Tedbili mekânda ferahlık vardır



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə18/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19

YIL BAŞINDA REFERANDUM

Bu yazının kaleme alındığı saatlerde, cumhurbaşkanı Dr. Eroğlu ile Rum Yönetimi başkanı Dr. Dimitri Hristofyas, ( Tarih Doktoru’dur, biliyor muydunuz?) Eroğlu’nun evinde bir akşam yemeğinde bir aradalar. Dr. Eroğlu’nun parti başkanları ile yaptığı toplantı ve CTP’deki görevim nedeniyle, görüşmelerde hangi aşamada olunduğunu da az çok biliyorum. Tutanakları okuyan arkadaşlarımdan yeterli bilgiyi edinmiş durumdayım. Bu perspektifle, yukarıdaki başlığa bakmayın henüz, moraliniz de bozulmasın ama, halâ toprak ve mülkiyet konularında, tarafların görüşlerinin yakınlaştığını söyleyemem. Çakallık etmenin âlemi yok, görüşmeci benim benimsemediğim Eroğlu değil de Talât olsaydı da bugün itibarıyla, durum şimdikinden daha ilerde olamazdı. Özellikle Kıbrıs Meselesi konusunda, sorumlu davranmalıyız…

Ayrıntıya girecek değilim… Bilinenden fazla şeyler konuşmanın da faydası yok… Ve üstelik tarafların görüşleri arasında bu farkın bulunması da son derecede normal çünkü, henüz her iki taraf da kendi durumunu belirleyip, maximalist bir yaklaşımla, isteyebileceği en fazla şeyi istemek aşamasındadırlar. Yakınlaşma (eğer olacaksa) tarafların birbirini tartmasından sonra, karşı tarafın nerelerden ne tavizler verebileceğini tespit edip, kendi verebileceklerinin de bir muhasebesini yaptıktan sonra mümkün olabilecektir.

Peki, o başlığın anlamı ne?

Kıbrıs tarihine bir bakın! 1958 yılı, adada kan dökümünün doruğa çıktığı yıldır. Yalnız Haziran olaylarında, 53 Türk, 57 de Rum öldürülmüştür, TMT ile EOKA’nın kapışmasında… 1959’da ilk baharda önce Zürih sonra Londra Andlaşmaları imzalandı… Oysa altı ay evvel, ada kan gölüydü… Değil görüşlerin uzak olması, elde silah birbirimizi bulduğumuz yerde öldürmekteydik… O koşullarda anlaşma imzaladık, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurduk.

1974 ise bunun tam tersidir. O yılın baharında Denktaş yelkenleri suya indirmiş, Kıbrıs Türkü yok olmaktadır endişe ve korkusu ile nerede ise bütün Rum önerilerini kabul etmişti. Barış ve “çözüm”e bir adım vardı… Veya bizim çözülmemize! Kliridis anılarında anlatır, Makarios “kabul etme, imzalama! Bekle tam çözülecekler” diyerek, sorunun bitmesine engel oldu. Üç ay evvel barışa bir imza kalmışken, üç ay sonra savaştık! Kıbrıs’ı böldük…

BU Kıbrıs Meselesi denilen sorun, böyle lâbil şartlarda sürdürülen bir büyük belâdır. Çünkü Kıbrıs o kadar çok tarafın, o kadar çok değişik çıkarını temsil ediyor ve Kıbrıslılar o kadar küçük halklar ki! Kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesine, Makarios örneğinde olduğu gibi bazen kendileri engel oluyorlar.

Yalnız Annan Planı’nda değil, bizim tarafın, kabul ettiği Perez de Cuellar Belgesi’nde ve Galli Fikirler Dizisi’nde de Rum tarafının çağdışı yaklaşımlarla hayır demesini de ekleyelim hatırlatmalarımıza… Ancak…

1959 yılı, aslında İngiltere’nin Akdeniz çıkarlarını ABD’ye devretmekte olduğu yıldı… 1974’ün koşulları ise çok farklıydı… Akdeniz çıkarları, ABD ile SSCB tahterevallisinin denge noktasıydı nerdeyse, stratejik bakımdan. Bugünün koşulları ise 1974’ten çok, 1959’a benziyor. Akdeniz’de çıkarlar tahterevallisi bitti…Ve belki de bir satranca dönüştü. ABD/AB çekişmesi bir yandan… Kıbrıs’ın AB üyesi olması, Yunanistan’ın ayni topluluğun parçası olması, Türkiye’nin girmek istemesi; ABD’nin de Türkiye’yi de oraya sokup, nüfuz etme politikaları ile Rusya’nın da Kıbrıs/Yunanistan üzerinden AB’ne nüfuz etme politikaları ve daha yığınla etken; bizim “mülkiyet” çıkarlarımızın çok daha ötesinde, çok daha büyük çıkarları temsil etmektedirler. Ve bizim çok bilinmeyenli denklemimize, her birinin nasıl etki yapıp, hangi yönde biçimlendirecekleri de henüz bilinmemektedir.

Her şeye rağmen, eğer biri çıkar da “buyurun yılbaşında referandum var” derse, hiç şaşmam… Kosova kararlarına bakıp, yanılmayın. Çok farklı bölgelerde, çok farklı çıkarların bekçileriyiz Kosova Arnavutları ile biz…



YAVRU OLMAK

Vaktin birinde, Ankara’da bir diplomat, Kutlay Erk’e demiş ki: “Ben Kıbrıs Dosyası’nın bütün ayrıntılarına hakimim…”

Kutlay’ın cevabı:

“ O sizin için bir dosyadır ama benim hayatımdır!”

Erk, haklıydı… Ankara’daki bir memur, o “dosyayı” okur… Belki ayrıntılarını da bilir ki öyle de değildir. Örneğin Kıbrıs Uzmanı geçinen Şükrü Sina Gürel’in Kıbrıs Tarihini okuyanlar, Lefkonuk ile Lefke’yi karıştırdığını, 1926’da Çiftçiler Birliği toplantısı esnasında, Lefkonuk’ta meydana gelen sol/sağ çatışmasının, Lefke’de geçtiğini yazdığını görürler. Oysa biri tarım merkezi idi, öteki ise madencilik merkezi… Alâkası yok! Ama gene de diyelim ki dosyayı daha dikkatli okuyanlar var…

Bir babayı “kaybetmenin” ve kırk yıl sonra kemiklerini teslim alıp, yarım bir tabutta gömmenin tadını bilebilir mi dosyadan? Kutlay bilir…

İsteyen, istediği dosyayı istediği kadar iyi okusun… On dördünde silah kuşanmanın, bir gece yarısı hiç bilmediği bir dağda tek başına mevziye girmenin tadını, bilebilir mi? Senelerce, içinde bir okka şeker, bir okka un, bir okka da pirinç, evde hazır bir bavulla yaşamanın tadını? Dosyadan öğrenebilir misiniz? Ya da geride dedelerinizin mezarlarını, çiftinizi çubuğunuzu bir gün terk edip, elde bir valizle, kendinizi tel örgülerin arkasına atmanın tadını anlatan bir dosya var mı? Bir defa da değil üstelik; üç defa…

Hangi dosya anlatır örneğin, yirmili yaşlarınızın başında, bir Esir Kampı’nda üç ay geçirirseniz, akşam üzerleri güneş Akdeniz’in üstünde batarken, kararan göğe yükselen karşıdaki İngiliz Üssünün ışıklarına bakarak, İstanbul’u hayal etmenin tadını? Ya etrafınızda 105’lik obüsler patlarken, kirpiklerinizi çamur eden beyaz toprağın kokusunu yazan bir dosya var mıdır? Obüsün üzerinize gelirken çıkardığı vınıltıyı anlatan, bırakın dosyayı, film bile yoktur; Er Ryan’ı Kurtarmak da dahil… Ya kulağınızı dibinden geçen elli kalibrelik makinalı tüfek mermisinin vızıltısı?

Acaba, herhangi bir dosyada; iki camii arasında beynamaz kalmanın nasıl bir ruh hali olduğu anlatılıyor mu? Kıbrıs’ta Türk; Türkiye’de Kıbrıslı olmanın, 4.Şube’de her gittiğinizde horlanmanın tadı var mıdır, dosyalarda?

Kırk yıl önce dedenizin göç ettiği köye gitmeye kalkıp da atalarınızın hatırasını bulacağınızı sandığınız evin yerini, bir sabır ağacından keşfetmenin acısını yazan dosya var mıdır?

Ne kendi vatanınızın, ne de gittiğiniz, hizmet etmekte olduğunuz “anavatanın” sizin olmadığını fark ettiğinizde, polis sizi gelip çalıştığınız devlet hastanesinden adam öldürmüş gibi alıp götürdüğü emniyet müdürlüğünde, suçunuzun “izinsiz oturmak” olduğu size söylendiğinde; nasıl hissettiğinizi anlatan dosyalar da var mıdır, örneğin?

Kırk yıl, uluslar arası anlamda “devletsiz” yaşayan bir halkın ne hissettiğini, yazan dosya var mıdır? Uluslar arası geçerliliği olan bir seyahat belgesi edinebilmek için, yüz yıldır savaştığı adamlara muhtaç olmanın, nasıl bir ruh hali olduğunu anlatan bir başka dosya ya da…

Veya, son kırk yıl içinde, bankadaki mevduatı üç defa batırılıp el konulan bir halkın, neye güveneceğini bilemeyerek nasıl bir paranoyak ruh haline girdiğini, hangi dosya anlatıyor örneğin? 1963’te bankalardaki bütün mevduata el konuldu… 1976’da bankalardaki bütün mevduat, resmi kurdan TL olarak ödenip, piyasa değeri karşısında resmen iç edildi… 2002’de ise doğrudan battı gitti… Bunun insanı ne hale soktuğunu anlatan bir dosya da yazıldı mı acaba?

“Dosyayı biliyorum…”

Hiçbir şey bilmiyorsun aslında! Çünkü ünlü tarihçi E.H. Carr, resmi belgeler için der ki: “ Yazanın, okuyanın o konu hakkında kendinin nasıl düşündüğünü sanması gerektiğini düşünüyorsa, öyle yazılan belgelerdir.”

Onun için ne Annan Planı’na neden “evet” dediğimizi anladılar; ne de şimdi neden bu kadar sinirlendiğimizi…

Dosyalarda ne yazdığına bakmayın siz… Yavru olmak, hiç hoşumuza gitmedi… Hiç kusura bakılmaya…

YENİ YIL…

Yılbaşı için yazdığım yazı, aslında buydu… Taa ki milletin artık iyice kudurup eve diktiği Noel Ağacı’nın altına, Noel Baba hediyeleri de koyup, Türk kaşığı ile İngiliz gaitası tüketmeyi, artık gelenekselleştirmeye başladığını fark edeyim! Akşamüzeri, bu yazıyı depoya çekip, dünkünü yazdım… Daha beteri müstehaktır ama gazeteyi kapattırırım diye, o konuyu şimdilik kesip, devam ediyorum.

Hayatta aklım başımda hatırladığım ilk yılbaşı, 1960’tır… Nedendir bilmem! Örneğin dört yaşımda götürüldüğüm düğünleri hatırlarım da, o senenin yılbaşını hatırlamam… Markos Dragos’un öldürüldüğü günü hatırlarım meselâ, Ulus Ülfet’in Kaymaklı’daki o evde, kendi yaptıkları bomba ile parçalanmasını hatırlarım… Ama sekiz yaşıma kadar, yılbaşını hatırlamam… Aklımda bir tek, limandaki gemilerden atılan havai fişekler var, o kadar…

Hangi liman mı? Ksero limanı elbette…

1960’la ilgili iki şey var aklımda… İkincisi de bir Ağustos günü öğlen babam eve geldiğinde, “Cumhuriyeti kurduk, fasarialar bitti…” dediği… Çünkü bendeniz eğitim sistemimiz çocuk aklımla, hiçbir şey anlamamıştım! “Ne cumhuriyeti? Hani Atatürk nerde?”

O günden bugüne, demek ki dün akşamki ellinci idrakimiz olmuş…

Tabii biliyorsunuz ki aslında ne giden var, ne gelen… Tarihsel açıdan çok kısa bir zaman öncesine kadar, yıl ilkbaharın ilk günü başlar, doğanın yeniden canlanması kutlanırdı. İnsanlık insanlık olalı beri… Ayrıntılarına girmek istemem… Şimdi akşamdan kalma kafayla, kimin ilgisini çeker? Sonra kilise Hz. İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğuna dair bir mesel icat etti, takvimin başı da anlamsız bir mevsime, kışın ortasına çekildi. Siz bize bakmayın! Biliyorsunuz ki kuzey yarım kürenin asıl büyük kısmı, “Yeni” yılı, karlar altında karşılar. Doğa ölüyken…

Karşılar da ne olur? Hiç… Bu sadece bir takvim olayı… O kadar…

Elli yıldır, dinlerim, bakarım, okurum… O zamanlar Hayat Macmuası vardı… Dergi değil ha! Mecmua… Dergi lâfının uydurulmasına daha zaman var… Senenin başı gelince, kapağında Noel ağacı suretleri olurdu ki gören de Vatikan’da yaşanıyormuş hissine kapılırdı.

Yahu şimdi yazınca aklıma geldi, babaannem de ay demez, “Mina” der, Yennar, Fevrar, April diye sayardı “mina”ları… Mart’a ne derdi, unuttum bakın…

Diyeceğim, efendicağızım: Elli yıldır her sene, bu gün geçen yılın kötülendiğini, önümüzdeki yılın da bize havadan altın yağan, ırmaklarında bal akan günler getireceğini okuya okuya geldik… Dönüp arkaya bir baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz… Bir halt olacağı yok yani… Çalışırsanız ekmek yersiniz, çalışamazsanız ortada kaldığınızın resmidir. O herkesin dilinden düşmeyen “mutluluk” ise, takvime değil, insanın içine bağlıdır. Kendinizin elindedir onun da sırrı… Kırmızılara bürünmüş, pembe yanaklı, beyaz sakallı, geyik arabasında dolaşıp, evlere bacalardan giren Noel Baba’dan birşeycikler murat etmeyiniz…

İnsanlığa, “barış, refah” şu bu gibi güzellikleri de takvimler değil, insanların kendileri getirebiliyor.

Dün akşam, yılbaşıydı… Bugün yılın ilk günü… Zaten siz de akşamdan kalmasınız, ben de… Kafalar dumanlı, sabaha karşı yatmaktan dolayı mahmur, uykusuz ve belki de baş ağrılı… Üstüne üstlük, biz gidip KANAL SİM’de, gece yarısı konuğu da olmuşuz; dansöz Asena niyetine. Millet yeni seneye bizim suratımıza bakarak girsin diye… Allahtan programı Aysu Basri sunuyordu da ekranda bakılacak bir surat buldu millet… Serdar Denktaş, Sunat Atun, Teberrüken Uluçay ve bir de ben; yanımıza Cenk Mutluyakalı’yı da aldık, yeni yılın ilk programını yaptık! Çaldık, çığırdık… Meclis’in futbol takımı var da, rock grubu yok mu? Her ay buluşup, adam gibi repertuar yapma kararı aldık, çekeceğiniz var…

Sonra da kalkmış, tatsızlık ediyorum, sabahtan… İyi yıllar!

YEŞİL HATTIN GÜNEYİ”NDE

Pirgo Kapısı açılsın diye, bulunduğu yerde elinden geldiğince çabalayanlardan biri de bendim. Kapı açıldı… Açılışa gitmedim… Bugün, bayramın ikinci günü, eşim “Gel” dedi, “gidip sabah kahvemizi, Pirgo’da içelim…” Öneri, çekiciydi… “Maaile” toparlanıp, kayınpederin arabasına doluştuk ve gittik…

Barikatta kime rastlasam dersiniz? Kadim dost, Kostas Themoslekteus! Eski Tarım Bakanı, geçen dönem Cumhurbaşkanı adayı… Lefkoşa’dan geliyormuş… “ Hadi” dedi o da, “şimdi sırada Aplıç var… Yürü… Yürüyelim…” Bana iyi günler diledi, arabasına binip, ayrıldı…

Son kez 1971’de gördüğüm Pirgo, bir taş atımı mesafede… Köye girdik! Benim bildiğim Pirgo değil… 1967’de kapısında süründürüldüğümüz polis karakolu’nu bulamadım meselâ… Ana cadde üzerindeydi oysa… Ne oldu, bilmem… Köy meydanındaki ulu çınarlar, duruyor ama… Ve o çınar ağacı kokusu… Yerli yerinde…

Mansura’ya devam ettik… Orası da değişmiş… Ne o incir ağaçlarını görebildim, ne de sıra odacıklardan oluşmuş o eski taş binaları… Kıyıdaki yan devrilmiş gemi de yoktu artık! Mali Tepesi, yerli yerinde ama… Duyuyor musunuz eski Erenköy Mücahitleri? Genç İrsen, Eşber, Albayrak? Ya sen Lâptalı? Sizin tepe yerli yerinde duruyor… Siz belki birazcık yaşlandınız ama o bildiğiniz Mali… Arkasında da halâ Mesalongo Tepesi var… Hiç değişmemişler… Gidip baktınız mı?

Vurdum tepe yukarı, sizin Mosfileri’ye gittim… Su deposu yerli yerinde… Gözlerim, Mustafa Akdeniz’den bir iz aradı… Yoktu! 1964’ün o Haziran gününden beri, çok yağmur yağmış… Ondan kalan izler, bugünü görememiş… Yola devam edince, bir yerde hemen sağımızdaki Türk mevzisi’ni gördüm… Haritam beni yanıltmıyorsa, Rüzgârlı Tepe… Anomomilo Tepesi derlerdi hani Rumlar… Duyuyor musunuz, Hasipoğlu, Angolemli… Hani yoldaşınız Fevait Ali’nin, Fevait Tepesi yaptığı doruk… Gidip baktınız mı? Tepe de Fevait gibi, hiç değişmemiş… Yıllarca aşağıdan yukarı bakmıştım, bu defa yukarıdan aşağı nasıl göründüğüne bakıyorum… Fevait ordaydı, ben hissettim…

Kartaltepe’nin oralarda bir yerde, aşağıda Erenköy görünüyor… Öyle küçük, öyle yalnız, öyle masum ki! Bilmeyen, o tepelerin ne kadar kan yuttuğunu, öldür Allah anlayamaz…

Döndük… Yolda bir kez daha baktım, Erenköy’e, Fevait Tepesi’ne, özellikle de Mali ve arkasındaki Mesalongo’ya… Ne yalan söyleyeyim, Mosfileri’de oturup bir kahve içmek gelmedi içimden! Sanki de Akdeniz’in hatırasına küfredecekmişim gibi…

Pirgo’da oturdum ama… Kado Pirgo… Kocaman fincanlarda bol Laigo kahvesi içerken, kahveci sordu:

“ Koççina yolu da açılacakmış, doğru mu?”

“ Mansuralılarla Koççinalılar, köylerine gelip yerleşmek istiyorlarmış, doğru mu?”

Yanıt verirken, bir soru da kayın pederim sordu ona:

“ Yeni yoldan memnun musunuz?”

“ Ben birkaç sene önce gencecik oğlumu trafik kazansına kurban verdim… Karı koca karalar giymemizin nedeni bu… Ne araba kullanmaya efkârım var. Ne gidip Lefkoşa’larda gezmeye… Köyden çıkmıyorum… Kullanmadım ki yolu, bileyim… Ama iyi oldu… Bakın siz geliyorsunuz… Eski köylülerimiz de geri gelirler belki…”

Hürrem Tulga, Erdoğan Hikmet, Arif Hoca… Bir gidin yahu…

Kalktık… Günebakan’ın oralarda, oğlum Ada, Petro du Limnitis’e bakıp, “Bu ada, adını benden mi aldı, yoksa ben mi ondan aldım?” gibisinden bir şeyler söylerken, ben Mali Tepesi ile vedalaşmaktaydım… Hatıralarla… Dillirga Dağları’nın doruklarındaki çam ağaçlarıyla… Köpük köpük Pirgo Limanı’nı yalayan Akdeniz’le… Fevait ile, Mustafa Akdeniz ile, o korkunç 1964 Ağustosu ile görülecek hesaplarım vardı gönlümde… Karalar bağlamış o Pirgo’lu Rum kahveci ile… O hesapları kesmeye ömrümün yetip yetmeyeceğini düşünmekteydim…

Oğlumun küçücük yüreği, henüz bu acıları bilmiyor; hiç öğrenmesin diyordum kendi kendime… Yeşil Hattın güneyindeydim… Ada’nın değil…

YETER YANİ

Bizim çocukluğumuzda, bugün “halk dansları”, “folklor” v.s. dediğimiz otantik oyunların adı, “milli oyun” idi… O zamanlar milli oyun denilince de Antep oyunları oynanırdı nedense! “Dokuzlu” şu bu… Arada zeybek, meybek; Ege oyunu, çok balligari olanlarımızın sıvandığı Kafkas Oyunları da denenirdi ama asıl olan, Antep oyunlarıydı, adı bile aklımda… Bir de Bursa Kılıç Kalkan ekibimiz vardı, ne alâka ise? Şimdi aklıma geldi…

İlk defa bir köy düğününde çalmaya gittiğimizde, bizden “prodo, deftero” isteyince köylüler, apışıp kaldıydık. “Bu da ne?” “Karşılama Havası”nı bile bilmezdik… Saxofon’cumuz Hasan Soydaş, Kozan Marşı’na öylesine girmiş, biz de “istim arkadan gelsin”, “zattara zutturu” eşlik etmiştik. Efendim, bizi o zaman yönetenler, böyle “urum etkili” şeyleri, hiç sevmezlerdi.

1974 sonrasında, “Yeter be ama bizim kendi oyunumuz yok mu?” deyip, İstanbul’da Kıbrıs Oyunları oynayacak bir ekip kurmaya kalktığımızda, oradaki üniversite öğrencileri arasında, bu oyunları bilen kimse çıkmadıydı. Ekibimizi çalıştırmak için, Kıbrıs Oyunu bilen iki arkadaşımız Ankara’dan gelmiş ve bizim halk oyunu grubuna, Kıbrıs Oyunu oynamayı, onlar öğretmişlerdi. Biri Cemal Arkut’dur, öteki de Rifat Arşehit… Giyilen dizlikten tutun da çalınan müziğe kadar, buradaki Gençlik Dairesi yetkililerinin, gelmişimize geçmişimize sövdüklerini de meraklısı zamanın gazete koleksiyonlarına bakarak, görebilir… Böylece o faaliyetin adı, “milli” olmaktan çıktı, çünkü ” Urumculuk” ediyorduk, milli bir yanı kalmamıştı. “Halk oyunu” oldu, yanlış olarak “folklorculuk” oldu, oldu Allah oldu…

Şimdi Antep, mantep bilen yok… Dernekler, gırla… Belediyeler işin içinde… Devlet’in de kendi bünyesinde, halk oyunu grupları var… İlamaşallah… Kuş uçsa, gelsin vraga, dizlik, bir kırık kemane ile yarım bir davul… Vur gitsin… Hobbbaaaa…

Bir tarihte Almanya’da bir belediye başkanı ile konuşuyoruz. Adam yazları müzik festivalleri düzenlediklerini söyledi bana… İstersek, o festivallerde, bize kendimizi tanıtmak için, her türlü fırsatı da verebileceğini… Ne tür müzik çalındığını sordum! Başkan, “burası” dedi, “Beethowen’ın memleketi…” Tam da o esnada, yanımdaki arkadaş atıldı: “Size, halk oyunları gruplarımızı yollayalım!” Düşünebiliyor musunuz? Bir yanda Bethowen senfonilerinin giriş akorları tınılarken, öteden bizim zurna da başlayacak: “Dıııı, dııı… Dın dını dını dını dıııınnn…” Kafası mendilli bir oğlan, “Yebaaaa…” diye ünleyerek fırlayacak...

Tam da “gır belini Ali dayı, kır belini…”

Ne “tanıtım” ama… Davulun tokmağı da ruhumuzun inceliğini, düşünce dünyamızın derinliğini, Gothe’nin, Schiller’in, Grimm Kardeşler’in, Habermass’ın, Horkheimer’in, Adorno’nun kentinde, dosta düşmana pek güzel anlatırdı her halde… Yebaaaaa… Üstüne de bir hobbaaaa…

O gün bugündür, tanıtma denilince bu sakilliğin (kimse kusura bakmasın) sergilenmesine, ifrit oluyorum… Bu memlekette, iki defa Nobel’e aday gösterilmiş bir şair yatıyor… Bir virüse adı verilmiş bir bilim adamı yetiştirmişiz. Eninde sonunda, yaşarken Nobel alacağı belli en üst düzey bir entelektüelimiz, bütün dünyada zaten tanınıyor. Bütün dünyanın bildiği, en üst düzey iki sosyologumuz var ki hayatta değiller, bir tane de var ki tanrı uzun ömür versin, fabrika gibi kitap üretiyor… Yaptığı düzenlemeler, Kanada’da bile “cover” edilen bir müzik adamımız, yazdığı romanlar Fransa’da ders kitaplarına girmiş bir yazarımız köşelerinde oturuyorlar… Klâsik müzikte, en üst düzeyi yakalamış, en az beş isim sayabilirim burada…

Dizlik, vraga; davul, “zorna” ile biz kendimizi “tanıtıyoruz”! Herhalde nasıl arkaik bir kafaya sahip olduğumuzu göstermekteyiz, dünyaya…

Halk oyunlarına karşı olduğumdan değil… Bunun bahane edilip; birilerinin dünyayı gezmesinin artık ifrata kaçtığını gördüğümden… Ve gezmeye gidenden başka, kimseye de faydası yok! Yeter yani…

YILBAŞI GECESİ TOPLULUĞU

Yılbaşı gecesi bir ilginçlik olsun diye, eskiden müzikle ilgilenmiş birkaç politikacı, öyle doğru dürüst çalışmadan da, bir grup oluşturup, gece yarısından sonra bir tv kanalında çaldık. Serdar Denktaş, Sunat Atun, Teberrüken Uluçay, ben ve solo sıkıntımıza klârineti ile anında katkı koyan Cenk Mutluyakalı…

Ne çaldık? Çok bilinen birkaç şarkı ile Sıla4…

O kadar çok övgü geldi ki, ben şaşırdım. Öncelikle Sıla 4 mensubu Aydın Kalfaoğlu’nun söylediklerini buraya yazmaya utanırım ama gösterdiği nezaketi anmazsam saygısızlık olur. Dün akşam bizim o konserin bazı parçalarını facebook’a attım… Peee…

Biz patlamışız arkadaş! Kürsüleri bırakıp sahnelere dönmenin zamanı mıdır, acaba? Veya erken mi bırakıp kürsülere sardırdıydık acaba?

Şaka bir yana, gelen tepkileri birkaç gruba ayırmak lâzım. Zaten bu yazı da onun için kaleme alınıyor. Tamam insanımız, çaldığımız parçalara Kıbrıs tadı da ister istemez katıldığı için, kötü çaldıklarımızı dahi, duymazdan gelip, beğenmişler. Ama benim facebook sayfamı perişan eden mesaj bombardımanının arkasında yer alan tepkiler iki şey diyorlar:

“ Bu grup o geceye özgü kalmasın…”

“Güzel çalıyorsunuz, Kıbrıs tadında çalıyorsunuz” gibi teşekkürle karşıladığımız övgüler… Ama esas olarak şu:

“ Yahu siz bu kadar uyum içinde ve böylesine dostça müzik yapıyorsunuz da siyasette neden ayni uyum yok? ”

“ İşte Kıbrıslı Türk budur… Farklı inançlar, düşünceler, siyasi görüşler, ortak paydamız olan Kıbrıs sevgimizin önüne geçemez…”

Aslında kendi adıma biraz nostalji, biraz kurt dökme, biraz da eski dostlarla bir arada olma hevesi, bana siyasette halkın bizden ne istediğini de gösterdi. Eskiden biz insanları “bilinçli, bilinçsiz” falan diye saçma sapan bir kategorizasyona tabi tutardık sanki de vatandaş değil de Bolşevik Partisi’ne aparatçik ararmış gibi! Ama bu çağrıyı yapan, her kesimden insan var… Siyaset müzik gibi değildir. Müzikte herkes bir gamın içinde farklı şeyler çalar, armoni meydana çıkar. Oysa siyasette farklı kesimlerin çıkarlarıdır söz konusu olan.Onun için bir içki sofrasında, bir klâvyenin başında, bir mikrofonun önünde uyum sağladığınız arkadaşınızla, siyaset kürsüsünde, birbirinize girmeniz mümkündür. Ne zamana kadar? Temsil ettiğiniz o farklı farklı çıkarların, tümünün birden tehlikeye girdiğini görene kadar. İşte o noktada, çok farklı siyasi tercihler, o belâyı defedene kadar, bir araya gelip, o hedefe yönelik iş ve eylem birlikleri yapabilirler.

İki sağ ve bir sol partiden dört kişi oturup, on tane şarkı çaldık birlikte, gelen övgüler, tepkiler, memnuniyetler, bu arada bize “bunu böyle güzel yapabiliyorsunuz da siyaset?” deyiverdi… Ve ortak noktayı da işaret etti: Kıbrıs…

Kâmran Aziz’in hiç ölmeyecek bestesine gelen tepki bu: “Kıbrıs bir ada mıdır? Cennetten parça mıdır?” İşte bu noktadan çıkın yola diyordu bir dost…

Biz, değişik partilerden gelen dört müzik “aşıkısı” politikacı, bu işe devam edeceğiz; o belli oldu… Bugün sabahım beşinde Ekonomi ve Ulaştırma Bakanı Sunat Atun, bana “çalışma yerini uyduruyorum” diye mesaj atıyor… Teberrüken Uluçay’a da bir bateri aldıracağız bu gidişle…

Tarihte, siyasi hareketlerin yarattığı pek çok müzik türü vardır da bir müzik türünün sebep olduğu bir siyasi hareketlenme var mıdır, denilince çok örnek veremezsiniz.

Ama biz beş-on türkü çaldık… İnsanlarımız bize yanıt veriyor:

“Siyaseti de böyle yapın… Muhtaç olduğunuz kudret, yurt sevginizde zaten vardır…”

Aklıma John Lennon’un sözleri geliyor:

… You may say I’m a dreamer/ But I’m not the only one…”

Bir de Nazım Hikmet’in halk için söyledikleri:

“ O hoca Nasrettin gibi gülen, Bayburtlu Zihni gibi ağlayandır…”

En büyük öğretmendir, halk



YİYECEK BİZİ TRAFİK CANAVARI

Cumartesi öğleden sonra, çoğu zaman yaptığım gibi, Lefke’ye gittim… Yedidalga’ya… Saat 17 gibi hareket etmiştim. Köye vardığımda dostum İlkay Işıkgün, geçip geldiğim yolda bir trafik kazası olduğunu, ikisi tanıdık olmak üzere, üç ölü bulunduğunu söyledi… Ben geçtikten onbeş dakika sonra olsa gerek… Ayrıntıları okuyunca, üçüncü kayıbın da hiç bilmedik biri olmadığını öğrendik…

Bu yazının kaleme alındığı Çarşamba akşamına kadar trafik zayiatımız, altıya yükseldi… 1974’te bizim Lefke’nin üç dört günlük savaş zayiatı, yedi şehitti!

İnsanımız, bu belâ söz konusu olduğunda, kendinden başka herkesi suçlamayı gelenek haline getirmiştir. İlk suçlu, devlettir… Efendim, yollar bozuktur! Bizim standardımızda yolu olan bir dünya ülke var… Örneğin İngiltere’nin kır yolları halâ, tek arabanın geçebileceği genişliktedir bilebildiğim kadarıyla… “Almanya’daki otoban’lar, Amerika’daki highway’ler bizde olsa, kaza mı olurdu?” Ölümlü kazalar, çift şeritlerde daha fazla oluyor. Mağusa ve Girne yolları kasaphane gibi idi maşallah, şimdi buna bizim yol da eklendi, ilâ maşallah… Kaliteyi artırdıkça, ölüm artıyor…

“İlahi doktor! Bizdeki kıytırık çift şeridi, Amerika ya da Almanya yolları ile mi kıyaslıyorsun?”

Yok! Hayır, estağfurullah… Uzaya uydu atacak ya da Mercedes ayarında araba yapacak üretim düzeyine geldiğimizde, bizde de öyle yol olacaktır elbette, biliyorum. Üstelik Almanya’daki yollar, Hitler’in “sıfır işsizlik” politikasının gereği olarak yapılmıştır. Elde biriken kaynakları kasada saklasa, batardı… Amerika’dakiler ise 2. Dünya Savaşı sonrasında, ordu terhis edilince, Almanya’dan etkilenerek, ayni amaçla gündeme gelmiştir. Belki bir gün biz de dünyayı gözümüze kestirir, ya da dünya savaşı kazanırız da askerimiz sivilde ne iş yapacak derdine düşer, aynını biz de yaparız… Üç milyon askeri terhis edip, iş bulmak; savaş boyunca elinde birikmiş kaynakları tüketecek yer aramak kolay mı? Öyle para birikse hükümetin elinde, yol da yapar; uzay programı da…

“Ne yani? İyi yol yapmayalım mı?”

Yapalım yapmasına da Amerikan filmlerinde meşhur sahnedir. Hani sürat yapan arabanın ardına motosikletli polis düşer, sirenlerini öttürüp, ışıklarını yakıp söndürerekten… Aşılan sürat kaçtır biliyor musunuz? 90 mil… Yâni 110 km… Aştın mı o “highway”de, adam altından arabayı alıp, seni de bir gece nezarette misafir ediyor… Öyle baban falan da alamaz üstelik… Var mısınız?

Özel olarak ilgilendiğim birkaç kazada, ölümlü biten seyahat esnasındaki sürat, 200 km. dolaylarındaydı… Biraz üstü, biraz altı! Adam parayı uydurup, lüks bir araba alıyor. Sonra bakıyor sürat göstergesine: “Kaç yazıyor”? 300! Basacak… Sonra da anlatacak: “300 bastım!” Caka bu… Uçak alanı pistinde, o koca Boing’ler o sürati bulunca havalanıyormuş, ne gam! Zaten bilmez de… O sürati pistte de yapsa ölmesi riskinin, hayatta kalması şansından az olduğunun, farkında değil… Altındaki araba kaç tondur, ne kadar süratte, hangi açıda devrilir? Zaten biliyorsunuz çoğu ölümlü kaza da tek arabayla oluyor… Çarpışmalar, azınlıkta bu bakımdan…

Yani istediğimiz arabayı alalım! Devlet bize yol da yapsın ki sürüş zevkimizi de tatmin edelim. Amenna… Ancak her teknoloji, onu kullanma bilincini de gerektirir…

Sürati kısıtlamak için kamera sistemi kurulduğunda, kameraların başında “özgürlüğümüz kısıtlanıyor” diye gösteri yapanları unutmadım ben… “Keyfimizin istediği gibi canımıza kıyıp, arada birkaç da günahsızı beraber götürme hakkımız da mı yok? Bu nasıl memleket, nasıl hükümet? Fişleyeceksiniz bizi?”

“Yollar, kaygandı, karşı taraf sarhoştu” diye katakulli okumayalım bence… Hele hele, “canavar” bilmem ne diye efsaneler uydurmayalım…

Motorlu araç kullanma terbiyemizi, kültürümüzü gözden geçirmenin zamanıdır…


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin