerde olayların anlatımında erenin kerametlerinin oluşmasından sonra ona teslim olan bir karşıt din mensubu din adamı ve yöneticinin olduğu görülmektedir. Bu din de, yöresel olarak etki alanında olmasından ötürü çoğunlukla Hıristiyan azizleridir. Krallar ise, Alevilerin egemenliği altında yaşadıkları yönetimlerin krallarıdır. Ertuğrul Danık, bu kişilerin daha çok toprak sahibi olmak için bu söylencelerde kralların yer aldığını ifade etmektedir. Bunun nedenlerden biri olmasının ihtimal dahilinde olmakla birlikte asıl nedenin, kişinin kerametlerini ve önceki padişahların bu kerametler karşısında teslimiyetini anlamlarıyla birlikte o padişahın da onun karizmatik kişiliği karşısında teslim olması ve o kişi bağlı olan ocak ve taliplerin güvenlik içerisinde yaşamlarını sürdürmelerinin sağlanmasıdır.

Çeşitli topluluklara ait inançların, iktidar ve muhalefet inançları zemininde incelenmesinin sağlıklı bir yöntem olduğu kanaatindeyim. Bunun anlamı, dinsin siyasal sistem içersinde baskın olarak yer aldığı topluluklarda, iktidar kendi yönetiminin devamı için dinsel inançları şekillendirmekte ve muhalefetin de iktidarı yıkmak ve kendi yönetimini kurmak için inançları biçimlendirdiğidir. Söz konusu her iki kesim de, inançları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar. Buna bağlı olarak inanç, Tanrı tarafından kabul edilmesi istenilen doğrulamalar olmaktan çıkmakta ve iktidarın veya muhalefetin amaçlarını gerçekleştiren birer nesne olmanın ötesine gitmemektedir.

Tunceli’de ocaklar halk arasında on iki olarak bilinmektedir. Ocakların sayısının on iki olarak belirlenmesi ile on iki imam öğretisi arasında bir ilişki olduğu açıktır. Bununla birlikte Tunceli’de meşhur ocaklar şu şekildedir.



a. Ağuiçen Ocağı

Bu ocak, velisinin zehir içmesi ve zehrin ona etki etmemesi nedeniyle Ağuiçen olarak isimlendirilmektedir. Hozat’ın Bargini ve Elazığ’ın merkez Sün köylerindeki ocaklar bu isimle bilinmektedirler. Söylenceye göre, Osmanlı padişahlarından IV. Murat Bağdat seferinden dönerken Diyarbakır’a uğrar ve bir fermanla seyit soyundan gelen dede ve şeylerin önde gelenlerini denemek için çağırtır. Horasan’dan Anadolu’ya gelen Koca Seyit ve kardeşleri Mir Seyit, Köse Seyit ve Seyit Mençek padişahın huzuruna çıkarlar. Padişah onların seyit soyundan gelip gelmediklerini anlamak için önceden hazırlattığı zehri içmelerini ister. Koca Seyit zehri içmek üzere iken küçük kardeşleri Seyit Mençek onun elinden kaparak zehri kendisi içer. Bunun üzerine padişah kendilerine Ağuiçenler (Ağuçanlar) lakabını vermiştir.192 Ağuçan ocağının seyitlerinin Zeynelabidin’in soyundan geldiği kabul edilmektedir. Gölpınarlı, Alevi-Kızılbaşların Pir Sultan Abdal’ın Karadonlu Can Baba kolundan olduğunu söylediklerini, fakat bu sözlü rivayetin tatmin edici olmadığını söylemektedir.193

13. yüzyıldan itibaren Moğollar Müslümanlara saldırdıklarında, halk göç etmek zorunda kalmıştır. Moğol istilası nedeniyle Seyyid Kureş ile halk arasında “BoMasır” adıyla bilinen Seyydi Şah Mensur ve “Seyyid Şeyh Ebu’l-Vefâ”nın soyundan gelen Ağuçanlı seyitler, Hısn-ı Mansûr’dan (Adıyaman) göç ederek Dersim’e gelmişlerdir. Dersim’e göç eden seyitlerden Seyyid Kureş ile oğulları; bağeyin Şehri’nin karşısındaki “Çelleqas” köyüne, halk arasında Bo’Masır adıyla bilinen Seyyid Şah Mansur “Mıxundi” köyüne, Ağuçanlı seyitler de bir kısmı Hozat’a ve bir kısmı da Harput’un Sün köyüne yerleştiler.194 Alevi ocaklarının kendisine dayandığı Ebu’l-Vefâ’nın asıl adı Muhammed’dir. Ebu’l-Vefâ onun künyesidir. Lakabı ise Tâcu’l-Ârifîn’dir. Kürtler arasında erenler atası anlamına gelen “Kâkîs” denilirdi. H. 411 yılında dünyaya gelmiş ve h. 501 yılında vefat etmiştir.195 Bu ocağın dedelerinden Ahmet Mutluay’a göre, Ağuiçanlı seyitler zehir içerek ölmemelerinden sonra, padişah tarafından onlara toprak verilmiş, kardeşlerin her biri bir yere dağılmıştır. En büyük kardeş Koca Seyit de Sün'e gelerek, Elazığ merkeze bağlı Sün köyünü kurmuştur.196

b. Sarı Saltık Ocağı

Sarı Saltık ocağı bu isimdeki Sarı Saltık’ın türbesine istinaden bu isimle anılmaktadır. Asıl ismi Muhammed Buhârî’dir. Ocağın Tunceli’deki merkezi, Hozat’ta bulunmaktadır. Bu ocağın günümüzdeki dedesi Ahmet Yurt’a göre, Sarı Saltık Anadolu’ya geldiğinde ilk olarak Hozat’ın Akören köyüne yerleşmiştir.197 Sarı Saltık’ın türbesinin de bu köyde olduğuna inanılmaktadır. Bununla birlikte Sarı Saltık’ın gerek Anadolu’da ve gerekse Balkanlarda çok sayıda türbesinin bulunduğu görülmektedir.198 Hasluck’un tespitlerine göre, yedi kralın onun cesedine sahip olmak istemeleri nedeniyle Sarı Saltık, ölmezden önce cesedinin yedi tabuta koymalarını emretmiş ve böylece her kral bu tabutlardan birine sahip olmuştur.199 Bu söylence Hozat’ta cesetlerin kırk tabuta konulduğu ve bu tabutları götürenlerin Sarı Saltık’ın cesedinin hangi tabutta olduğunu bilmediklerini şeklinde yer almaktadır. Hasluck’un Sarı Saltık türbelerine ait verdiği bilgilerde, bu yerlerin Avrupa ülkeleri olduğu görülmektedir. Gülçiçek, Sarı Saltık’ın balkanlardaki türbelerine işaret ettikten sonra, Anadolu'nun değişik bölgelerinde, özellikle Tunceli, Ovacık, Mazgirt, Hozat ve Pertek'te ocak mensupları ve O'na izafe edilen yatırları bulunduğunu belirtmektedir.200 Sarı Saltık ismindeki sarı sözcüğü Türkçe’deki renk anlamında olmayıp, Med-Mar dilindeki “dağ" anlamında kullanılmış ve Saltık’ın mezarının bu dağın zirvesinde olmasından dolayı, ona izafeten bu dağa, “Saltık’ın Dağı" anlamında “Sarı Saltık" denilmiştir.201

Sarı Saltık hakkında anlatılan bir söylencede onun veli ve keramet sahibi biri oluşuna vurgu yapılmaktadır. Buna göre, Mengücek beylerinden Hüsrev Bey Osmanlı döneminde Rusya'ya esir düşer. Esaretinin yedinci senesinde kendisine otlatması için bir domuz sürüsü teslim edilir. Yedi senelik esirlik hayati sonrasında acze düşen Hüsrev Bey'in aklına memleketinin Akören köyü yakınlarındaki dağda türbesi olan San Saltık isimli evliya gelir. O sırada manevi bir galeyana kapılıp “Ey gerçek er! Beni bu dertten halas eyle!” der. Bu esnada sarı sakallı, uzun boylu bir atlının karşısında hazır bulunduğunu görür. Hüsrev Bey: "Siz kimsiniz?" diye sorar. Saltık: "Biraz önce kimi çağırdınız?" diye karşılık verir. Hüsrev Bey: "San Saltık’ı sen ne istiyorsun?" deyince gelenin San Saltık olduğu anlaşılır. San Saltık ne istediğini sorar. O da: "Ey gerçek er! Beni bu dertten kurtar! Eğer bunu evime gitmeden önce senin mezarının üzerine türbe yaptıracağıma dair ikrar veriyorum" diyerek talebini bildirir. San Saltık, Hüsrev Bey'i atının terkisine bindirip gözünü yummasını ister. Hüsrev Bey gözünü açtığında memleketi Çemisgezek'e geldiğini anlar. Etrafına bakınıp o eri arar, ancak o çoktan sır olmuştur. Hüsrev Bey, Sarı Saltık’ı rüyasında bir kaç kez görmesi ile onun türbesini istediği şekilde sadece taş ve ağaçtan yapar, fakat toprak kullanmaz.202

c. Uryan Hıdır/Sultan Hıdır Ocağı

Sultan Hıdır, Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden birisidir. Onun hakkında anlatılan efsane ise şu şekildedir; “Sultan Hıdır, Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden birisidir. Onun hakkında anlatılan efsane ise şu şekildedir; “Zeve köyü yakınlarında Sultan köyü civarın konaklayan padişah ve askerleri, ilerilerde bir yerlerde bir ışık görürler ve iki atlı gönderip kontrol ettirirler. Işığın bulunduğu yere gelen askerler bir çadır ve yaşlı bir adamla karşılaşırlar. ihtiyara "Kimsin" diye sorduklarında "Adim Sultan Hıdır, bir toprak güvecim, bir kilimim bir de atıma yedirmek için bir miktar arpam vardır" yanıtını alırlar. Askerler bu yaşlı adamı padişahın huzuruna götürmek isterler. Sultan Hıdır, gitmek istemediğini ancak, padişahın kabul etmesi durumunda onu ağırlayabileceğini söyler. As­kerler böyle bir yanıta şaşırıp, "Gelecek olan koskoca bir padişah, yanında komutanları, vezirleri ve askerleri olacak. Sen onları nasıl ağırlar, nasıl doyurursun" derlerse de Sul­tan Hıdır gayet sakin bir şekilde "Tanrı misafiri umduğunu değil bulduğunu yer. Hele bir gelsinler biz yedirecek bir şeyler buluruz" der.

Askerler çaresiz, durumu padişaha anlatırlar. Sultan Hıdır'ı merak eden padişah, ertesi gün yanında komutanla-n, vezirleri ve askerleri ile, Sultan Hıdır'ı ziyarete gelirler. Padişahı karşılayan Sultan Hıdır, oturması için kilimini padişaha verir. Padişah kilime oturursa da yan tarafı bos kalır. Sırasıyla komutanlar ve vezirler de oturmaya başlar ama, her oturanın yanı boş kalmaya devam eder. Padişah duru­mu öğrenmek için herkesi ayağa kaldırır. Herkes kalkar, bakarlar ki küçük bir kilim, tekrar oturulduğunda ise, herkesin kilim üstünde oturduğunu görür. Padişah ve yanındakiler şaşkınlıklarını gizleyemeden; Sultan Hıdır, toprak güveç içinde bir miktar yemeği önlerine koyar. Padişah "bunu hangimiz yiyeceğiz" dediğinde "Hele bir besmele ile başlayın, herkese yeter" yanıtını alır. Yemeğe başlanır ve herkes doyduğunda yemek bitmemiştir.

Yemekten sonra Sultan Hıdır, dilerlerse atlara da yem verebileceğini söyler ve içinde arpa bulunan bir torba gösterir. Arpa bütün atlara dağıtılırsa da torbadaki arpa bitmez. Bütün bu kerametlerden sonra padişah bu yöreyi Sultan Hıdır'a bırakarak yoluna devam eder”



d. Şıh Delil Berhicân Ocağı

Bu söylenceye göre; Berhicân, Horasan’dan geldiğinde Tunceli’deki ocakların kutsal kişileri bir araya gelmişler ve karşılıklı keramet gösterisinde bulunmuşlardır. Aralarında bir de Hıristiyan kesiş vardır ve bu ocaklar bu keşişle iddialaşmışlardır. Diğer ocakların kutsal kişileri kerametlerini gösterdikten sonra sıra Şıh Delil Berhicân’a gelmiş. O da ben ne dersem onu yapacaksınız diye oradakilerini uyarmış. Önce onu bir fırına atmışlar ve yanmamış. Bunun bir sihir olduğunu söylemişler. O, “ben bir çobanım. Şu kuzuyu keselim, etiniz yeriz ve kemiklerini atmayın. Kemiklerini postuna bırakın ve ben bu kuzuyu dirilteceğim” diyor. Oradakiler denileni yapmışlar. Sadece keşiş eti yedikten sonra kuzunun ayak kemiğini dilinin altında saklamış. Şıh Delil Berhicân kuzuyu canlandırdıktan sonra kuzunun topallayarak yürüdüğü görülmüş. Berhican keşişe, “hayvana eziyet etme, dilinin altındaki kemiği ver, kuzu gitsin.” Şıh Delil Berhican, kuzuya can veren anlamına bu adı alıyor.203 Ertuğrul Danık, bu söylence ile Hacı Bektaş’ın Vilayetname’sinde yer alan kuzulara can verme olayı arasında ilişki kurmaktadır.204



  1. Seyyid Mahmut Hayrânî (Kureyş) Ocağı

Bir zamanlar Mazgirt’in Bağın kalesi yakınlarındaki Çellekaş köyünde yaşayan Seyyid Mahmut Hayrânî, kışın ortasında Kale komutanına bir sepet üzüm ile karpuz gönderir. Kale komutanı kışın ortasında gönderilen bu meyvelere şaşırarak, Seyyid Mahmut Hayrânî’yi huzuruna getirttirir. Biraz sohbetten sonra komutan, Seyyid Mahmut Hayrânî’yi fırına atarak denemek istediğini söyler. Anlatıma göre; Hayrânî fırına girerken yanına, şahit olsun diye komutanın hizmetinde çalışan Derviş Güler’i de alır. Üç gün üç gece sonra fırının kapısı açılır. Seyyid Mahmut Hayrânî, bıyık, sakal ve kaşları buzlanmış bir halde, Derviş Güler ise elinde bir sepet üzümle dışarı çıkarlar. Komutan Derviş Güleri yanına çağırıp olanları sorar. Ondan, “Biz fırına girdikten sonra Seyyid Mahmut Hayrânî şahin kılığına girip fırının içinde döndü. Her kanat çırpışında fırın soğudu ve buz oldu. O sırada ucu bucağı olmayan üzüm bağı oluştu ve gördüğünüz üzümleri de oradan topladım” yanıtını alınca; Seyyid Mahmut Hayrânî’den kendisini bağışlamasını isteyerek, ona olan bağlılığını ve saygısını belirtir.205

II. BÖLÜM

ALEVİ-BEKTAŞİ TEOLOJİSİ


Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin