Ribât= hudud boylarında bulunan yarı askerî, yarı tasavvufî kale ve hisar türünde müessese. İlk defa 150 yılında Abadan’da kurulur (Hasan Basri’nin talebesi Abdülvâhid b. Zeyd tarafından). “Nefahat” adlı eserde, ilk ribat’ın Filistin’de REML’de kurulduğu söylenir. İran’da Ebu İshak Kazerûnî (426) 65 kadar ribat inşa ettirmiştir. Onlara Kazerûniyye veya İshakiyye adı verilmiştir. Bunlar daha sonra cihada duydukları aşktan dolayı birtakım mücahit gruplar oluşturmuştur. 10 ve 11. Yy’da ribat kelimesi yerine hankah ve tekke kelimesi kullanılmıştır
Ribat yerine başka kelimelerde kullanılır:
Tekke:
Dayanacak yer. Zikir ve ayin yapılan yer
Hankâh:
Farsça tekke manasına gelen “hânegah”dan Arapçaya intikal edilmiştir. Hankahın büyüğü tekke, küçüğü zâviye. Tekke ve zaviyelerin ihtiyaçları bağlı bulundukları hankahlar tarafınca karşılanırdı. Böylece han kâh postunda oturan şeyh, tarikatın en büyük uzvu sayılırdı
Dergâh:
Farsça “kapı eşiği” demektir. Tarikat mensubu şeyhlerle dervişlerin ikametgâhı olan tekkelere ıtlak olunurdu
Âsitâne:
Farsça “eşik ve dergâh” demektir. Büyük ve merkezi tekkeler için kullanılır
Zâviye:
Tekkenin küçüğüne denilir. Şehir ve kasabaların ücra yerlerinde olan tekkelere verilen isim. Zaviye şeyhlerine “zaviye-dâr” denirdi
Tekkelerin Sosyal Hizmetleri:
Mescit ve cami gibi ibadet alanları
Mektep gibi ilim öğrenme fırsatı sunar. Kuşeyri Risalesi, Avarif, Mesnevi, Mektubat-ı Rabbanı, el Fütuhatü’l Mekkiye gibi eserler okutulurdu)
Meşveret. Dini ve ilmi sahalarda istişare yeri
Kervasaray. Seyyah, hacı ve ziyaretçilerin barınabildiği yer
Darül aceze. Hastaların, sakat, düşkün ve çaresizlerin bakımı yapılır
İmaret. Fakir ve yoksulların karınları doyurulur
İstihbarat. Haber alıp haber verme. Halktan idare, idareden halak iletilen mesajlar…
Kütüphane. Âlimlerin telif ettikleri eserleri bıraktıkları yer
İltica yeri. Devlet tarafından takip edilenlerin ve mazlumların kaçıp sığındığı yer
Vakıflar. Tekkeler sadaka-ı cariye ve hayrı ebedîleştirme amaçlı vakıflar kurmuştur
Tekkelerde Eğitim:
Fütüvvet ve Ahîlik Teşkilatı:
Fütüvvet kavramı Hicrî 3. Asırda Horasan ve Nişabur bölgesinde kullanılmaya başlanılmıştır
Başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olma anlamlarına gelir
Lügatte: yiğitlik, mertlik, cesaret anlamına gelir
Tasavvuf ’da: diğerkâmlık (altruismus), cömertlik ve şefkat
Kehf 13 ve Enbiya 60’da fitye ve feta keliemelerine değinirler
“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” Kehf 13
“Bir delikanlı işittik bunları anıyor adına İbrahim deniyormuş dediler” Enbiya 60,
Hadis: “Ali’den başka yiğit (feta), zülfikardan başka kılıç yoktur”
Bir genç (Müslümanda) bulunması gereken vasıftır. Hz. Ali bunun en iyi örneğidir.
Gençleri ciddi manada bir araya toplayan ve mesleğe yönlendiren hareket. Zamanla iki kola ayrılmıştır “seyfî”(Hz. Ali’ye bağlanmıştır) ve “kavlî” (Hz. Ebu Bekir’e bağlanmıştır)
Fütüvvet Anadolu’da “Ahîlik” olarak teşkil etmiştir. Bunun sebebi İslam iktisadî hayatının müesseseleşmiş olmasıdır (Anadolu’ya münhasırdır)
Arapça kardeşim anlamındaki “ahî” veya Türkçe cömert anlamında olan “akı” kelimesinden türediği söylenir
Sufiler hırka ve taç, fetâlar ise şalvar ve şedd (kuşak) giyinirler (nefislerine hâkim olduklarına işaret eder bu giyim)
Fütüvvet Nameleri esasların, ahlakî ve sosyal prensiplerini ortaya koyar, fütüvvete kabul şartları vardı. İlk nizamnameler, yani FÜTÜVVETNAME Sülemî Ebû Abdurrahman (412)
Fütüvvete girmek isteyen vefalı, doğru, emin, cömert, mütevazı ve tövbekâr olmalı. İçki, zina, livata, yalan, gıybet ve hileden ise uzak olmalı = “ELİNE, BELİNE VE DİLİNE SAHİP OLMALI” prensibine göre belirlenir
Ahî cömert olmalı, kapısı sofrası daima açık olmalıdır
Fütüvvet teşkilatı ilk defa Abbasî halifelerinden Nasır lidinillah (Miladi 1180-1225) tarafından sosyal bir düzene sokulmuştur. Devletin nizamı bozulunca fütüvvet birliklerinden yararlanmıştır. Bağdat’ta Şeyhlerin şeyhi olarak bilinen Şihabuddin Sühreverdi (632)’ye bir kitap yazdırmıştır “Kitabü’l fütüvve”. Bütün fütüvvet birliklerini kendisine bağladı
Ahilik Anadolu’da hızla yayılmıştır (Sühreverdi Nasır tarafından Konya’ya gönderilmiştir…)
Mal ve kalite kontrolü ve fiyat tespiti Anadolu Selçuklular zamanında bu birliklere aitti
14.yy’dan sonra organize esnaf birlikleri hali almıştır
Osmanlı devletinin kurulmasında ahîlerin büyük rolü vardır. Birçok devlet erkânı ahilikten gelmiştir. Sultan Orhan ve Sultan 1.Murad’ın ahilik görevleri ve makamları vardı
Daha sonra tamamen iktisadî bir kurum haline gelmiştir. Ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşuyordu. Çıraklık iyice öğrenilmeden yükselme söz konusu değildi.
Ahi Baba ve Ahi Şeyh en büyük şeyh anlamındaydı
Ahî birliklerin iktisadî faydaları:
Yamak, çırak, kalfa ve usta münasebetleri baba-oğul münasebeti gibiydi
Üreticiyle tüketici arasında düzenli ticaret
Kurdukları zaviyelerde sanat, kültü, konaklama ve turizme canlılık vermişlerdir
Halkın örgütlenmesini sağlamışlardır. Esnafın haklarını korumuşlardır
Cüneyd: “Tevhid, kulun Allah’ın huzurunda bir karaltı, bir gölge gibi olmasıdır…”
Cüneyd’e göre TEVHİD: “Kadim’i muhdesden ayırmaktır”. Yani fena fillah, her şeyde ve her yerde Allah’ı görmek
Vahdet-i vücudu bazı sufiler şöyle ifade ederler: “ Hiç bir şey görmedim ki onda Allah’ı görmüş olmayayım”
Vahdet-i şuhudu bazı sufilerin öyle ifade ederler: “Hiçbir şey görmedim ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım”
Vahdet-i Vücûd:
Varlık birdir, o da Hakk’ın vücudundan ibarettir
Diğer varlıkların vücudu onun varlığına nispetle yok hükmündedir. O kaim bi nefsih’dir
Diğer bütün varlıkların vücutları ona bağlıdır (onun varlığına bağlıdır)
Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O’nun varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez
O’nun vücudunun yanında eşyanın vücudu “keen lem yeküm كأن لم يكن “ hükmündedir
Hakk’ın vücut denizin dalgalarıdır
Bistamî: “ Allah var idi, O’ndan hiçbir varlık yoktu” – كان الله و لم يكن معه شيء
Vahdet-i Vucudda birlik düşüncededir. Kalbin manevî seyri sırasında meydana gelir
Kalp masivadan ayrılırsa Hakk’ın esma, sıfat ve zılal nurlarına ayna olur. Bu esnada şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle, sâlik akış ve gölgeleri Hakk’ın kendisi zannederek “ENE’L HAKK” demeye başlar – kul kendi fiillerinin Allah’ın fiilleri gibi algılar! Kutsi HADİS: “ Kulum bana nafilelerle yaklaşır. Ta ki Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, işitmesi, yürümesi, tutması BEN olurum. Kul, benimle görür, Benimle işitir, Benimle yürür, Benimle tutar.” Vahdet ve fena hali insana bu hissiyatı verir. Aradaki perdeyi kaldırır!
Kamil olan bu mertebeye ulaşır. Çoğu zaman sekr halinde söylenen cümleler zor anlaşılır: Bayezid Bistami: “ sübhane ma a’zame şanî” (Ben kendimi teşbih ederim, benim şanım ne yücedir), “cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok”
Hallacı Mansur: “ ENEL HAKK” demiştir8. Bu sözüyle idama mahkûm bırakılmıştır
Gazali İhya ’da varlık hakkında: “Varlık âleminde Allah’tan ve O’nun fiillerinden başka bir şey yoktur. Bütün kâinat O’nun fiilleridir” diyerek kendinden önce sufilerin vahdet ve varlık anlayışını benimsediğini göstermiştir
İbn Arabi: “ Varlık bir tek hakikatten ibarettir. O da Allah’ın vücududur. Varlıkta görülen çokluk, dış duyuların meydana getirdiği zahiri olgudur.”
İbn Arabi Allah’ın âlem ve eşya hakkındaki (ezelden var olduğunu ve bizi yaratacağını da ezelden bildiğini söyler) bu bilgisine “AYAN-I SABİTE” adı verilir
Âyan-ı sabite:
Dış âlemde var olan eşyanın Allah’ın ilmindeki hakikatleri olup hariçte mevcut değildir- Allah’ın ilminde sabit olan yoklardır
Hakk’ın hüviyetiyle duyular âlemi arasında yer alan bir varlık alanıdır
İbn Arabi yaratıkların ve eşyanın 3 safhası: Yaratma bu üç mertebeden ibarettir:
Eşya ayan-i sabite halinde, birbirinden ayrılmış ve farklılaşmış bir vaziyette Allah’ın ilminde bulunur- varlıklar müşahhas şeyler – “taayyün-i Sânî”
Eşyalar ayan-i hariciye halindedir. Eşya dış âlemde tecelli ve zuhur etmiştir- “taayyün-i harici”
Ayan-i sabite aslında gölge varlıklardır, gerçek değil, Hakkın zuhur etmiş varlığıdır
Varlık sonradan sudur etmiştir ancak bütünün parçası olarak değil. Varlık “akl-ı evvel” den meydana gelir. İlk akıl tekdir, yapısında “kesret” istidadı bulunur (İbn Arabi)
Merâtib-i Vücud veya Hazarat-i Hams:
İbn Arabi’nin ayan-i sabite hariç beşli tasnifi vardır
1.Mertebe: LÂHÛT âlemi ve gayb-ı mutlak mertebesi. Bu mertebede her şey Hakk’ın zâtında yok olmuştur. Ne sıfat, ne isim vardır, Allah henüz bu dairelere inmemiştir
2.Mertebe: CEBERÛT âlemi. İlk mertebede toplu olan varlık bu mertebede açılmış ve tafsil üzeredir
3.Mertebe: MELEKÛT âlemi. Şehadet âlemine yakındır
4.Mertebe: NÂSÛT âlemi. İlk üç âlem gayb, bu âlem şehadet
5.Mertebe: bunların hepsini kendisinde toplayan insan İNSAN-I KAMİL. İlk dört âlem Allah’ın ism-i A’zamıdır. Bunların hepsi Allah’ı gösterir ve insanda da vardır. İnsan-i kâmil bütün âlemlerin özetidir. İnsan 1: Allah Âdemi kendi suretinde yarattı
Panteistlere göre: Allah ile âlem bir şeydir. Allah, mevcut olan şeylerin tamamından ibarettir. Tabiatı, bir nevi hayal sahibi bir vahdet tasavvur ederek ona ibadet ederler (Hegel, Spinoza, Dekaret). Auguste Comet: “Allahsız kâinat, ruhsuz insan, cevhersiz eşya” olarak özetler Panteizmi
“Allah’tan başka mevcut yoktur= tevhit-i mahz! Masivaya isnat edilen vücudun hakiki olmayıp hayali, vücudu hakikinin Allah ait olduğunu ikrar eder;
“Her mevcut Allah’tır” demek, şirk-i mahz’dır, varlıkta kesret, herkes Allah demiş oluruz. Bu hululdür-ittihat-i vücududur bu
Vahdet-i Vücut ile panteizm ’in farkı:
Vahdet-i Vücut ile vahdet-i mevcut arasında fark vardır. Bunları asla birbirine karıştırmamak lazım. Bu yüzden bazı sufiler vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhudu kullanırlar!
Elmalılı:“ Bazı cahil mülhitler, panteizm, ittihat ve hulûl nazariyesini vahdet-i vücut ve gerçek tevhit diye ele alarak “La ilahe İlla Hu” demek “La mevcutta illa Hu” demek olduğunda ısrar ve bunu “Her mevcut O’dur” manasıyla açıklar. Her şeyin mâverâsında Allah’ı görecek yerde, herşeyi Allah olarak görmek ister”
Vahdet-i Şuhud:
İmam Rabbani vahdet-i şühûd düşüncesini sistemleştirmiştir. İmam Rabbani İbn Arabi’nin vahdet-i Vücud teorisine karşı çıkmıştır.
O dönemlerde EKBER ŞAH Hindu, İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Zerdüştlüğü panteizm çerçevesinde bir araya getirmeye çalışıyordu. Vahdet-i Vücudu o yönde yorumlayanlara karşı, tevhidi savunmak için bu teoriye karşı çıkmıştır!
“İbadet, taat, riyazat sayesinde ilahî aşk ve muhabbet kulu istilâ edince, vecd ve istiğfar hali, fenâ ve cem’ duygusu ortaya çıkar. Bu hale giren sâlik Allah’tan başkasını görmez” !Masiva kaybolur sırf TEK’i görür (Vahdet-i Şühud)---- İmam Rabbani bunu güneşin ışığına bakanın yıldızlara baktığında onları görmemesine benzetir!!!
Hallac ve Bistamının sözlerinden bu çerçevede söylendiğini söyler. “Sen çıkınca aradan, kalır sen, Yaradan” sırrı gerçekleşir! “Ene’l Hakk= Hak Hakk’tır, ben değilim” demektir der.
İmam Rabbaniye göre eşya Allah’ın isim ve sıfatlarını tezahürüdür!
HEME O’st = Her şey O’dur yerine “HEME EZ-Ost= Her şey O’ndandır” demek daha doğrudur
Ona göre vahdet-i vücud ilme’l yakin, vahdet-i Şühûd ise ayne’l yakîn dir
İnsan Allah’ı kendisindeki “NEFHA” – ruh- sayesinde bilir
İlahî nefha vecd ile vahdete ulaşırsa, ilahî cevher aslına kavuşur, birlik ortaya çıkar
Marifet= zat-ı Kibriya’yı tanımaktır
Varlık Allah ve O’nun fiillerinden ibarettir. O’nun zatını ancak sıfat ve fiillerinden mümkündür
Allah’ı aklımızla değil, Allah’ın kendisini tanıtmasıyla olur. İbadet ve taat sonucu kalbe gelen keşf, ilham ve manevî yükseliş ile olur ancak. Bu yüzden keşf ve ilham mutasavvıflar için akıl gibi veya daha üstün bilgi kaynağı sayılmaktadır
Gazali’ye göre yakına da ilahî keşf sayesinde ulaşılır
Hak Teâla bu bilgiyi has kullarına vasıtasız vermektedir, LEDÜNNÎ bilgi. Peygamber bilgisiyle âlimin ilhamın kaynağı aynıdır ama faklı algılanır. Veli nerden nasıl geldiğini bilmez, Peygamber bilir
İmam Gazali bu konuyu en sistematik şekilde incelemiştir. İhya-u ulum’id-Dîn adlı eserinde “Kitabu Şerhi Acaibu’l-Kalb” adlı bölümünde bunu bilgi kaynağı olarak ele alır:
Hakikatin tecellisi kalptedir. Bilgilerin hakikatleri levh-i mahfuzun aynasından kalb aynasına yansır. Bu perde bazen kaldırılır. Bazen uykuda, bazen sekr’ de. Bu perdenin tamamen kalkması ölüm demektir. .. (perde açılır ve ilahî kaynaktan bilgi gelir, hızlı şekilde, şimşek gibi)
Masiva’dan kurtulana Allah yönelir ve nuruyla tecelli eder, bu yüzden ilham tahsil ile elde edilen bilgiden daha değerlidir!!! (O’nun rahmeti kalbe saçılır, parlar, nurlanır…)
Bunu için kendini iyi hazırlaması gerekir. Yalnız kalma, halvet, ibadet zikir… Dünyadan elini ayağını çekmek
İbn Arabi: “Sufilerin bilgisi, peygamberlere vahiy getiren kaynakla aynıdır”
Tasavvufta İnsan
Tasavvuf eğitimi, Seyr-ü sülük’ün konusu İNSANDIR
İnsan yaratılış itibariyle yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Ayrıca insanda Rabbanilik vardır “Ben Âdem’i yaratılışını tamamladığımda ona ruhumdan üfürdüm”9 buyurmaktadır, “Ruh Rabbimin emrindedir” İnsan şereflidir.
Allah insanı “Ahsen-i takvim” üzerine yaratmıştır. Ruh, ahlak ve maneviyat açısından
Mutasavvıflara göre İnsan “nüsha-i Kübra”/ “Zübde-i Âlem”- âlemlerin sureti insanlarda toparlanmıştır (insan küçük âlemdir)
Şeyh Galip: “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen; Merdûm-i dîde-i ekvân âdemsin sen”
İnsan en mükerrem yaratıktır İsra 70: “Biz insanoğlunu en mükerrem surette yarattık” وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ
Filozoflara göre: “Konuşan hayvan (natık); Mutasavvıflara göre: “Hayvan-ı âşık”
İnsan melek ve hayvan arası varlıktır: Melekteki akıl (insana emanet verilmiştir- akıl), hayvandaki nefs ve şehvet. İnsanda bu yüzden hayra ve şerre yatkınlık vardır.
İnsanın Manevî Yapısı:
Filozof ve Sufilere göre insanın manevi yapısı: “kalb, nefs, ruh ve akıl” dan oluşur
Filozoflara göre ruh ile nefis aynı şeydir (bazılarına göre). Nefs, ruhun alt kademesidir. Ruh ile maddenin birleşmesi sonucundan okuşur nefs. Bu yüzden psikolojinin incelediği ruh değil, nefs PSİ’dir.
Bazı Mutasavvıflara göre ruh ile nefs ayrı şeylerdir ve birbirini esaret altına almaya çalışırlar
Akıl:
Algılama ve idrak kabiliyeti
2tür akıl vardır: a) eşyanın hakikatini bilmek için akıl, b) ilimleri kavrayan, hadiste “Allah’ın ilk yarattığı akıldır” dediği AKIL
Mutasavvıflar genelde akıl yerine kalp kelimesini kullanırlar
Hakîm Tırmızı “Beyanü’l- fark” adlı eserinde Kur’an’daki sadrı, kalb, fuad ve lübb karamlarını açıklar:
Sadır: her türlü vesvesenin ve sıkıntının yeri. Bazen daralır bazen genişler. Nefsi emarenin idare makamıdır
Kalp: sadrin içidir. İman nurunun, takvanın merkezidir. Kalp kandil, takva ve yakın nuru
Fuad: Fuad kalbin ortasında. Marifet, havatır ve rüyet mahallidir
Lübb: tevhid nurunun kaynağıdır
İnsan-ı Kamil:
İnsan-ı kâmil, hazarat-ı hams ve meratib-i vücûd’u kendinde bulunduruna denir
Hallacı Mansur’a göre “Allah âdemi kendi suretinde yarattı” hadisinden yola çıkarak Allah’ın kendi nefsinde kendisi için tecelli ettiğini söyler. Bu düşünce daha sonra İbn Arabi’nin “insan-ı kâmil” düşüncesine zemin hazırlamıştır
İbn Arabi’ye göre âlem ilk önce cilası vurulmamış bir ayna gibi ruhsuzdu. Âdem bu cılasıs aynanın ve ruhsuz dünyanın cilası ve ruhu olmuştur. İnsan küçük âlemdir, âlemin kendinde aksettirir. İnsanı kâmil Allah’ın bütün sıfatlarını bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil Âdem henüz balçık iken Peygamber olan Muhammed’dir! hakikat-i Muhammedîye. Eğer insanı kâmil olmasa Allah bilinemezdi
Aziz Nesefî ilk defa “İnsanı Kamil” adlı farsça eser kaleme almıştır. Ona göre insan-i kâmil: “Şeriat, tarikat ve hakikatte tam olandır” ve der ki: “Kamil insan, iyi söz, hareket, ahlak ve bilgide tam olandır(…). Kamil insana birçok isim verilmiştir: Şeyh, Hâdî, Mehdî, ârif, imam, hal,fe ve sahip-i zaman. İnsan-i kâmil cihanı gösteren aynadır!”
İnsan-ı kâmil ilahî tecellilerin temsilcisidir. Bu yüzden Onu tanımak Allah’ı tanımak demektir: KENDİNİ BİLEN, RABBİNİ BİLİR” denir
Aziz Mahmut Hüdai: “İnsan-ı Kamil cümlenin ruhudur. Cümleyi cami olup cümlenin hakkını verendir. HALKTA HAKKI, HALKTA HALKI GÖREN ve Hakk’ın da halkın da hukukunu eda etmeye çalışandır”
AMELÎ TASAVVUFUN MES’ELELERİ:
Keramet, Rüya ve Ricalü’l Gayb:
Keramet:
“ikram, kerem, lütuf ve ihsân” demektir
Mü’min kulların harikulade halleri
Ehl-i sünnete göre keramet haktır
Ayrıca mü’min olmayanlarda olağanüstü haller gösterebilir. Buna keramet değil, İSTİDRAÇ –SİHİR-MEKR denir
Peygamber’in gösterdiği olağanüstü şeylere mucize denir. Mucize onlara vaciptir.
Mu’tezile ise kerameti kabul etmez. Onlara karşı gösterilen deliller:
Ayetler:
Meryem A.S verilen olağanüstü haller. Zekeriya A.S yanına gelir ve önünde buldukları nimetlerin nerden geldiğini sorar (Al-i İmran 36-37)
Hz. Meryem’in doğum esnasında ağacı silkelemesi (Meryem 25)
Hz. Musa ile Hızır A.S ‘ın kıssası ve Hızır’ın üstün meziyetleri
Hz. Süleyman’ın veziri ASAF b. BERHİYA’nın Belkıs’ın tahtını getirmesi
Hadislerden deliller.
Rahib Cüreyc kıssasında, kendisine iftira atmak isteyen kadından kurtulması
Mağarada mahsur kalan üç arkadaşın dua ile kurtulması