«Yarısına kadar su bulunan bu kanalın çıkışı olmadığını gören Câvid Cinci, geri dönmek istemişse de yerin darlığından buna imkân bulamamış ve çabalaması esnasında kanalın tavanı beli üzerine çökerek, hareketsiz kalmasına sebep olmuştur.
«Kımıldamıya fırsat bulamıyan oto tamircisi kanalın zeminine yapışıp kalmış ve suyla karışık çamur birikintisi içinde bir süre sonra can vermiştir.
«Cesedin bulunması bir haftadan beri perişan olan Cinci ailesinin son ümidini de alıp götürmüş, bütün Taşlıtarla, dün gece derin bir sessizliğe gömülmüştür. Radyolar kapatılmışdır».
CİNCİ AKÇESİ, CİNCİ PARASI — 1648 de Sultan ibrahim tahtdan indirilip henüz ye-dr yaşındaki oğlu Dördüncü Sultan Mehmed. pâdişâh olduğunda, Osmanlı devletinin saltanat an'anesince askere cülus bahşişi dağıtmak için hazînede yeter para bulunamamış, cülus bahşişi, Sultan İbrahim devri ricalinden aşırı zenginliği ile tanınmış Cinci Hoca lakabı ile meşhur kadıasker Safranbolulu Hüseyin Efendinin müsadere edilen birikmiş parasından verilmişdi. Muazzam servetini amansız rüşvet yolu ile toplamış olan Cinci Hocanın küpler ve güğümler içinde birikdi-rip sakladığı paraları bilhassa has ayarlı altınlardı; bu para asker eliyle İstanbul piyasasına dökülünce, esnaf ve tüccar arasında «Cinci Parası», «Cinci Akçesi» isimleri ile fevkalâde rağbet görmüşdü; müverrih Nâimâ Efendi şöyle anlatıyor: «Cinci neye uğradığı bilüb ağlayarak kâh kendisi, kâh kâhyası filân duvarda, filân merdiven altında şu kadar şey vardır diye haber verdiler, on iki güğüm çil akçe ve 70,000 kuruşluk para ki cümlesi tas gibi çukur ve yeni hâlisül ayar Mısır darbhânesinde basılmış paralardı. O mâhud para nice zaman halk elinde dolaşıp ve muteber olup Cinci Parası diye şöhret buldu, sonra sarraf denilen mel'unların eline geçip eritip külçe altın yapdılar, Cinci Parası piyasada yok oldu» diyor.
İsmail Hami Danişmend'in «İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi» isimli eserinde 1648 deki cülus bahşişinin 1,958,400 duka altını tuttuğu ve bunun 1,920,000 altınının Cinci Parası ile karşılandığı kayıdlıdır.
Cinci Hocanın bu muazzam serveti nasıl topladığına örnek olarak Nâimâ, nakîbül-eşraf Zeyrekzâde Abdürrahman Efendinin ağzından şu fıkrayı naklediyor:
«Bağdad Kadılığından azledilip İstanbu-la dönmek üzere Diyarbekire gelmişdim. Bağdad Valiliğinden azledilmiş Hüseyin Paşa da İstanbula gidiyordu, biz paşadan bir gün evvel yola çıkdığımız için Hüseyin Paşayı Di-
yarbekire geldiğinde karşıladık; yanında eşya yokdu, yalnız bir beygirden hizmetkârları ağır bir heybe indirdiler, hattâ bizzat paşa da bir ucundan tutarak hizmetkârlarına yardım etti, ve heybeyi yanına alıp üstüne bir ihram örttü. Paşa ile teklifsiz idik: — Heybede ne vardır ki bizzat bu kadar dikkat ediyorsunuz?., diye sordum.. Hüseyin Paşa: — Be hey efendi!.. İstanbulda Cinci Hoca dedikleri muzir tamahkârm şerrini def etmek için kendisine hediye edeceğim beşbin kırmızı filorin vardır! dedi...»
CİNCİ HANI — Eminönünde, Uzunçar-şı Caddesinde; Bestekârbaşı Sokağında, bu sokak ile Deve Yokuşu kavuşağı köşesinde-dir. Kesme taş ve ince tuğladan yapılmış iki katlı kagir bir binadır. İç taksimatı dörder taş direk üzerine bindirilmiş ince kemerlidir. İkinci kata ahşab bir merdivenle çıkılır, bu merdivenin ilk dört basamağı taşdır. Üç ceb-heli bir koridorun gerisinde alt katda 7, üst katda 6 olmak üzere 13 göz odası vardır.
Hanın orta parçası bir camekân ile ay-dınlatılrnışdır. Odalarda bir tenekeci, iki sandıkçı, bir soğuk tutkal imalâthanesi ile çoğu döküm atölyeleri bulunmaktadır. '
Han, Ekrem Topaloğlu adında bir zâtin tasarrufunda olup 1963 yılı başlarında vefat etmişdir. Hanın kira ücretleri, odalarına göre ayda 15-40 lira arasındadır.
Hanın dışında Trabzonlu Kozlucazâde Elhâc Hâlid Ağanın Çeşmesi vardır (inşâ tarihi 1240 = milâdî 1824-1825), bu çeşme 1960 senesinde harab bir halde idi.
Hakkı GÖKTÜRK
CİNCİ HOCA — (B.: Hüseyin Efendi, Safranbolulu Cinci Hoca).
CİNCİ HOCA SARAYI — Onyedinci asır ortalarında İstanbulun en mükellef saraylarından biridir; büyük bir ahşab yapı olduğu kesin olarak söylenebilir; yerini tesbit edemedik; Evliya Çelebi, mübhem olarak Ci-vankapucubaşı Mehmed Paşa Sarayının karşısında olduğunu yazıyor; yine Evliya Çelebinin kaydına göre hicrî 1054, milâdî 1644 -1645 yılında inşâ edilmişdi; Nâimâ hicrî 1054 yılı vak'aları arasında bu sarayın inşâsını şu satırlarla tesbit ediyor: «... Bu esnada Hoca Efendi Anadolu Kadıaskerliğine tâyin edildi, pâdişâhın (Sultan İbrahimin) fevkalâde iltifatlarına nail oldu; bir muazzam saray yapdır-maya başladı; saray masrafına yardım olmak kendisine mîrîden 200 yük akçe verilmesi
CİNCİ MEYDANI
3580 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 3581
CİNGÖZ RECÂİ
fermanı çık-dı. Sarayı görenler hayran kaldılar; fakat zamanın zürefâsı Hoca Efendinin cehline imâ ile bu beyti söylemişdir:
Bina emsilesin bilmezdi Cinci Anmctin başladı ol binaya...».
Evliya Çelebi hicrî 1058 yılı şevvalinde (Ekim 1648) bir şark seyahatından İstanbula dönüşünde şöyle anlatıyor:
«Erzurumdan İstanbula geldiğimde gör-dümki Civan Kapucubaşı Sarayına havale bir âlî saray bina olunmuş ki evci asumana ser çekmiş. Sarayı femâşâ ederken bir kapucu görünüb:
— Buyurun, sizi efendi hazretleri ister!..
dedi.
-
Efendiniz kimdir?., dedim.
-
Hünkâr hocası ve bu sarayın sahibi
dir... dedi.
«Hemen merdivenden divânı âlîsine çık-dını. Ne göreyim? Yetmiş seksen kadar samur kürklü hademe, mümtaz civanlar el bağlamış dururlar; baş köşede kavuğunda küçük bir ulemâ destan ile kara sakallı bir çelebi oturur; ama hâne sahibinin kim olduğu malûmum değil, hemen orada olanların hepsine levendâne hitâb ederek:
— Esselâmü aleyküm ey âşıkan!.. de
dim.
«Hemen baş köşedeki adam:
-
Ve \ aleykümüsselâm Hamidefendi
Medresesindeki ders şeriki kardeşim canım!.,
diyerek ayağa kalkdı ve elimi eline aldı,
öpüşüb kucaklaşdık. Ama Allah büyük, kim
idi bilemedim; o zât:
-
A benim canım, dağ adamı olub le-
vend olmuşsun, nedir bu bizimle bigâne aşi
nalık?!., deyince hatırladım:
-
Sultânım, yâri kadîmim, canım, şerî-
kim, şeyhzâde azizim!., dedim.
-
Safa geldin, kahve şerbet getirin!., bu
sarayı temaşaya sebeb ne idi?., diye sordu.
-
Sultânım, Defterdarzâde Mehmed Pa
şa ile bu şehirden gideli iki buçuk sene oldu,
bu mamureyi görmemişdim, Hûda mübarek
eyliye!.. dedim.
«Hoca: -
-
Evliya Çelebi, sizinle medrese köşe
sinde ilim ile meşgul olduğumuz sebebi ile
cenabı Hak ilim bereketi ile bu sarayı ve Üs-
küdarda ve vilâyetimizde ve nice yerlerde
çiftlikler ihsan etti!., dedi.
-
İnşâallah Sultânım ilim tilâvet etme-
de şerik idim, devletinizde dünyalık ile de şerîk oluruz! . deyince:
— Yallah teklifsiz olduğunuzdan haz et
tim!.. Bre haznedar gel!., diyerek gelen hazi
nedarının kulağına bir şeyler söyledi. Biraz
sonra bir kese kuruş, ve bir yeşil çuhaya
kaplı samur kürk, ve bir lokmalı kadı kafta
nı, velhâsıl başdan ayağa bir kat esvab getir-
tib ihsan etti Yemek yendikden sonra deş- .
tur deyub giderken aşağı inib gördüm ki bi
nek taşında da küheylân at var, gümüş eğer
li, vezir rahtlı; bir uşak:
— Efendi bu atı size hediye etti!., dedi.
«Yine huzuruna çıkdım:
— Sultânım, bizi toprakdan kaldırıb pi
yade iken atlandırdınız, Hûda sizden razı
ola!., dedim, ve tekrar vedâlaşıb ata binerek
evime geldim. İkindiye doğru gördüm ki bir
hâyü huy ile elli aded hammal yükü pirinç,
kahve, şeker, balmumu, yağ, velhâsıl gûnâ-
gûn erzak göndermiş; evim nimetle doldu. Ci
han cihan haz edip gelen adamı ile bir talik
levha hediye gönderdim..» (B.: Hüseyin Efen
di, Saframbolulu Cinci Hoca).
Bibi. : Naîtnâ, IV; Evliya Çelebi, I ve II.
CİNCİ MEYDANI — İstanbulun kadim-denberi meşhur bir meydanıdır; asıl adı Cündî Meydanı oîub «Cinci» adı halk ağzında bozulmuş şeklidir; zamanımızda görülen meydan, eski hâline nisbetle çok küçülmüş-dür; eski Cündî Meydanı, İstanbulun namlı bir cirid oyunu alanı idi. Eminönü Kazasının Alemdar Nahiyesinin Küçükayasofya Mahal-lesindedir; Marmara kıyısında olup Sirkeci-Yeşilköy demiryolu bu meydanın güney kenarından geçer; Kaburga Sokağının, Şehsü-varbey Sokağının, Güngörmüş Sokağının ve Meydanarkası Sokağının birer başları bu meydan üstündedir; meydan hâlen bakımsız, yazın toplu, kışın çamurlu, mahalle çocuk ve gençlerinin futbol oynadıkları zaman azıcık seslenir ve şenlenir bir toprak açıklıkdır (B.: Cündî; Cirid). Bu myedan yine kadimden beri İstanbulun bayram yerlerinden biri idi (B.: Bayram yerleri).
Bu ansiklopedinin, aziz hâtırasını hiç bir zaman unutamayacağı büyük dostu şâir İhsan Hamamıuğlunun evi Cinci Meydamnda-dır, üstad hayata da o evde gözlerini yum-muşdur; zekâ taşan o gözler ki had derecede miyopdu; evde bulunduğu yaz günlerinde, mahallenin futbol çılgını çocukları ve gençleri meydanda toplanırlar, soyunurlar, acâib
bir kılık kıyafet panayırı olurdu, hemen hepsi yalın ayak. bir kısmı kısa iç donu, deniz mayosu ile çırıl çıplak bir gürültü, küfür sağ-nağı ile dalaşmak bir oyuna koyulurlardı, İhsan Bey merhum bu çocuklara ve mürâhik gençlere «Benim Tulumbacılar» adını tak-mışdı, gürültüden rahatsız olmaz, gözleri uzağı seçemediği için dalaşlı oyunu pencereden dürtünle seyrederdi; hepsine, alâmeti farika hâline gelmiş kıyafetlerine, eşkâli vechiyesi-ne, veya bir tavrına göre isimler takmışdı: Kömürcü (dâima kara donlu), Gelincik( kırmızı mintanlı). Özürlü (istisnaî olarak dâima hiç soyunmadan oynayan bir gene), Saraylı (emsaline uyarak pabucunu attığı halde çıplak ayağı ile topa korka korka vuran biri), Dizdar Şah (bir kaleci), Engel (gol atan arkadaşını hemen sarılıp öpme itiyadında olan biri), Keşmir (esmer bir gene), Çalımıgüzel, Ayvaz, Paşa, Canbaz...
Üstadın oğlu Orhan Hamâmîoğlunun bu meydanı tasvir yollu bir manzumesi vardır ki 1929 da kaleme almmışdır:
ClNCİ MEYDANI VASFINDA
Kuşak var belde, başda takye var, üstünde şal vardır, Bu halkı seyreden der memleketde karnaval vardır. Biçerse terziler şâyed çıkar kostüm Ebülhevle, Değildir pantalon, asrî beyinki başka şalvardır. Ya bir sazendedir, ya hanende sükkânı Cinci'nin, Maval var dillerinde, ellerinde hep kaval vardır. Bu yer Cündî midir, Cinci midir bilmem, hep perî rûler, Suvar olmuş gezerler, peşlerinde çok aval vardır. Neler yokdur aman yâ Rab, neler yokdur şu meydanda, Meşâhirden Hamal vardjr, bir de Âşık Kör Cemal
vardır.
Kaçık vardır, bodur vardır; sağır vardır, topal vardır, Alık vardır, güdük vardır, hödük vardır, Akal vardır. Havâyi sathı berrinde uçar envai mahlûkaat, Safâyi ka'ri bahrinde yüzer levrek, kefal vardır. Bürehnepâ gezer sanma Hamâmîzâde Orhan'ı Ayağında nalınlar var, belinde peştemal vardır.
CİNCİYAN (Aram) — Halen Paris'de yaşamakta olan ünlü bir diş cerrahı ve mü-derrisdir. İstanbuldaki Diş Mektebinden mezun olduktan sonra, Sultan Reşad'ın gününde Saray'da Mabeyin diş tabibi nasbedilmiş-tir. 1922 de Parisde yerleşerek oradan da diploma aldıktan sonra, tedricen ilerleyerek Üniversitede Dişçilik Fakültesin-de profesök" olmuştur Diş tababetinde yeni metodlar ve aletler tatbik etmiştir. Branşına ait neşrettiği bazı eserleri de mevcuttur. 1956 danberi Parisdeki Ermeni tabibler cemiyetinin başkanıdır.
Kevork FAMUKClYAN
CİN ÇARPMAK, CİN ÇARPIĞI — Halk ağzı deyim: «inme inmek; felç», bilhassa yüz felci için kullanılırdı; bâtıl inana göre insan o hâle, bir cine çarpmak, basmak, cinleri rahatsız etmek yüzünden uğrardı; onun içindir ki gece sokağa, bağçeye destur demeden, ışıksız, fenersiz çıkılmaz, ve tek başına hamama girilip yıkanılmaz; gece sokağa pis su (çirkâb) dökülmez; pislikden, çirkâbdan geçilmez, atlanmaz, zaruret varsa geçilir, atlanırken destur denilir gece karanlık bir yerde, hassatan ağaç altında abdest bozulmazdı; câhil halkı terbiye bakımından kötümsenme-yecek bir inandı diyebiliriz; bu deyimi geçen asrın ünlü şâirlerinden Manastırlı Nailî (Nâi-lîi Cedid, 1823 - 1876) bir hicviyesinde pek zarîfâne kullanmişdır:
Bir perî peykerin aşkı ile çarpıldı Topal Beni cin tuttu deyû aldadıyor inşânı. Dürlü şeytanlık ile âlemi eyler igvâ Cin mi çarpar hiç o oğlan delisi şeytânı!
CİN EVİ — M. Zeki Pakalîn'ın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» adlı eserindeki kayde göre bektâşî ve mevlevîlerin tekke ıstılahında Hamam. Zamanımız zürefasın-dan Bitlisli Koca Ali Çamiç Ağanın bu madde için yazdığı kıt'adır:
Cin evine soksam seni
Sen cin gibi çarpsan beni
Koklar şifâ bulurum
Atdığın gül pireheni.
CİNGÖZOĞLU — Meşhur meddah hikâyelerinden «Hançerli Hikâyei Garibesi» nin tiplerinden bir İstanbul serserisi (B.: Han-çerli Hikâyei Garibesi).
CİNGÖZ RECÂİ — Zamanımızda «detektif» deniliyor, bu yabancı kelime dilimize 1908 den sonra «polis hafiyesi» diye geçmiş ve Şarlok Holmes ile Nat Pinkerton adında iki detektifin adına yazılmış cinâî zabıta romanları tercemeleri gaayetle rağbet görmüş-dü; bunun üzerinedir ki edib romancı Peyâ-mi Safa, «Server Bediî» müstear adı ile yazdığı polisiye romanlarında yerli bir polis hafiyesi tipi olarak Cingöz Recâi'yi yaratdı, ve bu ona o kadar câzib bir sima verdi ki romanları hem gazetelerde tefrika olarak, hem kitab şeklinde son derecede rağbet gördü, ve Server Bedî adı ayrıca şöhret oldu.
Fakat ne kadar hazindir ki, seçkin fikir ve sanat adamı olan Peyâmi Safa, mücadele ile dolu hayatında ne zaman siyasî veya edebi bir kalem münakaşesine girişmiş olsa, ağır basarak karşı tarafı susmaya mecbur kıldığı
CtNKAYA (Hüseyin Ali)
— 3582 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
3583 —
ClRÎD, CÎRlD OYUNU
zaman, «Cingöz Recâi» diye adî ve bayağı hücumlara uğramış, hemen edebî ve limî hüviyet ve şahsiyetinin inkârı yoluna sapılmış-dır. İşini iyi bilir bir editör elinde, Cingöz Recâinin maceraları, zamanımızın çok değişmiş günlük hayatına göre tâdil edilerek yeniden basılırsa, yine geniş ölçüde alâka toplayabilir
Muzaffer ESEN
Hüseyin Cinkaya (Resim : S. B.)
CİNKAYA (Hüseyin Ali) — 1960 yılı şubatında mâhiyeti gereği aydınlanamayan esrarengiz bir vak'anın suç sanığı; o tarihde 61 yaşında bulunub Haliç Feneri semtinde oturduğu kulübem-si evine bir takım küçük erkek çocukları para ile kandırıp getirdikten sonra iki arkadaşı ile kurdukları içki sofrasında, çocukların kanlarını enjektör ile çekerek rakılarına bu. kam meze yapmak gibi vahşî bir ağır suçla itti-ham edilmiş ve gazeteler tarafından Hüseyin Ali Cinka-yaya pek hakli olarak «Fener Vampiri» denil-mişdir.
Aşağıdaki satırları Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinden alıyoruz:
«Önceleri Fener ve Cibâli semtlerinde arabacılık, sonra da seyyar ayakkabı boyacılığı yapan Hüseyin'in iki defa evlenip boğan-dığı, çocuksuz olup, hâlen Fener Abdisubaşı mahallesindeki evinde yalnız yaşadığı anlaşılmıştır Hüseyin'in daha önce de onbeş yaşında bir erkek çocuğun ırzına geçmekden sabıkası olduğu tesbit edilmiştir.
«Hüseyin tarafından kanı emilen Bahri isminde, 8 yaşındaki ilkokul talebesi hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:
— Fatih Camii avlusunda top oynarken yanımıza üç adam geldi ve içlerinden en yaşlı olanı bize 20 lira göstererek. «Bizim eve gelirseniz bunları size vereceğim. Bundan başka elma, şeker, çikolatada veririm» dedi. Ben, Necdet ve diğer arkadaşım adamların peşine takılarak götürdükleri yere gittik. Burası boyacılık yapan Hüseyin ismindeki ihtiyarın evi imiş. Adamlar rakı içtikten sonra
Hüseyin, aşı yapanların kullandığı gibi bir iğne ile benim kollarımın omuz başıma yakın yerlerini deldi ve buralardan çıkan kanı emdi. Sonra iğnesini öbür çocukların vücuduna batırarak çıkan ,kanı arkadaşlarına emdirdi. Evden çıkarken de kimseye birşey söylemememizi tembih ettiler. Bu yüzden kimseye birşey söylemedik. Kanımızı emenler gece rüyalarıma giriyor, beni korkutuyordu. Annemle hamama gittiğimiz gün annem kolumdaki çürükleri gördü ve bunların ne olduğunu sordu. Ben önce korkumdan söylemek istemedim ama sonra ısrar edince başımıza gelenleri anlattım.
«Vampir» in evine gidenlerden Necdet de şöyle demiştir:
— Bize iğne batırırken bağırmak, kaçmak istedik, fakat ağzımızı tıkadılar. Evden çıkarken de bize: «Sakın bunlardan kimseye bahsetmeyin, sonra iş meydana çıkınca polislere herşeyi anlattık.
«Sanık hakkındaki tahkikatla beraber Hüseyin'in iki arkadaşı da şiddetle aranmaktadır.»
Vak'a gazetelere intikaal edince bütün İstanbulda fevkalâde heyecan uyandırmış, ilk ihbar üzerine yakalanıp delil kifayetsizliğinden serbest bırakılan Hüseyin Ali Cinkaya tevkif edilmiş, fakat çocukların bahsettiği diğer suç ortakları bulunamamışdır. İhtiyarın arkadaşımdır diye haber verdiği bir gene bulunmuş is ede üç çocuk ile yüzleşdirildiğin-de üçü de bu genci tanımadıklarını söylemiş-dir.
Kısa bir müddet sonra, vak'a mahkemeye intikal etmeden Fener Vampiri denilen bu ihtiyar tevkifhanede ölmüş, vahşî tecavüz gereği gibi aydmlanamadan kapanmışdır.
CİNLERİN MEŞVERET YERİ — Top-kapusu Sarayında bir yerin, «Altun Yol» un solundaki diğer bir koridorun adıdır (B.: Altun Yol); Haremi Hümâyun halkı arasında devam ede gelmiş bâtıl bir inana göre her gece cinler burada toplanırlar ve sohbet ederlermiş, yapacakları işleri kararlaşdırırlarmış, bundan ötürü gece oradan destursuz geçen muhakkak çarpılırmış.
Manalı bir masaldır; zîrâ bu koridor, ve-liahd şehzade ile diğer şehzadelerin hapis hayatı sürdükleri büyük dâireye, saray halkı ağzında «Kafes» denilen müzeyyen ve mükellef prensler mahbushanesine çıkar; «Cinler»,
gece şehzadelerle her hangi bir maksadla temasa mâni olan manevî bir engel oluyordu.
CİNZANO (Alberto Morone comte) — Zamanımızda «Dünya Vermut Kiralı» diye tanınmış İtalyan asilzadesi bîr iş adamı; yeni bazı iş imkânları kurmak için 1960 yılı aralık ayı başlarında İstanbula geldi; ikiyüz yıl-danberi alkollü içki, imalâtçılığı ya> pan bir ailenin torunu olan Kon11 A. M. Cinzano İstan• bul gazetecilerine şunları söylemiş-dir: «Alkollü içkinin serti yumuşağı yokdur; mesele içkiyi yerinde, zamanında ve karârında
içmekdir. Sizin ra- Kont Cinzano
kınıza gelince; ben- (Resim : s. b.)
ce rakıyı yemekler
üzerine (bu tavsiye rakı içme ananemizin tamamen zıddıdır), birkaç kadeh, o da sulandırılmış olarak içmeli, doğrusu zevkine doyum olmuyor».
Vermut kiralının İstanbulu bu ziyaretinden sonradır ki Türkiye içki piyasasına Cinzano vermutları çıkmışdır.
CİRİD, CİRİD OYUNU — Cirid, sert, sağlam ağaçlardan yapılmış mızırak taklidi bir tâlim silâhının adıdır; mızrağın harb silâhı olduğu devirlerde ecdadımız, cirid ile mızırak tâlimine ;bi|r heyecan, renk vermek için, cirid tâlimlerini, iki kişi yahut iki takım iddialı, ve merdâne bir oyun şekline koymuşlardı; şehbaz yiğit, bir asker oyunu yapmışlardı. Hüseyin Kâzım Bey «Büyük Türk Lügati» nda cirid maddesinde: «At üzerinde değneklerle yapılan oyun» diyor ki «cirid» ismini bir oyun ismi gibi göstermekle hatâya dü|müşdür; at üzerinde oynandığını söylemek ile de kifayetsizdir, zira cirid at üstünde oynandığı gibi yaya da oynanırdı, birincisine «atlı cirid oyunu», ikincisine de «yaya cirid oyunu» denirdi.
Mehmed Zeki Pakalm da «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli büyük ve güzel eserinde bir tâlim silâhı olan ciridi harb silâhı zan ederek, onu harbe - mızırak ile karışdırarak adı geçen ansiklopedisinin cirid maddesinde: «Cirit süvariye mahsus bir silâhdı, bunu piyade kullanamazdı, çünki
şiddet ve darbe ile atılması için dört nal giden bir hayvanın süvariye verdiği kuvvei muharrike piyadede olamayacağından bu silâh piyade elinde tesirsiz hâle gelir» diye indî mütalealar yürütüyor; tarih kaynaklarımızda nakledilen, hattâ pâdişâh huzurunda oynanan yaya ciridlerini tamamen unutuyor; ayakları koşarlı tığ gibi bir delikanlının hasmı üzerine hamle edib ciridini fırlatması, bugünün tâbiri ile, atletik oyunların şahane gösterilerinden biridir. Cengde kullanılan harb -mızırak, evet; elbet ki yaya asker silâhı değildi.
Yaya ciridi, sarayların geniş avlularında^ dahi oynanırdı; fakat atlı cirid için çok geniş alan lâzımdı, şehir dışına çıkılırdı; vezirler, serdarlar seferlere giderlerken; sefer veya seyahat kasdı ile İstanbuldan çıkmış pâdişâhlar büyük atlı cirid oyunları oynatmayı aslaa ihmal etmemişlerdir. Tam kifayeti olmamakla beraber atlı cirid İstanbul içinde At Meydanında da oynanmışdır. On yedinci asır ortasında Dördüncü Sultan Mehmed'in ilk saltanat yıllarında Anadoluda şekaavet ye celâlî-lik yolunda büyük şöhret olmuş Katırcıoğlu Mehmed mızırak kullanmada üstüne adam bulunmayan birisiydi, aman dileyip devlete teslim oldukdan sonra İstanbula getirildi, mızı-ra'kdaki hünerini İstanbulluların da görmesi için cirid oyunları tertib edildi; Naîma anlatıyor: «Katırcıoğlu'na Beyşehri sancak beyliği, on sekiz adamına da sipahilik verildi; mansıbına mütesellim (vekil) gönderip kendi bir kaç gün İstanbulda kaldı; bu günlerdedir ki devrin sadırâzamı Kara Murad Paşanın vesâir vüzerâ ve ayanın cirid endaz (Ciridci, cirid atıcı) ağaları ile ciride çıkardı; vezir ve cümle ayan seyr ederlerdi, Katırcıoğlunun at kullanup cirid ve mızırak oynatmasına hayran olurlardı, her kime hamle etse elbet ciridini vurur, değme şahıs ona cirid vuramazdı». (B.: Mehmet Paşa, Katırcıoğlu; Murad Paşa, Ar-navud Kara).
^Tekrar edelim ki heyecanlı mızırak tâlimleri olan cirid oyununun atlı oyunları İstanbulda nadiren oynanırdı, fakat yaya ciridi, bilhassa sarâyi hümayunda enderun oğlanları arasında, pâdişâhı eğlendirmek için sık sık oynanırdı, aşağıdaki satırları da Si-lâhdar Fındıklık Mehmed Ağanın vekaayinâ-mesinden alıyoruz; müverrih sadırâzam' Siya-vuş Paşanın hal tercemesi arasında: «Siyavuş Paşa aslen abazadır; Dördüncü Sultan Mura-
CÎRlD, CÎRİD OYUNU
— 3584 —
istanbul
ÂNSlKLOPEDÎSl
3585 —
CÎRİDOĞLU VAK'ASI
dm önce nedimi olub sonra idam olunan Abaza Mehmet Paşanın hazinedarı idi, efendisinin felâketinden sonra pâdişâh tarafından saraya alındı, Seferli Koğuşu neferlerine ilhak olundu. Âfitab misal güzellikde bî nazir idi. Bir
Cirid Oyunu (Bir XVII. asır minyatüründen B. Cantok eli ile)
A.d&
Atlı Cirid Oyunu (Bir XIX. asır gravüründen S.
gün huzuru hümâyunda yaya ciridi oynarken Sultan Murad'ın çeşmi şahaneleri Siyavuş'a takılıp oğlari hünkârın muhabbet ve iltifatlarına rnazhar oldu ve saray ananesi dışında hemen Has Oda ağaları arasına alındı» (B.: Siyavuş Paşa; Murad IV).
Atlı cirid olsun, yaya Ci
rid olsun, aslında, hareket hâ
lindeki hedef karşısında bir
mızırak tâlimi olan bu oyun,
ciridi atıp hasmına isabet et-
tirmekden ibaret idi; ciridi i-
sâbet ettirmek: de hüner, has
mın attığı eiridden korunmak
da hünerdi; fakat heyecanlı,
güzel olduğu kadar tehlikeli
oyundu; başın hedef tutulma
sı yasak olduğu halde kaza e-
seri, yahud mel'ûnâne kasıd
ile cirid başa gelebilir, göz çı
karır, hattâ ölüme sebebiyet
verebilirdi. ;
Atlı ciride her atla çıkılmazdı, atın da tâlimi, ceng a-tı olması şart idi; meselâ Naf'î, Dördüncü Sultan Muradın atlarını medih için yazdığı «Rahşiye» adlı meşhur ka-
Dostları ilə paylaş: |