BOĞAZİÇİ
286
287
BOĞAZİÇİ
Bibi. Eldem. Boğaziçi Amlan\ Eldem, Köşkler ve Kasırlar, II; Eldem, Türk Evi, I-III; Eldem, Türk Bahçeleri-, Evliya, Seyahatname, I; R. Janin, "L'eglise byzantine sur leş rives du Bosphore (Göte asiatique)", Revue deş Etudes Byzantines, XII, 1954, s. 69-99; Janin, Constantinople byzantine; J. Pargoire, "L'amo-ur de la Campagne â Byzance et leş villas imperiales", Echos d'Orient, XI, 1908; P. ğ. Inciciyan, Villeggiatura de Bizantini sul Bos-foro Tracio, Venedik, 1831; M. Tayyip Gök-bilgin, "Boğaziçi", M, II, 666-695; Kömürci-yan, İstanbul Tarihi; İnciciyan, İstanbul; Eyi-ce, Boğaziçi; Pardoe, Bosphorus; Melling, Voyage.
TÜLAY ARTAN
Edebiyatta Boğaziçi
Boğaziçi, Boğaziçi mehtapları, Boğaziçi köyleri, koyları yazarlara, şairlere, sanatçılara her dönem ilham kaynağı olmuştur. Düzyazıda, şiirde ve şarkılarda en çok Boğaz mehtapları ve Bebek, Göksu, Kandilli, Kanlıca, Üsküdar, Beykoz gibi semtler işlenmiş ya da roman ve hikâyelerin dekorunu, çevresini, çerçevesini o-luşturmuştur.
Boğaziçi, Divan Edebiyatı'na, istanbul bütünlüğü içinde mısralarla 16. yy başında girmiş olmalıdır. Cemali (ö. 1512 ?) Şehrengîz-i İstanbul'unda, Bu gün Göksu gibi bir cây-i hurrem / Yarın cennetde görür mi ki âdem / iki fanus ile zahir nihâî / iki derya bu şehrün pâsbânî; bir beytinde ise, Yâr ile gezdüm Hisârûn cümle bağ ü râğıni / Beykozun seyr itdü-rüb geşt Udum Alem dağını der.
17 yy'da Ataî(->) Sakiname'de, Boğaziçi'nin güzelliklerini, mehtaplarını, semtlerini över. Yine aynı yüzyıl divan şairlerinden Sabit (ö. 1712), Ko kafes nâle-sini nağme-i pey der peye gel / Râyegân dinleyelim bülbülü İstinye'ye gel mısra-larınm sahibi Şeyhülislam Yahya Efendi; 18. yy'da ise Üsküdar ve Beşiktaş üzerine şarkılarıyla Rahmi, Nâşid, Seyyid Vehbi, Sâhib'in yanında Sevâhilname adlı bütün Boğaz semtlerinin adının cinaslı kelime oyunlarıyla anıldığı eserin sahibi Fennî; Göksu mehtaplarını anlatan Esrar Dede; Şeyh Neccarzade Rızaeddin Efendi, İzzet Efendi, Şeyh Galib, Abdülhalim Neyyir Dede ve Nedim, Boğaziçi'ni a-nan şairlerdendir.
19. yy'da Boğaziçi'nin önem kazanmaya, saray ve çevresinin her iki sahilde de birbiri ardına sahilsaraylar, sahilhane-ler, köşkler yaptırmaya başlamasıyla Boğaziçi Divan Edebiyatı'nda da daha fazla yer almaya başladı. Neş'et, İlhamî mah-lasıyla yazan III. Selim, Sünbülzade Vehbi (ö. 1809), Enderunlu Fazıl (ö. 1810), Reisülküttab Arif Efendi, (ö. 1813), Arif Mehmed Efendi (ö. 1816), Enderunlu Vasıf (ö. 1824), Adlî mahlasıyla yazan II. Mahmud (ö. 1839), Sermed (ö. 1839) vb Boğaziçi'ni, daha çok, zamanın en ünlü mesire yeri Göksu ağırlıklı olarak yazan şairlerdir.
Daha sonraki dönemlerde ve günümüzde şair ve yazarlar Boğaziçi'ne ilgisiz kalmamışlar, aksine Boğaziçi tüm yönleri ve semtleriyle 20. yy edebiyatında yer almıştır. Yüzlercesi arasından Abdülhak Hamid, Faruk Nafiz Çamlıbel, Recaizade
Ekrem, Tevfik Fikret, Mehmed Akif, Ha-lid Fahri Ozansoy ve en önemlilerden biri olan. Boğaziçi üzerine Türk edebiyatının en güzel mısralarını yazmış Yahya Kemal Beyatlı sayılabilir. O Boğaz'a her tepeden, her semtten bakmış ve Boğaz'ı çeşitli mevsimlerde, çeşitli ışıklar ve renkler altında anlatmıştır.
Öte yandan pek çok sanatçı, yazar, şair Boğaziçi'nin çeşitli semtlerim yerleşme yeri olarak seçmişler, uzun süreler buralarda yaşamışlar ve eserlerini buralarda vermişlerdir. Tevfik Fikret adı neredeyse Âşiyan ile özdeşleşmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar, Rumelihisarı'nda; Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, Peyami Safa Beylerbeyi'nde oturmuşlardır.
İSTANBUL
20. yy'da çağdaş bir anlayışı benimseyen Türk edebiyatı, Boğaziçi'ni pitoresk özellikleriyle olduğu kadar, kültür ve uygarlık tarihi açısından da ele almış; edebiyatın hemen hemen bütün türlerinde irdelemiştir. Boğaziçi, şairler, romancılar ve hikayeciler için bir doğa harikası olmaktan çıkarak, geçmiş zamanın bugüne taşıdığı ekinsel bir ocak niteliğiyle anılmıştır. Aynı şekilde edebi nitelikli düzyazılarda Boğaziçi'nin birçok özelliklerine değinme fırsatı bulunmuştur.
Yahya Kemal Beyatlı'nm saptadığı Boğaziçi, tarih açısından, Bizans zamanında tek tuk köylerden ve kiliselerden ibaret bir yöredir. Asıl Boğaziçi fetihten sonra kurulur ve Kavaklar'a kadar bayındır bir görünüme kavuşur. Yahya Kemal'e göre, "bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık" duyulur; "Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu birbirine komşu köylerdir; lâkin her birinin çerçevesi, havası, güzelliği başkadır. Birinden ötekine geçerken manzara değişir".
Daha Eylül'de (1900) Mehmed Rauf, Boğaziçi'ni bir aşk üçgeni romanının dışına taşırarak, değişen dönemlerin ve modaların dile getirilmesinde bir odak kabul etmiştir. Böylece, Kanlıca, Çubuklu gibi semtlerin modasının geçtiği, asıl zenginlerin, kibarların Büyükdere' ye, Tarabya'ya akın ettikleri ve oralarda alafranga hayatlar sürdürdükleri belirtilmiştir. Mehmed Rauf, "çok büyük, geniş bir göle" benzettiği Boğaziçi'ni yazdan sonbahara, sonbaharın kışa evrildiği günlere kadar tasvir etmiş; buradaki bitki örtüsünün adeta bir takvimini çıkarmıştır. Günün alafranga dünyasına özlemli kişiler, Boğaziçi'nin Anadolu sahilinde sürüp giden dingin hayattan uzaklaşarak, Rumeli yakasında yalılarda, Avrupai lüks otellerde, örnekse Summer Palace' da monden olmakla övünmektedirler. Geçmişin törel dünyasından Eylûl'ün kişilerine sanki bir tek lüfer avı kalmıştır. Aynı yazar, başka romanlarında da Boğaziçi'ne dönüp bakmış; Anadolu sahilini, çoğu kez, bir köhnelikler, eskimişler yurdu görmüştür. Sözgelimi, pek ünlü Göksu Deresi'ni, Göksu'daki geleneksel mısırcıları küçümsemekten kendini alamamıştır.
Göksu, Halid Ziya Uşaklıgil'in ünlü romanı Aşk-ı Memnu'da. (1900), romanın kişilerinden biri tarafından, tepeden tırnağa yenilenmek ister. Bu, öyle bir yenilenmedir ki, romancının biraz da istihzayla yansıttığı gibi, Boğaziçi ve Göksu, egzotik bir masal ülkesine dönüşsün istenmektedir.
Değişen Boğaziçi için bu ilk gözlemler, Yahya Kemal'in Bahriye Nazırı Cemal Paşa'ya ve Hisarlar Komisyonu'na 1918'de sunduğu bir açıklamada endişelerle donanır. Yahya Kemal, Boğaziçi' nin çehresinin değişmesinden büyük kaygı duyduğunu açıkça vurgular ve "Hisar'ı harap halinde muhafaza etmeye taraftarım. Bu harabe şimdiki halinde bırakılmalı ki, gözlerimizin alıştığı timsalinin tesirini verebilsin" der.
20. yy'm başlangıcındaki Türk yazarları, Boğaziçi'ni romanesk bir görünüm sunan o yarı harap haliyle tasvir etmekten kaçınmamışlardır. Yakup Kadri Nur Baha'da (1922) Ziba Hanımefendi'yi ve yeğeni Nigâr Hamm'ı Boğaziçi'nde yaşatır; saltanatı sona eren yalıları, musiki âlemlerinin bitmekte olduğunu, yalıların önünden geçen gecelere özgü sandalları ve kayıkları söyler. Yıllar sonra Hep O ŞarMda (1956) bir kez daha Boğaziçi'm eski günlerinde anacak, rengi uçmuş bir gravürden gördüklerini saptayacaktır. 19. yy'ın sonundaki Boğaziçi köyleri, kıyıları, Nahid Sırrı Örik'in "Kanlıca'nın Bir Yalısında" (Eski Resimler, 1933) adlı uzun öyküsünde, artık yalıları ve köşkleri kiraya verilen bir beldedir. Şirket vapurları çalışmakta; yaz gelince, İstanbul'un varlıklı sayılabilecek aileleri Boğaziçi'nde yaz için kiralık yalı, köşk aramaya çıkmaktadırlar. Mimarisi neredeyse göçmekte olan Boğaziçi dünyasında doğa, inanılmaz bir son gürlük yaşamaktadır. Nahid Sırrı, bitki örtüsünün çılgıncasına bir egemenlik kurduğunu gözler. Asırlık korularda ağaçlar, sımsıkı bir yaprak yelpazesini gökyüzüne doğru açmış, güneşin nüfuz etmesini olanaksız kılmıştır. Bununla birlikte, Boğaziçi'nin eski, saltanatlı insanları, şimdi kendi başına gürle-şen koruların, bahçelerin bezediği köşklerde, yalılarda yan meczup hayatları sürüklemektedirler.
"Kanlıca'nın Bir Yalısında"yla hemen hemen aynı dönemi işleyen Siyah Gözler (1910), Cemil Süleyman Alyanakoğlu'nun bu unutulmuş romanı, Boğaziçi'nde ikili ve ikici bir hayat gözlemler: Bir yanda doğanın güzelliği ve sözgelimi Beykoz Çayırı'ndaki sereserpe, şenlikli dünya, öte yanda genç yaşta dul kalmış bir kadının muhafazakâr yaşama biçiminde cinnete varan yalnızlığı, aşk ve cinsellik ihtiyacı... Bir otuz yıl kadar sonra, Halide Edip Adıvar Tatarcıkta (1939) ülküsel bir Boğaziçi köyünün (Poyrazköy) monografisini kaleme getirecek, toplumsal hayattaki değişmeleri, özellikle kadının özgürlük ve kişilik kazanışını Boğaziçi dekorunda işleyecektir.
Şiirlerinde Boğaziçi'nin yalnız peyzajını yansıtan Yahya Kemal gibi, Ruşen Eş-
Göksu
Boğaziçi'nin
edebiyatçılara
esin kaynağı
olan
köşelerinden
biriydi;
fotoğrafta
yüzyıl
başlarında bir
Göksu sefası
görülüyor.
Erkin Emiroğlu
fotoğraf arşivi
ref Ünaydm da Boğaziçi Yakındaridz (1938) yöreyi bütün bir güzellikler, doğa mucizeleri tablosunda tasvir eder. Bu e-serde Boğaziçi'nin bugün artık bütünüyle kaybolmuş asıl doğası, ağaçları, bitkileri, balıklan, kuşları, insan elinden çıkma mimarisi, uygarlığıyla canlandırılmış, satır arası dokundurmalarla hepsinin sonuna gelindiğine işaret edilmiştir. Benzer kaygılar, Refik Halid Karay'ın yaklaşık 1910-1940 arasında kaleme aldığı birçok yazısında göze çarpmaktadır. Karay, Boğaziçi'nin daha I. Dünya Savaşı eşiğinde, özellikle Anadolu sahilinde, moda dışı kalarak terk edildiği, bütün bir mimari mirasın korunmasız bırakıldığı düşüncesindedir. Geçen zaman içinde buralarda devlet ve saltanat düşkünü, eski beysoyluların handiyse yoksullukla boğuşanları kalmış; yalıların yeni zamana ayak uydurmuş kafessiz pencerelerinden görülen, çökük ihtiyar çehreler, bezgin yaşlı halayıklar, döşemelik kumaşı çoktan eprimiş möbleler olmuştur.
Bununla birlikte Karay, Boğaziçi'nin yeni zamanlarda bir kez daha gözde bir sayfiye yöresi olmasına değinerek, Bo-ğaziçi'ndeki yenileşmeye karşı çıkmış ve betonun, çimentonun girdiği Boğaziçi'nden geriye hiçbir şey kalmayacağım ısrarla vurgulamıştır. ("Boğaziçi Olduğu Gibi", Tanıdıklarım, 2. bas., 1940). Romancı, bu soy yazılarından başka, Bu Bizim Hayatımız (1950) romanında dünün ve o günün Boğaziçi'ni son güzellikler çerçevesinde kaleme getirmiş, son romanı Sonuncu Kadeb'te (1965) ise Boğaziçi'nden bir hatıralar öbeği sunmuştur.
Türk edebiyatına Boğaziçi Mehtapları (1943) ve Boğaziçi Yalıları (1954) gibi eşsiz iki eser armağan eden Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi'nin "bu asrın ilk yıllarında" eski Venedik'i hatıra getirdiği kanısındadır. Özellikle yalı mimarisinin ışığa ve loşluğa bir arada açılışı, yelpazelenişi üzerinde durur. Yalının Bo-
ğaz'ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında ışıklar içeriye sıçrayarak yansılarıyla daima aydınlık ve gölge oyunları meydana getirmektedir. Bu aydınlatışlar ve gölge-lendirişler kimileyin duvarlarda, döşemede, tavanda ya boyuna bir ırmak gibi akarlar ya da rüzgârla ürpermiş tenin çağrışımlarını uyandırırlar. Boğaziçi bir yönüyle sanat bucağıdır. Abdülhak Şinasi sözgelimi musiki dinlemeyi rüya görmeye benzetir. Çalgı sesleriyle, insan sesleriyle kurulacak gönül bağı, tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi, anılarımızı, dahası, yaşamamış olduğumuz hayatların anılarını da devşirerek bizi yepyeni manzaralara, hislere, ruh iklimlerine alıp götürecektir. Musiki fasılları ay ışıklı gecelerdedir. Kimileyin de sularda ufak, kesik ışık parçalan menevişlenir, ay ışığıyla yarışır. Sayısız küçük dalgalanış, yazarı ışıktan ve altından mini mini yelpazelerin boyuna açılıp kapandığı izlenimine çeker. Bununla birlikte korunma imkânlarından yoksun bırakılmış Boğaziçi'nde doğadan mimariye, eşyadan ruh iklimine her şey özelliğini ve değerini yitirecek, Boğaziçi ürkünç bir yıkıma sürüklenecek, güzellik gibi duyarlık da geçmiş zamanda kalacaktır. Şair Nigâr Hanım kimliğinde Boğaziçi insanını, yaşayışı, giyim kuşamı, duyumsayışlarıyla eksiksiz tanımlayan Abdülhak Şinasi, 1950 sonrasında bir "Boğaziçi Müzesf'nin kurulmasını önermiş, bu önerisi dergi sayfalarında unutulmuş yazıları arasında kaybolup gitmiştir.
20. yy'da kaleme aldığı bazı romanlarında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Boğaziçi bitki örtüsünün nasıl tahrip edildiği, Maslak yolunun açılışı örneğinde olduğu gibi, yanlış bir şehircilik anlayışına nasıl kurban gittiği üzerinde durmuş, yetkili çevreleri çok önceden uyarmayı denemiştir. Aynı yaklaşımı mimari açıdan Haluk Şehsuvaroğlu'nun yalılara ve Boğaziçi mimarisine ilişkin pek çok yazı-
sında görmek olasıdır (Boğaziçi'ne Dair, 1986).
Boğaziçi, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ö-zellikle Huzur romanında (1949) ve "Yaz Yağmuru" hikâyesinde (Yaz Yağmuru, 1955) bütün bir kültür birikimiyle belirir. Huzur'da "Boğaz'ı tatmak" ülküsü, yaklaşmakta olan yıkımları sezmekten doğmuş bir kaçış gibidir. Mehtapsız gecelerde, kayık ışıkları denizde bir "ışık operası" meydana getirir. "Şehrayin"den, "musiki cümleleri"nden söz açan Tanpınar, "ışık operası"yla noktalar lüfer avını. Böylece, Boğaziçi'nde alaturkayla alafranga kucaklasın Burada "her şey" bir akistir. Boğaziçi, Büyükada'yla oranlanır. Ada, imparatorluğun çöküş döneminde birdenbire "oluvermiştir". Boğaziçi'ne gelince, bu özel uygarlık beldesi köy köy, hep yaşamış; kimi zaman servetle boğulmuş, kimi zaman da "çarşı ve pazarım kaybedip" yoksul düşmüştür. Değişen modalar karşısında kimliğini korumaya, yitirmemeye elden geldiğince özen göstermiştir. Beş Şebir'de (1946) Boğaziçi'ni bir uçtan bir uca tarayan Tanpınar, burada hep küçük ve güzel camileri, kireç sıvalı duvarları, küçük mescitleri, ayna taşlan kırık bile olsa göz okşayan çeşmeleri, yıkık yıprak, ama ölüm korkusunu silen geniş ve dik yokuşlu mezarlıkları, iskele kahvelerini, daha birçok şeyi daima "bir sedef rüyası içinde" görür. Nihayet yazar, sönüp gitmekte olan Boğaziçi'ni de üzüntüyle saptayıp, bunda, düzyazının ve resmin Osmanlı-Türk uygarlığındaki cılızlığına bağlanacak sebepler bulur. Dünkü görünümünü bilemediğimiz yalılar, sözgelimi, deniz kıyısı lokantası olmuşlardır ("Yaz Yağmuru"). Yalının geniş taşlığı, şimdi lokanta müşterisinin oturduğu kısımdır. Bununla birlikte o loş taşlık, gevşek döşeme tahtaları geçmişten konuşmaktadır: Deniz çırpıntılarla yalıyı yaladıkça, yeşil ve camkesiği ışık yansımaları döşemeden sızarak ta-
BOĞAZİÇİ
288
289
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ
Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney Kampus'undan bir görünüm.
Hazım Okurer, 1993
29 Ekim 1973'te hizmete açılan Boğaziçi Köprüsü. Ara Güler
vanda yansılar dalgalandırır. Fakat bu deniz, "suda hafif eleğimsağma perdele-riyle çalkalanan mazot ve benzin lekelerinin denizidir. Her tür süprüntü, artık denizde yüzer. Bir motor "durmadan yalının önünde kavisler" çizmektedir; ses, gürültü dinginliği çalıp götürür. Boğaziçi, besbelli, kalabalık bir şehrin bütün açgözlülüklerine terk edilmektedir.
Ziya Osman Saba, hikâyelerinde (Mesut insanlar Fotoğrafhanesi, 1952; Değişen İstanbul, 1959), Boğaziçi'nde çocukluğuna ilişkin gelgeç birkaç görüntüyü anar ve zamanın geçişini adeta dondurur: O zamanın Bebek Bahçesi'nde bir de patinaj sahası vardır. Çiftler dans ederek patinaj yaparlar. Çimento üstünde "uzun, geniş etekleri, ince belleri, şişkin göğüsleri, büyük ve tüllü şapkalarıyla u-çan, uçuşan" bu madamlar, matmazeller ve kavalyeleri Boğaziçi'nde azınlık yurttaşlarına işaret eder. Ziya Osman Saba, Boğaziçi'nin bahçelerinde ve lokantalarındaki Rum, Ermeni azınlık kültürünün izdüşümlerini saptar; nihayet Şirket vapurlarının renkli bir tasvirine girişir.
Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi'nde Tarih' te (1966) Boğaziçi'ni yüzyılların yolculuğuna geri götürür, gelgitli bir anlatımla, imparatorluğun Boğaziçi tarih sahnelerini canlandırır. Peyami Safa'nın Biz İnsanlar (1959) romanı, Oktay Rıfat'ın Birtakım İnsanlar (1961) oyunu, Attilâ İlhan' m Aynanın içindekiler roman dizisi, Haldun Taner'in bazı öyküleri, Boğaziçi'ne yakın tarih açısından usta işi sahnelerle yer verir. Oktay Rifat, Yeni Şiirler1 inde (1973) olduğu gibi Bir Kadının Penceresinden (1976) romanında da tekrar tekrar Boğaziçi'nden konuşmayı gereksin-miştir. Salâh Birsel Boğaziçi Şıngır Mın-gıfda. (1979) beldeyi kişiler, olaylar, yalsın tarihin yaşantıları açısından tahlil eder. Kerime Nadir Romancının Dünya-sz'nda (1981) Boğaziçi'nde geçen kişisel anılarını da devşirmiştir.
Boğaziçi günümüz edebiyatının seçkin iki yazarına da esin kaynağı olmuş; Leyla Erbil "Vapur" öyküsünde (Gecede, 1969) baştammaz, isyankâr bir vapur motifiyle yakın tarihin zümreler ve toplumsal katmanlar açısından Boğaziçi'nde bir tahliline girişmiş, Bilge Karasu ise "Karanlık Bir Yalı Üzerine Metin"de (Kısmet Büfesi, 1982) karmaşık cinsel süreçlerle yıkık yıprak bir Boğaziçi yalısını, yalının rıhtım ve bahçesini kaynaş-
tırmıştır.
_L. SELİM İLERİ
\
BOĞAZİÇİ
Aylık dergi. Ilkteşrin (Ekim) 1936-Mart 1938 arasında 18 sayı yayımlandı. Sahibi Sadi Akant, yazı işleri müdürü Yusuf Mardin'di. Şirket-i Hayriye tarafından çıkarılan dergi "Aylık Boğaziçi Mecmuası" alt-başlığını taşıyordu. Dergi, buna uygun biçimde sürekli Boğaziçi'ni işlemiştir. İlk sayısından başlayarak Boğaziçi'nin tarihi, semtleri, önemli yapıları, mehtap âlemleri, vapurları, iskeleleri, mesireleri, kaynak suları, lokantaları sürekli işlenen konu-
lardır. Ayrıca Boğaziçi'nde mevsimler, hayat, geziler, balık avcılığı, kuşlar da sıklıkla değinilen hususlardır.
Edebiyatta Boğaziçi, dergide eski ve yeni yazarların kalemlerinden çıkmış şiirlerle, şarkılarla ve anılarla, hikâye ve denemelerle önemli yer tutar. Ayrıca inceleme ve fikir yazıları da dergide görülmektedir. Boğaziçi fotoğrafları, karikatürleri, resimleri dergiyi süsleyen öğeler olarak her sayıda yer alır. Dergide yazılarına sıklıkla rastlanan yazarlar olarak Selahattin Güngör, Abidin Daver, Hüseyin Cahit Yalçın, Raşit Vecihi Sezen, Asaf Akant, Galip Ataç, Burhan Cahit Morkaya, Macit Gören, Nezihe Muhittin ve M. Turhan Tan sayılabilir. Şiirlerin çoğu ise Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Mithat Cemal Kun-
tay ve Yusuf Mardin'e aittir.
İSTANBUL
BOĞAZİÇİ İMAR MÜDÜRLÜĞÜ
bak. BOĞAZİÇİ YASASI
BOĞAZİÇİ KÖPRÜSÜ
İstanbul Boğazı üzerinde, Beylerbeyi ile Oıtaköy arasında, kentin Asya ve Avrupa yakasını bağlayan asma köprü.
İstanbul Boğazı'nın iki kıyısını bir köprü ile birleştirmek, antik çağdan beri üstünde durulan bir düşünce olageldi. Biraz da efsane ile karışan bilgilere göre, böyle bir köprüyü ilk gerçekleştiren, MÖ 522-486 arasında hüküm süren Pers Kralı L Dareios olmuştu. Dareios, İşkillere karşı yaptığı seferde, askerlerini Asya'dan Avrupa'ya, mimar Mandrokles'in, gemileri ve salları yan yana dizip birbirine bağlayarak oluşturduğu köprüden geçirdi.
Bundan sonra Boğaz'ın üstüne bir köprü kurulması ancak 16. yy'da söz konusu oldu. Ünlü sanatçı ve mühendis Leonardo da Vinci 1503'te dönemin Os-
manlı padişahı II. Bayezid'e bir mektupla başvurarak Haliç üzerinde bir köprü yapmayı, eğer istenirse bu köprüyü (Boğaz üzerinden) Anadolu'ya da uzatmayı önerdi.
1900'de Arnaudin(-») adında bir Fransız, bir Boğaz köprüsü projesi hazırladı. Demiryolunun geçmesi için düşünülen ve biri Sarayburnu-Üsküdar, biri de Ru-melihisarı-KandiHi arasında olmak üzere, iki ayrı yer önerilen bu köprü projesi onay görmedi.
Yine aynı yıl Bosphorus Railroad Com-pany adlı bir şirket, Boğaz'da hisarlar arasında bir köprü yapmak için başvurdu. Başvuruyla birlikte sunulan projeye" göre köprüyle geçilecek açıklık üç tane büyük kagir ayakla dörde bölünüyor, "çelik tellerle askıya alınmış havai bir demir örgü"den oluşan köprü bu ayaklara taşıtılıyordu. Ayakların her birinin üstüne, dört minareyle çevrili bir kubbeden oluşan bir süs elemanı oturtulmuştu ve sunuş yazısında bu elemanların Kuzeybatı Afrika mimarlığından e-sinlenerek biçimlendirildiği söyleniyordu. "Gayet heybetli bir manzara alacak olan" köprüye "Hamidiye" adı uygun görülmüştü, ama dönemin padişahı II. Ab-dülhamid bu pojeyi kabul etmedi.
Bundan sonraki girişim Cumhuriyet döneminde, bir inşaat müteahhidi ve işadamı olan Nuri Demirağ'dan geldi. 1931' de Bethlehem Steel Company adlı bir Amerikan firması ile anlaşan Demirağ, Ahırkapı-Salacak arasında kurulmak Çizere San Francisco'daki Oakland Bay asma köprüsünün örnek alındığı bir köprü projesi hazırlatarak Atatürk'e sundu. Toplam uzunluğu 2.560 m olan bu köprünün 960 m'si kara, 1.600 m'si deniz üzerinden geçecekti. Bu ikinci bölüm, denizde 16 ayağa oturacak, en ortada 701 m uzunluğunda bir asma köprü yer alacaktı. Genişliği 20,73 m denizden yük-
sekliği 53,34 m olacaktı. Köprüden demiryolundan başka tramvay ve otobüs yollarının geçmesi de öngörülmüştü. Demirağ'ın, kabul ettirmek için 1950' ye kadar uğraştığı bu proje de gerçekleşmedi. Boğaz köprüsüyle Almanlar da ilgilendi. Krupp firması, 1946-1954 arasında İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışan Alman mimar Prof. Paul Bonatz'a 1951'de böyle bir köprüyle ilgili bir inceleme ve araştırma yapmasını önerdi. Bonatz'ın yardımcıları i-çin en uygun yer olarak Ortaköy-Beyler-beyi arası saptandı ve Krupp buna göre bir proje önerisi hazırladı. Ama bu girişim de bir sonuca ulaşmadı.
1953'te hükümetin isteğiyle Boğaz köprüsü konusunun incelenmesi için İstanbul Belediyesi'nin, Karayolları Genel Müdürlüğü'nün ve İTÜ'nün ilgililerinden oluşan bir komite kuruldu. Bu komite konunun, önemi dolayısıyla iyi incelenmesi gerektiği sonucuna vararak incelemenin uzman bir firmaya yaptırılmasını kararlaştırdı. Karayolları Genel Müdürlüğü inceleme işini 1955'te De Leuw, Cat-her and Company adlı ABD firmasına verdi. Firmanın saptadığı yer olan Orta-köy-Beylerbeyi arasında bir asma köprü projesinin hazırlanması ve kontrol hizmetleri işi için 1958'de uluslararası bir ilanla teklif istendi. Başvurular arasından seçilen Steinman, Boynton, Granquist and London firmasına bir proje hazırlatıldı. Ama ardından ortaya çıkan mali ve yönetsel güçlükler, bu projenin uygulanmasını engelledi.
Aynı yıl Almanlar da Boğaz köprüsü için bir atak yaptılar. Dyckerhof und Wid-mann firması, köprü konusunda deneyimli bir mimar olan Gerd Lohmer'e hazırlattığı bir proje önerisiyle hükümete başvurdu. Bu öneriye göre köprünün tabliyesi sadece 60 cm kalınlığında bir banttan oluşuyor, bu bant öngerilimli betondan yapılıyordu. Yani köprü asma değil, germe bir köprü oluyordu. Tabliyesi, denizin içinde yer alan iki ayağa oturuyordu. Karadan 300'er m açıktaki ayakların arası 600 m idi. Her ayak iki yana doğru yelpaze gibi açılan, 150 m uzunluğunda ikişer konsol oluşturuyordu. Ayaklar da köprü gibi sadece 60 m yüksekliğindeydi; bu nedenle, aynı açıklığı geçen bir asma köprünün yaklaşık üç kez daha yüksek olması gerekecek kuleleri gibi, Boğaziçi'nin siluetini bozmayacakları ileri sürülüyordu. Konuyu incelemek için kent planlama, mimarlık ve estetik uzmanlarından oluşturulan bir kurul, yine de Boğaziçi'ne bir asma köprünün daha çok yakışacağına karar verince, öneri geri çevrildi.
Aradan geçen zamanda teknolojinin değişmesi ve ilerlemesi nedeniyle Steinman, Boynton, Granquist and London'a hazırlatılan proje eksik ve yetersiz duruma düşmüştü. 1967'de konuda uzmanlaşmış dört yabancı mühendislik firmasından yeni bir proje hazırlamaları istendi ve en uygun öneriyi yapan Free-man, Fox and Partners adlı İngiliz firma-
sıyla 1968'de anlaşma imzalandı. İnşaatı gerçekleştirecek firmayı seçmek için açılan ihaleyi de Hochtief AĞ adlı Alman ve Cleveland Bridge and Engineering Company adlı İngiliz firmalarının oluşturduğu konsorsiyum kazandı.
Böylece gerçekleştirilen Boğaziçi Köprüsü, Boğaz'ın her iki kıyısındaki birer taşıma kulesinden ve bunların arasında gerili iki ana kabloya askı kablolarıyla asılmış bir tahliyeden oluşur. Her taşıyıcı kulenin kutu kesitli iki düşey ayağı vardır ve bunlar üç noktada yine kutu kesitli üç yatay kirişle birbirine bağlanır. Tabiiye iki uçta bu kirişlerden en altta-kine oturur. Yumuşak ve yüksek dirençli çelikten yapılmış olan 165 m yüksekliğindeki kulelerin içinde yolcu ve servis asansörleri bulunur. Yolcu asansörleri 18' er, bakım personelini taşıyan servis a-sansörleri 8'er kişiliktir.
33,40 m genişliğindeki tabiiye 60 tane rijitleştirilmiş, içi boş levha panel üniteden oluşur. Birbirlerine kaynaklanarakbağlanmış bu ünitelerin yüksekliği 3 m,genişliği 28 m'dir. İki yanlarında 2,70 meninde konsollar vardir. Tam orta noktasıdeniz yüzeyinden 64 m yüksekte, Bulunan tabliyenin üstünde üçü gidiş,"üçügeliş olmak üzere altı iz, yanlardaki konsolların üstünde de yaya. yolları yer almaktadır. '> '•
Toplam uzunluğu 1.560 m, orta açıklığı, yani iki kule arası 1.074 m olan köprünün tahliyesini taşıyıcı ana kablolara bağlayan askı kabloları, düz değil, eğik düzenlenmiştir. Ama bu köprünün daha önce yapılmış bir benzeri olan İngiltere' deki Severn Köprüsü'nün eğik askı kablolarında, metal yorulmasının yol açtığı çatlakların saptanması üzerine, Boğaz üzerinde daha sonra yapılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün(->) taşıyıcı a-na kablolarının çapı orta açıklıkta 58 cm, kulelerle kara arasındaki arka gergilerde 60 cm'dir. Bu kabloların uçları kaya zemine ankraj bloklarıyla beton-lanmıştır.
Köprünün inşaatına 1970'te başlanmıştır. Anlaşmaya göre inşaatın maliyeti 21.774.283,49 dolardır. İnşaat üç yılda tamamlanmış ve Boğaziçi Köprüsü 29 Ekim 1973'te, Cumhuriyet'in kuruluşunun 50. yıldönümünde açılmıştır.
HASAN KURUYAZICI
Dostları ilə paylaş: |