Toplumsal sistem gerçekliĞİ


GENSİN İÇİNDEN DEVLETİN DOĞUŞU



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə31/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   133

GENSİN İÇİNDEN DEVLETİN DOĞUŞU

Tekrar Engels’e dönüyoruz: “Şimdi, bu toplumsal devrim süresince gentilice örgütlenmenin ne olduğuna bakalım. Kendi katkısı olmaksızın fışkırmış bulunan yeni ögeler karşısında bu örgütlenme güçsüz kalmıştı. Varlığının ilk koşulu, gens ya da aşiret üyelerinin yaşadıkları toprak üzerinde birleşmiş olmalarıydı. Ama bu durum uzun süreden beri ortadan kalkmıştı. Her yerde gensler ve aşiretler biribirine karışmıştı, her yerde köleler, metekler, yabancılar, yurttaşlarla birlikte yaşıyorlardı. Ancak barbarlığın orta aşamasının sonuna doğru erişilmiş bulunan yerleşme yeri değişmezliği, ticaret, çalışma değişiklikleri ve toprak mülkiyetindeki değişmeler yüzünden durmadan bozuluyordu. Gens üyeleri, kendi ortak işlerini bir düzene koymak için artık birarada toplanamıyorlardı; yalnızca dinsel törenler gibi ıvır-zıvır şeyler halâ iyi kötü yapılabiliyordu. Gensin savunmakla görevli ve yetkili bulunduğu çıkarlar yanında toplumsal yapıda meydana gelen değişme, yalnızca eski gentilice düzene yabancı olmakla kalmayıp, ona büsbütün karşı yeni gereksinme ve çıkarlar doğurmuştu. İşbölümünden doğmuş bulunan zanaat gruplarının çıkarları, kentin köyle karşıtlık durumundaki özel gereksinmeleri, bütün bu farklı çıkar grupları arasındaki dengelerin korunabilmesi, bu işe uygun yeni organizmalar gerektiriyordu; ama bu gruplardan herbiri çeşitli gensler, kabileler ve aşiretlerin üyelerinden meydana geldiği için; hatta içlerinde yabancılar bile bulunduğu için; bu durumda ortaya çıkacak yeni örgütlenme biçiminin de gentilice örgütlenmenin yanı başında, ama onun dışında, sonuç olarak da ona karşıt bir biçimde kurulması gerekiyordu. Çıkarlar arasındaki bu çatışma her gentilice topluluk içinde artık kendini hissettiriyordu; zenginlerle yoksullar, tefecilerle borçlular aynı gens ve aynı aşiret içinde toplandığı için bütün bu çatışmalar en yüksek noktalara kadar varıyordu. Bütün bunlara, yabancı yeni nüfus kitlesi de ekleniyordu ki , bu kitle Roma’da olduğu gibi ülke içinde bir güç durumuna gelebiliyor ve kandaş soylarla aşiretler içinde yavaş yavaş özümlenebilmek için çok kalabalık bulunuyordu. Bu kitle karşısında gentilice birlikler, kapalı, ayrıcalıklı loncalar olarak dikiliyorlardı; ilkel, kendiliğinden demokrasi iğrenç bir aristokrasiye dönüşmüştü”.


“Son olarak, gentilice örgütlenme, içsel çelişkileri bulunmayan bir toplumdan doğmuştu ve yalnızca bu nitelikteki bir topluma uygundu. Bu toplum, kamuoyu hariç hiçbir zorlama aracına sahip değildi. Ama işte iktisadi varlık koşulları gereğince özgür insanlar ve köleler, zengin sömürücüler ve yoksul sömürülenler biçiminde bölünmek zorunda kalan bir toplum doğmuştu; öyle bir toplum ki, bu uzlaşmaz karşıtlıkları uzlaştıramamakla kalmıyor, tersine onları daha da geliştirmek zorunda kalıyordu. Böyle bir toplum ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki açık bir savaşımı içinde, ya da görünüşte bu uzlaşmaz-karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen, sınıflar savaşımına, olsa olsa iktisadi alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren, bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi: gentilice örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentilice örgütlenme, işbölümü ve bunun sonucu toplumun sınıflara bölünmesi ile paramparça olmuştu. Yerine DEVLET geçti”...
“Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir.. Devlet, daha çok, toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki bir üründür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz-karşıtlıklara bölünüşünün ve kendi kendisiyle çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Bu koşullar altında, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların ve toplumun kısır bir savaşım içinde eriyip gitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan ve çatışmayı hafifleten, onun düzen sınırları içinde tutulmasını sağlayan bir güce ihtiyaç vardı; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir”.
“Devlet, eski gentilice örgütlenmeye göre, ilkin, uyruklarının toprağa göre dağılmasıyla belirlenir. Gördüğümüz gibi, kan ilişkileriyle kurulmuş ve devam ettirilmiş bulunan eski gentilice birlikler, büyük ölçüde üyelerinin belirli bir toprağa bağlı olmalarını gerektirdikleri halde, bu bağlar uzun zamandan beri çözülüp yokoldukları için, yetersiz bir hale gelmişlerdi. Toprak olduğu yerde duruyordu, ama insanlar hareketli duruma gelmişlerdi. Bu durumda toprağın bölgelere göre bölünüşü hareket noktası olarak alındı ve yurttaşlar gens ve aşiret ayrımı yapılmaksızın, nerde yerleşmişlerse orda, kamusal hak ve görevlerini yerine getirmeye bırakıldılar. Bu şekilde, uyruklarının ait oldukları yere göre örgütlenmesi, bütün devletlerde ortak ve geçerlidir”....
“İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. Kölelerin de nüfusa dahil bulundukları düşünülürse, 365000 köle karşısında 90000 Atina yurttaşı, ancak ayrıcalıklı bir sınıf oluşturur. Atina demokrasisinin halk ordusu, boyunduruk altında tuttuğu kölelere karşı, aristokratik bir kamu gücüydü; ama, yurttaşlara da söz geçirebilmek için, daha önce anlatmış olduğumuz gibi, bir jandarma kuvveti zorunlu oldu. Bu kamu gücü her devlette vardır; ama o yalnızca böyle silahlı adamlardan oluşmaz; gentilice toplumun hiç bilmediği hapisanelerin ve bunun gibi diğer birçok kurumların bir bileşimidir o” [7].

ENGELS-TARİHİ MATERYALİZM- DİYALEKTİK MATERYALİZM

Bu çalışmanın amacı, tarihsel-toplumsal gelişme sürecini bilişsel bilim alanına taşıyarak onu bu düzeyde açıklamaktır demiştik. Ama bunu nasıl yapacağız? Bugüne kadar söylenilenleri-bilinenleri bir kenara iterek, “yeni” şeyler söyleyerek mi? Şöyle bir örnek verelim: Dağlardan tepelerden doğup denize doğru akan o ırmakları, dereleri düşününüz! Sonunda bunların hepsi geliyor denizin varlığında yok oluyorlar. Bilişsel bilim de insanlığın bilgi üretimi sürecinin oluşturduğu o deniz’dir! Demek istediğimiz şeyi şöyle formüle edelim: Hangi biçim altında, hangi amaçla üretilmiş olursa olsun, bilgi bilgidir. Tıpkı her derenin taşıdığı su’yun su olması gibi! Bu nedenle, insanlığın bugüne kadar emek harcayarak yarattığı-ürettiği hiçbir bilgiyi bir yana itmemeliyiz. Her durumda, hangi biçim altında gelişmiş olursa olsun bilgiye-öz’e sahip çıkarak onunla bütünleşebilmeliyiz. Tarihsel-toplumsal evrim sürecini bilişsel bilim zemininde açıklayabilmek demek, bugüne kadar o sürecin içinde yaşayan bir taraf olarak kendimize göre, içinde bulunduğumuz toplumsal sınıfın çıkarlarına göre yorumlayarak “bildiğimiz” şeyleri, yeniden ele alıp, bunları İnformasyon İşleme Bilimi zemininde yeniden açıklayabilmek demektir. Bildiğini sandığın, hatta bildiğinden “emin” olduğun birçok şeyi sorgulayabilmek kolay bir iş değildir tabi, ama başka yolu da yoktur bunun!


Engels’den bu kadar uzun aktarmalar yapmamıza gelince! Marx-Engels, işçi sınıfı biliminin kurucularıdır. Dünyaya işçi sınıfının gözüyle baktığınız zaman görünenlerin bilgisinin-biliminin yaratıcılarıdır onlar. Evet bugün artık yepyeni bir dünya doğuyor eskinin içinden. Kapitalizm küresel bir sistem haline gelirken kendi inkârını da yaratıyor. Burjuvaziyle birlikte işçi sınıfının da yok oldukları, yeni, sınıfsız bir bilgi toplumuna doğru gidiyor dünya. Ama bütün bunlar öyle havada oluşmuyor! Bilgi toplumu, kapitalist toplumun içinde, onun bağrında oluşuyor. İşçi sınıfı da toplumsal bir ana rolünü oynuyor bu süreçte. Bilgi toplumu bebeğini kendi ana rahminde büyüterek doğuma hazırlıyor. Böylece hem kendini üretiyor, hem de inkâr ediyor. Bebek, annesinden aldığı gıdalarla beslenerek büyüyor, büyüdükçe de onu inkâr ediyor. İşçi sınıfı ve onun bilimi yok olurken, Bilgi Toplumu-bilişsel bilim doğuyor!
Engels’ten yaptığımız alıntıları bir kere daha okuyun ve sonra bütün bunları, varılan sonuçları yanyana sıralayarak, bunların içinde “kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecine” uygulanan “Tarihsel Materyalizm” ya da “Diyalektik Materyalizm” anlayışını arayın, olay apaçık çıkar ortaya!..
Materyalist dünya görüşünün esasını, herşeyin, objektif-mutlak bir gerçeklik olarak, “kendinde şey olarak” varolduğu anlayışı oluşturur. Olayları ve nesneleri Diyalektik ve Tarihi Materyalizm açısından açıklamaya çalıştığınız zaman tablo şudur: Örneğin (A) bir olay, ya da bir nesne olsun. Bir toplum da olabilir bu. Herşeyden önce bu (A), kendinde şey olarak, objektif mutlak bir gerçekliktir ve kendi içinde kendi zıttıyla birlikte varolur. Kendi zıttını yaratarak varolur. Sonra da ona dönüşerek kendini inkâr eder31, sürecin belirli bir noktasında (A)’nın içinde gelişen zıttı belirleyici unsur haline gelir. Bu durumda, az önceki örneğe dönersek, buradaki (A) kapitalist toplum ve onun temsilcisi burjuvazi, (B) de, bu toplumun içinde onun zıttı olarak gelişen ve işçi sınıfı tarafından temsil edilen “sosyalist toplum” oluyor. “Diyalektik Materyalizm’in” zıtların birliği ve mücadelesi anlayışı bu. Kapitalizm geliştikçe onun kendi içindeki zıttı da gelişiyor. Üretim, yoğunlaşmayla birlikte, gittikçe daha çok toplumsal bir olay haline geliyor, bu da, süreç geliştikçe, üretim araçlarının özel mülkiyetiyle çelişiyor. Sonunda da işçi sınıfının temsil ettiği yeni toplum biçimi eskinin yerini alıyor. “Tarihi Materyalizmin” ve onun esasını oluşturan “Diyalektik Materyalizmin” kapitalist topluma uygulanmasının sonucu budur.
Gelelim şimdi Engels’ten yaptığımız alıntılara, ve bu kadar alıntıyı neden yaptığımıza! İlkel komünal toplumu ele alıyoruz. Bunu (A) olarak düşünelim. Şimdi, bu (A)’nın içinde, onun zıttı, diyalektik inkârı olarak varolan ve gelişen şey nedir? Sınıflı toplum mudur? Evet! Engels’ten yapılan bütün alıntılardan çıkan sonuç da budur. Yani ilkel komünal sınıfsız toplumun diyalektik inkârı, onun içinde, onun bu anlamda zıttı olarak doğan ve gelişen sınıflı toplumdur. Ama sınıflı toplum, ilkel komünal topluma ait bir oluşum, bu anlamda onun-sistemin bir parçası değil ki; onun tarafından yaratılan, ama onun inkârı olan ayrı bir nitelik o! İşçi sınıfı ise, kapitalist sistemin içindeki bir varlıktır, kapitalist üretim sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bununla, ilkel komünal toplumun içinde oluşan sınıflı toplum aynı durumda değildir! Kapitalist toplumun içinde, onun diyalektik zıttı-inkârı olarak oluşan-ve gelişen, işçi sınıfının temsil ettiği “sosyalist toplum” değil, modern komünal toplumdur-bilgi toplumudur. İşçi sınıfı ise, kapitalizmin içindeki bir sınıf-varlık olarak, sistem kendini ürettikçe-inkâr ettikçe onunla birlikte (burjuvaziyle birlikte) yok olmaktadır. Kapitalizmin yerini alacak olan sistemde-bilgi toplumunda işçi sınıfına da yer yoktur!
Şurası çok açık! Marx ve Engels’in kapitalizmden modern sınıfsız topluma geçişi incelerken geliştirdikleri devrim anlayışıyla (kapitalist toplumun kendini inkârı sürecini incelerken geliştirdikleri diyalektik anlayışıyla), örneğin ilkel komünal toplumdan sınıflı topluma geçişi incelerken uyguladıkları yöntem arasında elle tutulur bir çelişki vardır. Aynı çelişkiyi feodal toplumdan kapitalist topluma geçişi açıklarlarken de görürüz. Örneğin, feodal toplumun kendini inkârı sürecini açıklarken de, bunu sadece onun iç çelişkisiyle açıklama hatasına düşmezler. Yani, burjuva devrimi olayını, feodallerle serfler-köylüler arasındaki çelişki zeminine indirgeyerek açıklamak gibi bir çabaları yoktur! Feodal toplumun bağrında kent toplumunun oluşumunu uzun uzun anlatırlar. Burjuvazinin feodal sisteme ait bir güç-sınıf olmadığını, feodal toplumun içinde doğan, onun diyalektik olarak zıttı başka bir sisteme, kapitalist sisteme ait bir sınıf olduğunu çok açık olarak koyarlar. Bütün bunlar açık. Buraya kadar, “zıtların birliği ve mücadelesinden” anlaşılan, içiçe olan ve gelişen, biri diğerinin diyalektik zıttı olan iki sistemdir. Ve doğru olan da budur. Ama iş kapitalizmden modern sınıfsız topluma geçişin açıklanmasına gelince durum değişir.32 Bu durumda, işçi sınıfının (tıpkı serflerin feodalizmin içindeki bir sınıf olması gibi) kapitalizmin içindeki bir sınıf olduğu unutulur ve ona, burjuvaziyi yok ederek, kapitalizmin diyalektik inkârı olarak doğacak modern komünal toplumu temsil etme-kurma görevi verilir. Burada, bu işin iki aşamaya ayrılması falan ayrıntıdır. Önemli olan, işçi sınıfının, kapitalist toplumun içinde birlikte varolduğu diğer sınıfı-kendi karşıtını-burjuvaziyi yoketmesi ve onu yokettikten sonra da (“sınıfsız topluma geçene kadar” da olsa) varolmaya devam edebilmesidir! Önemli olan, kapitalizmden modern sınıfsız topluma geçişi açıklarken, kapitalizmin içinde burjuvaziyle birlikte varolan bir sınıfa kapitalizmin kendi içindeki zıttını-inkârını temsil görevinin verilmesidir! Bu durumda, kapitalizmle komünist toplum arasındaki zıtlık da burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki zıtlığa indirgenmiş oluyor! Gerçekte ise durum böyle değildir. Modern sınıfsız toplum, kapitalist toplumun kendi içindeki çelişkilere dayanılarak, kapitalist üretim ilişkilerinin içinde varolan bir sınıf tarafından kurulacak, kapitalizmin alternatifi-zıttı bir toplum değildir! Kapitalizmin gelişerek, kendini inkâr ederek, kendi içindeki sınıflarla birlikte yok oluşuna paralel olarak doğacak farklı bir toplumdur. Yani, işçi sınıfı ihtilâliyle komünist toplum falan kurulmaz, kurulsa kurulsa anti kapitalist devletçi bir toplum kurulur! Mevcut toplumun anti-maddesi bir toplum kurulur! Onun da sonunun ne olduğunu herkes gördü! İşçi sınıfı işçi sınıfı derken, sonunda bir devlet sınıfı çıktı ortaya ki, işçi sınıfına da, bu sefer bu devlet sınıfına karşı devrim yapmak düştü yeniden!
Daha önce şöyle demişiz: “Herşey, kendi içinde, (A) ve (B) gibi iki temel parçadan oluşan bir (AB) sistemidir (Şekil.9) Ama o, aynı anda, bir bütün olarak, bir başka sistemin içinde onun bir parçası olarak da gerçekleşir (bu sistemi de gene bir AB sistemi olarak düşünürsek, onun içinde, A ya da B şeklinde onun bir parçası olarak). Her durumda, karşılıklı ilişki-etkileşme esnasında, biribirlerini yaratarak var olan bu parçalar, ancak biribirlerini temel alan koordinat sistemlerine göre izafi olarak gerçekleşirler. Varlığı kendinden olan, yani bütün koordinat sistemlerine göre “objektif-mutlak gerçeklik olarak” var olan “varlıklar” mevcut değildir. Buna, Var Oluşun Genel İzafiyet Teorisi, ya da Sistem Teorisi diyoruz. Kısaca “Herşeyin Teorisi” de diyebilirsiniz”.33

Şek.9: Herşeyin Teorisi’nin resmidir!..



Örneğin, kapitalist toplum da kendi içinde bir (AB) sistemidir. Burjuvazi ve işçi sınıfından oluşur. Bu iki sınıf, kapitalist üretim ilişkileri içinde biribirlerine bağlı, biri olmadan diğerinin de olamayacağı izafi gerçekliklerdir. Yani burjuvaziyi yok ederek varolabilen bir işçi sınıfı olamaz!. Birincisi bu.
Bu iki sınıf arasındaki çelişkiye gelince; bu çelişki sistemin kendi içindeki bir çelişkidir ve çözümü de sınıf mücadelesiyle gerçekleşir. Sınıf mücadelesi kapitalizmin gelişmesi sürecinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ama hiçbir zaman, bir sınıfın diğerini yoketmesi anlamına gelemez! Böyle birşey söz konusu olamaz! Olamaz, çünkü bu sınıflar, varlıkları biribirlerine bağlı olan, sistem içindeki izafi gerçekliklerdir. İşçi sınıfından bağımsız objektif mutlak bir burjuvazi olamayacağı gibi34, burjuvaziyi yok ederek varolmaya devam edecek bir işçi sınıfı da olamaz! Bu türden materyalist varoluş anlayışları çağdışıdır!
Öte yandan, kendi içinde bir (AB) sistemi olarak varolan ve kendini üreterek gelişen her sistem-toplum (bu arada kapitalist toplum da), bu sürece paralel olarak, aynı anda, kendi içinde potansiyel bir gerçeklik olarak kendi zıttını-inkârını da yaratır, geliştirir. Örneğin, işçi sınıfıyla ve burjuvazisiyle birlikte kapitalist sistem geliştikçe, bu gelişme, sistemin içinde potansiyel bir gerçeklik olarak modern sınıfsız toplumun geliştiği anlamına da gelir. Bu anlamda, her toplumsal sistem, kendi ana rahminde kendinden sonra gelecek toplum biçimine gebe bir kadına benzer. Örneğin feodal toplum kapitalist toplumu böyle doğurmuştur. Ancak, mevcut sistem objektif bir gerçeklik olarak ayakta olduğu-varolduğu sürece, onun içinde, onun diyalektik inkârı olarak gelişen yeni toplum henüz daha potansiyel bir gerçekliktir. Bu yüzden de elle tutulur, gözle görülür bir gerçeklik olarak ortaya çıkamaz. Eskinin, yani objektif bir gerçeklik olarak varolanın gelişmesi süreci, onun ana rahminde potansiyel olarak gelişen yeninin de gelişmesi süreci olduğu için, eski sistem potansiyel bebek için hem bir hapisane, hem de onu geliştiren ve koruyan bir ortamdır. Eski geliştikçe yeni de bu ortamın içinde gelişir ve öyle olur ki, yani artık öyle bir noktaya gelinir ki, mevcut durum altında ne eski gelişebilmektedir, ne de yeni. İşte toplumsal devrim anı, yani yeninin doğum anı bu andır.
Toplumsal kendini yeniden üretim sürecinin mekanizması evrenseldir. İlkel komünal toplumdan sınıflı topluma geçilirken de, feodal toplumdan kapitalist topluma geçilirken de doğum hep aynı diyalektiğe uygun olarak gerçekleşmiştir. Bugün, kapitalist toplumdan modern sınıfsız topluma doğru gidilirken de gene aynı diyalektiğe uygun olarak yol alınmak-tadır!
Şu yukardaki birkaç paragrafı lütfen üç kere, beş kere, anlayana kadar okuyun! Bütün herşey burada yatıyor çünkü! Benim otuz yıllık emeğimi bir yana bırakın, bu bilginin oluşmasında insanlığın binlerce yıllık emeği yatıyor! Marksizmin diyalektiği de burada yatıyor! Ve eğer halâ, bütün bu yazılanları “anlayamıyorsanız”, o zaman artık bu çalışmanın geri kalan kısımlarını okumanıza hiç gerek yoktur! Köprülerin altından daha çok suların akması gerekiyor demektir bu!
Tekrar edelim: Evet, her şey, her toplum kendi içinde kendi zıttını-diyalektik inkârını- yaratarak, onunla birlikte varoluyor35. Bu doğrudur. Ama bunun ne demek olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Bir sistemin (ya da bir toplumun) kendi içindeki çelişkiyle (o sistemi oluşturan parçalar arasındaki çelişkiyle), bir bütün olarak o sistemle onun içinde onun diyalektik inkarı olarak gelişen sistem arasındaki çelişkiyi biribirine karıştırmamak gerekir. Bir sistemin iç çelişkisi, onun varlıkları biribirine bağlı olan, biri olmadan diğerinin de olamayacağı parçaları arasındaki çelişkidir. Bu çelişki, o sistemi var eden belirli bir birlik zemini üzerinde gelişir. Örneğin, bir insan-organizma- söz konusu olunca bunlar, A, kafa ise, B de vücuttur. Kafayla vücut arasındaki ilişki sistemin kendi içindeki bir ilişkidir. Beyinde oluşan nöronal etkinlik motor sistem olarak vücut tarafından gerçekleştirilir.

Bir AB sistemi olarak, kafa-vücut birlik-çelişkisine zemin olan insanın içinde, onun diyalektik inkârı olarak gelişen (bu anlamda insanın diyalektik zıttı olan) süreç ise bambaşkadır. Bizim “bilinçli doğa”nın oluşum süreci dediğimiz süreç şekilde A’B’ olarak gösterilmiştir. İnsan, doğa’nın kendi bilincini ürettiği bir süreç olarak geliştikçe, yani doğa’nın bilgisini ürettikçe, kendi inkârı olarak bilinçli doğa haline dönüşür. İnsanın diyalektik inkarı onun içinde potansiyel olarak gelişmekte olan bilinçli doğadır. İnsan nefsini bildikçe kendi varlığında yok olarak “Rabbini bilmiş” olur, yani bilinçli doğa haline dönüşür!.

Şimdi tekrar devletin doğuşuna dönüyoruz!


Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin