ARTUKOĞULLARI Muhtelif şubeleri Amid ve Hısmkeyf'de 1101-1231, Mardin'de 1108-1408, Harput'ta 1185-1233 yılları arasında hüküm sürmüş bir Türkmen hanedanıM.Sertoğlu.
ARUSİYE Osmanlı devrinde alman vergilerden biridir. Tekâlif-i Örfiye'dendi. (Bak. Tekâlif-i Örfiye). Bu vergi, evlenen kadınların kocalarından alınırdı. Miktarı her vilâyetin kanunnamesinde ayrı ayrı tesbit edilmiş olan gelinin kız, dul, Müslüman veya Hıristiyan olmasına göre. değişirdi. Genel olarak, Müslüman kızları için 60 ve dulları için bunun yansı kadar akçe idi. Bu vergi benzerleri gibi Tanzi-matta kaldırılmış, nikâhlardan sadece Kadılar tarafından izinname adlı eşit bir harç alınması usûlü konmuşturM.Sertoğlu.
ARZ AĞALARI Saray ileri gelenlerinden olup padişaha doğrudan doğruya bir meseleyi açmak, mâruzâtta bulunmak yetkisi olanlar. Bunlar, has odanın büyük zabitleri olan Has odabaşı, Silâhtar, Çuhadar ve Rikâbdar ağalar ile Âmed ağalardan Kapı ağası, Kilerci başı ve Saray ağası idiler. (Her biri için kendi maddelerine bak.) Fâtih Kanunnamesine göre, hepsinin adına yalnız Kapı ağası konuşabilirdi.Sonradan bu hak öbürlerine de verilmiştirM.Sertoğlu.
ARZA GİRMEK Topkapı sarayında Divan-ı Hümayun toplantılarından sonra, toplantıya katılanların padişah huzuruna kabul edilmeleri hakkında kullanılan bir tâbir. Divan-ı Hümayun haftada dört kere toplanırken arz günleri pazar ve sah idi, ikiye indiği sırada sadece sah olmuştur. (Bak. Divan-ı Hümayun). Toplantı sona erince vezir rütbesinde değilse önce yeniçeri ağası arza girer ve Ocakta olup bitenleri Padişaha bildirirdi. O çıktıktan sonra Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, onlar da çıktıktan sonra başta Sadrıazam olduğu halde öbür Kubbealtı vezirleri, Defterdarlar ve Nişancı arza girerlerdi. Yeniçeri ağası vezir derecesinde ise, önce tek başına, sonra divan halkı ile beraber bir daha arza girmesi kanundu. Defterdar vezir derecesinde değilse, malî meseleler ve ulufe üzerine söyliyeceklerini söyler ve çıkardı. Vezir derecesinde ise içeride kalırdı. Eğer beğlerbeğilerden birisi bir iş için divanda bulunmuşsa o da arza girer ve önce kendi işleri hakkında maruzatta bulunduktan sonra çıkardı. Ondan sonra, divan heyeti adına Sadrıazam padişaha maruzatta bulunur, bu sırada vezirler sol tarafta ve biraz uzakça dururlar, söze karışmazlardı. 16<Î5 tarihine kadar sadrıa-zamların arza girişlerinde hükümdarların karşısındaki kırmızı kadife kaplı sedire ilişip oturmaları âdet iken bu tarihte veziriazam olan Melek Ahmet Paşa saygısı yüzünden oturmadığından bundan sonra da oturulmaz olmuştu. Arz sırasında padişaha bütün devlet işleri anlatılır, önemli meseleler hakkında karar alınırdı. Divan toplantıları tavsadıktan sonra yalnız ulufe (maaş) dağıtıldığı zaman arza girilir olmuş, önemli devlet işlerinin arzı veya danışılması için sad-rıazamlarm yazılı olarak hükümdarlardan izin alması ve tayin olunan gün ve saatte huzura çıkmaları usulü kabul edilmiştiM.Sertoğlu.
ARZ ODASI Padişahların arz günleri Sadrıâzamla Divan-ı hümayun erkânını kabul ettikleri yer. (Bak. Arza girmek). Burasını önce Fâtih yaptırmıştır. Onun zamanına kadar hükümdar olanlar DivanE başkanlık ederken Fâtih bu usulü bırakarak toplantıdan sonra arz odasında kendisine maruzatta bulunulmasını kanun haline koymuştur. Bu oda, Topkapı sarayında üçüncü kapıdan, yani Babüssaade'dee girer girmez karşıya rastlar. Fâtih tarafından yaptırılan ilk binası kısmen yandığı için Abdülmecit zamanında bugünkü haliyle yaptırılmıştır, içindeki direkleri v« çatısı, gümüşten yapılma taht III. Murad devrinden kalmadır. Yine bu odada tunçtan bir ocak ile iki tekneli bir çeşme göze çarpar, içeride konuşulanlar duyulmasın diye konuşmalara başlanınca çeşmenin suyu akıtılarak bir çağıltı yaptırılırmış. Ara odasının kapısı Babüssaade'ye bakar. Bunun sırasında Peşkeş kapısı adlı başka bir kapı vardı. Elçiler tarafından hükümdara sunulan hediyeler asıl kapıdan girer, Peg-keş kapısından çıkar ve bu sırada padişah tarafından seyredilirdi. Odanın duvarları güzel çinilerle süslüydü. Yabancı elçiler de hususi bir merasimle Padişahın huzuruna arz odasında kabul edilirlerdiM.Sertoğlu.
ASÂKİR-İ HASSA (Bak. Yeni Bostancı Ocağı)M.Sertoğlu.
ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYE 1826 yılında Yeniçeri ocağının kapatılması üzerine II. Mahmud'un emriyle kurulan yeni talimli asker teşkilâtına v&-rilen isim. Bu teşkilâtın başına ilk defa Serasker unvanıyla eski Yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa getirildi. Asâ-kir-i Mansure Kuruluşunda tertib adlı sekiz kıtadan ibaretti. Her tertib'in başında Binbaşı adlı bir âmir bulunuyordu. Hepsi birden ise Başbinbaşı'ya bağlı idiler. Her tertip on altı saf'dan mürekkep olup her saf bir Yüzbaşının emrine verilmişti. Yüzbaşıların maiyetinde ise ikişer Mülâzım vardı. Ayrıca her tertipte bir top bulunacak ve topçubası adlı subayın kumandasında olacaktı. Safların ise sekizi sağ, sekizi sol sayılmış, herbirine kol adı verilmiş; kollara, sağ ve sol Kolağalan adlı subaylar tâyin olunmuştu, iki sene sonra bu teşkilât ıslâh olunarak tertip'lere Alay ve kumandanlarına Miralay adı verilmiş, saf tâbiri de Bölük olmuş, her Alay Binbaşı kumandasında üç taburdan teşkil olunarak ayrıca sağ ve sol kolağası adlı iki subay, bir kâtip, bir sancaktar, her bölüğe yüzbaşı ve mülâzJmlerden başka bir başçavuş ve bir bölük emini tâyin edilmişti. Her alayda ise, Miralaya yardımcı olmak üzere bir Kaymakam vardı, iki alay bir Mirliva'nın ve üç alay bir Ferik'in kumandasındaydı. Asâkir-i Man-zure'nin en büyük kumandanı ise Müşir rütbesinde olup, Miralaydan büyük zabitleri de Paşa unvanını almışlardıM.Sertoğlu.
ASAPİRE Akçe (Rumca Aspro) kelimesinin yeni şekli. (Bak. Akça)M.Sertoğlu.
ASESBAŞI Yeniçeri ocağ'ma mensup olup inzibat ve asayiş işlerinde görevli bulunan kimse. Kendisi Bölükbaşı derecesinde idi; aynı zamanda ağabölüklerinden birisinin kumandanıydı. Lâkin, belli bir odası olmayıp hangi Bölükbaşı Asesbaşı olursa mensup bulunduğu Oda da Ases odası sayılırdı, İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacafer zindanı da Asesbaşı'nın emri altındaydı. Ocaktan birisinin katli (öldürülmesi) hükmü çıkarsa Asesbaşı'ya teslim olunurduM.Sertoğlu.
ASIL Yeniçeri ocağı maaş defterinin orijinal nüshası. Yeniçeri kütüğü. Bunlar, Yeniçeri kâtibinin nezareti altında Asil şagirdleri denilen kâtipler tarafından kısım kısım yazılır, her şagird yazdığı kısmı imzaladıktan sonra bir araya getirilip bir cilt olurdu. Her şagird, kendi yazdığı bölümden sorumlu idi. Asıl deftere yazılması lâzımgelen şerh ve tashihleri yeniçeri kâtibi yapardı. (Bak. Yeniçeri Kâtibi)M.Sertoğlu.
ASlTANE İstanbul'a verilen eski isim-terden biriM.Sertoğlu.
ASPRO (Bak. Akçe)M.Sertoğlu.
AŞAĞI BÖLÜKLER Kapıkulu süvarilerinden sağ ve sol Garipler bölüklerine verilen isim. (Bak. Garip Yiğitler)M.Sertoğlu.
AŞAR (Bak. öşür)M.Sertoğlu.
AŞÇI BAŞI, AŞÇILAR Saray mutfağında her gün pişen yemekleri hazırlıyanlar ayrı ayrı idi. önde padişahın kendisi için pişen yemeklerle meşgul olan Kuşçu-başı'lar. (Bak. Kuşhane) sonra Valide sultan. Şehzadeler ve Harem halkına yemeklerin piştiği Has matbah aşçıları gelirdi. Bunlar, Üstadan-ı matbah-ı hâs denilen on yedi usta ve Hülefa-i matbah-ı hâs diye anılan on iki kalfa, has matbah bölükleri, bölükbaşıları ve bölük halkı olan şagirdlerdi. Üçüncü kısım ise, Enderun halkı ile Bîrun halkının ve herhangi bir sebepten dolayı sarayda yemek yiyenlerin yemeklerini hazırlıyan Matbab-ı âmire kısmının usta, kalfa ve şagirdlerinden meydana gelirdi. Bunlardan başka, sayıları üç yüz kadar olan Tabbah adlı aşçı efradı vardı: Bunlar da sanatlarına göre Tatlıcı, Balıkçı, Hamurcu, Pilavcı, Kebapçı, Perhizci diye anılırlardı. Her birinin maiyetinde yamakları vardı. Bir mutfakta çalışanların âmirine Aşçıbaşı ve bütün aşçıların âmirine ise Baş aşçıbaşı denilirdi. Aşçıların iki üç akçe yevmiyeleri ve her gün kesilen hayvanların baş ve ayaklarının satılmasından elde edilen paradan payları vardı. Bir aşçı veya tabbah terfi ederse matbah-ı hâs şagirdi olur, sonra kalfa ve ustalığa yükselirdi. Dış hizmete çıkarlarsa kapıkulu süvarisi olurlardı. (Bak. Matbah-ı âmire)M.Sertoğlu.
AŞÇI USTA Bir Yeniçeri Bölük veya Ortasının oturduğu odanın yemeğini pişirmekle görevli kimse. Bunun maiyetinde birçok yamak ve çırakları vardı. Odanın matbahı, aynı zamanda Orta veya Bölüğün tevkifhanesiydi. Aşçı ustalar, derecelerine göre Odaların küçük subaylarından oldukları halde itibarları pek büyük olup XVIII. Yüzyıldan sonra Yayabaşı ve Bölükbaşıla-ra bile hükmeder olmuşlardır, içlerinde en nüfuzlusu ise, otuz ikinci Ortanın Aşçı ustasıydıM.Sertoğlu.
AŞURE Kelimenin aslı aşura olup ara-bî ayların ilki olan Muharrem ayının o-nuncu gününün adıdır. Araplar, eskiden beri bugünü mukaddes sayarlar ve oruçla geçirirlerdi. Hicretin ikinci yılında Ramazan orucu farz olduktan sonra, aşure günü oruç tutmak mükellefiyeti Müslümanlar için kalktı ve isteyen tutar oldu. Bu gün için, çoğu sonradan çıkarılmış birçok rivayetler vardır. Bunlar, Hazreti, Âdem'in ilk günahından dolayı tövbesinin o gün kabul olunduğu, Hazreti İbrahim'in o gün ateşten kurtulduğu, Hazreti Yakub'-un oğlu Hazreti Yusuf'a o gün kavuştuğu ve Hazreti Nuh'un bindiği geminin tufandan sonra sular çekilince Cudi dağına o gün oturmuş olduğu gibi rivayetlerdir. Yine rivayete göre Hazreti Nuh, gemide kalan çeşitli erzaktan tatlı bir çorba pişirilmesini emretmiş, Tufandan kurtulanlar o günü kutlayarak bayram etmişler ve bu çorbadan yemişlerdi. Müslümanlar arasında öteden beri Muharrem'in onuncu günü aşure denilen bu çorbanın pişirilip konu komşuya ve muhtaçlara dağıtılması â-dettir. Peygamberimizin (S.A.V.) torunları Hazreti Hüseyin (R.A.) Kerbelâ'da Muharrem'in onuncu gününde şehit edildiği için zamanla aşure onun ve onunla beraber o gün Kerbelâda şehit olanların ruhu için pişirilir ve dağıtılır olmuştur. On Muharremde Şiîler matem tutarlar, âyinle döğünüp başlarını ve sırtlarını yaralarlar. Bu yüzden içlerinde ölenler bile olur. Ehl-i Sünnet itikadı ise böyle âyinleri yasaklar. (Bak. Ehli Sünnet, Büyük tövbe)M.Sertoğlu.
ATABEĞ Türkçe Ata, ve Beğ kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş bir terim, ilk önce Selçuklular devrinde kullanılıp başlangıçta yüksek bir vazife ve memuriyeti ifade ederken zamanla bir unvan olarak da kullanılmıştır. Atabeğler, Selçukluların geniş selahiyet-li sınır kumandanları idiler. Aynı zamanda hükümdar çocuklarının tâlim ve terbiyesi de bunlara verilmişti. Selçuk sultanları, imparatorluğu daha sağlıklarında —Eski Türk geleneğine göre ailenin ortak malı saydıklarından— aile fertlerine dağıtırlar ve bunlar arasında yaşlan küçük olanlara mürebbi ve bir dereceye kadar vasi olarak emirlerden birini tâyin e-derlerdi. Bunlar, ya hanedana bağlı eski ve muteber Oğuz Beğlerinden, veyahut Sultanın, hizmet ve bağlılıklarından dolayı takdir kazanmış, emirlik ve kumandanlık derecesine kadar yükselmiş kölelerinden seçilirdi. Bunlar arasında ilk defa Alparslan, henüz yaşı küçük olan veliahdine veziri Nizamülmülk'ü Atabeğ seçmiş ve bu memuriyet ve unvan ilk defa bu zata verilmiştir. Atabeğlik müessesesi bütün Selçuklu şubelerinde ve bu arada Anadolu Selçuklularında görülür. Selçuk devletinin merkezde gücü sarsıldıktan sonra bu Atabeğler, istiklâllerini ilân ederek türlü sülâleler kurdular. Şam Atabeğleri, Azerbey-can Atabeğleri gibi. Kirman Selçuklularında bu ta'bir La-labeğ şeklini almıştır. Selçukluların idarî geleneklerine sahip çıkan Osmanlılarda ise sadrıazamlar hakkında Lala tabiri tâ başlagıçtan beri kullanılmıştır. Bununla beraber, Osmanlı kroniklerinden bazılarının sadrıazamlardan bahsederken Müsteşarı devlet ve Atabe-i saltanat dediklerine rastlanırsa da atabeğ tâbiri Osmanlılarda hiçbir zaman resmî bir unvan olarak kullanılmamıştır. Son yapılan araştırmalar ise, bu müessesenin Selçuklulardan önce de eski, hattâ çok eski Türk devletlerinde bulunduğunu, Tu-Kiyu1-larda bile var olduğunu, Selçuklularda ise sadece yeniden ortaya çıktığını meydana koymuşturM.Sertoğlu.
ATEŞ KAYIĞI, GEMİSİ Denizciliğin yelken devrinde Osmanlıların ve başka devletlerin donanmalarında kullanılan ve yalnız yelkenle giden bir nevi gemidir. Yeni olarak yapıldıkları gibi eski gemilerden faydalanılarak da hazırlanırdı. Bunlar, harb zamanlarında düşman donanmasını yakmak için kullanılırlardı. Yanıcı ve parlayıcı maddelerle dolu idiler. İçindekiler bunu düşman üzerine püskürtür ve belli bir mesafeye gelince arkasındaki lombarlardan kendilerini denize atıp yüzerek arkada bulunan kayığa biner, geri dönerlerdi. 1770 Çeşme deniz savaşında Ruslar, bu türlü gemilerle yaptıkları bir gece hücumunda Osmanlı donanmasını yakmışlardırM.Sertoğlu.
AT GEMİSİ İnce donanma gemilerinden ve çekdirilerin yalnız kürekle hareket edenlerindendi (Bak. înce donanma, Çekdiri). içi döşemeli, baş ve kıç tarafları rampalı idi. Hayvanların kaymamaları için rampalar cilalıydı. Tımarlı Sipahinin Anadolu'dan Kümeliye taşınması için Çardak ile Gelibolu arasında kullanılırdı. Başında ve kıçında ikişerden dört kürekle yürürdüM.Sertoğlu.
ATİK DEFTERİ (Bak. Defter-i .atik)M.Sertoğlu.
ATİK ZOLOTA (Bak. Alman taleri-si)M.Sertoğlu.
ATİNA MUAHEDESİ 1913 yılında Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında imzalanan anlaşma. Bunun hükümlerine göre Doğu Trakyadan başka, bütün Balkanlar kaybedilmiştirM.Sertoğlu.
ATLI MUKABELESİ Baş defterdarlığa bağlı Hazine-i âmire dairesindeki kalemlerden biri. Bir adı da Süvari mukabelesi idi. Kapıkulu süvarilerinin isim kütüklerinin tutulduğu ve maaş defterlerinin hazırlandığı yerdi (Bak. Bab-ı defterî, Kapıkulu süvarileri)M.Sertoğlu.
ATLI SEKBAN (Bak. Sekban)M.Sertoğlu.
ATLI ZAĞARCI (Bak. Zağarcı)M.Sertoğlu.
ATMACACI (Bak. Avcılar)M.Sertoğlu.
AT MEYDANI Sultanahmet meydanına Türkler tarafından verilen bir addır. Eskiden burası, Romalıların ve sonra Bizanslıların araba yarışları, çeşitli müsabakalar yaptıkları hipodromdu. Şimdi görülmekte olan biri örme, öbürü yekpare ve ortalarındaki bronzdan olan Burmalı sütun, hipodrom'un spinası üzerindeki âbidelerdir. Seyircilerin bulunduğu tribünlerin yerlerinde, bugün, bir tarafta Sultanahmet Camii, öbür tarafta ibrahim Paşa sarayı vardır. Türkler İstanbul'u aldıkları zaman hipodrom çoktan harap olmuştu. Fâtih, bu yeri yine spor meydanı yaptı, at ve cirit müsabakaları alanı oldu. Kendisinin de burada gürz talimleri yaptığını Osmanlı minyatürlerinde görüyoruz. Pek çok eğlencelere, çeşitli oyunlara sahne olan Atmeydanı Osmanlı Devletinin Duraklama ve Gerileme devrinde çeşitli sipahi ve yeniçeri ayaklanmalarına da sahne olmuş başlıca toplantı yerlerindendi. İlk Türk genel sergisi de 1863 de bu yerde tertiplenmişti. Meydanı park haline getiren Sultan Abdülâziz'in son yıllarında zaptiye nazırı olan Hüsnü Paşadır. XIX. Yüzyılın başından beri de Atmeydanı yerine Sultanahmet meydanı adı kullanılır olmuşturM.Sertoğlu.
AT MEYDANI SARAYI (Bak. ibrahim Paşa sarayı)M.Sertoğlu.
AT MEZARLIĞI Karaca Ahmet'de padişahların ölen atlarına mahsus olan mezarlık. Osmanlı Türkleri, öbür Türkler gibi ata büyük değer verirlerdi. Beylerin ölen atlarının gömülmesi âdetti. Nitekim Osman Gazi'nin Sisli kır adlı atının gömüldüğü, hattâ buna bir mezar taşı dikildiği rivayet olunmuşturM.Sertoğlu.
ATRANOS Orhaneline Bizanslılar tarafından verilen isimM.Sertoğlu.
AVADAN BOSTANCILARI (Bak. Ye-şillikçi)M.Sertoğlu.
AVARIZ Osmanlı vergilerinden ve Rüsum-ı örf iyedendi. (Bak. Rüsum-ı örfiye). Resmî adı Avârız-ı Divaniye idi. Aslında olağanüstü hallerde halka yüklenen malî, aynî ve bedenî vergilerdi ama zamanla sürekli olmuştur. Bunlar donanma için kürek yapmak, kürekçi vermek başta gelmek üzere, ot, saman, zahire vermek; kale, köprü, yol tamirlerinde bedenen ça-lışrna gibi şeylerdi. XVI. Yüzyıldan başlamak üzere bu cins mükellefiyetler yavaş yavaş belli bir miktar para vermeğe döndü ve buna Avarız akçesi dendi. Bununla beraber, aynen veya bedenen ödenen mükellefiyetler de büsbütün ortadan kalkmış değildi. Daha doğrusu, devlet aynî veya bedenî olarak yerine getirilecek hizmete lüzum görmez, bunun yerine avarız akçesi alırdı. Avarız akçesi usulünün geniş ölçüde yürürlükte olduğu zamanlarda da, ba-zan bir bölgeden bu paraya karşılık ayni veya bedenî hizmet istenirdi. Bu verginin toplanması için tamamiyle ayrı bir usûl kullanılırdı. Bütün memleket, avarız hanesi adlı kısımlara bölünmüştü. Köylerden başlıyarak kasaba ve şehirler nüfuslarına zenginlik ve tahammül derecelerine göre belli Avarız Hanesi sayılmışlardı. Böylece, meskûn bir yer, kendi hususî şartlarına göre, 5, 10, 20, bazan da yarım, dörtte bir veya sekizde bir Avarız Hanesi sayılır, ihtiyaç zamanında Divanın teklifi ve padişahın tasdiki ile tesbit olunan ihtiyaç bu Avarız Hanelerine bölünerek vergilendirilirdi. Bu ise, ev başına 50 akçeden 1000 akçeye kadar para, bunun karşılığı kadar ot, saman veya zahire, 10 20 evden bir kürekçi veya bedenen çalışacak Cerahor ilh.. şeklindeydi. Askerî sınıflar, ilmiye sınıfı, idarî hizmet görenler Yuvacı, Kayacı, Çadırcı, Derbentçi, Köprücü, Çeltikçi (Her biri için kendi maddesine bak) gibi ağır sınıflar ve kereste, zift, yelken bezi, ok ve yay, saray mutfağı için çeşitli yiyecek, yeniçeri çuhası vermek gibi zaten hep aynî mükellefiyetler altında bulunanlar, serhad bölgeleri ve vakıf reayası avarızdan muaftılar. Bu muafiyet padişahın emriyle bazan pek büyük hizmetlerde bulunanlara da tanınırdı. Bir adı da Salgın olan avarız, XIX Yüzyılda artık hemen tamamen para olarak ödenen bir vergi şekline girmiş ve Tanzimatın Haniyle kaldırılmıştırM.Sertoğlu.
AVARIZ VAKIFLARI Bir bölgeden alınan bilhassa nakdî avarıza karşı o yerin hayırsevenleri tarafından kurulan vakıflara verilen isim. Bu vakıfların geliri ile halka bir mükellefiyet yüklenmeden avarız ödenirdi. Avarız vakıfları, bu verginin bilhassa sık sık ve gelişi güzel bir şekilde toplanmaya başlanmasından sonra kurulmuştur. Bu vergi ödenmediği yıllarda veya ödenenden artan kısımla mahallî âmme hizmetleri görülür, içtimaî yardımlar için kullanılırdı. Avarız kalktıktan sonra ise tamamiyle bu işlere sarfedi-lir olmuş. 1930 yılında çıkan 1580 sayılı kanunla belediyeler geliri arasına alınmıştır. (Bak. Avarız)M.Sertoğlu.
AVCIBAŞI (Bak. Avcılar). AVCILAR: Hükümdarlarla birlikte ava giden veya Sarayda av kuşlarına / / bakan, yahut da dışarıda Saray için av kuşu yetiştirenlerin hepsine birden verilen isim. Bunlar umumiyetle Ulûfeli, Tımarlı, Muaf olmak üzere üç kısımdı. Şimdi bunları teker teker gözden geçirelim: / 1 — Ulûfeli avcılar; bunlar ya Yeni çeri ocağından veya saraydan olurlardı. Ocaktan olanlar ise iki sınıftı. Biri, Sek ban bölüklerinin içinde otuz üçüncü bö lüktü. (Bak. Sekban). Bu bölük fertlerine avcı veya şikârı, kumandanlarına Ser şikârî denilirdi. Sekbanların en itibarlı bölüğü olup hükümdarlarla birlikte ava giderlerdi. İleri devlet adamlariyle ocak ağalarının evlâtları bu bölüğe kaydolunur du. Bundan başka, Zağarcı, Saksoncu ve Turnacılar da Avcı Ortaları idi. (Her bi ri için kendi maddesine bak). / 2 — Muhtelif Orta ve Bölükler efradı arasında bulunan avcı veya şikârîlerclir. Hepsi birden Avcıbaşının emrindeydiler. Bunlar da padişahla birlikte ava giderler, aynı zamanda av bölgesinin emniyet ve inzibatını sağlarlardı. Bunların bir vazi fesi de, avcıbaşının nezaretinde olarak yeniçeri talimhanesinde acemi efrada tü fek talimi yaptırmaktı. Lâkin bu vazife leri XVII. Yüzyıldan itibaren terk edil miştir. Saraya mensup olan avcıların bir takımı ise, Bîrun halkından, Şikâr ağa lan diye anılan Çakırcı, Şahinci, Atma- cacılardı. Bunların âmirleri Çakırcıbaşı Şahincibaşı ve Atmacacıbaşı diye anılır lardı. Kendileri Rikâb ağaları denilen zümreden olup itibarlı ağalardandılar. Ça kırcıbaşı dış hizmete çıkarsa, Beğlerbeği olur, yerine Şahincibaşı, onun yerine de Atmacacıbaşı geçerdi. Şikâr ağaları bö lüklerinde ayrıca kethüdaları, eskileri ve hizmet erleri olan Müteferrikaları vardı. / Tımarlı avcılara Hassa kuşbazları denilirdi. Bunlar da Doğancı, Çakırcı, Şahinci ve Atmacacı olup bulundukları bölgede arpalık şeklinde zeamete sahip idiler. Doğancıbaşıların nezaretinde saray için av kuşları yetiştirirlerdi. Hassa kuşbazları iki sınıftı; birisine Görünççü, öbürüne Götürücü denirdi. Birinciler, av kuşlanm terbiye eder, öbürleri İstanbul'a getirirler, burada Doğancıbaşı'ya teslim ederlerdi. Görünççülerden Saraya girip geçici olarak veya sürekli hizmet edenler de olurdu. / 3 — Muaf avcılar ise, Kayacı, Yuva-cı. Yavruculardı. Bunların bir kısmı sarp ve kayalık yerlerde yuvaları arayıp bulur, bir kısmı onlara bakar, yavruların büyümesini ve kanatlanmasını sağlar, bir kısmı ise vakti gelince yavruları yuvalarından alıp Görünççülere teslim ederlerdi. Bu hizmetlerine karşılık emirlerine verilen çiftliklerde ziraatle uğraşır, vergilerden muaf olurlardı. Bunlardan Hıristiyan olanların çiftliklerine Baştine denirdi. Enderun halkından olanlar hâriç, avcıların hepsi Çakırcıbaşı'ya bağlı idiler, işten çıkarılmaları ve tayinleri onların isteğiyle olurdu. Bunların dışında Mîrî sayyad denilen bir grup vardı ki, bunlar da tuzak kurarak av kuşu, veya ayı, kaplan, zerduva, sansar, tilki gibi hayvanları avlayıp postlarını teslim ederek, bir teslim vesikası alırlardı. Bunların kimler ol-' düğü isimleriyle belli olup Çakırcıbaşımn defterinde kayıtlı idiler. Bu yüzden bir adları da Defterli avcılardı. Yalnız bu vazife karşılığında her av için belli bir para mı aldıkları, yoksa bazı muafiyetlere mi sahip bulundukları belli değildir. Yalnız, bu vazifenin Defterli Avcılar için bir mükellefiyet olduğu anlaşılmaktadırM.Sertoğlu.
AVLONYA VE AĞRIBOZ MUKATAASI KALEMİ Bu bölgelere ait mukataa-larm iltizam ve muhasebesi işleriyle meşgul olurdu. (Bak. Bâb-ı defterî)M.Sertoğlu.
AVRAT PAZARI (Bak. Esir Pazarı)M.Sertoğlu.
AYAK DlVANI Divan-ı hümayun'un her zamanki toplantılarının dışında olarak olağanüstü zamanlarda ve acele hallerde Padişahların da hazır bulunması ve başkanlık etmesiyle kurulan divan. Eğer bu divan, Padişahın bulunmadığı bir yerde, meselâ seferde toplanırsa o zaman Sad-rıazam ve Serdar-ı Ekrem olan zat bu divana başkanlık ederdi. Toplantı sırasında başkanlık eden zattan başka, herkesin ayakta durması yüzünden buna Ayak Divanı denmiştir. Ayak divanlarında müzakere olunan meseleler, hemen karara bağlanırdı. Padişahlar Ayak Divanını ya herhangi bir mesele dolayısiyle tebaalarıyla temas etmek ihtiyacını duydukları vakit veya ayaklanan halk ve askerlerin zorla-masiyle toplarlardı. Böyle zamanlarda taht Bâbüssaade'nin önünde kurulur, Padişahlar buraya çıkıp oturur ve tebaalarıyle aracısız olarak konuşurlardı. Bu sırada bazan onların huzurunda bile uygunsuz hattâ feci hadiselerin cereyan ettiği, vezirlerin zorla idam edildikleri, hattâ padişaha dil uzatıldığı olmuştur. Padişahlar, bazan da yalnız devlet ricaliyle ayak divanını kurarak hemen karara bağlanması gereken meseleleri görüşürlerdi. (Bak. Divan-ı Hümayun)M.Sertoğlu.
AYAN Bir memleketin, bir bölgenin, bir kasabanın veya bir sınıfın ileri gelenleri hakkında kullanılan bir tâbir. Zamanla ve en çok XVIII. Yüzyıldan itibaren imparatorluğun muhtelif yerlerinde, çoğu yerli eşraf ailelerinden olmak üzere türeyen bir sınıfa da bu isim verilmiştir. Bunlar, merkezin zayıflığından faydalanarak kuvvetlenmişler ve bulundukları bölgeleri âdeta hakimiyetleri altına almışlardı. Bunların birçok imtiyaz ve salâhiyetleri zamanla devlet tarafından da istemeyerek kabul edilmiş, nihayet II. Mahmut uzun bir mücadeleden sonra köklerini kazıyarak devlet içinde devlet olmalarına son vermiştirM.Sertoğlu.
AYAN MECLİSİ Osmanlı imparatorluğu Meşrutiyetle idare edildiği sırada ikinci Teşriî Meclise verilen ad. Mebusan meclisi ile beraber 1877 de açılıp bir sene çalıştıktan sonra kapatılmış, 1908 de yine Mebusan meclisiyle birlikte yeniden açılarak 1923 yılında, yani İstanbul hükümetinin sonuna kadar devam etmiştirM.Sertoğlu.
AYASTEFANOS MUAHEDESİ Yeşfl-köye vaktiyle Rumlar Ayastefanos derlerdi. 1878 yılında meşhur 93 savaşını kaybeden Osmanlı Devleti, Ruslarla burada bir andlaşma imzalamıştır. Buna göre Karadağ ve Sırbistan'ın ve Romanya'nın istiklâli tanınmış, Bulgaristan muhtar bir prenslik olmuş; Besarabya, Kars, Ardahan, Doğu Bayazit, Batum Ruslara geçmiş, Balkanlarda kalan Türk toprakları ikiye bölünerek merkezle doğrudan irtibatım kaybetmiş ve Osmanlı Devleti 245 Milyon 207 bin 301 Osmanlı altını tazminat vermeğe mahkûm edilmiştir. Diğer Avrupa devletlerinin bilhassa İngiltere'nin itirazı üzerine bu andlaşmanın pek ağır olan şartları Berlin andlaşması ile değiştirilmiştir. (Bak. Berlin Muahedesi)M.Sertoğlu.
AYAZMA BAĞÇESİ (Bak. Hadâik-i Hassa)M.Sertoğlu.
Dostları ilə paylaş: |