(3) Elleziyne yu'minune Bil ğaybi ve yukıymunas salate ve mimma rezaknahüm yünfikun;
10
* Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.
O kimseler ki, gaybe imân ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verilen rızıklardan da infak ederler, zâhir anlamıyla kısaca böyle olan Âyeti biz biraz daha incelersek;
O kimseler ki, imân ederler; Allah’ın varlığına, birliğine imân ederler, burada imân mertebesinin hakikatini anlatıyor bize, bizler “ya Rabbi” biz sana inandık demekle acaba gerçekten mü’min oluyormuyuz? burada imânın şekli tarif ediliyor, ”yu’minune Bil ğaybi” derken oraya “B” harfini koymamış olsa “yu’minune el ğaybi” yani gaybe imân ederler olacak, burası çok hassas bir yerdir ve genellikle farkında olmadan öylece geçiliyor, “Bil ğaybi” dendiği zaman Arapça gramerde “B” harfi “ile” mânâsına geldiğinden anlam “gaybleriyle imân ederler” Olmaktadır, yani bir kimse kendi gaybini idrak edemezse âlemdeki gaybi hiç idrak edemez, netice olarak kendi gaybini idrak ettiği zaman, oradan yola çıkarak âlemin gaybini idrak etmesi mümkün olur, bu nedenle Âyet-i Kerîme’de “yu’minune Bil ğaybi” denmiştir.
Kendi gaybleriyle âlemdeki gaybe imân ederler;
Kendi şahadetleriyle âlemdeki şahadete imân ederler, eğer bizde birimsel varlık olmasa bu âlemdeki birimsel varlıklar-la yaşamaya uyum gösteremeyiz, uyarlanamayız. Bizdeki bâtın, akıl, zekâ,düşünce v.b. elle tutamadığımız fakat var-lığına inandığımız şeyler bizde ki gayb’tır, biz bunu idrak eder faaliyete geçirebilir ve bu bilinçle âleme bakarsak âlemin de bir gaybı olduğunu, bir rûhaniyeti olduğunu, iç varlığı olduğunu idrak ederiz, yani bu âlemin sadece mad-deden ibaret olmadığını bunun bir hakikati, özü, gaybi ol-duğunu biliriz. Cenâb-ı Hakk Âyet-i Kerîme’de
“Alimulğaybi veşşehadeti, HuverRahmânurRa-hıym” (Haşr Sûresi 59/22), yani “O gayb ve şahadet âlemlerini bilir ve O Rahmân ve Rahîmdir” diyor, demek ki
11
bu âlemlerin içerisinde madde gözüyle tespit edemediği-miz bir gayb var ve kendimizdeki gaybten yola çıkarak o gaybi anlamamız çok daha kolay olur. Gaybe imân, maddeye şahadetlik, biz bu iki hakikati idrak etmiş olursak Rabbimizi de kendimizi de daha iyi anlamış oluruz.
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah” değilmidir bizim dinimiz ilk şartı, “Eşhedü” ben görüyorum, müşahede ediyorum ki, Allah’ın varlığından başka bir varlık yoktur ve gayb âlemi olarakta imân ediyorum ki o da Allah’ın varlığından başka bir şey değildir. O kimseler ki müşahede âlemine şâhit olurlar, gayb âlemine de imân ederler, gayb âlemine olan imân kuvvetli bir imân ise o da müşahede gibidir, şahadet gibidir. O kimseler daha nasıl kimselerdir.?
“yukıymunessalâte;” namazlarını dosdoğru kılarlar;
Namaz ne demek?
Ayakta dosdoğru durmak mı?
Secde’de en iyi şekilde secde yapmak mı?
Rükû’da en güzel şekilde durmak mı?
Bunların hepsi olmakla birlikte en doğru namaz kişinin kendi hakikatini idrak ederek Hakk’ın huzurunda o doğrulukta durmasıdır, “iyyake nabüdü ve iyyake nestain” derken, kalbimizde, gönlümüzde var olan dünyalık şeylerin önünde duruyorsak o doğru bir duruş olmaz, eğri bir duruş olur, doğru duruş için kişinin doğru bilgiye sahip olması lâzımdır ki, o bilgiyle kendi hakikatini idrak edip Hakk’ın huzurunda o şekilde dursun,
“ve mimmâ rezaknâhüm yünfikun; “
Ve onlar daha şöyle hareket ederler ki, biz onları rızıklandırdık onlarda bu rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler, yani başkalarına verirler. İşte bu infak bu rızık maddi rızık olduğu gibi aynı zaman da manevi rızıktır da, zâten maddi rızkı herşeye her yönde vermek mümkün ama mânevi rızkı her yerde her zaman herkese vermek mümkün değildir çünkü mânevi rızkın özel olarak
12
alıcılarının olması lâzımdır, nasıl ki midesi boşalmış, acıkmış olan kimseye maddi rızkı verirsiniz ve onu yer, mânevi gıdayı, mânevi rızkı da ancak mânen acıkmış olanlar alır, onlardan talep olur ve onlar kullanabilirler dolayısıyla bu rızkı vermek için alıcılarını bulmak lâzımdır, “isteyemeyen fakirleri bul onlara ver” dendiği gibi, bu mânâyı da böyle ihtiyacı olan seçilmiş kimselere ver, eğer yol ortasında yahut belirli toplantılarda önüne gelen bu vahdet rızkından, tevhid rızkından vermeye kalkarsan olmaz, ziyan olur. Mânâ âleminin rızkı, ef’âl mertebesin-den, esmâ mertebesinden, sıfat mertebesinden ve Zât mertebesinden oluyor, işte bir kimse hangi mertebede ise o mertebeden alıyor rızkını, o düzeyden alıyor ve kendi rûhaniyetini o yönden besliyor ve bu rızıkların en güzeli tabi ki Zât mertebesinden verilen rızıktır, sonra sıfat, sonra esmâ, sonra ef’âl mertebesi gelir.
(S.a.v.) Efendimiz “cennet bahçelerine uğrayınız” diye buyurmuş, Sahabeyi Kiram ya Rasûlullah, yeryüzünde cennet bahçeleri var mı? diye sormuşlar, Efendimizde var, cennet bahçeleri zikir halkalarıdır demiştir, bu iki şekilde yorumlanıyor, biri zikir yapılıyorken halka halinde oturup zikir yapmak, birde zikirde ibadettir, sohbettir, namazada zikir derler, birde bu sohbetler zikir halkalarıdır, böyle bir yer gördüğünüzde uğrayınız onlar cennet bahçeleridir, onların meyvelerinden yiyiniz demek sûretiyle bâtıni bilgileri bize anlatmak istiyor.
Selâhattin Uşşaki Hazretleride Tuffet-ul Uşşâki’de “li vechillâh” diyor yani rızkın en bereketlisi en hakikisi Allah’ın vechi için yenilen rızıktır diyor, işte bunlar meyve, sebze gibi rızıklar olmakla beraber, çünkü onlarda yediğimiz zaman bize kuvvet verecekler ve ibadetimize sebep olacaklar, fakat bunlar dolaylıdır, doğrudan doğruya Allah’ın vechi için yenen yemek, işte bu vahdet sofralarından, tasavvuf sofralarından yenen, alınan gıdalardır, rızıklardır, infaktır yani.
13
والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
(4) Velleziyne yu'minune Bi ma ünzile ileyKE ve ma ünzile min kabliK (E) ve Bil ahıreti hüm yukınun;
* Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
Velleyizne; o kimseler ki , yani yukarıdan beri belirtilen imân ehli olan kimselerin özelliklerinden biride;
Yu’minune Bi ma ünzile ileyKE;
Sana indirilene imân ederler, yani Kûr’ân-ı Kerîm’e’de imân ederler. Kûr’ân-ı Kerîm’i hakkıyla müşahede edebilmek için içindeki tüm mertebeleri bilmiş olmak lâzımdır, dolayısıyla bu mertebelerin varlığına imân etmekle ona yaklaşmak mümkündür, onun için Kûr’ân-ı Kerîm’e imân ederler diye burada belirtilmiştir.
Kûr’ân-ı Kerîm’e yakin halinde olan kimse, onu idrak etmiş olan kimse imân etmez, müşahede eder, yani imânın ilerisine geçmiş olur, içinde yaşar, içinde yaşadığı şey içinde imân gerekmez, örneğin biz bir odanın içerisindeysek, o odada olduğumuzu kendimize tekrar tekrar söylemeye lüzum yoktur, çünkü içindeyiz ve yaşıyoruz, bu odanın varlığını düşünüp imân etmemiz için dışında olmamız lâzım, aklımızda da evet o orada var, imân ettim ki ben o oda var diye imân gerekir, fakat odanın içerisine girdikten sonra imân odanın kapısında kalır, ve zâten kalması da gerekir, eğer odanın içerisinde isek ve hâlen odanın içinden bahsediyorsak gözümüz görmüyor demektir, ve birine soruyoruz burada şu var mı bu var mı, bunların olması lâzım diye, o da bize evet var dediği zaman, evet burada olduk diyoruz fakat başkasının sözüyle. Kûr’ân-ı Kerîm’in içinde olan hakikatleri idrak ettikten sonra imân ihtiyacı hissedilmez, kalmaz.
İslâm dininin hakikati bu, bütün âlemde Hakk’ın varlığını, âlemin içinde olduğunu ifade etmesi “eşhedü”,
14
bunu ilim olarak bilmesi imân, müşahede olduktan sonra imâna ihtiyaç kalmıyor fakat imân olmadan müşahede olmaz, imânsız hiç birşey olmaz.
Bi mâ ünzile ileyKE; sana indirilene derken burada Efendimizin (s.a.v) hakikatinden bahsediyor, yani ona öyle muazzam bir şey indirilmiş ki Zât âleminden öyle değerli bir şey indirilmiş ki onun değerini siz henüz anlamıyor iseniz de onun varlığına imân edin, böyle bir değer olduğuna imân edin sonrada müşahede edin demek istiyor, imân edin orada kalın demek değil, işte bizim en zayıf taraflarımızdan birisi bu, bir şeye imân ettik, kabul ettik diyerek onu orada bırakıyoruz, bir daha gerisini getirmiyoruz, kemâlatını tekemmül ettiremiyor
“ve ma ünzile min kabliKE” Senden önce indirilene de imân ederler, yani Tevrat’a, Zebur’a, İncil’e ve Suhuflara hepsine imân ederler, onlara imân ederler, çünkü görmedik, onların hakikatini ve indiğini kabul ediyoruz, gerçi bugün elimizde onların nüshaları var ama gerçeklilik dereceleri şüpheli, yüzde yirmi kadarının ancak gerçek olarak kaldığı söyleniyor, geri kalanı tahrif olmuş, bozulmuş, fakat biz onların bozulmuş olanlarına değil kendi öz hallerine imân ediyoruz, ve imân ettikten sonra Kûr’ân-ı Kerîm içerisinde onları bulup müşahede ediyoruz, çünkü Kûr’ân-ı Kerîm’in içerisinde bütün kitaplar mevcut, hepsini almış içerisine. Mûsâ (a.s.) dan bahsedi-yorsa Tevrât-î Âyetlerdir onlar, İsâ (a.s) dan bahsediyorsa İncili, İsevi Âyetlerdir, İbrâhîm (a.s) dan bahsediyorsa İbrâhîm-î Âyetlerdir. Kûr’ân-ı Kerîm’in içerisinde hepsi vardır ve diğer kitaplara imân etmek yeterlidir, araştır-maya fazla gerek yoktur, varlığını kabul etmek, Allah’ın indinde olduğunu kabul etmek ama hakikatinin hepsinin Kûr’ân-ı Kerîm’in içerisinde olduğunu müşahede etmek gerekiyor, işte kendimizi ne kadar tanırsak Kûr’ân-ı Kerîm’i de, Rabbimizi de o kadar tanımış oluyoruz.
“ve Bil ahıreti hüm yukınun;” Ahirete de yakîn olarak bakarlar, yakîn olarak müşahede ederler, “yukinun” kurb yakınlığı değildir, burada ikân var, müşa-
15
hede demek, ilmel yakîn, aynel yakîn, Hakkel yakîn işte bu yakînden bahsediyor burada. Bir kimse ilmel, aynel veya Hakkel yakîn olarak hangi mertebede ise ahirete o pencereden bakar, o gözle bakar o yakîn ile müşahaede eder.
Ehlullah’tan birine yakîn ne demektir diye sormuşlar, o da cevaben “el yakîni Hüvel Hakk” yani yakîn ef’âliyle, esmâsıyla, sıfatıyla Hakk’tır demiş, Zât-ı Ulûhiyyetin gerçek varlığın ta kendisidir yakîn. Kurb iki ayrı varlığın birbirine yakınlaşması yani maddi mertebede yakın-laşması, yakîn ise kişinin kendinde olanı ortaya çıkarmasıdır, ikilik yok teklik var ve o teklikte gerçeği idrak etmek, hakikati idrak etmek yakîn halidir. Kişinin kendinde olanı ortaya çıkarabilmesi için Yûsuf’un kuyudan çıktığı gibi bir kervana, yani bir karşı tarafa ihtiyaç var, karşı taraf ayna tutacak ki o aynada kendini seyretsin, kendindekini bulsun, karşı taraf sadece ayna olur sadece, eğer o karşı tarafta bir şey yoksa aynada bir şey göremez, o yakîn halinin bizde olması lâzım ki aynaya baktığımız zaman biz o yakîni görelim yani idrak edelim.
Yakîn hali hepimizde var, Cenâb-ı Hakk “venefahtü fiyhi min ruhi” hepimize bu hitabı yapıyor sadece belirli kişilere ruhumdan üfledim diğerlerine üflemedim diye bir oluşum yok, hepimizin hakikatinde bu var, rûh ta var, nûr da var, ilim de var hepsi var, hilkatimizde var, işte yakîn bu hilkatte var olanı ortaya çıkarmak, kendinde bulmak, kurbta olan iki ayrı şeyin birbirine yaklaşmasında bütünleşme olmaz hep ayrı şeyler olarak kalırlar, yaklaşır yaklaşır, çok yaklaşırsa yanarlar varlıkları kalmaz daha fazla yaklaşamazlar, varlıkları kalmaz çünkü fakat kendi içindekini dışarıya çıkarması ile kendi hakikatini idrak etmiş olur ve bu da yakîn hükmüdür.
(5) Ülâike alâ hüden min Rabbihim ve ülâike hümül muflihun;
16
* İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.
“Ülâike alâ hüden min Rabbihim” İşte hayatlarını bu şekilde sürdüren kişilere ne mutlu, hidÂyet üzeredirler, Rab’lerinden gelen bir hidÂyet üzeredirler, demek ki Rab’binden özel bir hidÂyet gelmezse kişinin kendi hakikatini bulması mümkün değildir. Rabb’inden özel bir hidÂyetin gelmesi ne demektir? Cenâb-ı Hakk’ın, tevhid ve vahdet sohbetleriyle Rab’binden bir hidÂyet getirmesidir, ve ancak yakîn halinde olan bir sohbetten veya yakîn halinde olan bir müşahededen veya o mecliste bulunmakla, o meclisten geçmekle Rab’binden bir hidÂyet üzere olabilirsin.
“ve ülâike hümül muflihun;” İşte o kimseler felah bulmuş, kurtuluşa ermiş kimselerdir. Kurtulmanın kaç türlü yolu, idraki var, cehennemden kurtulma bir kurtuluş insân’ın nefsinden kurtulması bir kurtuluş, dünyadan ahirete intikal bir kurtuluş, çok kurtuluş var fakat bu kurtuluşların en kemâllisi, en üst düzeyde olanı kişinin kendindeki nefsaniyeti ortadan kaldırıp Hakk’aniyetini idrak edip, Rahmâniyyetine ulaştırması, bundan daha büyük kurtuluş olmaz.
“Elem neşrah leke sadrek; Ve vada'na 'anke vizrek;” (İnşirah 94/1.2.Âyet) yani “Biz senin göğsünü yarmadık mı? Sırtındaki yükünü almadık mı?” demesindeki kurtuluş, sırtımızda nefis ve beşeriyet yükü var bizim, dünya yükü var sırtımızda, benlik yükü var, işte bundan daha ağır bir yük yok, bu konuda (S.a.v.) Efendimiz öyle buyurmuşlar; “vücudike zenbike” yani “senin vücudundan daha büyük günahın yoktur”, fakat bir başka yönden baktığımız zaman, sana vücudundan daha merhametli, faydalı olan da bir şey yoktur, bu kullanmaya bağlıdır ve bunu en güzel şekilde idrak etmemize bağlıdır, eğer bu bedeni nefsimiz istikametinde, benlik yönünde kullanıyorsak bu bizim için en büyük günahtır, diğer günahlar bunun yanında hiç kalır, çünkü benlik davasında bulunmuş oluyoruz ve Allah’ın huzurunda benlik şirktir,
17
şirkte en büyük günahlardandır. Ne zaman ki belirli çalışmalarla kendi varlığımızı idrak ettik, nefsaniyetimizi, izafi benliğimizi ortadan kaldırdık, işte hakiki bünyemize, “venefahtü”ye ulaştık , o zaman “muflihun” onlar, o kimseler felah bulmuş kimseler oluyor.
“inne rahmetallahu karibun minel muhsinun” (A’raf 7/56.Ayet)’te Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki, “Allah’ın rahmeti muhsinlerden gelir” yani ihsân sahiplerinden gelir, en yakın olarak bunlardan gelir. İbrâhîm (a.s.)ın dediği gibi “İnniy veccehtü vechiye lilleziy fetaresSemâvati vel Arda Haniyfen” (En’am 6/79.Ayet) yani “Ben hanif olarak vechimi semâlar ve arzın hâlkedicisine döndürdüm” işte kimde bu vecih varsa, bunlara ihsân olunuyor, buradaki ihsân Zât-î ihsân’dır, mal, mülk tarzında ihsânlar değildir. Bunun daha ilerisi “Hel cezâul ihsâni illel ihsân”(Rahmân 55/60. Âyet) yani “ihsânın karşılığı yine ihsân değilmidir?” diye sorulu cevaplı bir mesele ile anlatılıyor, yani sen Allah’ın rahmetini ne kadar ihsân edersen et, muhsin olursan ol, o ihsânın karşılığı olarak sana daha fazlası gelir, bu ihsân da, talip olanlara Cenâb-ı Hakkk’ın Zat mertebesini izah etmek, anlatmaktır ve bu âlemde bundan büyük ihsân da olmaz, İşte “hümül muflihun” kim ki bu ihsânlara sahip oldu ve sahip olduktan sonrada başkalarına ihsân etmeye başladı, işte bunlar gerçekten “felâh” sahibi olan kimseler, kurtulmuş olan kimselerdir. Şöyle bir örnek verirsek, yaşadığımız zamanda bir kimse diyelim 1000 tl maaş alıyor ve o maaşla karnını doyuruyor, kurtulmuştur, başka bir kimse 2000 tl maaş alıyor kurtulmuş oluyor ve sınırlı olarak artanını kullanabiliyor, bunların yanında sonsuz geliri olan bir kimse ise kurtulmuşların kurtulmuşu oluyor, fazlasıda olduğundan verici oluyor, işte ilim olarakta kurtuluşumuz böyle, insân kendini günahlardan kurtarır felâha erer, cehennemden kurtarır bu da bir felâh fakat biz burada cennet ve cehennem ehlinden değil Zât ehlinden bahsediyoruz, nefsimize paye çıkarmak değil kendi hakikatimizi idrak etmeye çalışıyoruz.
18
İşte Cenâb-ı Hakk kısaca belirttiğimiz Bakara sûresinin baş tarafındaki şaheser Âyetleri güzel bir insân’ın nasıl okuması gerektiğini böylece belirtmiş oluyor.Buradaki beş Âyet hazerat-ı hamseyi ifade ediyor, yani beş hazret, ef’âl âlemi, esmâ âlemi, sıfat âlemi, Zât âlemi ve İnsân-ı Kâmil mertebelerinin özünü anlatıyor, “Bakara” lügat mânâsı olarak sığırın ineği anlamına geliyor, sûrede Mûsâ (a.s.) ın inekle ilgili bir hadisesi geçtiği için bu ismi vermişler, eğer “Bakara” kelimesini Türkçe anlamında düşündüğümüz zaman Bak-ara, yani bakın arayın, onun içinde kendinizi diyor ve baştan sona bizden bahsediyor yani insân’dan bahsediyor, işte bahsedilen bu beş Âyeti Kerîm’e Kâmil İnsân’da olması gereken hakikatleri anlatıyor, devamında zeval diye bilinen insân’ın hallerini anlatmaya başlıyor.
Dostları ilə paylaş: |