BAYAN MARKULLİ SAYFAYI DEĞİŞTİRİR MİSİNİZ?
Gazetelere bir göz atayım dedim, Bayan Markulli, gene şikâyet ediyor… Haberin altını okumadım. Bu yaşa geldik… Halâ mı ağlaşma?
Bu “şikâyet” politikası, iki yüzyıldır, devam ediyor. Osmanlı’nın parçalanması kararı verildiğinde, I. Enternasyonal’de Roza Luxemburg ve Alman sosyalistleri bile, Osmanlı’nın parçalanmasının “ilerleme”, “ulus devletlere ulaşma” olduğunu ileri sürmüşlerdi. Karşı çıkan kimdi biliyor musunuz? Karl Marx!!! O, “Doğu Sorunu”nun Osmanlı’nın parçalanması ile çözülmesi durumunda, Osmanlı bölgesinde ortaya çıkacak istikrarsızlığın, yüzyıllarca çözülemeyeceğini söylemişti. Bu konuda onu dinleyen olmadı… Sağı ve solu ile Avrupa, Osmanlı’yı parçalamayı, kendi çıkarlarına uygun buldu. Sonunda tam ortadan kaldırılmasına karşı çıkan Mustafa Kemal’in tek destekçisi de Lenin oldu ya! Bu ayrı bir mesele…
O bölme/parçalama “ameliyesi” esnasında, Osmanlı azınlıklarının ana politikası, devleti kışkırtıp bir miktar Bulgar, Ermeni, Rum, Sırp v.s. öldürülmesini sağlamak; sonra da bu ölüleri batı kamuoyunda reklam ederek, “Bakın Türkler bize nasıl işkence ediyor” diye, ağlaşmaktı. Oysa o esnada, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında, Türk üyeler azınlıktaydı. Nerdeyse kabinede de… İttihat Terakki’nin başbakanları Memduh Şevket Paşa Iraklı, Sait Halim Paşa da Mısırlı idiler örneğin… Gayri Müslim bakanın da sürüsüne bereket… Posta Telgraf Bakanı, Ermeni idi meselâ…
Söz konusu taktik, Sırbistan’da işe yaradı… Bulgaristan’da sonuç, “alâyül alâ” idi… Bulgarlar’ın azınlık olduğu bir coğrafyada, önce Bulgar Prensliği kuruldu, sonra da krallık… Mora’da da bir dereceye kadar işledi… Hadi Arnavutluk’ta da diyelim… Ve hatta Arabistan’da da… Cemal Paşa’nın Suriye’de, Lübnan’da sakallarını dimdik ederek, gerekli gereksiz her önüne geleni nasıl astığını, kendi yaveri Falih Rıfkı Atay, pek güzel anlatıyor, Zeytin Dağı’nda… O astıkça, Araplar’ın Osmanlı’dan nasıl koptuğunu da… Yâni, ittihatçılar da o taktik sanki de başarılı olsun diye, ellerinden geleni yapmışlardır; bu da başka bir hikâye… Ünlü İttihatçı fedailar Aziz El Mısrî, Nuri Paşa, Şeyh Sunusi bile, Arap milliyetçisi olup çıktılarsa, boşuna değildir. Sonunda ilki Mısır Savunma bakanı oldu, ikincisi Irak Başbakanı, sonuncu da Libya Kralı…
Ama ayni taktik, yâni hükümet kuvvetlerini kışkırtıp, bir miktar militan öldürterek, bunu batı kamuoyunda propaganda malzemesi yapmak, ne zaman ki Anadolu içinde kullanıldı, hiçbir işe yaramadı! Tam tersi sonuçlar verdi… Sanırım bunda siyaset sahnesini devralan Mustafa Kemal ekibinin karşı taktiklerinin de önemli payı vardır… Anadolu Rumluğu, böyle ortadan kalktı… Pontus Rumluğu da… Ayni taktiği çok daha uzun bir süreden beri uygulamakta olan, Anadolu Ermeniliği de… Ama sanki de kromozomlarına işlemiş bu taktik, bu eski azınlık mensuplarının, Türkiye söz konusu olduğunda, halâ sarıldıkları tek silah olma özelliğini, koruyor.
Birkaç yıl önce konuştuğum bir İtalyan entelektüel bana: “Aman ne yapın edin, bir saat önce AB’ne girin… Bunların ağlaşmasından, biz bezdik… İlaçları sizsiniz… Bunları ancak siz susturacaksınız.” dediydi! Tabii Rumlar ve Yunanlılar’ı kastederek… Ben de üşenmeyip, İtalyan dostuma bu tarihsel serüveni anlatmıştım… Dinlemedi bile! Sadece “Susturun yahu şunları” dedi… Yunanlılar gene bir derece ama bu bizimkiler? Hafazanallah…
Adamlar, hep “mağdur”!
Tamam yahu, anladık! Kadim siyasetiniz bu… Ama canım kardeşim iki yüz senede, başka da bir politika geliştirilmez mi? Bu ağlayan çocuk imajı sıktı? Bizi değil, dünyayı da… Kaldı ki son yüz yıldır bu yoldan başarılı da olunamamış…
Bayan Markulli, gene sızıldanmaya devam ediyor…
Okumadım… Açın geçen yüzyıldan bir Atina gazetesini, ayni şeylerdir… “Hausa re gumbera!”
BUGÜN EYLEM VAR
Bugün gene eylem var…
Hani, “UBP becerir”di? “Bulur buluşturur”du? Sokaklardayız işte gene…
Aslında mesele, 1974’ten sonra kurulan mutluluk zincirinin, 2002’den beri kopmuş olmasıdır. Bir geçmişe bakalım. 1974’ten hemen sonra zamanın Türkiye Maliye Bakanı, geldi bize bir “karma ekonomi” sistemi kurdu. Türkiye’dekinin aynısı! Hatırlayın… Sanayii Holdingler, Turizm İşletmeleri, Peyak’lar, Cypfruvex’ler, ETİ’ler, Kıb-Tek’ler, Telekomünikasyon Daire’leri, KTHY’ler… Oysa hatırlayın savaştan önce adadaki elektrik otoritesi, telefon ağı ve havayolları işletmeleri, özel şirketlerdi… Cyprus Electric Autority, CYTA ve Cyprus Airways… O güne kadar biz devlet mevlet yönetmemiştik, ekonomi yönetimi hiç elimize geçmemişti. Biz bilmezdik, bilen geldi, bildiğinin aynısını kurdu… Hepsi de bizim çapımıza göre, dev yapılanmalardı, ve merkezi olarak yönetiliyorlardı. Oysa dünyada bu şekil ekonomi yönetimi, sistemin merkezi olan SSCB’de bile batmaya doğru gidiyordu o yıllarda… Ve üstelik, malını Türkiye’ye bile satamayan, kuzey Kıbrıs nereye satıp da bu hantal yapıyı devam ettirebilecekti? Sorgulayan olmadı… Sonunda, Sanayii Holding’ten başlayarak, ağır ağır tümü de batmaya başladılar. Siz bakmayın Cypfruvex’in bugünlerde bayrağı çekiyor olmasına! Aslında Poly Peck Kıbrıs piyasasına girdiği andan itibaren, ekonomik akılla yönetilen özel sektörün karşısında, gerilemeye başlamıştı o da… Sonunda siyasi sebeplerle, “mühür” değiştirilince, malûm ABAD kararı geldi, tarım sektörü de ihracat yapamaz hale geldi, sıfırı tüketti…
Türkiye ” ithal ikameci” dedikleri ekonomik düzeni uygular ve gümrük duvarları ile güya iç piyasasının korurken, bir süre “bavul ticareti” , blue jean, çanak çömlek, Amerikan sigarası, akla hayale gelmedik incik-boncuk ticareti ile çarşı nefes alıyordu. Rahmetli Özal geldi, Türkiye’nin gümrük duvarlarını bence haklı olarak kaldırdı… Bizim çarşı, o gün bugündür, astım krizi geçirir gibi nefes alıyor… Ha gitti, ha gidecek…
Poly Peck’in siyasi sebeplerle olduğu aşikâr iflasından sonra, bize bir “hizmet sektörü” sevdası düştü! Off Shore bankacılık bir meşhur oldu, bir meşhur oldu, sormayın. 2002 de gördük Vehbi’nin Kerakkesini! Hepsi battı…
Aşağı yukarı aynı dönemde, bir başka sevda edindik: Üniversitecilik! Birkaç yıl öncesine kadar, hiç de fena değildi ama nerden çıktıysa çıktı, Avrupa’da Bologna Süreci diye bir belâ çıktı. Erasmus Parogramları şunlar bunlar… Doğu Avrupa ülkelerinin çok düşük ücretle verdikleri oldukça yüksek düzeyli eğitim… Türkiye’de birden artan vakıf üniversiteleri… AB vatandaşı da olmamızla birlikte, çor çocuğu nerdeyse eşit bir masrafla İngiltere’de, Almanya’da okutma olanakları, sökün ediverdi… O sektör şimdilik dış ticaret açığımızın nerdeyse %80’ini karşılıyor ama, bir yandan da hafiften kuşku rüzgârları esiyor, Allah korusun…
İşin başından beri turizme de sevdalandıydık… Ama adanın kuzey kısmının dünya ile sağlıklı bağlantısını bir türlü kuramıyorduk. Sadece 6 uçağımız ve bir de feribotumuz vardı! Bütün dünya Girne’de tatil yapmaya kalksa ne anlamı vardı ki? Nasıl gelecekti insanlar? Yüzerek mi? Turizmcilerimiz her sene bağıra çağıra, hep gelecek baharı bekleyerek, batmakla yaşamak arasında, sun’i teneffüsle yaşar gibiler…
Yani nere el atsak kuruyor, devenin üstünde bizi yılan sokuyor.
Bir ülkeyi, hem de böyle bizimki gibi mini minnacık bir ülkeyi, dünyanın geri kalanından kesip koparırsanız, dikişi hangi tarafına vurursanız vurun, başka bir taraftan patlar… Budur mesele ve anlamamakta ısrar ediyoruz… Böyle dünyaya rest çekip, tek başına yaşamaya, Çin dayanamadı… Değil biz…
Bu yapı “sürdürülebilir” değil! Daha nasıl anlayacağız? Dünya ile bütünleşmeden başka yol, yok! Urumun sevdasından değil, işte bundan dolayı “çözüm” dedik hep…
ÇÖZÜMÜ BIRAKIN ODUNCU KÖR BAKİ’YE BAKIN SİZ…
Sabah gazetelere baktığımda adını görmezsem, o gün, hastalar olduğum Barış Mamalı’nın, bu defa artık lâfı dolandırmayı bir yana bırakıp, memlekete yeni bir anayasa hediye etmeye karar vermiş olduğunu, sevinçle gördüm dün! Madem Mamalı bu işe el attı, tamamdır… Rahat uyuyun… “Fikrin ve Hukuk’un Üstünlüğü Hareketi”! Elbette… Fikir iyidir… İdi Amin’in, Saddam’ın, Hitler’in, Çombe’nin de “fikirleri” vardı elbette ama onları boş verin siz… “Fikir”, fikirdir yâni ve iyi bir şeydir… “Hukuk” aslında en iyisi… Ben Hammurabi Yasalarını, Fatih ya da Kanuni Kanunnameleri’ni çok severim meselâ… Üstün olmalı tabii… Yâni şimdi benim bir kölem olsa, bana karşı bir suç işlese, canını almaya hakkım var mıdır? Yok mudur? Nerden bilecem? Hukuk Fakülteleri’nde ders olarak okutulmuyor mu Roma Hukuku? Ne kaldırırlar “meriyetten”? Hukuk dedin mi duracaksın arkadaş… Öyle lâstik gibi değildir yâni… Çekince uzamaz… Yazar Hammurabi, hep geçer… Zere neden? Zere üstündür da ondan… Bazı avukatlara soracan, onlar bilirler… Öyle milletvekilleri falan karışmasın böyle işlere! “Meclis anayasa yazamaz” Kim yazar? Fikren ve hukuken üstün adamlar var, onlar yazarlar…
Siz Çil Osman Olayı’nı biliyor musunuz? Hazret Kıbrıs’a vali olmak için, rüşvette kantarın topuzunu kaçırmış, bir de gelip bakmış ki adadaki vergi mükellefi, nerden baksan 11 bin kişi… Bunun bin kese altına ihtiyacı var! Rüşvet borçları ödenecek… O devirde de adada, zenginler 30 kuruş, orta halliler 20 kuruş, fakir fukara da 10 kuruş vergi veriyor. Yanlış bilmezsem 100 kuruş bir lira ediyor, bin lira da bir kese… Hadi topla bakalım o parayı da görelim… Burada gâvuru müslümanı da “Yapma etme, yok bu millette öyle para, kime sordun da o kadar rüşvet verdin? Bu nasıl hesap? Deli mi oldun? Bu adanın kendi etmez o parayı! Ne vergisi?” dese de tutmuş İstanbul’dan habersiz, ek vergiler koymuş. Piskoposları da sarayda oturmaya mecbur etmiş ki olmaya da kaçıp İstanbul’a gider de durumu anlatırlar! Mesele çok çetrefillidir ama ben keseden gideceğim! Kıbrıslılar bu meseleyi çözdü… Çil Osman ve 18 adamını öldürüp, hazinesini de soydular… İstanbul’dan meseleyi araştırmaya gönderilen iki yetkiliye de gerekli rüşvetleri verip, Rumlar 14 kuruş, Türkler ise 7 kuruş vergi’ye anlaştılar! O kadar…
Rumlar garip, vergilerini öderken; bu bizim Türkler, “biz Türküz, vergi mergi vermeyiz” diyerek, Mesarya’da tahsildarların canına kastettiler… Yetmedi, dönüp isyan da çıkardılar… İlle vergiyi bedavaya getirecekler… Osmanlı iki tümen asker gönderip, isyanı bastırdı… Baktı ki kimi gönderse başa çıkamıyor, başımıza Kıbrıslı bir vali atadı: Klâvyalı Oduncu Kör Bâki… Bu ayrı bir melânet destanıdır ki yazsam yer yetmez… Sonucunda iki isyan ve iki tümen daha asker… Bunun masraflarını gerçi başpiskoposluk ödedi, Osmanlı’nın cebinden para çıkmadı ama, işe bakın… Valinin rüşveti toplama gayreti, Osmanlı’ya 3 isyan ve 4 tümen askere mal oldu…
Şimdi ben bunu neyin üzerine getirecektim? Kıssadan hisse diyeceğim ama, sandığınızı değil… Bu memleketin entrikası, Bizans sarayını aşalı, nerede ise bin yıl oluyor… Beş yüzünde biz de buradaydık… Osmanlı Dönemi vak’a nüvisi Kiprianos, “ nankörlük, Kıbrıslılar’ın eski alışkanlığıdır” der…
Ha şimdi, “hükümet ne olacak”tan tutun; yıl sonuna çözüm’e kadar gelin… Bu memlekette hiçbir zaman beklenen, öngörülen olmamıştır… Bence TDP belki de geçmişine sövdüğü ÖRP birlikte ile hükümete girecek, çözüm de olacak… Talât, Anastasiadis’le; Eroğlu da Hristofyas’la ortak listede aday olacaklar… Bunu da göreceksiniz…
DAVUL TOZU
Taner Ulutaş birkaç gündür köşesinde veya ilk sayfada Lara Beach ile ilgili bir haberi işleyip, geliştiriyor. Bizim hükümette olduğumuz günlerde, “yatak sayımız şu kadar arttı, bu kadar arttı” söylemleri karşısında, hep şunu sorardım. Kendime de “yetkili” arkadaşlarıma da:
Yatak sayımız, örneğin İtalya’yı aşsa ne olacak? Ne anlamı var? Buraya insanları ulaştırmak için kaç koltuk sayımız var? Asıl önemli olan o değil mi? Yatak sayınızı 25 bin yapın ama adaya haftada ulaştırabileceğiniz insan sayısı, 3 bin bile değil… İki haftalık bir tatil dönemi için buraya ulaştırabileceğiniz yolcu sayısı hadi olsun 5 bin… Yataktan da domates salçası ya da reçel yapıp konserve olarak satamayacağınıza göre, ne faydası var size yatakların?
“ Ercan’ı uluslar arası trafiğe açacağız!”
Yalandır, açamayacağız… Birkaç sebepten:
Öncelikle dünya sivil havacılık örgütü IATA bunu kabul etmiyor da ondan… Niçin mi etmiyor? Güney Kıbrıs oranın üyesi ve bizim de ayrıca üye olmamıza izin vermez. Ama sadece bundan değil. Mısır ile Anadolu’nun güney kıyıları arasındaki hava sahasını kimin denetleyeceği, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra kararlaştırılırken, Türkiye bu alanın kontrolünü o zaman doğu Akdeniz’in patronu olan İngiltere’ye hediye etti. İngilizler de bu hava sahasını, Lefkoşa Havaalanı Kule’sinden yönetmeye başladılar. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken de bu sahanın kontrolü, bu yeni devlete verildi. 14 Mart 1964 tarihli Güvenlik Konseyi de bu devletin, Makarios’un başında bulunduğu hükümet tarafından temsil edildiğini tescil etti. Türkiye temsilcisi de o karara olumlu oy kullandı. Böylece o “yeni devlet”in erkinin kim olduğunu uluslar arası hukuk, belirledi. Denktaş’tan başka karşı çıkan da bulunmadı, söylendiğine göre… Şimdi bu hava sahası, Avrupa ile Uzak Doğu arasındaki uçuş koridorunun bulunduğu alandır. Istanbul’dan Kuala Lumpur’a uçmak için izlediğiniz güzergâh, İstanbul, Lefkoşa, Şam, Dubai, Mumbai, Madras ve Kuala Lumpur’dur örneğin. Geri dönerken pilot ayni rotayı ilân eder ama örneğin Lefkoşa’nın üstünden değil, Karpaz’ın üstünden geçer. “Gık” da diyemezsiniz… Burada bir ikinci kontrol otoritesini resmen tanımak, hava ulaşımının ana arterlerinden birini kesmek demek olur. IATA böyle bir riski göze alamaz… Orası onaylamadan da bir havaalanını uluslar arası tarifeye sokamazsınız. İşte bunun için, bizim Ercan’ı açıp da doğrudan sefer yapabilmemiz için, önce güney’in bunu kabul etmesi lâzımdır ki herhalde intihar edecek kadar geri zekâlı ya da saf değiller.
O zaman sizin kendi ulaşımınızı, kendinizin sağlamanız gerekir. 25bin yatağınız mı var? En azından haftada 12bin 500 yolcuyu, Ercan’a indirebilmelisiniz… En büyük yolcu uçağı 300 küsur yolcu taşıyabildiğine göre, kaç uçak ve kaç sefere ihtiyacımız olduğunu, siz hesap edin… Bu gerek şarttır ama yeter şart değildir. Bir de bu insanları, dünya fiatlarında ve dünya zamanında indirmeniz gerekir. Güney’e dört saatte ve meselâ elli euro’ya gelen adama sekiz saat yol ve 400 euro fiat da önermemeniz lâzım… Kıbrıs Sorunu bu halde kaldığı sürece, o da mümkün değil… O zaman ben yalnız Lara Beach’de değil, herhangi bir yerde verilen teşvik’i şaşkınlıkla karşılarım. O sayıda turisti nasıl getireceksiniz ki o yatakları dolduracaksınız?
Neyi teşvik ediyorsunuz? Yoksa, aradaki “çorba paraları” mıdır mesele?
“Kumarcılar gelecekler”! Kumarbazın kendine bile hayrı yok! Bize ne hayrı olacak? Adam kumarhane açıp önüne gelen kazı yolacaksa, devlete ne? Vergi mi alabiliyor? İş zaten İstanbul’da bitiyor… Neyin vergisi?
Resmen davul tozu, minare gölgesi…
KAPİTALİZM KOŞULLARINDA SOL EKONOMİ YÖNETİMİ
“Sol” insanlığın özgürlükten ve refahtan eşit pay talep etme hayalidir!
Sol bir parti, ekonominin yasalarının insan iradesinden bağımsız olduğunu bilir! Ama bu yasaları, refahın eşit paylaşılması hedefine ulaşmak için, bütün insanlığın yararına kullanmak marifetini geliştirir. Bu olur mu? Yer çekimi yasası, insanlığın aya gitmesine engel olabildi mi?
Pazar Ekonomisi, aslında “Ekonominin insan iradesinden bağımsız yasalarının önünü açın, altında kalanın da boynu koparsa kopacaktır, ne yapalım?” ana fikrine dayanır. Düşüncenin derinliğinde, gider gider ta Doğal Seleksiyon teorisine dayanır. Yani güçlü olan yaşar, güçsüz olanı doğa temizler, böylece toplumun kalitesi de artar.
Onun tam tersi olacak diye, hatadan hataya düşen, Sovyet iradeye bağlı ekonomi yönetme deneyimi çökünce, ki o tavır ve politika klâsik Marxist düşünceyi anlamayıp, indirgemeye dayanmaktaydı, bayram eden sosyalizm karşıtlarının çıkardığı vaveylâ o boyuta ulaştı ki bu lâf son derecede popüler oldu. Nerdeyse, Marx’ın o ekonomik yasaların irade dışılığı ile ilgili tespitini de içerir bir biçimde anlaşılmaya başlandı. Oysa bu kimin görüşü idi temelde? Adam Smith ve takipçilerinin! Marx yaşarken, Adam Smith yok muydu? Vardı… Kapital’deki birçok tespit, onun görüşlerine karşıdır! Şimdi o haklı çıktı diyeceksek, Marx yanıldıydı da dememiz lâzım. Bu bir hak tabii… Ancak nerede yanıldığını da ortaya koymak gerekiyor. Değer Teorisi mi yanlıştı, Ücret Teorisi mi, Artı Değer Teorisi mi?
Şimdi soruyorum: Sosyal bir Pazar Ekonomisi olur mu? Bakın açıkça söyleyeyim, o teorinin sahipleri açısından bakarsanız, olmaz! Sosyal düzenleme diye pazara yapacağınız her müdahale, pazarı “bozar” çünkü! “Yerçekimi yasası, yer çekimi yasasıdır! İnsan uçamaz!”
Burada ayraç, tercihtir… Yer çekimi yasasına karşın, siz uçmayı mı tercih ediyorsunuz, yoksa onu bahane edip, yürümeyi mi? Hangisi sizin temsil ettiğiniz çıkarlara uygun? Ya da siz o bahane ile hangi çıkarlara yarar sağlıyorsunuz?
Çünkü: Politika bir tercihtir…
Doğru da bir tek mutlak gerçekten ibaret, değildir. Çeşitli sınıf ve katmanların, üretim süreci içinde oynadıkları rollere bağlı olarak, her birinin kendi “gerçeği” vardır! Siz hangisini tercih etmektesiniz? Politik varlığınızı da bu belirler, hangi tanımla tanımlanacağınızı da! Adı her neye çıkmış olursa olsun, sizin ne olduğunuzu, üyesi olduğunuz herhangi bir kurum değil, tercihiniz belirler. Politik bir parti iseniz, bu tercihi ayan beyan, açıkça ortaya koymak zorundasınız! “Bütün toplumun, hepsinin birden çıkarlarını savunuyorum ben” diyemezsiniz! Çünkü toplum, üretim sürecinde çıkarları birbirine antagonist sınıflardan oluşur. Belki iyi bir benzetme değil ama hem katilin, hem de maktülün çıkarları aynı anda savunulamaz.
Kimi tercih ettiğiniz, açıkça ortada olmalıdır. Yoksa size lüzum yoktur politikada…
Bu koşullarda, politika yapmanın, üç yolu vardır: Ya, “biz yanıldıydık” deyip, müesses nizama yamalanacaksınız! Ya, marjinal gruplar halinde, bir köşede memnuniyetsizliğinizi dile getiren bir çevre olacaksınız! Veya zaman zaman hükümete de gelerek, hem genel sosyalizm hedefinize ve hem de güncel iyileştirmelere de hizmet ederek, topluma katkınızı vereceksiniz. İlkini ele almaya da değmez… Ben üçüncü yolu tercih eder, ikincinin pasifizm olduğuna inanırım. Kimse de hallenmesin çünkü bu mesele, ta Lenin zamanından beri tartışılmakta olup, kapitalizm koşullarında uygulanacak politikalar ta o zamandan, “Asgari Program” diye literatüre girmiştir.
Kapitalizm koşullarında, nasıl bir ekonomik program uygulayacaksınız ki hem bütün toplumu yönetebilesiniz ve hem de “sol” kalabilesiniz?
Soru budur…
Çıkıp bugün bile “değeri arz ve talep belirler” diyebilen “teorisyenlerin yapabileceği iş değil bu…
KENDİN EDİP KENDİN BULMAK
Memlekette tozdan dumandan ferman okunmaz hale geldi gene… İki adet DP milletvekilinin, bakanlık ve genel sekreterlik karşılığı UBP’ye geçtiği iddiaları, bu satırların kaleme alındığı saate kadar ne yalanlamış, ne de doğrulanmıştı. Ancak, sözü geçen iki milletvekiline, parti başkanının bile ulaşamaması, hatta disiplin kuruluna sevkedilip, partiden ihraçları kararı alındığı medyada duyulmasına rağmen, hiçbir biçimde konuşmamaları, iddianın doğruluğunu kanıtlar nitelikte…
Geçen dönem birkaç milletvekilinin UBP’den ve DP’den ayrılıp, bir başka parti kurmaları ve hükümete ortak olmaları karşısında, özellikle bu iki parti milletvekillerinin mecliste önce boykot, sonra da her oturum kürsüye çıkıp, “sayın iradeyi temsil eden milletvekilleri” söylemi ile her oturumda “partiden istifa”nın, “ahlâk dışı” olduğuna dair iddiaları geldi birden gözümün önüne… Sevgili Taçoy örneğin… Sevgili Özgürgün… Ve hatta şimdi istifa eden sayın vekillerden biri…
Bu dönem, bu yeni duruma neler diyorlar acaba? Ben, ilk ikisinin parti disiplini çerçevesinde, muhalefet edeceklerine inanıyorum da kimi inandırırsınız?
Siyasi Partiler, Seçim ve Halk Oylaması, Meclis İç Tüzüğü gibi yasal konulara girip, bu tavrın yasalara uymadığını; ya da siyasi ahlâk konularına girip, onunla çelişip, çelişmediğini tartışacak değilim. Bazı köşe yazarları gibi, bu olup bitene kızmadım da… Çünkü herkes bildiği gibi siyaset yapar, cezasını ya da mükâfatını da ilk seçimde görür bence… Şimdi bu harekât çerçevesinde, koltuğu elinden alınacak söylentileri dolaşan sevgili Ahmet Kâşif de böyle yapmış, partisi DP’den ayrılıp, UBP’ye gittikten sonra, ilk seçimde sayın Eroğlu’ndan fazla karma ve tercih oyu almıştı! Demek ki onun seçmeni, partisini terk etmesini, onaylamış, o zaman! Başbakan Küçük’ün kurultay öncesindeki açmazı, hem mevcut sayı ile hükümet edemeyecek olması, hem de koalisyon olsun; böyle transfer yoluyla olsun, mevcut bakanları yerinden oynatırsa, kurultayda zorluk yaşayacağının bilinmesiydi. Bunu aşmak için bulduğu çözüm, kendisine karşı aday çıkacağı, en azından destek vermeyeceği belli olan Kâşif’in koltuğuna bir başka doktor ayarlayıp, Mağusa’yı da Hasipoğlu ile toparlamak üzere ona da genel sekreterlik önermesi, kendi mantığı içinde, anlaşılır ve o mantıkla tutarlı! Tabii bu arada koalisyon ümidi ile kendilerine destek olanlara da bir bardak soğuk su ikram etmeyi de ihmal etmemeliydi. Her halde ikram işini, meclis açılınca yapacak… Ertuğruloğlu’nun da kurultay öncesi veya sonrası yuvaya dönmesi ve belki de katılacak bir iki daha milletvekili ile UBP’nin bu dönemi, meclis çoğunluğunu ele geçirerek, tek başına tamamlayacağı ortaya çıkmıştır, hayırlı olsun!
Burada tabii ki iki satır da sevgili dostum Serdar Denktaş’a söylemek gerekiyor: DP’nin ipini çektiğin iki kırılma noktası var sevgili Serdar! İlki, dolduruşa gelerek, çıkıp o mitingde esip gürlemendi! Hangisi olduğunu hatırlıyorsun değil mi? İkincisi de Eroğlu’nun elini öptüğün gün… Ben sana şimdi ne deyim? Kim sana yalan söylediyse hep ona inandın sevgili dostum…
Ancak bu süreç, UBP için de hayırlı bir süreç olama aday değildir o da biline… UBP mensupları bu türden bir operasyonu en son ne zaman yaptıklarını ve o dönemin sonuçlarını iyi düşünmelidirler.
Pragmatizm, siyasette anlaşılabilir bir tavırdır ancak, daha dün söylediğinizi bugün inkâr ederseniz, bunu faydacılıkla bile izah etmekte zorlanırsınız. Kısa günün kârı da her zaman beklendiği düzeyde olmayabiliyor. Umarım yanılırım ve bu “hal” memlekete bir fayda sağlar…
“Değiştik” söyleminin, sadece bir söylemden ibaret olduğu görülüyor. Halâ siyaset, entrikadan ibarettir sanılıyor. Yazık…
PROFESYONEL FUTBOL YA DA BAĞDAT’TAN DÖNEN HESAP
On yıl kadar önceydi. Bir futbol kulübünün başkanı olan yakın bir arkadaşım, bana “devlet futbolculara para versin” deyip, fesin başımdan sıçramasına neden olmuştu.
“ Niçin?”
“ E futbolumuz ölecek…” Ben de sormuştum:
“ Son yıllarda kaç tane Galliga, Zihni, Erbay, Ayhan, Orhan, Özer Komando, Baba Fevzi, Derviş Doğa, Şükrü, Yaşar, Üstün, Enis çapında futbolcu yetiştirdiniz? Hani nerde Sevim Ebeoğlu’nuz, Önder Natık’ınız, Üner’iniz? Ne parası yahu?”
O ara şimdi kimse kusura kalmasın ama basında spor yazıları yazan arkadaşların da doldurmasıyla, durduğumuz yerde, profesyonel futbol meraklısı oluverdiydik. Tabii sağdan soldan para edinip de toplumda yer de arayan nevzuhur iş adamlarımızın, ortaya saçtığı paranın da önemli rolü vardı, bu anormal talepte… Adam top oynayacak, maaşını devlet ödeyecek! Niçin?
FİFA, profesyonel olmak için bazı koşullar ileri sürer, yerine getiremeyeni, amatör liglere geri gönderir, dünyada… Dünya standardında stadın, antreman tesisin, sağlık ve kamp tesislerin, salonun, sağlık ekibin olacak! Bunlar yetmez… Her sene bilançon dengeli olacak! Yoktur öyle kaynağı belirsiz para ile aklına geleni transfer etmek, devletten yardım alıp, tesis yapacağına, futbolcu maaşı ödemek… Teşvik primlerini, şikeyi, beti bir kenara bırakıyorum. İtalya gibi memlekette Fiorentina gibi takımın, mali nedenlerle nerelere gönderildiğini unutmadık. O günlerde, bunları söylediğim kulüp başkanı arkadaşım, belli etmemiş ama sanırım bana kızmıştı.
Profesyonel futbol, bir sanayidir. Şirketleşen futbol kulüpleri, tv hakları, reklam gelirleri, promosyon satışı gelirleri, stad gelirleri, çeşitli şirketlerdeki iştirak paylarının gelirleri ve başarılarına göre UEFA; FİFA gibi dünya kurumlarından aldıkları primlerle, bir bütçe oluşturur, o bütçeyi denk tutarak, transfer v.s. yapar, profesyonel liglerde tutunurlar. Ayakları kaydığı anda da “profesyonelliğin gereğini yerine getirmeye gücü yok” diye, alt liglere, amatör liglere gönderilirler. Manchester United, en güçlü profesyonel futbol kulübü diye bilinir, çünkü her maçını en az 66bin seyirci ile oynar. Devletten yardım isteyecek hale düşse, hemen o saat amatör lige postalanır…
Kıbrıs’ın kuzeyinde, böyle bir faaliyeti sürdürecek bir yapı, yoktur. Ne seyirci sayısı, ne reklam pastası, ne tv gelirleri buna uygun değildir. Profesyonelleşme diye diye, üst liglerimizi yabancı doldurup, gençlerimizin önünü tıkadık. Bu yetmedi, köylere hatta mahallelere kadar birer futbol kulübü uydurup, her köye bir, bazılarına daha çok çim saha doldurup, devletin başına sardık. Böylece, üst liglerin yerli futbolcu kaynaklarını da öldürdük. Adı duyulsun için, her kulübün başına da hasbelkader biraz para kazanmış her kim varsa getirdik… Ne oluyordu? Alıkoyun da profesyonel futbol oynayacaktık.” Ambargolar kalksın”ıdı da Arsenal’la, United’la, Real Madrit’le, görülecek hesabımız vardı… Barselona’ya haddini bildirecektik, tutmasınlardı bizi… Oysa en popüler futbolcularımız, Avrupa liglerinin en dibinde yer alan Rum takımlarına giremiyor, yedek kalıyorlardı. Zihni’nin, Derviş’in, Sevim’in, Oğuz’un kulakları çınlasın… Son ikisi Premier lig’de de oynadı aklımda yanlış kalmadıysa…
O sıralarda, “yahu etmeyin, eylemeyin böyle memlekette profesyonel futbol olur mu? Hangi kaynakla olur? Deli mi oldunuz? Varsa o değerde adamımız, gitsin Chealse’de oynasın, milyon dolar kazansın… Aha Mustafa İzzet oynar, Colin Kâzım oynar… Hepsini batıracaksınız” mealinde bir yazı yazdıydım… Bir spor yazarı, “Be doktor, destek ol dedik, köstek olun be gardaş” dedi… Bir milletvekili de gülümseyerek, “istemen galiba bir daha seçilesin” dediydi, mecliste…
Akılsız baş ile ilgili bir darb-ı mesel var ama şimdi yazsam, ayıp kaçacak…
Dostları ilə paylaş: |