Pervasızlık, yılışıklık, bir menfaat yolunda yapışkanlık, hattâ hattâ hayâsızlık, müstehcen lâfızlar, küfür, çingenenin alâmeti farikası gibidir. Oba çingenelerinin çadırları - bir sefalet meşheridir; eşya döküntü, yatak yorgan palâspâre, çamaşır boğça içindedir; ve her çadırda bir köpek, o çadırın maskotu yerindedir; at, eşek ve bir külüstür araba göç vasıtalarıdır. [Bilemeyiz ne dereceye kadar "yerinde, üç beş, sekiz on çadır halkından ibaret bir çingene kabilesi-âüesi bir cerihasının idaresinde konub göçer.
3987
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
Namus ve iffet meselesinde fazla asabiyetleri yokdur; fakat kendi aralarında zina ve lıvata vak'alarma rastlanmaz, yahud ki bu gibi vak'alar zabıtaya aksettirelecek mesele olmaz, kıskançlık cinayetleri de pek görülmez; kızlarını pek küçük, 13-14. yaşında kocaya verirler ve ekseriya 15-16 yaşında buluğ çağına yeni girmiş tüysüz oğlanlarla evlendirirler. Evlendikten sonra kadın, kız, ve taze oğlanlar bir para, menfaat karşılığı, ter türlü teklife kolaylıkla rızâ gösterirler; Davudpaşa ve Rami gibi şehir dışı kışlalarda bekâr uşağı garib neferlerin, kışlalar civarına konan göçebe çingenelerle ucuz fuhuş temasları, büyük şehrin ahlâk zabıtası tarafından men'ine imkân olmayan vukuatı âdiyeden ola gelmiş-dir. İstanbul ayak takımı, hezele güruhu indinde de çingene nigârı ve mahbubu kadimden beri makbul ola gelmişdir.
Geçen asrın büyük kalender şâiri En-derunlu Fâzıl Bey İsmail adında çingene bir köçek oğlanla olan muhabbeti! alâkasını «Defteri Aşk»< adındaki eserinde uzun uzadıya naklediyor (B.: İsmail, Çengi Kıbti; Defteri Aşk) ve burada da:
Belî her cilvesi canperver idi. Eli ağzına uyar dilber id! Gerçi Eıbtî idi ol servi sehî Aşk anı kıldı, gönül pâdişehi.
diyor; «Hübanııâme» adındaki uzun manzumesinde de Çingene mahbublar için şunları yazıyor:
Hoşcadır dilberi çingânelerin
Yüzü esmerdir o cânâneîeriıı Verg.'dir anlara fennî nagemât îîep usûliyle iderler harekât
Nâzik âvâzeleri gevrekd.ir Tözü şerbctden eîez bi şekdir
Ha!k ile Itey'ü şirâsı kaabil Çizilice ahz u atası kaabil Her ne eylerse bebâue mümkin öyle ıMMâre behâ ne mümkin Zahir oMukda hattı mcymûni Ayu oynatmaya başlar hû-nî
Yine aynı şâir «Zenanııâme» adındaki diğer uzun bir manzumesinde de çingene kadın ve kızlarını şöyle tarif ediyor:
Kaaredir rûyi zeni çingâne Ande sîmin olamaz eânâne Dil kaare çehre kaare çerge kaare İki dünyası kaare ol fıkaare Kocasına idicek nâz o köpek. Eûyi nâ pâkine tutar bir kıl elek.
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
3988
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
3989
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
Edebiyatımızda çingeneyi en güzel tarif eden Ahmed Hâşim'dir; aşağıdaki satırlar o büyük şair ve edibindir:
«Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşerî şekle istihale etmiş bir takım yeşil ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bu gün hatırımda kalan hayal; yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyliyen ve el çırpan bir alay genç kız içinde zurna çalıp bu musikinin vahşi kahkahaları ardından müşabih akisleri ile vadileri inim inim inleten gene bir çingenedir.»
îstanbul civarına konub göçen demirci- ayıcı oba çingeneleri ile îstanbul civarı köylerinde yerleşmiş ve nefsi îstanbulun içinde Sulukule ve Lonca çingenelerini bazı yazarlarımızın ayırjd edemedikleri görülür.. Hiç şüphesiz bu iki grup çingenenin yaşayış farkları, vardır. Fakat rin-dâne, pervasız hayat felsefesinde o-ba çingenesi de, yerleşmiş çingene de ayni kavmin insanlarıdır.
Reşad Ekrem Koçu bir sohbet yazısında Ayvan-sarayın Lonca çingenelerinden bir şopar hakkında şu satırları yazmış-dır:
«1939 da, İkinci Cihan Harbinden eveldi, mûsikimi-mizin Myük simalarından Mesud Cemil ile bir aksam Balıkpazarın-da Boris'in meyhanesine gitmiştik. En çok on beş yaşında ve yanık tuğla renginde tığ gibi bir şopar geldi, elinde sazı, meyha-
ne meyhane dolaşan bir seyyar kemani, bir küçük serseri, pırpırı virtüöz...
(.•Ayakları yalın; mintanının düğmeleri kalmamış, esmer bağrı ve birer böğürtlen meyvesine benzeyen memeleri meydanda, ve kapkara, tülü saçlarının üstünde sa-man renginde geniş kenarlı bir hasır şapka... bakışları âteşin, yüz mütebessim, üstünde bir .sanatkâr vekaarı, meyhanenin en kuytu köşesine çekildi, konserine hicaz taksim ile başladı...
«Oğlan, bir üstadın karşısında keman çaldığından bî haber, ve dolayısiyle kayıd-sız... Mesud Cemil ise birden dikkat kesil-didi:
— Ekrem... dedi... Bu çocuk bir hârika!... Yalnız bir falso var ki sebebini anlayamadım. ,
Çingene çeribaşısı, 1874 (Resini: C. Biseo-)
«Şoparın kemanını istedi, akorduna baktı, mükemmel... yayını istedi. Çocuk utandı, önce vermek istemedi, sonra hicabından önüne bakarak uzattı... Üstad:
— Bu ne?! dedi.
((Yayda bir tek kü bile kalmamıştı. Çocuk kemanı değnek ile çalıyordu... O güzel, fakat az falsolu nağmeler, o değnekle çıkarılıyordu.»
İstanbul şoparları arasında büyük müzisyen istidatlara çok rastlanır, ve onların büyük kısmı ilgisizlik yüzünden heder olub giderler. Aşağıdaki satırları Hürriyet Gazetesinden alıyoruz:
<(1962 yılında Sulukuleli Ufler Kardeşler, 13 yaşında kemani Yaşar ve 11 yaşında darbukacı. Hüseyin Sultanahmed Camii önünde Johnson adında amerikalı bir artist organizatörü ile karşılaşdılar. Küçük çingeneleri çok beğenen organizatör, Üfler Kardeşleri Hollywood'a götürmek üzere teşebbüse geçdi ve çocukların babaları ile anlaşdı; perişan kılıkları düzeltilerek Yaşara 100 liraya yeni bir keman ve Hüseyine de 25 liraya yeni bir darbuka alındı. Şimdi Sulukuleli iki şopar Mr. Johnson'un davet mektubu ile beraber göndereceği Hollywood
Sulukuleli Üfler Kardeşler
(Resim: Hürriyet Gazetesindeki fotoğrafdan
Sabilıa Bozcalı).
için uçak biletlerini beklemektedirler (Hürriyet Gazetesi, kasım 1962)».
Lonca, Sulukule ve Oba çingenelerinin hayatı geniş ve hâlâ bakir bir tedkik konusudur. O âlemleri, çok geç de kalınmış clsa, en hurda teferruatı ile tedkik edecek olanlar büyük eserler yazabilirler, hele bir romancı belki şaheserini ortaya koyabilir. Edebiyatımızda çingene hayatından kısmen bahseden, «Çingene »adını verdiği bir uzun hikâyesinde Ahmed Mithat Efendi olmuşdıır (B.: Çingene).
Mithad Efendinin çingeneler hakkında bilgi ve düşünceleri, onların «mutlak bir sefalet içinde, vücud yapısı ve yüz çizgileri güzelliğinden gayri bütün beşerî faziletleri kaybetmiş, ahlâk, iffet, nezâket ve en basit terbiyeden mahrum fakir ve zelîl bir kavim» olması hükmü üzerinde toplan-rmşdır. Hikâyesinin kahramanı olan güzel çingene kızı Zibâ İstanbul civarında Alibeyköyünde oturur, ve dört köşe çingene karısı ile beraber yazın Kâğıdhâne Mesiresinde şarkı söyleyerek, oynayarak dilenir. Ona âşık olacak ve bu aşkının uğrunda hayatını feda edecek olan zengin, kibar ve bilgili güzel delikanlı Şemsi Hikmet Beye rastladıkları zaman, bu beyin: «Ne kadar güzel kız!» iltifatına, Mehtab adındaki kart çingene karısı neman: «Güzeldir ya beyim... Zibâ Kız pek güzeldir., hem de kız oğlan kızdır!.» cevabını verir. Bu sahne üzerine ((çingene için bu kadar yüzsüzlük çok mudur» diyen meşhur halk romancısının çingeneler hakkında söyledikleri şunlardır :
«Çingene güzeli ne kadar şayanı pe-restiş olsa yılışınca, yahud edebsiz sözler söyleyince, veya bir şey dilenmek için ar-sızlanınca o güzellik zail olur ve çingenelik meydana çıkar. Aslında sesi ne kadar lâtif ve tesirli de olsa, şarkı okurken ağzını yayar, şada da çingene sâdâsı olur.
«Dâima hakaaret gören çingenenin aslı hindlidir; lisanları da bozuk bir hind-çedir; pek çok kavim ile ihtilât etmiş, hem çehreleri, hem dilleri çok değişmişdir. Karıları gaayet rezil, edebsiz görünürler ise de iffetlerini muhafazada çok mutaassıbdırlar Kendilerine mahsus dinleri hâlâ mevcuttur, fakat sır olarak gizlerler; bulundukları yerlerin diline ve dinine alışır ve girerler; fakat kendi kavmiyetlerini kaybet mezler. Çingenede, hiç bir kavimde bulun-
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
3990 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
3991 —
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
mayan bir pislik farz edilmişdir; hırisfa-yan ve rnûsevi kızı ile evleniriz. Çingene kızı le izdivaç edilmez; bu pislik belki de onların bir dine sâhib olmamasından gelir, çingenenin kesdiği hayvanın eti yenmez, şer'an murdar ad olunur. Bir kısmı nas-raniyete yaklaşmışdır, bir kısmı islâmiyet iddiasındadır, imamları vardır, namaz kılıp oruç tutarlar' hacca gitmiş çingeneler bile vardır; ama onların bu müslümanlık-ları münafıklığa verilir; çocuklarını ram papazlarına vaftiz ettirerek rumlardan birer «kumbaroz» peyda ederler ve ondan alacakları hediyeyi parayı alırlar, sonra çocuk erkekse, müslümanlar içinde de onu sünnet ettirirler denilir; her milletden her şeyi alırlar, ama kendi şeylerinden hiç birini terketmezler, dâima nâpâk ve muhak-kar sayılmalarının sebebi.budur, îmânı cidden, safvet ile kabul etseler üzerlerinde çingenelik levsi kalmaz, istanbul giîbi büyük bir şehrin içinde ve etrafında hâlâ bir bedevi hayatı sürmesi onlardan ziyâde bizim için utanç verici hâdisedir; fakat onların kavmiyet taassubunu yenmek imkânsız denilecek kadar zordur. Onun içindir ki dünyanın her tarafında çingene vardır. Yalnız bizim çingenelerimizin sefalet hâli Avrupa çingenelerinde kalmamışdır.»
Çağdaş yazarlar arasında çingeneleri çok yakından tanımış ve onların hayatını tetkik fırsatını bulmuş olan Osman Cemal Kaygılı'dır; hattâ bu büyük romancının iki şaheserinden biri de «Çingeneler»
Oba çingenesi kadınlar, 1885 (Fotoğrafdan Bülend Seren ;eli ile)
admı taşıyan romanıdır (B.: Kaygılı, Osman Cemal; Çingeneler).
Osman Cemalin tetkik ettiği, yerleşmiş yahud göçebe, istanbul Çingeneleridir; (Ayvansaray Çingeneleri için B.: Ay-vansarayda Lonca). Burada bu güzel romandan bazı parçalar nakledeceğiz. Roman oba çingeneleri ile başlıyor:
((Bundan yirmi, yirmi beş yıl önce (1917-1918), az aydınlık, çok durgun bir temmuz gecesiydi. Ortada ağustos böcek-leriyle kara kurbalağalarınm hiç durmadan ötüşlerinden başka ses yoktu. Vakit tam yatsı zamanıydı. Bir arkadaşla birlikte Topçulardaki Toskaların Bağları denilen yerin biraz ilerisinde oturmuş, ağustos bö-cekleriyle kara kurbağalarının tatlı tatlı ötüşlerini dinliyorduk.
«Bu saatte gündüzden pek yorgun düşen harmancı çingeneler çoktan yatmışlardı. Elli altmış adım kadar önümüzdeki çadırlarda tıs bile yoktu. Kadın, erkek, çoluk çocuk çingenelerin bir kısmı sıcaktan çadırların biraz ilerisindeki incir ağaçlarının altlarına devrilmiş, sereserpe uyuyor-.lardı.
«Oturduğumuz yer, o mevkiin en yüksek ve bütün îstanbulun görünüşüne hâkim, güzel bir yeri idi. Şehrin Haliç ve Fatih tarafları da şimdi mışıl mışıl uyuyorlardı. Yalnız Beyoğlu yakası ışıldıyor; Tepe-başı bahçesi ise pırıl pırıl yanıyordu, öyle ki, tam bir saatlik yerden, çalınan havaların -bazıları bulunduğumuz yere kadar geliyordu.
«Bir aralık Tepebaşı bandosu meşhur Karmen'e başladı ve elli altmış adım kadar ilerimizdeki çadırların birinde bir kımıldama oldu. Bu çadır, ötekilerin en sonunda ve onlardan yirmi, yirmi beş adım kadar açıkta bir çadırdı,
«Biraz sonra çadırdan çıkan bir kadın, ayaklarının ucuna basarak patırtısız bir halde gitti; az ötedeki harman yığınlarından birine yaslandı.
«Tepebaşı' bahçesi bu gece inadına Karmen'i ne de hoş, ne de yanık çalıyordu. Oturduğumuz yerin sağ tarafı böğürtlenlikti. Biz kendimizi bu böğürtlenlerle sipere aldığımız için kadın bizi göremiyor-du. Onun çadırdan yavaşça çıkması için, ya sıcaktan ya pireden uykusu kaçtı ve kalktı, öteki uyuyanları rahatsız etmeden gidip ekin yığınlarına yaslandı, diyorduk.
«Karşıyakada flütlerin bülbülleşen nağmeleri sanki yanıbasmıızda ötüyorlar -mış gibiydi. Opera yarıya gelmişti, klarnetlerle fanyollar ağır, yalvarıcı, gevrek nağmelere dökülmüşlerdi, işte tam bu aralık kadının derin ve tatlı bir «Aaah!...» çektiği duyuldu...
«Karmen bitince tekrar döndü, gene ayni sessizlik içinde yürüdü, çadırına girdi.
Arkadaş:
— Garip şey, dedi bir harmancı çingene karısı Karmen'den bu kadar müteessir olsun!...
«Artık bizim için kalkma zamanı gelmişti... Birer cigara daha tellendirip tam kalkarken kadının girdiği çadırın içinden ezgin, baygın bir mırıltı gelmeğe başladı.. Kulak verdik.. Bu mırıltı, şimdiye kadar hiç duymadığımız yepyeni bir şeydi... Şarkı desek pek şarkıya, türkü desek pek türküye benzemiyor, ancak gecenin bu vaktinde, bu ıssız, yarı aydınlık ve çok durgun bir yerde kulaklarımıza çalınan o<ı makamlı mırıltının tatlı bir yürek duygusunu anlatan hafif bir melodi olduğu seziliyordu. Hey gidi gençlik hey, şimdiki aklımız olsaydı, hiç kalkar da usul usul çadırın yanına sokulur, kulağımızı seksen yerinden yamalı çadırın kenarna ve gözlerimizi küçücük yırtıklara dayıyarak bu mırıltının ne olduğunu anlamaya çalışır mıydık?
«Çadırın içi karanlıktı; kapıdan vuran pek az bir aydınlıkla bir kenarda küçücük, külüstür bir salıncak görünüyor ve yerde yatan bir kadının eli yavaş' yavaş o salıncağı sallıyarak mırıldanıyordu. Belliydi ki, anası dıganjdajh ileriye girerken',' çocuk uyanmış, şimdi onu tekrar uyutmak için kadın, alçak sesle o ezgin ve baygın nağ meli şu ninniyi söylüyordu:
Rağduk kela kana, beşe kana, Avrupa dana dana dana! Rağduk dana, tospaa dana dana, Kele kana, beşe kana! Rağduk dana dana, Dana din .nan... Dan din ımn... Bini dini dini... din nani dini Dina dina dina Dinana dina! (Git yavrum, oyna, sıçra, hopla yol al! To-rulursan otur, dinlen... Uyu!.. Mışılmışıl uyu!)
«Arkadaş biraz musikiden çaktığı için gece eve gelirken yolda bu nağmeyi dur-
madan, boyuna tekrarlıyor ve ertesi gün bunu notaya alarak akşam üstü ayni yerde bana büyükçe bir ağız armoniği ile çalarak çingeneleri bile şaşırtacağını söylüyordu. Ertesi akşam gene onunla ayni yerde erkenden, daha güneş batmasına yarım saat kala buluştuk. Çingeneler harmanı yeni paydos etmişler; erkekler birer gölgeye yanüstü uzanmışlar, eigaralarım tüttürüyorlar, çocuklar atları, tayları, eşekleri, sıpaları harman yerinin alt tarafındaki yalaklara sulamağa götûrüyorar; kadınlar da çadırların önündeki yer ocaklarında çalı-çırpıları buram buram tüttürerek akşam yemeklerini hazırlıyorlardı.
«Arkadaş oraya benden önce gelmiş, dört gözle beni bekliyordu. Ben, yanına gelir gelmez, cebinden ağız armoniğini çıkarıp güldü. Sonra çadırların solundaki incirliği göstererek kucağındaki torbaya sarılı çocuğa oradaki gölgelikte meme emzirmekte olan kadını göstererek:
— Akşamki bu olmalı, dedi.
«Gece yüzünü iyice göremediğimiz için o muydu, değil miydi pek kestiremiyorduk.
«Ben, yanına oturur oturmaz, arkadaş armoniği ağzına yanaştırdı. Yanaştırdı amma o daha üflemeğe başlamadan kızlı oğ-lanlı ve kahverenkli yedi, sekiz şopar etrafımızı sardı ve oracıkta eşi görülmemiş bir cıvıltıdır başladı:
-
Ha veresin ağabeyciğim beş para-
cık bana!
-
Ha ver bana da beş paracık efen
dim, paşam!
-
Ver derim sana, biraz harçlık bize..
(Yerde yuvarlanan dört, beş yaşındaki bir
çocuğu göstererek) te bu şoparcığm yok
tur babası... Kalmıştır öksüz...
-
Ha beyefendi ağabeyciğim, on pa-
raçıklar verseniz bize... Çekeriz birer kı
yak hampur size...
((Bütün bu zırıltılara biz hiç aldırmıyor, gülüyorduk. Derken gülmemizden hıza gelen şoparlar (çocuklar) bu sefer de eteklerimizden çekerek asılmaya koyuldular :
-
Ha versene be ağam beş paracık,
odel (Allah) versin sana çok!
-
Ah lâçı (güzel) ağabeyciğim, (Yer
de sürünen bir meme yavrusunu göstere
rek) toslayasın (veresin) buncağıza yarım
metelik! Zere (zira) nenesi hastadır, yatar
çadır içinde...
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
3992
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 3993 —
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
Oba çingenesi kızlar, 1885
(Fotoğrafdan Büîend Seren eîi ile)
«Bu aralık az esmer, uuznca boylu, ince yapılı, tirşe gözlü, sarı zemin üzerine siyah çiçek işlenmiş cepkenli, morla karışık turuncu beneklerle dolu şalvarlı, belinde, lâhuraki taklidi şal sarılı, başı alaca ye-menili, -ayakları püsküllü iskarpinli, her iki bileği ve parmakları' gümüş ve altın yaldızlı bilezik ve yüzüklerle süslü yirmi, yirmi iki yaşlarında bir kız yanımıza sokuldu. Sırnaşan arsız çocukları yarı gerçekten, yarı şakadan azarladıktan sonra kendisi yılıştı:
-
Ha tutun birer niyet de açayım si
ze birer maydanozlu fal!
-
Biz maydanozlu istemeyiz!
-
Ebegömeçli açayım!
-
Ebegömeçli de istemeyiz!
-- Neli istersiniz ya civan beylerim?
-
Biz karanfilli isteriz!
-
Hay kokasınız karanfil gibi. Anla
şılan sizin karanfil gibi esmer bir sevgili
niz var. Allah artırsın muhabbetinizi; ille
velâkin açayım size birer fal da okuyayım
kalbciklerinizü...
-
Peki., aç, bakalım!
((Hemen elindeki bakla çıkınını açıp önümüze uzatarak:
— Atın birer metelik içine! (O za
man on para yüz para yerine geçerdi.)
«Meteliği önce bizim arkadaş attı ve esmer, uzunca boylu, ince yapılı, tirşe göz-
lü kız, uzunca boylu, ince yapılı, tirşe gözlü kız metelikle baklaları bir, iki çalkaladıktan sonra açtı ağzını: — Bak benim karanfilli beğci-ğim, şimcik senin var bir sebdan.. ille velâkin var var bir sevdan.. Amma demem ben ona kara sevda... Senin bu sevdan bembeyaz, aynal bir sevda... Amma tuttuğun niyetle iyi bir haber alacaksın, iyi bir söz alacaksın.. Şimcik bu günlerde biraz üzüntü içindeysen de kasavetlenmeyesin uzun. uzun. Zere kavuşacaksın sevgiline. .. Onunla bir araya geleceksin, göz yaşını sileceksin... Kör kuyuyu deleceksin!...
• — Kör kuyuyu da nereden çıkardın?
•— Ben çıkarmadım onu... Onu çıkardı senin sevdan? Senin ki yü-reciğin şimcik sevda ilen susamıştır; yanar fırının içi gibi... Lâzımdır onu söndürsün bir kuyu su... ille ve-kuyu var ortada... Suyu görünmez içinde... Zere., kapalıdır üstü... Örtülüdür toprakla... Derler buna kör kuyu... îster ki delmek bu kör kuyuyu... Çıksın içinden tatlı bir su... Ha içesin o suyu., serinlesin yüreciğin... Ona sebepten derim işte sana ki, sen kasavetlenmeyesin, yakında alacaksın iyi bir haber, kavuşacaksın şirinciğine. Yalnız, merak ederim ki, sen mi verdin ona gönül, yoksa o mu yaktı sana daha önce abayı?
— Hayır, ben vermiştim daha önce ona
feryadı!
— Hah... Öyleyse, geçmiş olsun, sen
savdın şinci nöbetini... O çeksin artık ka
savetini! Üzülme, üzülüp te süzülme, tos-
ba gibi üzülme! Sabrın sonu selâmet! (Ça
dırdan kendisine doğru gelen yağız bir de
likanlıyı göstererek) İşte geldi Kel Ahmet!
Haysağlıcağılan paşacığım!
Bu sefer fal çıkınını bana doğru uzatarak:
-
Ha at meteliği de bakayım senin de
niyetine!
-
Benim niyetime bakılmış!
-
Kim dersin bakmış senin niyetine?
— (Alay için) Kaynanam bakmış!
— Öyleyse hay o kaynanın başına kay
nar sular yağsın! Niçin.ya dememişler:
Kaynana kaynana, Kalk gelin oy n ana
Oynaması senden, Çalması benden
Hülürük yavrum hülürük, Avsama kalmaz gelürük!
-
Oldu olacak, bunu makamla söyle
de bari biraz eğlenelim!
-
Toslarsın bir kuruşçuk makamla
da söylerim!
«Kuruşu avucuna dayayınca beriki ellerini çırparak başladı kaynana türküsünü makamla söylemeğe! Tabiî buna etrafındaki şoparlar da karışınca iş büyüdü ve bir iki dakikanın içinde etrafımız panayır yerine döndü...
«Yalnız oradaki çingene çocukları ve karıları değil, civarda akşam keyfi yapan birçok başka kadınlarla çocuklar da başımıza üşüştüler... Hattâ biraz ilerideki incirlerin gölgesinde kucağındaki çocuk ile duran akşamki çingene karısı da yanımıza sokuldu... Arkadaş, artık işin tam kıvama geldiğini anlamıştı. Cebinden armoniği çıkarıp dudaklarına yanaştırdı; çingenelerin şaşkınca bakışları arasında bir gece önce çadırın kenarında dinlediğimiz o ezgin, baygın nağmeyi tutturdu... Önce birkaç saniye kadar bundan pek bir şey anlamayan çingene çocukları biraz sonra birdenbire afalladılar ve hep analarının, ablalarının yüzlerine bakarak bağırdılar:
— Hoy miday, hoy miday! (Hey an
ne, hey anne) hoy peral, hoy peral! (Hey
abla, hey abla) bu ne çalar, bu ne çalar?
«Şimdi kadınlar da alık alık birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı. Arkadaş çalgısını bir iki daha üfledikten sonra döndü, kucağında çocuk olan genç kadına:
— Haydi, dedi, kız, şimdi benim bu
çaldığımı sen ağızdan söyle, ben de gene
çalgı ile çalayım!
«O, biraz utanır gibi oldu... başı çatkılı, suratsız kocakarılardan birinin yüzüne bakarak çingenece bir şeyler söyledi... Kocakarı da ona ters bir karşılık verince zavallı somurtarak çadırının yolunu tuttu... Sonra suratsız kocakarı, giden kadın için:
— O, dedi, bilmez söylemesini... Hem o
hastadır, hasta... (öteki esmer, narin ve
tirşe gözlüyü göstererek) te bu söylesin,
siz çalarsınız!
Arkadaş sordu:
-
O giden hasta dedin, nedir hastalı
ğı?
-
Yok bir şey çiği amma temelden...
Kocasını kurar bazı bazı, düşünür ağlar.
-
Kocası ölmüştür bu idirellezden bir
gün öncesinde...
-
Vah zavallı vahi
-
Bu kadının başka kimsesi yok mu?
-
Var te kucağındaki çocucağı... Bir
de ben varım, kaynanası...
-
Demek o senin gelinin!
-
Haha!...
«Etraftaki çocuklar sızlanmaya başladılar...
-
Ha veresin ağabeyciğim beş para-
cık bana...
-
Ha buyurasın bana bir metelikçik,
odel sana bereket versin!...
-
Te be şu şoparm babası yeni ölmüş
tür, kalmıştır şinci yetim, veresin buncağı
za birkaç paracık!...
«(Çocukların bu arsızıkları üzerine esmer, narin, tirşe gözlü kız onlara bağırdı:
— Susun, da susun... Haydi cakana
şerha i (Haydi ijajüırlara gidiniz!) Haydi
cakana miday (Haydi annelerinizin yanı
na gidiniz!)
«Suratsız kocakarı, esmer, narin, tir-~şe gözlü kıza uzunca ve çingenece bir şeyler söyleyerek bizim arkadaşı sıkı bir göz baskınına aldı... Kocakarının durumundan, bakımından öyle anlaşılıyordu ki, o, bizim arkadaşı oraya dilber çingene kızla-ları ile gönlünü eğlendirmeğe gelmiş paralıca bir delikanlı sanıyordu. O ise ki bizim arkadaş daha çok kır, köy, orman, sahra hayatını seven, sonra da musikiye pek bayılan san'atkâr yaradılışlı bir gençti. Bir gece önce bu çok güzel pastoral yerde dinlediğimiz çingene ninnisini şimdi ayni kadına bir daha söyletmek ve kendi ağız armoniği ile ona ortaklık etmek için can atıyordu.
«Tekrar armoniğini hazırlayarak suratsız kocakarıya işmar etti:
— Şu sizin ninniyi hep bir ağızdan bir
daha söyliyelim haydi!
«Kocakarı:
— Ben, dedi, kocakarıyım... Benden
geçmiş öyle şeyler...
(Çocuklarla esmer, narin, tirşe gözlü kızı, göstererek):
— Te söyleyin, ep birlikte bunlarla.
«Tirşe gözlü kız önce utanır gibi nazlandı. Sonra arkadaşımın gösterdiği bir çil kuruşu görünce:
— 3095
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
Sulukule çingenesi kolbaşı kadın, 1885 (Fotoğrafdan Bülend Seren eli ile)
— Ha bakayım, dedi, sen bulaş çalmı-ya, biz de tutturalım peşinden!...
«Ahenk bu sefer daha şatafatlı başladı. Kızın billur gibi, pürüssüz bir sesi vardı. Kız ve oğlan çocukların da karışık, alacalı sesleri pek fena kaçmıyordu. Şimdi etrafımızı sarmış olan seyirciler gülmeden katılıyordu. Ahenk böylece bir kaç defa tekrarlandı... Bizim arkadaş bir gece önce yarım yamalak bellemiş olduğu çingene ninnisini böylelikle adamakıllı pişirmiş oldu.
Dostları ilə paylaş: |