İç rekâbet
Ekibin kendi içindeki rekâbet hoş karşılanmamalıydı.
Aile ve dernek gibi birliklerdeki çalışanların arasındaki, iç rekâbetin ve görev taksimindeki kesinliğin verimi zayıflatacağına inanıyordu.
Teklif edilen bir iş için; “Ben bunu yapamam.” “Ben bunu yapmam.” denmemeliydi. Zaten yapılamayacak iş teklif edilmezdi. Herkes gücünün yettiği kadar çalışmalıydı.
Gevşeyip, işini başkalarına yükleyenler ve böylece kaytar-maya çalışanlar hoşlanmadığı kişilerdi. Bu karekterde olanların, bu huylarını gizlemeleri mümkün değildi.
İç rekâbette; güçlü ya da hilekâr olanın, rekâbet ederken “gücünü ve enerjisini kullanmayacağının işaretini daha başta verdi-ği,” kanısındadır.
Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, sonunda mutlaka yakayı ele verirdi.
Karşılıksız çalıştığı bir işde iş sahibinin gevşediğinin farkına vardığında, “Eğer çalışmayacaksan, işi beraber bırakalım ve gide-lim.” diye söyler ve “kendisinin aptal olmadığı”nı, imâ eder. “Yükü başkalarına yükleyerek, kaytarmanın âlemi yok!” der.
Angaryanın da bir ciddiyeti olmalıydı.
Ona göre güçlü olan da, zayıf olan da normal, kendini hırpalamadan çalışmalıydı. Ancak, verimi fazla olan da mutlaka değerlendirilmeli, taltif ve takdir edilmeliydi.
Zoraki iş bölümünün dışında yardımlaşılmalıydı. Biri diğerine yardım etmeliydi. Kendisi, işini bitirdiğinde, başkalarına da yardım ederek görevin (işin) tamamlanmasına her zaman çalışmış, “Bu benim görevim değildir.” diye, konuşmamıştır.
Bu yardımlaşma duygusunun, ekip çalışmasında randımanı artıracağına inanıyordu.
Sır Saklanması
Sır saklanması, önemli prensiplerden biriydi. Sırrın saklan-mamasının hem kişiye, hem de ekibe (aileye, derneğe, şirkete) zarar verdiğine inanırdı. Bu bakımdan istişâreyi uygun zamanda ve ilgili kişilerle yapmayı isterdi. Kişilere ve fikirlerine saygısı güçlü olduğundan, istişâre esnasında bazı fikirlerin ve sırların şüyu’ bul-masından yani etrafa yayılmasından çekinirdi.
İstişâreden ve danışmadan yararlanabilmek, istişâre için uygun olan ortamı beklemek gerekiyordu. Aksi takdirde, istişâ-reden beklenen yarar sağlanmaz, kırgınlıklar, çalışmada gevşeklik-ler olabilir ve elde edilecek semere düşebilirdi.
Bunun için sırların açılamayacağı istişâre ortamına sevilme-yen, sırları saklamayacak kimselerin getirilmesi, istişâre etmekten kaçma anlamına geliyordu. Dolayısıyla, (yapılamayan) istişâre sonunda külfetten, sorumluluktan ve ağır ikazlardan, o an için kurtulmuş olunabilirdi.
Bu bakımdan istişâre ortamında da olsa sırların saklanma-sına verdiği değerin önemi çok büyüktü.
Görünüre Aldanılmama
Görünüre aldanılmamalı, olayın gerçek yüzü araştırılmalı ve buna göre hüküm verilmeliydi.
İnsanlar vakar ve şereflerinin zarar görmemesi ya da emelle-rine ulaşmak için hakiki maksatlarını gizlemektedir.
Okul arkadaşı, sevip saydığı bir kimse olan Zeynallarlı İskender Ağa’nın “mâlâ ya’nî” sözler söylediği, “argo” konuştuğu söylendiğinde; “O, bir ağa oğlu ve ağadır. Ağalık vasıflarını da, hâlen taşımaktadır. Normal ve ağalığına uygun konuşacak olursa ağalığın gereklerini de yapacaktır. Halbuki ağalığını yapabilecek imkânların hiçbirisine sahip değildir. Hizmeti yapabilecek, izzet-i ikrâmda bulunabilecek hanımı yoktur. İskender Ağa, ağalık yapa-mamanın ezikliği içinde gerçek yüzünü, faziletli yüzünü göstereme-mektedir.
İşte gördüğünüz, yapmacık, anormal anlaşılan hareketlerin ve kendisine yakışmadığı halde, zoraki söylenen sözlerin sebebi budur. Bunlar, ihtiyar İskender Ağa’nın gerçek yüzünü yansıtmaz.” cevabını veriyordu.
Böyle durumlarda farkına varılmadan, aslına ulaşabilmek için bir olayı, belirli zaman aralıklarıyla ve başka konular ya da olaylar içinde tekrar tekrar sorar ve anlattırırdı. Böylece bir karar vermeden önce, yanılma ihtimalini asgariye indirmeye çalışıyordu.
Ele Geçen Fırsatların Değerlendirilmesi
Var olan imkânların ve var olan gücün değerlendirilebile-ceğine inanıyordu. “Hayalle peynir gemisi yürümez.” ve “... (yel-lenmekle) boya boyanmaz. Elde ne var?” diyordu. “Herkes hayal-leriyle yaşar. Herkes hayal kurabilir.” der, ama “Yapılacak iş akıllıca ve yapılabilir olmalı.” diyordu.
İnandıklarını, öğrendiklerini imkân buldukça uyguluyor ve yaşama geçirmek istiyordu.
“Eskilerin Masalları”
Konuşmaları ölçülü, kurallara uygun oluyordu. Verdiği örnekler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfe meâlleri ile kelâm-ı kibâr-lardan oluşuyordu. “Bize masal anlatma! Olmamış tarihi anlatma!” diyenler oluyordu.
Anlattıkları, genelde Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalardı.
Resûlüllah (s.a.)’in okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar için, kâfirler de,
ﻦﻴﻠﻮﻻﺍ ﺮﻴﻃﺎﺳﺃ ﻻﺇ ﺍذﻫ “Bu öncekilerin, eskilerin masal-larından başka bir şey değil!”10 diyorlardı.
Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalara kâfirlerin, “geçmiş kavimlerin hurâfeleri, masalları” diye söylediği sözlere benzer sözleri, sık sık söyleniyordu.
Bu, kâfirlerin sözlerine benzer sözleri söyleyenlere verilen karşılık, hemen âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfe metinlerinin okun-ması ve açıklamalarıydı.
Seviyeli Konuşma
Konuşmalarını toplumun ve kişinin seviyesine göre yapıyor-du. Çocukla çocuk oluyor, büyükle büyük oluyordu.
Açık vermemek ve zor durumda kalmamak için az konuşu-yor, yapamayacağı işlerle ilgili vaadlarda bulunmuyordu.
Boş söze, arsızca yapılan konuşmalara, kaba gürültüye kulak asmaz, böyle bir ortamda bulunanları, dinleyenleri ve müna-kaşaya katılanları kınardı. Bu ortamın oluştuğu, kahvehane ve köy odası gibi yerlerde bulunmayı istemezdi.
İlmi olanların, büyüklerin yanında çok az ve alçak sesle konuşur, onların sözünü kesmez ve sonuna kadar dinlerdi. Yolda yürürken de önlerinden gitmez ve yollarını da kesmezdi.
Yalan Sözü Kerih Görme
Yalan söylediği vâkî değlidi. Yalan söyleyenlere de hiç değer vermezdi.
Son zamanlarıydı ve rahatsız olduğu için divanda oturuyor-du.
“Yalan söylediği” için sevilmediğini bilen ve nâdiren karşılaş-tıkları biri (İ. Ç.) gelmiş ve karşısına oturmuştu: “Siz, çok iyi bir aile ve komşu ortamında bulunuyorsunuz. Benim bulunduğum durum, sizinki gibi değil. Komşularım ailemi, olur olmaz şeylerle kışkırtıp benim üzerime gönderir, sürekli huzurumu bozmak isterler. Benim ailemin durumu, senin ailen gibi istikrarlı bir aile değil. Hemen ve çabucak dolduruşa gelirler. Onların, başımın etini yememeleri için, sırf aile huzurum için yalan söylerim. Bu da, dışarıya mecburen yansıyor, yayılıyor.
Meselâ; pazarda bir mal satsam, haberi benden önce eve gelir. Normal bir bedelle satsam, komşular bizim hanıma ‘Senin beyinin satım işinden hiç haberi yok. Uzun süredir emek verdiğiniz malı bedava veriverdi.’ derler. Halbuki benim cüzdanımı kimse bilmez, zarar da etsem kâr da etsem, yalnız beni ilgilendirir. Bunun için malı bir köşede 500’e satarım. Soranlara, aileme haberi götü-receklerini bildiğim için, satış bedeli üzerinde de yalan söylerim; 500 değil 600 derim. Kötü niyetli ve dedikoducu komşular hanımıma, ‘Malınız çok güzel bedele satılmış, o mal 500’den fazla etmezdi,’ derler. 500’e sattığımı görseler, mutlaka ‘600 edecekti, zarar etti.’ diyecekler, beni de sıkıntıya sokacaklardı. Böyle, evimi düşünerek yalan söylüyorum, belâyı defetmek için söylüyorum. Allah affetsin!”
Bu mazeret nisbeten kabul görmüştü.
Sabır ve Kem Söz
Ağzından kötü söz çıkması, istisna denecek kadar azdı. Bu durumda tevbe edilmemesi mümkün değildi. Sin-kefli konuştuğu, gıybet ettiği, bedduâda bulunduğu hiç duyulmamıştır.
Hac yolculuğu intibalarıyla ilgili notlarında şöyle yazıyor:
“İnsan, hakikaten “Çok sabr edeyim,” diyor, ama uzun yol, mutlaka hoşa gitmeyecek bir dolunum (dolduruluşa gelme) karşı-sında söz atmak icap ediyor. O da dargınlığa sebep oluyor.” ( S. M. Sezen, Hac İntibaları Defterleri, s. 71).
Günahına tevbe etmiş, suç işlemekten pişman ve nâdim olmuş, tevbesinin kabul olduğu her hâlinden anlaşılan ya da suçu sabit olmayan kimse masumdu.
Hazır olmayanların aleyhinde konuşulmasını sevmez ve anlatılanlara da kesinlikle inanmazdı. Bu konuşmalar, katlanılama-yacak kadar ağır sonuçlar veren bir gıybetti. Kişinin haksızlığı, hırsızlığı, ahlâksızlığı devam ediyorsa bu kişilerin vasıflarının ortaya çıkması için yapılan konuşmalara, gerektiğinde katılıyor ya da kerih görmüyordu. Bu kişilerin verdiği zararlara karşı tedbir alınmalıydı.
Bu karekter ve usûllerinin oluşmasındaki kaynaklar Kurân-ı Kerîm, sünnet, din ulularının hâl ve hareketleridir.
Askerlik Yılları
II. FİKİRLERİ VE İNANÇLARI
A. FİKİRLERİNİN OLUŞMASINDAKİ ETKENLER
1. ÖRGÜN VE ÖZEL EĞİTİM
Aldığı örgün eğitim, karakterinin oluşmasının ilk nedenidir. İlk mektepte çok güçlü Türkçe öğretilmiş ve kompozisyon dersleri verilmiştir. Fen, matematik ve sosyal bilgiler gibi dersler de genel kültürün kazanılmasına zemin hazırlamıştır.
Ayrıca Osmanlıcanın yanında, Arapça dil kurallarını da yeni usûlde öğrendiğine inanıyoruz. Kitaplarının arasında İmam Bir-givî’nin Arapça nahiv ve i’râb kitaplarıyla, 1920’li yıllarda yayın-lanmış yeni usûl ve modern Arapça dil öğrenimi ile ilgili kitapları bulunmaktadır.
Yine kitaplarının arasında Türkçe olarak yazılmış olan Fars-ça dilbilgisi11 kitaplarının bulunmasından, özel olarak bu dersleri de “Yeni Osmanlıca,” “Kompozisyon ve Yazım Usulleri” ile beraber aldığı kanaatı hasıl olmaktadır.
Böylece, kaynak kitaplarda geçen terimleri kavrayacak kadar Osmanlı kültürüne sahip olmuştur..
Kazanmış olduğu bu kültür sonucu; Osmanlıca tefsirlerin yanında Tarîkât-ı Muhammediyye ve Kısâs-ı Enbiyâ gibi kay-nak kitaplar, elinden düşmeyen kitaplar arasında yer almıştır.
Evlendikten sonra kardeşlerinden ayrılıncaya kadar, özel olarak hâfızlık yaptığı12 bilinmektedir. Tecvit ilmiyle ilgili ve geniş açıklamalı “Tecvid Şerhi”13 kitabının bulunmasından bu ilmi de, sağlam olarak öğrendiği inancı güçlenmekte ve öğrencilerinin konuşmaları da bunu kuvvetlendirmektedir.
Bu eğitim sayesinde kişiliğini oluşturan kuralları, kaynaklar-dan kavrama ve öğrenme fırsatını yakalamıştır. Yine bu nedenlerle hâl ve hareketleri, hiç bir şekilde Kitap ve Sünnet doğrultusundaki İslâm kültürüne aykırı olmamıştır. Karakteri ve ahlâkı bu kurallara, Türk örf ve an’anesine uygun olarak gelişmiştir.
2. YUNUS HOCAFENDİ’NİN VE ÇEVRENİN ETKİSİ
Aldığı örgün ve özel eğitimin dışında rehber edindiği büyükleri vasıtasıyla da kişilik kazanmıştır.
Yunus Hocafendi’nin son zamanlarında, iki sene kadar hizmetinde bulunarak feyz alanlar arasına katılmıştır. Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarının yanında, bazı bilimlere ve kaynak kitaplara da Yunus Hocafendi’den aldığı özel eğitim sayesinde ulaştığını düşünüyoruz.
Ayrıca, pekçok hâtıra ve belgeyi koruyan İlyas Erdoğan ve halkın ileri gelenleri kanalıyla da, yine Yunus Hocafendi’yle ilgili bilgileri elde etmiştir.
Aynı zamanda, Yunus Hocafendi’nin etkisi sonucu Hacı Emin Hocafendi gibi zatların kültürüne de ulaşmıştır. Hacı Emin Hocafendi’nin 47 şiirinin kopya edilerek yazılması çevredeki etkisinin bir sonucudur.
Gerede’den Bir Görünüş (1950’lili Yıllar)
3. OKUNAN KİTAPLARIN ETKİSİ
Temel fikirlerini ve köklü kuralları okuduğu kitaplardan da yararlanarak geliştirmiştir.
Elinden düşürmediği Tibyân ve Mevâkib tefsirleri gibi, çok okuduğu kitaplar fikirlerinin oluşmasını ve kültürünün gelişmesini sağlamıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısâs-ı Enbiyâ ve İmam Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye14 isimli eserlerinin yanında, İstanbul Dâru’l-Fünûn muallimi Süleyman Sırrı Bey’in Vesîletü’l-Felâh isimli kitabı gibi pek çok eser yararlandığı kaynak kitap-lardandır.
* * *
Yazdığı notlar ve sürekli okuduğu kitaplardan da yarar-lanarak bazı fikirlerini aşağıya özetleyerek alıyoruz. Alıntı yapılan kaynaklardaki, orijinal metine sadık kalmak arzusunda olunduğu için de bazı anlamlar parentez içinde verilmiştir.
Aşkı yakar, kuru-yaşı,
İnletir dağ ile taşı,
Hakk’a aşık olan kişi,
Usanıp da yorulur mu?
Aşkıyla açılan güller,
Zikriyle keşfolur, haller,
Tevhîd ile varan diller,
Dergâhında sorulur mu?
Bülbül gibi ötmeyince,
Derdi derde katmayınca,
Gece gündüz gitmeyince,
Dost iline varılır mı? (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 147).
B. İNANÇLA İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
İman kalble inanmaya denir. Dil ile söyleme ve iyi ameller işleme imanın esasından değil, ancak meyvesi şeklindedir. İman eksilmez ve artmaz. Kul iki şekilden başka türlü olmaz. Ya kesin olarak Peygamber’e inanır, mümin olur, ya da inanmaz da kâfir olur. Bu, inançla ilgili olmakla kesin olarak tasdik etmek gerekir. Yoksa şüphe, işe girecek olursa inanmak câiz değildir. Ancak amellerde câizdir. Fıkıhçılara göre dil ile ikrâr etmek şarttır. Çün-kü, bir kişiye şer’î hükümlerin uygulanması dil ile ikrâra bağlıdır.
Kul olan kulluğunu, daima bilmek gerek,
Sıdkiyle kul, bâb-ı Hak’ta kulluğun kılmak gerek.
Kuru ikrâr kâfi olmaz, kulların kulluğuna,
Sevdiği mâlı, cânı kulluğuna vermek gerek.
Mâl ve mansıb zinciriyle bağlanan kul dünyaya,
Böyle kulluk olmamak aşikârdır, Mevlâ’ya.15
1. TAKLÎDÎ VE TAHKÎKİ İMAN
a) Taklidî İmanla İlgili Görüşlerinin Dayanakları
Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile mey-dana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabiî sonucu olarak gözüken imana taklidî iman denilir.
Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanını aklî ve dinî delillerle güçlendirme-diğinden dolayı sorumludur. Yoksa taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir.
Taklidî imanın çok zayıf bir iman olması dolayısıyla her an tehlikeyle karşı karşıya olduğunu ileri sürüyor. İnsanın nefsinin de çocuk gibi olduğunu, eğer nefse uyulacak olursa bu imanın kişiyi korumayacağına işaret ediyor:
Nefsin tıfıl gibidir, versen sever memeyi,
Emziğini vermesen, demez verin mememi.16
Yunus Hocafendi talîdî iman konusunda şöyle söylüyor:
“Ben dinde doğru olanı ve doğru olmayanı bilirim,” diyorsun, boşuna. Bunu bilmezsin ki ... Koca karı dîni üzere misin? Yani taklidde misin? Doğru ile yanlış arasında kalanlar, güçsüz ve yaşlı kocakarı gibi olmuşlar ve taklidde kalmışlardır.17
Dinde doğru yanlış olanı bilme, dinî emirlerin ve nehiylerin bilinmesine bağlıdır. Bu bilme de bilinen kuralın uygulanmasıyla an-laşılır. Bir müslüman kurala aykırı davranışlar sergiliyorsa, o kuralı bilmediği anlaşılır. Eğer bilerek veya inadına yanlışı yapıyorsa, onun imanından korkulur.
Her istediğini yapamayan dermansız, güçsüz ve yaşlı, baş-kalarının yardımıyla hayatlarını devam ettiren kişiler gibi; tehlikeler karşısında bu taklîdî imanın da başkalarının desteğine muhtaç olabileceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ya da belirli kurallara göre değil, başkalarına örnek teşkil eden tecrübelerine, yaşantılarına göre oluşturdukları kurallara yani “yaşlıların kendi uydurdukları din üzere” mi gidiyorsun? diye sormak gerekir.
Önemli olan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.
“Taklidî iman sahihtir. Delil getirmeye gücü yetmediğinden günahkârdır. Bu kimse dağ başında büyüyüp, başkasından işittiği üzere Allah’ın birliğine ve peygamber gönderdiğine inanır. Evrende gördüklerinden başka Allah’ın varlığına bir delil bulamaz.” (M. Birgivî, Tarîkâtı Muhammediyye, s. 26-27).
Yunus Hocafendi “ilim sahibi olmayan” kişilerin “namaz” kıldıkları, “oruç” tuttukları halde; fıskı fücürdan, kötü işlerden kendilerini ayıramadıkları ve haramı-helâli tanımadıkları için bu kimselerin inancına, kocakarı imanı (talidî iman) demiştir. Bu kişilerden, daima uzak durmaya çalışmıştır. Böyle inanç sahibi olan kişilere yakın olanlara ve yanlarından gidenleri de kınamıştır.
İmtihan:
Kader hâli, eğer düşse başına dert ile belâ,
Bilesin anı, Hakk’tan kendine olmuştur ibtilâ.
Demeyesin, fülân etti benim başıma bu işi,
Anı gönderdi, Mevlâ; çünki tutma, dilde teşvîşi.18
b) Tahkikî İmanla İlgili Görüşlerinin Dayanakları
Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür, taklîdî iman ge-çerli olmakla beraber, kişi imanını, aklî ve dinî delillerle güçlen-dirmediğinden dolayı sorumludur. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Delillere, bilgiye, araştırma ve kav-ramaya dayalı imana ise tahkikî iman denir. Aslolan her müslü-manın tahkikî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.
Yunus Hocafendi iman konusunda özet olarak; şek ve şüp-henin olmamasına, imanın güçlendirilmesinin gerekli olduğuna işaret ettikten sonra; bunun için Hak Teâlâ’yı zikre devam etmekle ve ihlâs (gönülden gelen dostluk ve samimiyetin) tesiriyle ibadet edende ferahlık hasıl olacağını, böylece Hak Teâlâ’nın zâtının müşâhade edilebileceğini ve gerek peygamber hakkında ve gerek kitap hakkında ve gerek âhiretteki kıyâmet hakkında tam inanç hasıl olacağını belirtir. (Y. Fehmi, Namaz Risâlesi, s. 1-2).
Bu, imana kuvvet vermek, akıllı mümin üzerine farz olmuştur. İmanın en zayıfı, iman içinde şek (şüphe) karıştırma-maktır.
Bu cihetten imana güç kazandırmak için Hak Teâlâ tarafın-dan emir buyurulan ibadetlere, farz ve vâciplere, sünnetlere de-vam ile kötülüklerden kaçınmakla imana kuvvet kazandırılmış olur. Eğer tembellikle hareket edilir ve günahlar irtikâp edilirse, yapılan ibadetlerin Allah’ın yanında değeri olmaz. Ve belki sonunda imanın yok olmasından korkulur.
Hocafendi iman hususunda, ayrıca “Yalnız bilmek kifâyet etmez, teslim ve inkıyâd (boyun eğmek) lazım.” (Y. Fehmi, Makale ve Mev’ızeler, s. 104) diye belirtmiştir.
c) İmanla İlgili Düşünceleri
İman için üç nur vardır:
1. Nûru Hidâyet: Buna hidâyeti âmme derler. Bu nur, umum müslümanlarda mevcuttur. Zira, bu nur müminleri şirk ve küfürden muhafaza eder.
2. Nûru Kifâyet: Buna "hidâyeti hâssa" derler. “Kulluk kazanma” amacıyla meydana gelir. Zira bu, günâhı kebâire (büyük günahlar) ve fâhişelerden (aşırı, ayıp ve çirkinliklerden) muhafaza eder.
3. Nûru İnâyet: Bu nur, mâ sivâu'llahdan (Allah'dan) baş-ka bir şey düşündürmez.
Hâleti nez'ıdde (rûhun tenden çıkarılması durumunda); mü-minlerin üzerine lâzım olan, o adama kelime-i tevhidi, öğütleyerek telkîn etmekliktir.
Velîler ise dâima zikri ızhâr eder. (Allahu Teâlâ'ya ibadet-ten amacın ne olduğunu bilerek yaparlar. Bu nedenle öğüt ve telkine ihtiyaç duymazlar). Nefislerine telkîn olmak için (kalbe), "Belki bu nefesimiz, son nefesimizdir," diyerek nefislerine dikkat ederek ve ölümü hatırlar ve Allah'ı düşünür, mülâhaza ederler. (S. Sezen, Şiir Defteri, s. 151).
ALLAH’A HAVÂLE19
Seyit Mehmet Hoca çocukluk yıllarında Kuşgil’de (Birinci Avşar’da, Mehmet Cıbır’ın babası Yakup Hoca’nın yanında) hizmetkârlık yapıyormuş.
Bir gün Ali Ağagil’de kavga çıkmış.
Mehmet Ağa oğullarına: “İbrahim’e (İbrahim Özafşar Ho-ca’ya) evi veriyorum, sizleri de Allah’a havâle ediyorum." der.
Mehmet Ağa’nın diğer çocukları üzülürler. S. M. Hoca (kendisinden 5-10 yaş daha büyük olan) Mehmet Ağa’nın “Allah’a havâle" edilen çocukları için “ALLAH’A HAVÂLE edilenler, mal bırakılanlardan daha kârlı, üzülmesinler." der.
Mehmet Ağa’nın oğullarından;
Muhsin Ünal Hatıplara gider, Neşet ile Şevket İstilâl Sava-şı’nda şehit olurlar, Osman ile Terzi Ahmet’e köy halkı ev yeri gösterir.
TEVBE VE İMAN TAZELEME
Eğer benden küfr-ü âmden, hatâü sâdır olduysa;
Ben, ol küfrün cemi’inden berî oldum, li vechi’llâh!
Dahî, şer’a muhalifse, eğer ef’âl-i akvâlim;
Ben anlardan rücû’ ettim ve tüptü kurbeten li’llâh!
Ne, kim? Kılmış Resûlü’llâh bize tebliği, ahkâmı;
Kabûl ettim anı, âmentü bi’llâh ve hukmü’llâh!
Dilim ikrârını, kalbimle tasdîk eylerim cândân;
Senin hıfzında îmânım, âmentü olsun, ey Allâh!
Cenâbı Hakk’tan, ol, her ne getirdiyse Resûlü’llâh;
Birine, yoktur inkârım, inandım, şüphesiz v’Allâh!20
* * *
Kapına yalvarmaya geldim, sana,
Ermez ise afvü gufrânın senin,
Kimseden ermez medet, asla bana.21
Bana, benden yoktur vefâ,
Her işlerim cana cefâ.
Senin kahrın olursa da,
Senden gelen, olur sefâ. (S. M. Sezen, Şiir Defteri, s. 94).
2. ÂHIRET GÜNÜNE iMAN
a) Âhirete İmanın Esası
İmanın esası budur ki;
Kıyâmet günü haktır ve gerçektir. Hiç şek (şüphe) yoktur.
ﺎﻬﻴﻓ ﺐﻴﺮ ﻻ ﺔﻴﺘﻻ ﺔﻋﺎﺳﻠﺍ ﻦﺇ (İne's-sâate le êtiyetün lâ raybe fîhâ). Her kişinin kabrinden, doğru “mahşer yerine” gelece-ğini bilmektir.
Kıyâmet odur ki; insandan, hayvandan, cinlerden ve me-leklerden, kuşlardan ve ne kadar cânlı var ise ölüp; insanların tekrar dirilip geniş bir alanda toplanmasıdır. Her kişi, dünyada ne amel ettiyse cezâsını bulmak için ﺖﻮﻤﻠﺍ ﺪﻌﺑ ﺚﻌﺑﻠﺍﻮ ﺮﺧﻻﺍ ﻡﻮﻴﻠﺍﻮ (ve'l-yevmi'l-âhiri ve'l-ba'sü ba'de'l-mevt) kuralı gereğince ki, şu “düşüt” ki, ölü doğan çocuk dahî dirilip mahşere gelse, gerek. Günâhı dahi yoksa ataya, anaya şefâat eylemek için ve hem Ümmet-i Muhammed'in karaltısını çoğaltmak için,
ﻡﻤﻻﺍ ﻡﻜﺑ ﻰﺣﺎﺑﺃ ﻦﺎﻓ ﺍﻮﺮﺜﺎﻜﺘ ﺍﻮﺣﻜﺎﻧﺘ :ﻡﻼﺳﻠﺍ ﻪﻴﻠﻋ ﻰﺑﻧﻠﺍ ﻞﺎﻗ
ﻃﻘﺳﻠﺎﺑ ﻮﻠ ﻮ (Kâle'n-Nebiyyi Aleyhi's-selâm: Tenâkehû, tekesse-rû. Fe inne übâhî bikümü'l-ümemi ve sevbi's-saktı) yani, “Nikâhlanın, çoğalın. Zira, Kıyâmet gününde sizin çokluğunuzla iftihâr ederim, gayrı ümmetlere karşı, düşüt dahi olsa.”
Ve dahi, hesap haktır.
Ve dahi imân, inanırız ki halkın cem'îsi (tamamı) cehenne-m'e uğrasa gerek. Allahu Teâlâ buyurdu ki, ﺎﻫﺪﺮﺍﻮ ﻻﺇ ﻡﻜﻧﻤ ﻦﺇﻮ (Ve inne minküm illâ vâridühâ) “Sizden, ancak kendi yolunda olanları”
ﺍﻮﻘﺘﺍ ﻦﻴذﻠﺍ ﻰﺟﻧﻧ ﻡﺜ (Sümme nüfcî'lle-zîne't-tekû) yani “Ondan sonra müttakîleri cehennemden kurtarırız.” (Meryem s. âyet, 71 ve 72).
Ve dahi iman getiririz ki Sırat Köprüsü haktır ve cehennem deresinin üzerine çekilmiştir. Cehennem ehli olacaklar köprü üzerinde olan suallere cevap veremeyip cehenneme dökülse gerektir.
Ve yine inanırız ki, iyi ameli olanların kitabını sağ eline ve kötü ameli olanların kitabını sola verirler. Sol elleri arkasından çıkıp boynu ardında burulduktan sonra.
Mîzan haktır. İyi ameli ağırsa ki kurtulmuşlardan olup, kötü ameli ağırsa ki, ziyankârlardan olur.
ﻦﻮﺣﻠﻔﻤ ﻡﻬﻜﺌﻻﺅﻓ ﻪﻧﻴﺯﺍﻮﻤ ﺖﻠﻘﺜ ﻦﻤﻓ ﻖﺣﻠﺍ ذﺇ ﻡﻮﻴ ﻦﺯﻮﻠﺍﻮ
(Ve'l-veznü yevmeizini'l-hakku, femen sekulet mevâzînühü fe ülâike hümü'l-müflihûn. “Ogün tartı haktır. Kimin sevap tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”). ﻦﻴذﻠﺍ ﻚﺌﻻﺅﻓ ﻪﻧﻴﺯﺍﻮﻤ ﺖﻔﺧ ﻦﻤﻮ
ﻦﻮﻤﻠﻈﻴﺎﻧﺘﺎﻴﺎﺑ ﺍﻮﻧﺎﻜﺎﻤﺑ ﻡﻬﺳﻔﻧﺃﺍﻮﺮﺳﺧ (Ve meu haffet mevâzînühü feü-lâike'l-lezîne hasirû enfüsehüm bimâ kânû bi âyâtinâ yazlimûn. “Kimin de sevap tartıları hafif gelirse, onlar da âyetlerimize haksızlık etmele-rinden ötürü kendilerini ziyana sokanlardır.”). (El-A’râf s. âyet, 8-9).
Havz-ı Kevser haktır. Habî-bü'llah Kıyâmet Günü'nde susamışlara Kevser Havzı'ndan su verse gerek.
Yine inanırız ki, Kıyâmet gününde her kişinin dilleri, eli ve ayağı ve cemîı endâmı her ne amel ettiyse efrâd eyleyip (ortaya çıkıp) kendi kendini rüsvâ etse (suçlasa) gerek.
ﻦﻮﻠﻤﻌﻴ ﺍﻮﻧﺎﻜ ﺎﻤﺑ ﻡﻬﻠﺟﺮﺃﻮ ﻡﻬﻴﺪﻴﺃﻮ ﻡﻬﺘﻧﺳﻠﺃ ﻡﻬﻴﻠﻋ ﺪﻬﺸﺘ ﻡﻮﻴ
(Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydiyhim, ve ercülühüm, bimâ kânû ya'melûn. “O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına dair aleyhlerinde şahidlik edecektir.” (Nûr s. âyet, 24).
Her kişiye mü'min, kâfir, büyük, küçük olsa da kabir suâli haktır.
Eğer bir kimse telef olsa, suda boğulsa, ateşte yanmış olsa da yine herbirine sual olsa gerek. Ama ne durumda ve nasıl ola-caktır, bizim aklımız bunu kavramaz.
Emâlî'de açıklanmıştır ki, kabir azâbı haktır. (S. Sezen, Şiir Defteri, s. 158).
Özetleyerek aldığımız bu kurallara inanan, akıllı bir müminin dünya telâşesiyle kendini kaybedip, ilâhî kuralları çiğnemesi müm-kün müdür? Kendi koyduğu kuralları değil, doğru kuralları uygu-lamaya çalışan bir kimsenin mutsuzluğu mümkün mü?
Emanettir, tatlı canım,
Yapışır, dilim-damağım,
Ömr tamam, erişir ecelim.
Emanetini alır, bir gün.
Bir-iki aldatır, gezer,
İnsan bunu bâkî sezer,
Bir gün olur, düzen bozar,
“Yalan dünya” derler, buna.22
b) Âhiret Günüyle İlgili Görüşlerinin Dayanağı23
Âhiret gününün meydana gelmesi ve kabir halleri imanın hallerindendir.
İlâhî tekliflerle mükellef olan insan ve cinlerden her biri cüz-i iradelerinin gereği olarak kendi iradeleriyle ya hidâyet ve saadet tarafını veya dalâlet (sapıklık) ve azgınlık yönünü seçer-ler.
Bu durumda yaşayarak hayatlarını tamamlasalar ve devamlı olarak bu hâl üzerine istikrarlı olarak yaşadıkları farzolunsa (düşünülse) hidâyet ve mutluluk içinde hayatını sürdürenler saadet üzere olacakları; dalâlet ve azgınlık üzere hayatını sürdürenlerin de azgınlık hâlinde hayatlarını devam ettirecekleri, ezelde Cenâbı Hakk’ın bilgisi dahilindedir. Saadet ve hidâyet tarafını seçip muktezasıyla amel edenler fazlasıyla mükâfat; sapıklık ve azgınlık yönünü tercih edenler de ilâhî adaletin gereği olarak ceza görmek için âhiretin tarlası olan dünyanın sonuna kadar, vefattan sonra kabirlerinde ve bulundukları yerlerde amellerinin gereği olarak nimetlenmiş yahut azaplandırılmış olacaklardır.
Ehli hidâyet ve mutluluk içinde olanlardan bazılarını, önce doğrudan doğruya; bazılarını da çeşitli usullerin uygulanma-sından sonra ebediyyen cennet-i âliyede iskân ettirilecektir. Affa uğramayarak sapıklık içinde kalanların tamamını cehennem-de bırakarak azap edileceği güne âhiret günü denir.
Âhiret gününe iman:
ﻦﻮﻌﺑﺟﺮﺘ ﺎﻧﻴﻠﺇ ﻡﺜ ﺖﻮﻤﻠﺍ ﺔﻘﺌﺍذ ﺲﻓﻧ ﻞﻜ “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran s. âyet, 185) muktezasınca cümle mahlukat ölümü tadarak vefat edeceklerdir.
Sonra cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme gidene kadar görecekleri cezalarını başta, vefat edenlerin bulun-dukları yerde münker, nekir denilen iki melek tarafından, dinin emir ve nehiyleri gereği sual olunarak cennet ehli olan müminlerin mes'ud olarak ve güzel cevaplar vererek nimet ve rahata nail olacaklarına ve cehennem ehli olan azgınların dilleri tutulup cevap veremeyerek, azaba dûçar olmalarının hak olduğuna inanıp iman eylemektir.
TEMBiH (AÇIKLAMA)
Ekseriya, vefat edenlerin kabirde bulunma esnasında, mü-kellef kişilerin çoğunun azaba düçar oldukları andan itibaren âhiret gününde yapılacak muameleden azapla bahsedildiğinden bu azaba kabir azabı denilmektedir.
Bu ilk azaba, kabre nisbetle 'kabir azabı' dense de vefattan sonra ve haşirden önce, her ne halde olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun azap veya nimetlendirme, taltif demektir. Zira bunlar kabre mahsus olmadıkları gibi edilecek muamele de azaba münhasır dağildir. Belki iyi olanlara lütuf ve ihsan, azgınlara da cehennem azabıdır. (S. Sırrı, Vesiletü’l-Felah, s. 40).
c) Ölümden Sonra Dirilme ile İlgili Dayanak ve
Görüşleri
Ölümden sonra vücudun haşrolunması ve haşirden sonra da sual, hesap, mîzan, amel defterleri, kevser havuzu, sırat, cennet ve cehennemin hepisinin gerçek olduğunu kalbiyle tasdik ederek inanıp lisanla da söylemek tam bir mümin olarak her mükellefe gereklidir.
Çünkü, ﺖﻮﻤﻠﺍ ﺔﻘﺌﺍذ ﺲﻓﻧ ﻞﻜ muktezasınca Cenâbı Hakk’ın zâtı ve sıfatından başka mahlukatın tamamı yok olacak yani yararlanılamıyacak şekilde aslî hüviyetinden çıkacak, bu suretle yok olan hayvanlar, ruhlu (ruha sahip) olanların tamamı vefat ede-rek, ruhun bedenden çıkmasıyla hayvansal bedeni oluşturan kısımların (bir kısmı) yekdiğerleriyle (ruhlar âlemiyle) birleşir. Geriye kalanlar, bizzarure dağılarak geldiği yere yani toprağa karışır.
Bilahare, ﻦﻮﺜﻌﺑﺘ ﺔﻤﺎﻴﻘﻠﺍ ﻡﻮﻴ ﻡﻜﻧﺇ ﻡﺜ (Sonra, muhakkak Kıyamet gününde diriltileceksiniz. Mü’minûn s. âyet, 185) muktezâ-sınca bir araya getirilerek, ﻩﺮﻤ ﻞﻮﺃ ﺎﻫﺎﺸﻧﺃ ﻯذﻠﺍ ﺎﻬﻴﻴﺣﻴ ﻞﻗ (De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her çeşit yaratmayı bilir.” Yâsîn s., 79) ilâhî hükmüne göre, her şeyi yoktan var eden Allah (C.C.) vefat edenlerin ruhlarını tekrar kendilerine iade ederek mahlukatın tamamını diriltip meydânı arasatta cem edileceklerdir.
Zira, açıklandığı şekilde haşir, cesetlerin bizzat kendinde mümkün olup, bilfiil vâki olacağı âyeti celilelerle sabit olduğundan inanılıp iman edilmesi, zarurâtı diniyyeden olarak her mükellefe farz-ı ayındır.
Vefattan sonra vücutla beraber haşrin meydana gelmesi açık delille sabittir.
Bunun nasıl olacağı açık ilâhî delille belirlenmiş değilse de iki şekilde meydana gelmesi muhtemeldir.
Daha önce açıklandığı gibi birincisi, mevtâların var olan farklı, aslî uzuvlarının toplanarak ve yeniden meydana getirilerek ruhların bedenlerine iadesiyle olur.
İkinci ihtimal de, yok olan beden cüzlerinin iadesiyle ruhların bedenine girmesi yoludur.
Şu iki yoldan her ikisi de zatında mümkün olmakla, bu durum ilâhî kudretin haricinde değildir. Zira, yokdan yaratıp var etmeye gücü yeten Cenâbı Allah için, önceden var olan vücutları tekrar yaratacağı pek de güç bir iş değildir.24
* * *
Ölümden sonra tekrar dirilme konusundaki S. M. Sezen’nin konuşmaları şöyle özetlenebilir:
Allahu Teâlâ, “… Kıyamet gününde diriltileceksiniz.” (Mü’minûn s., 185) ve “… O, her çeşit yaratmayı bilir.” (Yâsîn s., 78-79) diye yeniden dirilmeyi, mahşeri bize bildirmiştir.
Allahu Teâlâ, insanı gençlik, olgunluk ya da ihtiyarlık hâlinde veya sevaplarını ve günahlarını işlemiş olduğu her hâlinde yarata-bilecektir. Çürümüş hatta toz olmuş kemikleri bile tekrar yaratma kudretine sahiptir.
İşte, ruhların bedenlerine iadesi ya da ruhların eski be-denine girmesinin yanında, bizim hiç tahayyül edemeyeceğimiz bambaşka durumlarda da Allahu Teâlâ yaratma gücüne sahiptir. O günkü yaratılma durumunun keyfiyetini bilmemiz mümkün değildir.
Yunus Fehmi de;
Vücud, ölüm geldiğinde “hareket hâlinde değil su suya, toprak toprağa, hava havaya gider.” “Gönül denen ve kalıcı olan ruhun, yok olan vücut dediğimiz bu cismimiz…” olduğuna işaret eder. (Y. Fehmi, Makale ve Mev’ızeler, s. 161).
d) Amel Defterleriyle İgili Dayanakları
Her mükellefin dünyada hayır ve şer her ne işlemiş ise bu amellerinin sonucu olarak mükâfatlandırılması ya da muâhaze edil-mesi ilâhî iradenin hikmetinin ve ilâhî adalete uygunluğunun bir sonucudur. Her şahsın hayatının başlangıcından ömrünün sonuna kadar kendilerinden sudur eden ve serbest iradelerine dayanan fiillerini Allahu Teâlâ’nın zabt ve muhafaza etmesi durumu, beşer olan kişilerde bu kadar olamayacaktır.
ﻦﻮﻤﻠﻓﺘ ﺎﻤ ﻦﻮﻤﻠﻌﻴ ﻦﻴﺑﺘﺎﻜ ﺎﻤﺍﺮﻜ (İnfitâr s. 11-12) âyeti kerîme-sinin hükmüne göre her şahısta işleriyle görevli olan melekler tarafından kulun amel defteri zabt ve yazılmaktadır. Bu defterler,
ﺍﺮﻮﺸﻧﻤ ﻩﺎﻘﻠﻴ ﺎﺑﺎﺘﻜ ﺔﻤﺎﻴﻘﻠﺍ ﻡﻮﻴ ﻪﻠ ﺝﺮﺣﻧ "Kıyamet gününde herkes tarafından bilinen ve mülâkî olunan kitabı çıkarırırz." (İsrâ s. 13) hükmünce muhasebe ve tartıya konur.
"Amma, kitabı sağından verilenler hesabını kolayca verirler." müktezasınca, saadet ehli olan salih müminlerin amel defterleri inâyet ve ihsan buyurularak ve cennetin müjdelenmesi suretiyle sevinçli olarak cennete gideceklerdir.
"Amma kitabı sırtının gerisinden verilenler..." muktezasınca isyankârların günah defterleri "verâe zahrından" verilerek delillerle muhasebe ve muâheze edilir. Sonra da ﻕﺣﻠﺍ ذﺌﻤﻮﻴ ﻦﺯﻮﻠﺍﻮ “Ogün tartı haktır. Kimin sevap tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." hükmü gereğince herkesin amel sayfaları tartılarak âlemi hayatta geçirmiş olduğu ömürleri, malları ve her türlü ilâhî nimetleri nereden alıp nereye safettiği birer birer sorularak ve hesabı yapılacaktır. Herkes amellerine uygun işlem yapılmak üzere, ﺎﻫﺪﺮﺍﻮ ﻻﺇ ﻡﻜﻧﻤ ﻦﺇﻮ muktezasınca şahsına göre kıldan ince kılıçten keskin olarak cehennem üzerine kurulmuş olan sırata, yani köprüye sevk olunacaklardır.
Cennet ehli kevser havuzu ile taltif edilip içirilerek cenneti âlâya, cehennem ehli ise sırat üzerinde bulunan duraklarda sual olunarak ve amellerinin gereği olarak cehenneme atılarak azaplan-dırılacakları kati delille sabittir.
İşte, böylece vakî olacağı kalben tastik edilip inanmak farz-dır. Cenâbı Hakk’ın emirlerini yerine getiren ve nehilerinden kaçı-nan muttakiler için hazırlanan cennet ve zarûrâtı dinîyeden bulunan ilâhî hükümleri inkâr eden kâfirler için hazırlanan cehennem heran mevcut ve bâkî olup kendilerine ve ehillerine yokluk gelmiyeceğini, hak olduklarına da itikad etmeyi gerektiren iman lazımdır. (S. Sırrı, Vesiletü’l-Felah, s. 44).
Avşar’dan Görünüş
C. ÖLÜM VE ÖLÜM KORKUSUNDAN
KURTULUŞ YOLLARI
1. ÖLÜM KORKUSU
Yunus Emre’nin dediği gibi:
Canlar canını buldum,
Bu canım yağma olsun.
Ballar balını buldum,
Kovanım yağma olsun.
Bu düşünceye ve bu seviyeye ulaşan bir kimsede ölüm kor-kusu olur mu? Ölüm anında ve sonrasında bedeninin çekeceği acılar, olur mu?
Yaşam boyu ölüme, beklenen mutluluğa hazırlanan bir kişi için son nefeslerinde çekilecek sıkıntılar bir hiçtir. Ona makâmı, âkibeti ve derecesi ruhunun bedeninden ayrılmasından kısa bir zaman önce gösterilmiştir.
Ancak elem ve acılar, bu son anında kötü âkibetini görenler içindir.
Bu sebeple ve bu düşüncede olduğu için özet olarak;
Ölüme hazırlıksız olanlarla ilgili olarak; “Mahşerde amel kazanılmaz.” “Son pişmanlık fayda vermez.” “Ne ekersen onu biçersin.” “Cefâyı çekmeyen sefâyı süremez.” “Lokma çiğnenme-den yutulmaz.” sözleriyle benzerlerini, S. M. Sezen dilinden düşür-memiştir.
Hastalık sebebiyle çekilen sıkıntıların, bazı günahlara kefâ-ret olabileceğini düşünmüş ve son demlerinde çekilen acılara değer vermemiş ve şöyle konuşmuştur:
“Ben vücudum sıhhatte iken amel kazanmaya bakıyorum, her şey bittikten sonra değil.
Bile bile günah işlememeye ve haram lokma yememeye çalışıyorum. Taksîrâtım için Allahu Teâlâ’nın merhametine sığınıyo-rum, mağfiret eder, bağışlar inşallah.”
“Önemli olan dünyada bıraktığım ve beni yâdedettirecek, bana duâ edilmesine vesile olacak olan şeyler ya da benimle âhirete gidecek olan iyi amelimdir.”
“Korkum, kabir azâbını ucuz ve kolay atlatamamam. Büyük korkum, dünyadaki işlerimin hesabını, o günde vereme-mem. Tek çarem, tek ümidim, tek kurtuluşum Allahu Teâlâ’nın rahmetine, affına sığınmak.”
* * *
Gel olma, dünyaya heves,
Dünya dediğin, bir kafes,
Kuş misilliyiz, bir nefes,
Kuş kafesten uçar, bir gün. (S. M. Sezen, a.g.e., s. 146).
2. ÖLÜM
Fânî ölüm denen şey; yokluk demek olmayıp hakikatte bu fânî hayatın başka bir şekilde ve ebedi surette devamından iba-rettir.
Ölümü, hakikat ehli doğuma benzetmişler ve “ölmek gibi bu yandan, doğmak gibi o yandan” demişlerdir. Bu durumda ölüm, çeşitli maddelerin berleşmesiyle meydana gelen cismin toprağa intikaliyle bu geçici âlemden kurtulup ruhu ile yaşamaya devam ettiği bâkî bir âleme doğmak ve geçmek demektir. (İbni Sina. Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risâle-si, s. 12).
Yunus Hocafendi ölümü şöyle tanımlar:
Kendisinin yaşaması için tespit edilen, belirli zaman geldi-ğinde (ölümü yaklaştığında), kişinin benliğini oluşturan unsurlar arasında uyumsuzluk başlar. İnsanın her hâli, şânı, kuvveti, havası ve canlılığı ortadan kalkar.
Vücudu hareket hâlinde değil su suya, toprak toprağa, hava havaya gider. Buna “mevt” (ölüm) derler.
Fakat insan, bu maddî yapısının hakikatı olan ruhu insa-niyye ki, “gönül” denen ve kalıcı olan ruhun, yok olan vücut dediğimiz bu cismimizden ayrılmasına “mevt” denilir. (Y. Fehmi, Makale ve Mev’ızeler, s. 161).
3. ÖLÜM KORKUSUNUN NEDENİ
İnsana verilen (lâhik olan) korkuların en büyüğü ölüm kor-kusudur. Genel olduğu halde bile, yine bu korku bütün korkuların en şiddetlisi ve en tesirlisi bulunduğundan, bu korkunun neden ileri geldiğini ve kimlere tesir ettiğini (ârız olduğunu) belirtmede yarar vardır.
Ölüm korkusu şu kimselere etki eder:
1. Ölümün, gerçekte ne olduğunu bilmeyene,
2. Nefsinin (yani ruhunun) nereye gideceğini kestiremeyene,
3. Bedeninin ve bütün varlığının yok olacağına, evrenin ebe-dî olduğuna inanana,
4. Hastalıkların verdiği sıkıntıdan başka, ölüm için de ayrı-ca şiddetli bir elemin olduğunu zannedene,
5. Öldükten sonra kendisinin sorgudan geçirileceğine ve cezalandırılacağına itikad edene,
6. Öldükten sonra nereye gideceğini bilemeyip tereddütlü davranana,
7. Arkada bırakacağı mal ve miras üzerine üzüntü duyan kimseye.
İşte bu sayılanların hepsi, gerçek olmayan birtakım zanlardan ibarettir. (İbni Sina. Risâle, s. 12-13).
Yunus Hocafendi de, nefsine uyan kimsenin bundan ayrılmak istemediğinden, ölümden korktuğunu söyler:
Hayvansal ruh (vücudun canlılığı), bu evrenin bir özelliği olmakla, daima bu yok olan varlığa meyillidir. Nefsanîdir ve onu, maddeden ibaret olan bedenini arzular.
İnsan ruhu ki, akıl onun bir özelliğidir. O da, vatanı asliye-sine ( akıl, insan ruhuna) meyillidir.
İnsanın nefsi yani hayvanî ruhu elinde; akıl mağlup olur ve zayıf kalır. Çoğunlukla böyledir. Bazen aksi de olur. Bu azdır. Keyfî hareket eden (aklına göre değil), nefsine uyan kimse bundan (bedeninin zevklerinden) ayrılmak istemez.
“Nitekim, ham meyve dalından zor kopar. Bu şecere-i âlemin meyvesi insandır.”25
Mal, Mal...
Nedir, mal? Her kazandığını mal mı zannediyorsun?
Paraların, mülklerin ve paraların olmakla “malım var.” diye mi iftihar edeceksin? Bunlar mıdır, mal? Hayır, hayır. Saâdet-i ebediyyeyi ne kadar temin ederse mal odur.
Allah vermiştir. Fakat, zan etme ki nimettir. Nimet değil, belki azaptır. Dünyada azap çekmen içindir. Dünyada azap çek-men için verir.
Malda iki azap var: Bir kerre, kazanmak için neler çeker. Sonra, muhafaza. Çalınır korkusu, kaybolur, yanar. Az bela mı, bu?
Sonra bırakıp gitmek: İşte en büyük bela bu! O depdebeleri bırakıp gitmek? O mallar ile, en sevmediği kimse, en sevdiği familyasını (ailesini) alsın da, o malları yesin! (Y. Fehmi, Mev’ızeler, s. 131). Onun için mi kazanmış idi? Hiç sevmediği kimseler taksim etsinler; onlar için mi çalışmış idi? Bu mallar ile ne zevkler süreceklerdi? O malları kazanırken âhiret hatırına gelmi-yordu. Dünyayı âhiret üzerine tercih ediyordu.
Şimdi, o malları vârisler yesin! O malların, vârisler zevk-ü sefâsını sürsün! Kendisi de üzüntü ve azap içinde kavrulsun! İşte malın en büyük azabı bu, işte! (Y. Fehmi, Mev’ızeler, s. 132).
* * *
Hani, senin anan, atan?
Dünyayı önüne katan,
Ölüm aklına gelmez iken,
Gidip mezarda yatan,
Gel olma dünyaya mağrur. (S. M. Sezen. Şiir Defteri, s. 145).
4. ÖLÜM KORKUSUNUN ORTADAN
KALDIRILMASI26
1. Ölüm gerçeği bilindiğinde, korkusu da ortadan kalka-caktır.
Ölüm olayı, ruhun âletlerini kullanmayı terk etmesinden başka bir şey değildir. Ruhun âletleri, beden denilen organlardan ibarettir. Ruh, cisim olmayan bir asıldır. Organların varlığı ise asıla bağlı çeşitli görünüşlerdir. Gülün kendisi asıl, renk ve kokusu ise gülün unsuru, bir organıdır. Cevizin kendisi asıl ve kabuğu, çiçeği, dalı, yaprağı ise birer organdır.
İnsanın ruhu, özelliği dolayısıyla bedenden ayrıldığı vakit bâkî kalır. Böylece ruh, yer yüzünün bulanıklılarından süzülüp pâk olur ve tam bir mutluluğa kavuşur.
Ruhun, yok ve hiç olma durumu düşünülemez.
2. Öldükten sonra ruhunun nereye gideceğini bilmedi-ğinden yahut bedeni çürüyüp dağılmaya yüz tutunca ruhunun da yok olacağını zanneden ve ruhunun yaşayacağını bilmeyen kimse ölümden korkmaktadır.
Bu korkuyu yenmek için bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Her ne kadar şuursuz ve amaçsız olarak bedenin duyduğu lezzet-leri, bedenin rahatını terketme ile uykusuz kalma, güçlük ve zor-luklara katlanmanın bir yararı yoktur. Bunun sonunda bilgisizliğin yorgunluğu kalmaktadır. Bilgisizlik ruhun bir hastalığıdır. Ruhu, bilgisizlik hastalığından kurtararak rahatının devamlılığını ve sonu gelemeyecek bir lezzete kavuşturmak gerekir.
Eğer bilgisizlik ortadan kaldırılacak olursa dünya işlerinin hepsi kişiye kolay gelir. Halkın gözlerinde büyütüp peşinde koş-tukları mal, servetten kaynaklanan zevk duygularını; bu zevke sürükleyen şeylerin gerçekte ebedî mutluluğu verip veremeyeceğini bilmek gerekmektedir. Çünkü dünyada istenen şeylerin devamlı-lığı, kalıcılığı çok az ve sonu çok yakındır. Bu varlıkları elde tutar-ken sıkıntılar çekildiği gibi, elden kaçırıldığında da üzüntü ve ke-derlenmenin sınırı yoktur. Bunun için; dünya malını zorunlu ve lazım olacak miktarda biriktirmek gerekir.
İhtiyaçtan fazlasını biriktirmede, ardı arkası gelmeyecek kadar sonsuz imkânlar vardır. İnsan, bu fazlalıkta hangi amaca ula-şırsa ulaşsın, hangi gayeye yetişirse yetişsin o gaye ve amaç; onu durmadan ve dinlenmeden diğer bir gaye ve amaca çeker ki, işte bu da bir ölümdür. Şu kadar ki kendisinden korkulmayan bir ölümdür. Bu mal fazlalığı üzerine düşkünlük, kaybolan bir şeye düşkünlük demektir. Bununla meşgul olmak, gerçek dışı bir şeyle meşgul olmaktır.
Bu durumda insanın, dünya hayatında peşinde koştuğu her türlü yeme ve içmeyi ve her türlü şehvetleri seçip seçmemesidir.
İşte, tabiî ölümden korkan kimse, mutlaka başa gelecek olan ve beklenilen bir şeyden korkmuş olur. Çünkü insan yaşaya-cak, konuşacak ve sonra da ölecektir. Hayatın tamamlayıcısı olan olümden niçin korkulsun ki? Hayatın sona erişini kabullenemeyen ya da yaşamının sonsuzluğuna inanan ve zanneden bilgisiz ve kül-türsüz kimse düşünülebilir mi?
Özet olarak; noksan yaratılmış olan kimse ömrünün tamam-lanmasından korkarsa, kendiliğinden yanlışlığa düşmüş ve bilgisizli-ğinin verdiği korku ile benliğinin cahili olmuş olur. Bu durumda akıllı olan; bilgisizlikten, noksan olan şeylerden kurtulup, kendini şereflendiren ve yücelten her şeyi aramayı bir görev bilir.
3. Ruh bedenden kurtulduğu zaman bu kurtuluş karanlık ve kirli bir kurtuluş değil de belki tertemiz bir kurtuluşla yüksek bir seviyede bir mutluluk olur. Ruh, ruhlar âlemine yükselir. Yaratıcısına yakın olur. Kendi benzerlerinden olan temiz ve pâk ruhlar ile karışır. Kötülüklerden ve çirkinliklerden kurtulur.
İşte bu açıklamadan da anlaşılır ki; bir kimsenin ruhu bede-ninden ayrılırken bedenine olan özlemi, bedenine acıması ve ayrılık korkusuyla ruh; kendiliğinden üzüntü ve elem içerisinde bulunduğu halde, uzaklara sürüklenerek bir istikrar ve bir barınacak bir yer bulamaz.
4. Ölümden önce, sahibini ölüme sürükleyen hastalıkların verdiği eleminden başka ölüm için ayrıca büyük bir elem mevcud olduğunu zanneden kimsenin durumu:
Bu gerçek olmayan bir zandır. Çünkü elem; ancak bir his, bir duygu ile olur. Bu his, anlayış, kavrama ve duygu diride bulu-nur. Ruhun eserini, ancak diri kabul eder. Kendisinde ruhun eseri ve bir canlılık bulunmayan cismin acı ve izdırabı, bir hissiyatı ola-maz. Bu takdirde, ancak ruhun bedenden ayrılmasından ibaret olan ölüm için hiçbir elem yoktur.
Çünkü beden; ancak ruh ile ve eserinin bedende oluşma-sıyla duygulu ve üzüntülü olur.
Bedende canlılık yok olunca ve sadece cansız bir cisimden ibaret kalınca artık onda ne duygu kalır ve ne de elem.
Sonuç olarak ölüm; ruhun bedenden ayrılması sebebiyle, bedene dönüşü (diriliş) de sıkıntısız ve acısız olacaktır. Can olma-yınca beden ne hisseder ve acı duyar.
5. Ceza göreceği ve işkence çekeceği düşüncesiyle ölümden korkan kimseye gelince: Bu kimse olümden değil, işkenceden korkuyor demektir. İşkence ise öldükten sonra da kendisiyle beraber bâkî kalacak olan kötü ve çirkin işleri yani günahları sebebiyle alacaktır. Bu kişi; her halde kendi günahlarını ve hak ettiği cezayı gerektiren işlerine karşılık olan ilâhî adaleti kabul edecektir. Bu takdirde; ölümden değil, ancak günahlarından korkuyor demektir. O halde günah üzerine yapılacak cezalandır-madan korkan kimseye o günahdan sakınması ve çekinmesi gere-kir.
Günah adı verilen kötü ve çirkin işler, kişide bulunan cehâlet ya da bilgisizlikten kaynaklanır.
Bu takdirde ölümden korkan kimse; korkulması gereken şeyin cahilidir. Bilgisi dışında ve eseri bulunmayan, kendisinden de korkulmayan şeylerden korkuyor demektir. Cehâletin ilâcı bilimdir. Bilen itmad eder. İtimad eden kişi de mutluluğa erer.
6. Ölümün hakikati ruhun bedenden ayrılmasından iba-rettir. Ruhun ayrılışında bir dağılma, bozulma ve yok olma durumu yoktur, bedenden ayrılışı vardır. Beden ise, mutlaka çürüyecek, dağılacak, toprak olacaktır. Amma insanın asıl benliği, zatı, sözü, varlığı olan ruhu kalıcıdır. Cisim olmadığı için, cismin sonu olan dağılma ruha da gerekebilsin?
Mutlaka gerçekleşecek olan şeyler için hüzün ve teessür içinde olmanın hiçbir fayda temin etmeyeceği çok açıktır. Var olan bir şey, elbette bir gün yok olmaya ve bozulmaya mahkumdur. Bedeninin sonunun gelmemesini, hiçbir zaman çürümeme-sini isteyen kimse; aslında kendi varlığının bozulmasını, bir hiç olmasını istiyor ve seviyor demektir.
Bu durumda, bir gün bedenini kaybedecek olan kimse; bedeninin yok olması gerçeği karşısında, varlığının ve benliği-nin yok olmamasını istiyor ve seviyor demektir.
Hem var olma, hem de var olmama: Bu iki, birbirine zıt durum yersizdir.
Bununla beraber, eğer insanın bedeninin ebedîliği doğru olsaydı, bizden evvel gelenlerin hepsinin bâkî kalmaları lazım gelirdi. Eğer insanlar ölmeyip de nesilleri ve çocuklarıyla beraber, oldukları gibi kalsalardı yeryüzüne sığmazlardı.
Ölüm ilâhî bir takdir olunca kötü bir şey olmaz. Kötü olan şey ondan korkmaktır. Ölümden korkan; ölüme ve onun hakikat-leriyle ilgili bilgisi ve hazırlığı olmayandır.
7. Ölümden korkmayıp da yalnız evlat ve malından arka-da bıraktığı şey üzerine üzülen kimseye gelince:
Ölümden korkan; belki Allah’ın adaletinden ve hikmetinden korkan ya da iyilik ve rahmetinden korkan kimsedir.
Ölmüş kardeşi adına sadaka verenin ya da borcunu ödeye-nin, bir borcu ödediğinden dolayı benliğinde yani ruhunda nasıl bir sevinç duyarsa; ölenin ruhu da bir borçtan, ileride duyacağı bir acıdan ve cezadan kurtulduğu için sevinç ve sürur duyacaktır. Sa-daka veren ve borç ödeyen kimsenin ferahlanan ruhu ile ölenin ruhu aynı âlem ve mekânda olduğundan yapılan iyilikten haberdar-dırlar.
Bu açıklamaya çalıştığımız konuları anlayan ve diğer gerçek-leri bilen ve kavrayan kişiler ölümden korkmayacak, ölüme hazır-lanacak ve beklenen mutluluğa kavuşacaklardır.
Bir de şunu unutmamak gerekir: Allah bağışlayan ve acıyan-dır. Kişi günah işlese de hangi şartlar altında ve hangi nedenle günaha girmiştir? Bunu düşünmeli, hemen tevbe etmeli, kötü işleri yaptığına pişman olmalı ve Allah’ın bağışlayacağından ümidini kesmemelidir.
* * *
Bir ölüm var bizim için, bilmeyiz ki ne zaman,
Elde fırsat, dilde ruhsat, kıl tedârik her zaman,
Hem kıyamet var, muhakkak hem bilinmez, ne zaman,
Okuyalım, dinleyelim, hem olalım âmilûn.
Ağlayalım, yalvaralım Rabbimize her makamda, her zaman,
Emanettir sana bu cân, hıyânet eyleme, ey cân!
Gerek altun, gerek mercân, kamu (tüm) eşya olur, fânî,
Misafirsin bugün, yarın göçer, (gidersin).
(S. M. Sezen. Şiir Defteri, s. 154).
Dostları ilə paylaş: |