Yaşar Kemal _ Demirciler Çarşısı Cinayeti
Yaşar Kemal _ Demirciler Çarşısı Cinayeti
Derviş Beyin kalın kara kaşlarının altındaki gözleri bir yangın gibiydi. jjjjElmacik kemikleri çıkık, gözleri biraz çekikti. Çenesinin çukuru derin, gölgeli ve çenesi güçlüydü. Güneş yanığından da daha koyu yanık yüzü, derin yüz çizgileri, geniş ahu kendine çok güvenmiş bir adamın bütün benliğini ortaya koyuyor, konuştuğu, güldüğü zamanlar inanılmaz bir ışıltıyla parlayan harikulade güzel ak dişleri ortaya çıkıyordu.
înce, seyrek bıyıkları azıcık sarkıktı. Sarkık, seyrek bıyıkları, kalın kara kaşları, güçlü çenesiyle bağdaşamıyor, yüzüne dengesiz, bir hoş bir yabansılık veriyordu.
Sol elinde kamçısı, sağ eli sağ kasığının üstüne sokulu tabancasının kabzasında, ayağında parlak tozlu çizmeleri konağın büyük sofasında baştan ayağa gidip geliyor, gidip geliyo.» du.
Terlemiş yüzü kapkara kesilmiş, öfkeden derisi gerilmişti.
Mavi çuhadan ceplerinin kenarları sırma işleme şalvar giyerdi. Şalvarının geniş kıvrımları çizmelerinin üstüne dökülür, üst kısımların tozlarını siler, böylelikle de çizmelerin ağızlarına yakın yerlerinin tozunu alır, orayı parlatır, pırıl pırıl, yeni boyanmış gibi ederdi. Buralarda artık bu şalvarı biçen, diken, nakışlayan kimse kalmamıştı. Ama Derviş ne yapıp ediyor, yılda bu şalvardan bir ya da iki tane mutlaka ediniyordu. Tâ Halep-tcn, Şamdan, daha da olmazsa Mısırdan getirtiyordu. Şalvarın ,üstüne de her zaman çizgili, göğsü ibrişim işlemeli yakasız min-\tan giyerdi. Ceketleri de her zaman son modaya uygun olurdu, tstanbulun en ünlü terzisi bu ceketleri en pahalı kumaşlardan dikerdi.
Bu karmakarışık kılık ona çok yakışırdı.
Yaşı elliye yakın, saçları apak ama, o, daha sırım gibi, dimdik. Ve yirmi yaşında bir delikanlı çevikliğiyle ata biner, Arap atının üstünde gözleri ilerde, göğsü dışarda sol kamçılı eli baldırının üstünde görkemli otururdu.
Nakışlı, fildişi saplı nagant tabancası sağ kasığının üstüne,
14
laydı. Kara, uzun sakalı, ince kıvırcıktı. Yüzü solgun, dudakları kırmızı dolgundu. Adamı yerden kaldırdılar, içeriye tasr lı- . t ar. Adam sırmalı yamçısıyla uzun boylu, inceydi, yakışıki ^. Dtuzunda gösteriyordu. Ocağın başına getirdiler. Adam biı -,„ ha gözlerini açtı. Gözleri soru doluydu. Konuşamadı. Ocağa, v odun koydular, çok ateş yaktılar. Adam hep, derin derin içL çekerek uyuyordu. Kuluncundan giren kurşun omzunu parçalayarak dışarıya çıkmıştı.
Sarıçamdan, Misis yöresinden de hortumlar çıktı. Bunlar dev toz direkleriydi. Her bir direk Nurhak dağının doruğun; kadar uzamyordu. v,
Garbi yeli azıttı. Garbi azıttıkça toz direkleri de ovayı doldurdu. Ovanın üstünü, ak yollan, örümcek ağı gibi, renk renk, kırmızı, mor, sarı, mavi, ak, uçuk yeşil, hepsi de soluk, içlerinde güne değip çakan binlerce ipiltide, çakmada kaynaşan toz' direkleri ormanı kapladı. Orman hem kendi yöresinde uğunaral dönüyor, hem de gidişi belirsiz, başdöndürücü bir hızla oradan oraya akıp duruyordu. Ova dümdüzdü. Esiksiz kesiksiz, cilalanmış gibi.
Ormanın bir kısmı Misis yörelerini sarmış, bir kısmı da kara bir ada gibi ayrılıp Anavarzaya geliyordu.
Hacılarla Dumlu arasındaki toz direkleri pul pul ışıklı, bal-ksyan bir turuncuya kestiler.
Garbi yeli daha da azıtıp yeri göğü savurmağa başladı. Direk ormanlarını kuzeye, ovayı bir kuşak gibi görülür görülmez, bir uçuk mor tülle sarmış gibi duran yatık Toros dağlarına sür-dü. Toz direkleri ormanının her birisi bir yandan gelerek... «O güzel atlara bindiler, çekip gittiler.» Ulu bir ormancasına arada yürüyerek doludizgin Toros önlerine yığılışıyorlardı. Sanki tekmil ova şehirleri, köyleri, ağaçları, çığlık çığlığa kuşları, telgraf direkleri, canlı cansız bütün varıyla orada durup duran Torosun üstüne yürüyordu. «O iyi insanlar, o güzel atlara...» Bir ara Toros dağları toz direklerinin ardında yitti. Birden
12
dikerek,
san!? v^k lerTT*
Adam acıdan duramaz oldu, hemen stüne atladı sürdü sel yatağına Kulaklarını kısarak sel yatağının üstünden uçtu. girdi. Binlerce uzun eü/pı gagah, mavi, sarı, ince
Uzun bir sütp «°')-1''' balkıdı söndü, gibi, gökyüzünü örterek. ı ormana, n dikti. Bir savurdu. Bj
kuyruğunu uzaklara savurarak Sialgası geldi tökezlemiş atı aldı götürdü. Atlılar yalım dal-
w nazlı, usulca, dirseklerinin üstim^jt Ç°k yaklaşmışlardı, dalga onları da sardı, aogru dökerek. Mune' oraf v.ğmur gene başladı. Otluk sapsarı, göğe çıkan yoğun bir
'cinde kaldı. Dumandan atlılar dışarıya, kıyıya fışkırdı-teker, çeltik tarlasına düştüler. Çeltik tarlasından ıklannda arkadakiler öndeki atlıya bir at başı yaklaşmışlar-Nedense artık kurşun sıkmıyorlardı. Yağmur gittikçe gür-[yordu. Akşama doğru konağm yanına geldiler, konağın yö-de dönmeğe başladılar. Yağmur geceyi turunculadı. Göz örmez gecede konağın yöresinden boğuk, çamurlu tadar biteviye at ayakları sesi dol-sesleri kesilince ortalık b: bir
bl -r-"
do
___mu umıanaan, girmesiyle çıkması bir oldu,
Gün kavuştu kavuşacak. San bir yağmur hızlandı. Kayî lıi Jar, ağaçlar, patlamış çeltikler, gökyüzü, gürültüyle akan ı m ak, bataklık, sazlar, bük, zincarlar sarıya boyandı Dışard bi
, ««.CUJ.HİS., sazıar, bük, zincarlar sarıya boyandı. I
Dışardan bir kişneme geldi, Derviş Bey pencereye koştu Eli tabancasına gitti. Dışarda, ağaçları kökünden söken bir y esiyordu, sapsarı. Atın yelesi, uzun kuyruğu esen yele kapılm
uyordu. Sarı gece esen yele ka™1*"—
«Çabuk,» diye bağırdı Derviş
Adamlar m»:' —
üstÜ bugUİandl' bİnbk «^ bUlurladl> ' uzun' TÜrkmen eğerlİ l
uyordu. Uzun, sararmış yüzü, kıvırcık kirpikleri, abanoz salıyla bir ermişe benziyordu. Belki de bir hoş bir dervişe... ınaşmalar hemen vardılar, yamçılı, yamçısının yakaları, bağ som sırma işlemeli adamı attan indirmeğe kalktılar. Adam
¦abdılar.
yumulmuş yamçıh adamın
v nma
ı doğdu, tanyerleri ışıdı «ar
At, Ata d
ğ enetlenmişti. Ata
ununca adam cansız gibi atın tırnağının dibine sağılıver İYere, sarı çamura düşünce gözleri açıldı. îri sobe gözleri
:nsız gibi atının tırnağının dibine sağıldı. Yamçısı, üstübaşı, .ra sakallan kan içindeydi. Çizmesi de kanla dolmuştu. Adam luk alıyordu. Yerden alıp konağa götürdüler. Adam içeriye irer girmez dışardan bir çığlıktır koptu. Atlılar konağın yöre-inde uluyarak dönmeğe başladılar. Döndüler, döndüler geldi-avluda donmuş gibi durdular kaldılar bir sıra. Bir sıra 'ürkmen eğerli, al atlı, sırma işleme kara yamçılı adamlar. At-
duman fışkırıyor-iu.
En baştaki ak sakallı tam öğle üstü atından indi, yamçısını ğsre koydu konağm kapısına yürüdü üç kere çaldı. Kapı açıl-ı. Derviş Bey karşısındaydı. Sağ elini yüreğinin üstüne götür-iü. boyun kırdı. Aksakallının uzun, bir atm kirpiklerine benzemen seyrek kirpikleri kalın, kıvırcıktı.
19
«inançtık Urfadan, Haran ovasından düştük yollara, at mizda yavuz atlarımız, keskin tüfeklerimiz, kılıçlarımız... J günlerimiz, kötü günlerimiz. Yollarda her birimizin altında i at çatladı. Yedi dağı aştık, Amik ovasına, gölüne, Suriye çj lime. Hamaya düştük... Musadağmı yedi kere dolandık buraj geldik. Ver onu bize. Bize o gerek. Eğer onu bize vermezse: hanumanm sönecek. Soyunda erkek çocuk büyümeyecek, k dan gidecek. Evinde soylu atlar yaşamayacak, ver onu bize. Kapı yüzüne kapkara, kurşun gibi kapandı. Sonra ikinci adam atından indi. Geldi kapıyı dört kel çaldı, kapı açıldı, aynı sözleri o da söyledi. Kapı onun da yi züne, kapkara, bir kılıç ağzı gibi indi. Üçüncü geldi beş ke: çaldı. Teker teker atlardan indiler, geldiler kapıyı çaldılar. S( nuncusu on bir kere çaldı. On birincide kapı açıldı, açılmasıyl kapanması bir oldu. Adam hiç bir şey söyleyemedi. Binicisi kalmış dolçuz al at geldi, kapıya başlarını sürdüler. Boyun kırıj iri gözlerinden kan yaş akıttılar. Karanlık çökünceye kadar atlar ağladılar. Sonra birden hep bir ağızdan kişnediler. At kişne meleri Anavarza kayalıklarında sabaha kadar yankılandı.
Gün açıldı, soylu atlar kişnemelerini kesip kapıdan çekildiler. Onlar çekilince kapıya gözlerinden uyku akan adamlı geldiler. Kapıyı durmadan çaldılar, kapı açılmadı. Gün kuşl ğa doğru kapı açılıverdi. Kara büyük gözlü, abanoz sakallı, k vırcık kirpikli, uzun yüzlü üç adam fırladı dışarıya. Ağır, vaku: güvenli, yerleri sarsarak yamçılı adamların üstüne yürüdüler.
«Urfa çölünden, Harandan, Abdülaziz dağlarından indi de geldik.»
Adamlar atlarına bindiler, gün batmcaya kadar konağın yöresini dolandılar durdular. Atlar kişnedi, horozlar öttü, toprak sarsıldı, ovadaki her canlı sonuna kadar bağırdı, kurt kut, y/lan çiyan, börtü böcek.
Sabah gene açıldı. Yağmur gene tanyerini örttü. Adamlar, atlar gene geldiler kapıya yüklendiler. Kara, yalım gibi, ışıltılı gözleri buğulandı.
Ulu, kocaman bir hortum geldi, pamuk fidanlarını kökünden söktü, bir harman samanı aldı, evlerin çatılarını kopardı, tavukları, ördekleri, kuşları aldı, konağın kiremitlerini savurdu, \ erlere çaldı. Ortalık öylesine karanlığa kesti. Derviş Bey kapının kenarına yapıştı. Yapışmasa hortum onu alıp konaktan aşağı atacaktı. Bir an tozdan soluk alamaz oldu. Ağzı burnu tozla doldu.
Gözünü açıp da baktı ki hortum şişmiş, uzamış başmı al-ıış Torosa doğru gidiyor. Üstübaşı toz toprak, saman içinde almıştı.
îçinde bir boşalma duydu. Şu hortum bir daha, bir daha, ıütün hışmıyla bir daha gelse. Bomboş bir boşlukta dört döndü. Bazı bazı bedeni de yokoluyordu. Bedeninin farkına varmak, boşlukta ağırlığını duyabilmek için tabancasının sapını var gücüyle sıktı. Eli acıyıncaya, kemikleri çatırdayıncaya kadar.
Atm başı yere sarkmış. Ağır ağır ilerliyor. İlerliyor ama kımıldadığı yok gibi. Çatırdayan bir sıcağın altında. Atın gölgesi doğuya doğru uzamış. Üstündeki adam dizginleri bırakmış. Yaslı gibi, kendinden habersiz birisi gibi. At durmadan, uzakta, ulu bataklığın kıyısından doğuya doğru kımıldanıyor. Bir ara duruyor, başmı yere değdirircesine sarkıtıyor, uzun bir süre böyle, sessiz, kıpırtısız. Sonra bir iki adım atıyor.
Atlı bir ara ince uzun, bir bahar dumanı gibi ak toz direğinin içinde kaldı. Az bir süre sonra da toz direği başını aldı gitti. Atlı hiç bir şey olmamış gibi gene öyle, güneşin altında, ölgün.
Ortalık yanık, göğnümüş ekin sapı, ağır bataklık, acı, keskin pıtırak karışımı bir kokuyla kokuyordu.
Atlı küçük dut ağaçlarının altında kaldı. Ötede bataklık ta Anavarzanm dibinden, gün vurmuş bir kalaylı yol gibi parlayan Ceyhan ırmağına kadar kapkara uzanmıştı.
Bir şeyler aranmağa başladı. Çok önemli, ansıyamadığı, dilinin ucunda, bir şeyini yitirmiş, durmadan aranıyordu. Cep-
21
lerine baktı, teker teker, tabancasını kuşağının altından çıkardı. Tabanca gün ışığına gelince menevişledi. Kurşunlan eline döktü. Kurşunlar yağlı, donuk. Tabancayı doldurdu, topunu uzun bir süre çevirdi, fır döndürdü, usandı, gene tabancayı yerine soktu. Odasına girdi, çıktı. Beylik odasında durakal-dı. Beylik yadigarlara hüzünle baktı, aradığını bulamıyordu. Bahçeye indi, şu kuyusunun başına vardı. Kuyuya eğildi, derin kuyunun dibindeki suyun aynasında yüzünü gördü. Hiç bir aynada yüzünü böylesine canlı görememişti. Yüzüne uzun uzun baktı, gene bulamadı. Kuyudaki suyun yüzüne küçücük bir taş attı, suyun yüzü incecikten kırıştı, dalgalandı. Zeytin ağaçları toz içindeydi. Dut ağacının yaprakları da tozdan bombozdu. Dut ağacından zeytinlere, kuyuya, kuyudan yola, yoldan eve, evden tarlalara, tarlalardan sebze bahçesine gidiyor geliyor, gidiyor geliyordu. Durmadan, hiç durmadan yürüyor, ata biniyor, atı doludizgin sürüyor, at son hızla ilerlerken attan atlıyor, geri biniyor, atı uçsuz bucaksız ovanın düzlüğünde, sonsuzluğunda sürüyor, nereye gittiğini, ne yaptığını bilmiyor, dikenli çalılıklara giriyor, dikenli çalılıklar giyitlerini, derisini yırtıyor, kan içinde kalmış, testere gibi Anavarza kayalıklarına çıkıyor, gece yarısına kadar, karanlıkta kayadan kayaya atlıyor.
Ortalıkta uğunuyor, dört dönüyor, başım oradan oraya vuruyor.
Sedire oturdu çizmelerini çıkardı, iyice, her iki çizmenin de içine baktı. Sonra odasına girdi. Odasının kalın kilim perdeleri kapalıydı, yalnız ince bir aralıktan odaya gün ışığı sızıyordu'. Karanlıkta bu uzayıp giden, içinde tuhaf tanecikler uçuşan aydınlık yola gözlerini dikip bakmayı severdi. Aydınlığın içine bir kocaman, kırmızı, yeşil, mavi halkalı arı düştü Arı aydınlık yoldan çıkamayıp öfkeli, çırpman, titreşen kanatlarıyla yerden yukarı tavana kadar gitti geldi, gitti geldi. Vızıltısı bütün odayı doldurdu. Kapalı, uzun bir tüpe girmişçesine çabalıyor çabalıyor karanlık duvarını aşamıyor, veryansın ediyordu vızılmağa, başını yerden tavana vura vura dönmeğe.
.,. 22
Derviş Bey:
«Ahmak hayvancık,» dedi. «Ne de ahmak. Karanlığı aşılmaz çelik duvar sanıyor, tıpkı insanoğlu gibi.»
Avucunun içi kanla doldu. Burnuna taze, büyülü, köpürmüş bir kan kokusu geldi. Ellerine baktı, ellerinde hiç bir şey-cikler, yara mara yoktu ama gene de kanıyordu. Vıcık vıcık, kansız kanama. Elleri ağır ağır yanma düştü. Avucu gene kanla doldu, vıcık vıcık. Kan kokusu sası sası yöresine yayılıyor, genzini yakıyordu. Kendinden geçmiş, uzun bir süre kanı kok-
ladı.
Durmadan sağ avucundan tabancasının soğuk demirine, oradan kasığına, bacaklarına ılık ılık kan sızıyor, cıvık kanm yapış yapış sıcaklığı gittikçe bütün bedenine yayılıyordu.
Az sonra kanı unuttu. Kanı unutunca da gene o yitirdiği, yitirip bulamadığı şey geldi aklına. Gene içinin bomboş kaldığını duydu. Olduğu yerde birkaç kere döndü. Gözleri karardı, düşecekti, kendini hemen toparladı. Çabuk çabuk yürümeğe başladı. Yürürken yalpalıyordu.
Sonra birden yitirdiğini bulmuşcana, unuttuğu aklına gel-mişcesine içini gene o eski ağıt geldi sardı. Sıcacık, dost, dopdolu.
«O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çektiler gittiler.» Bir kere, iki, üç, dört, beş kere, yüz.kere, bin kere söylüyor, içini bir ağlamanın, doya doya ağlamanın, kırgınlığın korkunç bir öfkeden geri kalmışlığın yumşaklığı, hüznü, ağlamak isteği dolduruyor, bu erişilmez duyguyu kaçırmamak 'için de durmadan sözleri arka arkaya söylüyor, bir kaçırırsa, bir daha bu erişilmez tada varamayacağını sanıyordu.
Sonunda yorgun düştü. Bıkkın, her şeyi yitirmiş, boşalmış, bitmiş:
«Allah topunun belâsını versin. Topunun, topunun, topu-nun belâsını...» diye var gücüyle bağırdı. Sesi, toz içinde kal-
23
mış, toz direklerinin dönerek savrulduğu köyün tâ öteki ucu da çınladı.
Bütün ilikleri titredi, gerildi, sarsıldı. Kendini bir öfken, nöbetine kaptı koyverdi, zangır zangır titredi. Sevinciyle öf]ç( si bir an çatıştı. O anda da öfke onu bıraktı gitti.
Her gün birkaç kere öfkeden yumuşaklığa, yumuşaklıkta hüzne, ağlamaya düşüyor, yokoluyor, boşlukta salınıp kalıyot dünyanın sonsuzluğunda tek başına... Yokluğun, hiçliğin, boş luğun çaresizliğine düşmek. Hep yitirilmiş bir şeyi aramal; Unutulmuş bir tada yeniden varabilmek.
En iyisi öfke... En iyisi, en iyisi... Kendini ince, acıyan yan ağlamaklı, tatlı bir hüzne kaptırıvereceksin, sonra birden, tâ iliklerine kadar öfkeden titriyeceksin. Ve öfke sürecek. Bir gün, beş gün, bir ay, bir yıl, bir yüzyıl... Öfkeden öyle tirtiı, ağzın köpük içinde, zangır zangır, kudurmuş, gözler dışarı uğramış, pörtlemiş, öfkede, işkencede, hüzünde yaşamak. Böyi yaşamak, hiçte, dayanaksız, sevgisiz, kimsiz, hiç kimseyi hiç bı zaman kıskanamamanın insaniyetsizliği. Acısız, öfkesiz, uykusuz, düşsüz. Ot gibi, ağaç, böcek gibi. Böcek bile, sinek bile bu kadar hiçte, boşlukta değildir. Böcek bile, ağaç bile, sümüklü böcek, solucan bile. ölüm korkusu. Gerine gerine ölüm korkusunun içine düşmek, ölüm korkusunda çıldırmak. Çaresizliğinde dört dönmek. Acı, hüzünlü yokolmanın sessiz sızısını yaşamak... Ve ölüm korkusu, ölüm korkusunun bittiği yerin korkunçluğu.
Bir ömür boyu gerilmiş, kudurmuş, al kan içinde, ölmekle öldürmekten başka bir şey düşünmemiş, kaçmış, saklanmış öldürmeyi, ölüm korkusunu ömrünün her saniyesinde yaşamış. Ve bütün bedeni korkudan korkuya kesmiş bir adam. Bütün bunların elinden kayıp gitmesi.
Hürüuşağınm ordan bir toz direği patladı, bir anda uzadı. Ceyhan ırmağının üstüne geldi. Bir tanesi de kuru Ceyhanın altbaşmda patladı, bir tane de Endel üstünde. Toz direkleri yl-dırım gibi, göz açıp kapayıncaya kadar ovayı geçip Kesikkeli
24
üstüne geldiler. Görünmezce kendi yörelerinde dönüyorlar, ekin saplarını, samanları, kurumuş otları koparıp alıyorlar, düz ovada yeyni yükleriyle akıyorlardı. Toz direkleri bir süre Ceyhan suyunu izliyerek, suyun aktığı yöne, suyun üstünden kayarak Ceyhan kasabasının yanına varıp, orada, bucakta kapkara dut ormanında gözden bir anda yittiler.
Avlunun kuzey köşesinde duvarın dibinde yanyana sna-lanmış dört tane, kuyu gibi derin Kürt tandırı vardı. Tandırlardan yukarı doğru bir adam boyundan daha yüksek yalımlar fış-kırıyordu. Tandırların yöresinde kadınlar hamur beziliyorlardı. Beziliyorlar, tandırların ağarmış duvarlarına yapıştırıyorlardı.
Bey yanını yönünü görmüyordu. Koygun bir duman içinde kalmıştı. El yordamıyla ilerler gibiydi. Tandırın yamna vardı. Kadınlar sırtlarını dönüp, yüzlerini örttüler. Duvara karşı çömeldiler. Avlu duvarı boyunca sıralandılar. Derviş Bey leğen-lerdeki hamurlan, savanlardaki yeni pişmiş ekmekleri aldı, hepsini tandırların içine doldurdu. Orada durdu bacaklarını gerip derin bir soluk aldı. Yüzü usuldan açılmağa başlıyordu.
Kadınlara döndü:
«Dokunmayın kadınlar, ekmekler, hamurlar yansın,» dedi.
Avlu koyu bir duman içinde kaldı.
Ekmekler, hamurlar yanıyor, tandırlardan alabildiğine koyu, katran gibi dumanlar yükseliyordu. Derviş Bey bir dumana giriyor, boğulur gibi oluyor, geri çıkıyordu.
Terledi, saçları, giyitleri uzun bir süre yağmur altında kalmış bir adamın giyitleriydi.
Burnunda yanmış ekmek kokusu, tâ çocukluk günlerine vardı. Ayaklarını tozda sürüyerek, toza çizgiler çizerek çiftliğiiı dışına çıktı. Bir karınca köresinin başında durdu. Karıncaların yolu inceydi, uzundu, aktı. Yolu izledi. Yol uzaklara, bataklığa doğru gidiyordu. Arka arkaya sıralanmış karıncaların her birisinin ağzında birer tohum vardı. Bir karınca topluluğu da sert kabuklu, yanar döner, benekli, kurumuş bir böceğe var güçleriyle yapışmışlar kıpırdatmağa çalışıyorlardı. Güz otlarının ai-
25
tındaki yolları inişli çıkışlıydı. Bazan bir yarığa düşüyorlar, uzun bir süre gözükmüyorlardı.
Koyu karanlık, yıldızsız bir geceydi ortalık. Gece cikiliycı-du. Anavarza kayalıklarından tek bir kuşun durup durup, birden bırakılıveren bir hoş ötüşü geliyordu. Derviş Bey en çok Türkmenin eski günlerini düşünmeyi severdi. Çizmesinin ucuyla karınca köresini deşti. Topraklan getirdi körenin ağzına yığdı. Karıncalar geldiler körelerinin ağızlarına, toprak öbeğin dibine yığılıştılar. Ağızlarındaki tohumu bir yana bırakıp ince bıyıklarını oynatarak toprağı merakla kokladılar. Eski Türkmenin ceren kovan altı Arap atlı Çukurovasım. Eli şahinli Beyler Çukurovasını. O zamanlar Çukurova temiz, yabanıl, el değmemiş büyük bir tanrı bahçesiydi.
Derviş Beyin ne zaman başı dara gelse bu ölmez Çukuro-vayı düşlerdi. Bir Türkmen ağıdı duyar, tatlı bir ağlama tutturur, erişilmez bir tad içinde kendinden geçer, erir giderdi.
Yüzünü elleriyle kapatıp koşarak çiftliğe geldi, konağa çıktı. Ayaklarının altında tahta merdivenler yaylandı. Ortalık daha yanmış ekmek kokuyordu. Kadınlar tandırlardan kömür olmuş ekmekleri, tüten, dışarı çıkarıyorlardı, ter içinde.
«Şu koskoca evrenin en acı çeken yaratığı benim. İnsanlar çok acı çekiyorlar. En beteri ölüm acısını çekiyorlar. Ben daha ilerinin, acı olmayanın, acısızlığm acısını çekiyorum.»
Uzun, kırmızı dillerini sonuna kadar dışarıya çıkarmışlar, gülüyorlar. Her şeyi anlıyorlar, her şeyi biliyorlar. Bilmeseler olmaz. Öğrendikçe azıcık korkularından sıyrılıyorlar, azıcık. Tutsaklar, çanak yalayıcılar, gözlerini faltaşı gibi açmışlar. Evrenin en korkak yaratığı insandır. Onun içindeki korkuyu sök al, o zaman onda elle tutulacak çok az şey kalır. însan soyunul da en korkağı köylüdür.
«Baltaları alın gelin,» diye gürledi Derviş Bey. Eli baltalı beş adam karşısına dikildi.
«Gelin.»
Arkasından bahçeye yürüdüler. Derviş Bey arkasındaki
26
adamın elindeki baltayı kaptı. Ulu çmar aşağıda durgun, ka-anlık, kıpırtısız akan çayın yarının tümseğinde bitmişti. Gece-i balta sesleri inletti. Ulu çınarla Derviş Bey arasında zorlu bir dö^üş başladı. İnip kalkan baltası uğunuyor, ışıktan, parıltıdan vaylar çiziyordu havaya. Gece ağır, sessiz, donuk bir parıltıda, ipiltisiz. Tok balta sesleri uzaklara, Anavarza kayalıklarına kadar gidiyor, oralarda yankılanıyordu. Çınar ağacının gerilmiş dallan, üstte, karanlık, ağır, fırtınalı bir gök gibi. Her baltayı kalın, yumşak gövdeye indirdikçe Derviş Bey, karmakarış duygulara, acılara, özlemlere gidiyor. Sabah aydınlığı gibi bir şey kıpırdıyor içinde, bir ışık geceyi bir uçtan bir uca yarmış. Aydınlık bir su yeli geceyi sallıyor. Suda balıklar. Böğürtlenler, çınar ağaçları, altlarına çakütaşları serilmiş. Ortalıkta taze, nemli, bataklık kokusu. Yarpuzlar, pıtıraklar, güneşte karpuz tevekleri, eşek arıları... Karpuzlara inip kalkan.
Balta çınarın gövdesine her inip kalktıkça ortalığa keskin, kekremsi, acı, sert bir ağaç kokusu fışkırıyor. Gecede kokular da ses gibi daha kolay, belirli, apaçık yayılır.
Balta seslerine bütün köy uyandı. Köyün köpekleri hep bir ağızdan ürüşmeğe başladılar. Anavarzanın dibindeki köyün köpekleri de onlara katıldı.
Gece ilerledikçe balta sesleri seyreliyor, küçülüyordu. Bir an geldi ki Derviş Bey baltayı kaldıramaz oldu. Baltayı her kaldırdıkça ağacın gövdesinin üstüne düşecekmiş gibi sallanıyor, bütün ağırlığıyla ağaca girmiş baltaya abanıyor, baltayı ağaçtan çıkarırken güçlük çekiyordu.
Kantere batmıştı. Kendi terinin kokusu, ağaçtan fışkıran kokuya ve gecenin kokusuna serin, üşütücü karışıyordu.
Sonunda ağacın köküne sapladığı baltayı uğraştı uğraştı çıkaramadı. Baltayı oradan çekecek gücü kalmamıştı.
«Benim baltam orada, olduğu yerde dursun. Siz ağacın öteki yanından başlayın.»
Soluğu taşıyor, göğsü harlamış atın göğsü gibi inip inip kalkıyordu. Belini bir ağaca verdi oturdu. Toprak sıcacık. In-
27
ceden bir uyku bastırır gibi. Rahat, terli, yavaş yavaş dinlenerek adamlarının balta seslerini dinliyor.
Toz direkleri çekildi gitti. Şimdi artık karanlığın içinde oradan oraya, oradan oraya kaçışıp duruyorlar. Toz direkleri ayışığında gün ışığındaymışlar gibi balkırlar. Alacakaranlıkta toz direkleri daha bir heybetli olurlar.
Şimdi, şu anda toz direkleri teker teker sönmüş, yuvaya çekilmişlerdir. Yel esmiyor, yaprak kımıldamıyor. Yumuşak, ipek gibi, serin bir Ağustos gecesi havası. Işıklı, dönen, kıvılcımlanan parlak yıldızlarla döşeli gökyüzü. Yıldızlar sürülerle oradan oraya akıyorlar. Gökyüzünde bir yıldız karmaşığı.
Dinlenen Derviş Bey vardı, bir eliyle baltasını ağacın gövdesinden aldı, avuçlarına tükürdü, başladı. Baltanın parlak demirinin ucu yıldız ışığında mavi mavi şimşeklenerek yanıp söndü.
«Bu gece sabaha kadar da olsa, bu ağacı keseceğiz. Ha gayret.»
Yıldızlar, baltaların şimşekleri gecede uçuşuyorlardı. Tanyeri attı, doğuda, dağların üstündeki bulutların kıraklan yandı, s'ırmalandı. Koca çınar ağacı tanyerinin üstüne kütürtüyle, geniş dalları çatırdayarak yıkıldı.
Bir akşamları gün kavuşurken, bir de sabahları gün ışıdı ışıyacak kuşlarla dolardı çınarın üstü. Salkım salkım, üstüste. Sığırcıkların sesleri, benek benek, yeşil, sivri güzel gagalı, kapkara gözlü, yeri göğü dellendirirdi. Bir kara bulut gibi gelirler ağacın üstünü sarıverirlerdi. Kulakları sağır edercesine. Dallar arasında yüzlerce kuş yuvası. Sarı ağızlı civcivler. Boyunlarını uzatmışlar, ağızları sonuna kadar açılmış, büyük bir telâşta, çırpınma, bağırmada.
Koskocaman ağaç kütürtüyle, bir dünya devrilir gibi karanlığın üstüne devrildi. Ardında gün ışır gibi bir ışık dalgalandı. Binlerce civciv sonuna kadar ağızlarını, san kenarlı ağızlarını açmış çığlık çığlığa yuvalarmdan döküldüler. Boyunlarını uzatmış.
28
Gün doğdu. Ve uçsuz bucaksız bozkırdan yüzbinlerce atlı çıkıp tek tek düzlüğe dağıldılar. Gölgeleri' günbatıya uzadı. Atlılar ak libaslıydüar.
Dostları ilə paylaş: |