«Bizim arkadaşı artık, her gün, ikindiden sonra koydunuzsa bulun... Eskiden yaz akşamlan arasıra gittiği harman yerine şimdi her akşam damlıyordu. Zavallı artık başka gezme yerlerini, civardaki başka (bağları, bahçeleri, su başlarını ' hep unutmuştu. Varsa Toskaların harman yeri, yoksa Toskaların harman yeri...».
Osman Cemal Kaygılı, yaşlı bir oba çingenesini (Tirşe gözlü, ince kızın eniştesi Edhem'i) Çingeneler hakkında şöyle konuşduruyor.
İSTANBUL
— 3994 —
«— Te görüyorsun bunları; zanaatları, işleri, güçleri hepten başka. Bunların kimi, te gördüğün gibi sepetçi, kimi demirci, kimi diyirmen, tarak tamiratçısı, kimi orakçı, kimi harmancı, kimi falcı, kimi de ayıcı, maymuncu, şebekçi, kuklacı... Amma yine ayıcılarla maymuncuarın, şe-bekçilerin, kuklacıların çoğu da romdur. Biz hep Romuz ya! îlle velâkin onlar hris-tiyandır, biz elhamdülillah müslümanız!.. Yani ya efendim, sizin anlıyacağımz, bizim bütün çingenelerin adı Romdur; Ne yana gitseniz, çingenelerin hepçiğine birden Rom denir... Çingen adı sonradan uydurmadır... Hani ya kendi aramızda biz böyle biliriz... Todi de çingene demek ya... Amma sanırım o da yine sonradan konmadır. Bizim aslımız Romdur. Ve konuştuğumuz da Romcadır. Sulukuleliler, Ay-vansaraylüar beyağacığım, onlar büsbütün başkadır, bakarsan aslına onlar da bizdendir, ille velâkin onlar bilmezler şinci Rom-cayı, yani ya ki çingeneeeyi... Onlar şinci olmuştur şehirli artık... Hem onlarda büyük adam da var. Büyük adam... Yani ya, ağa var, efendi var, bey var!... Zere onların içinde öyle menşur hanendeler, menşur çalgıcılar var ki saraydan yetişmedir. Söz misali Ayvansaraylı hanende Kurban îs-mail Bey, hanende Mehmet Bey, Mehmet Beyin babası, Hurşit efendi hep oradan yetişmedir. Sonra kemaneci Meftun Bey, menşur klarnetçilerin piri ibrahim Bey ki alaturka incesaza klarneti ük iptida bu adam sokmuştur ve bunlar îstanbulun en hatırlı beylerindendir.»
Tirşe gözlü ince güzel kızın eniştesi Edhem, bakire baldızını genç beye yamamak için iki delikanlıyı sabah kahve altısına davet eder, aşağıdaki satırlar îstanbulun oba çingenelerinin çerge-çadır hayatının güzel bir tasviridir:
«Etem, tirşe gözlü kıza seslenerek:
— Hayda kız, hayda kız!... Tut elini
çabuk, bulaşalım kahvaltıya...
«Kız, çadırdan bağırarak:
— Ha geldi, ha geldi.
«Etem gülümsiyerek bize döndü:
— Ha geldi, ha geldi ve lâkin yok da
ha ortada bir şey. Kız hamarat kızdır am
ma, nedense bakarım kaç gündür var bir
dalgınlık onun kafasında... Sabah beri
kalkalı yarım saatten ziyadece oldu... Hâ
lâ pişiremedi bir sütü!
ANSİKLOPEDİSİ
«Tekrar kıza haykırdı:
— Hoy Nigâr! sokerana, sokerana?
Haydi mani, haydi mani! (Ne yapıyorsun,
ne yapıyorsun? (Haydi çabuk, haydi ça
buk!)
«Bu sefer kız, kucağında yepyeni, hiç kullanılmamış sakız gibi bir çamaşır sepeti ile çadırdan çıktı:
— Ha geldim, mokamotro (enişte) ha
geldim!...
«Esmer, ince, tirşe gözlü kızın bu sabahki tuvaleti pek başka idi. (Başında, kenarları yeşil oyalı mor bir gaz boyaması krep bağlıydı. Mintanı açık toz pembe zemin üstüne birkaç renk ince çizgi ile türlü çiçekler işlenmiş basmadandı. Belinde kuşak yerine koyu turuncu ve ipek bir keyfiye sarılıydı. Şalvarı dümdüz, sapsarı ve canfes gibi pırıldıyordu. Çıplak ayaklarında yüksek ökçeli ve üstleri fiyangolu beyaz pordösüet iskarpinler vardı.
«Yeni örülmüş, hiç kullanılmamış, sakız gibi bembeyaz çamaşır sepeti kucağında, yanımıza geldiği vakit candan gelen hafif bir gülüşle bizi selâmlıyarak sepeti önümüze indirdi. Bembeyaz, sakız gibi çamaşır sepetinin içinde neler yoktu? Dilim dilim, ince kızartılmış ekmekler, küçücük toprak çanaklar içinde zeytin, peynir, domates, soğan, sarmısak, şeftali, kavurma...
«Ve sonra yeni kalaylı koca bir güğüm içinde ağız ağıza dolu kaynamış süt... Çocuklara mahsus küçücük bir kocayemiş sepetinin içinde tepeleme dolu kesme şeker. Kısa saplı bir yemek tavasının içinde yarı böreğe, yarı poğaçaya, yarı gözlemeye ben-ziyeıı hamur işi bir şeyler...
«Kız, sepeti önümüze indirir indirmez, ellerini kalçalarına dayayıp karşımıza dikildi. Etem, kıza kendi dillerile uzun uzun bir şeyler söyledikten sonra bize:
— Ha buyurun, dedi, sofra bizim de
ğil, sizin!... ,
«Biz çamaşır sepetine yanaşırken arkadaş kızı da çağırdı:
— Haydi gel, kız sen de otur, ayakta
ne duruyorsun?
((Kız daha ağzını açmadan Etem atıldı:
— Yo, yo, yo!... Düşmez onun şanına
ki otursun beyzadelerin yanında sofraya...
O duracak şinci ayakça sofra bitesiye ka
dar... Ha, bulaşalım biz habe kaymaya (ye
mek yemeğe) o dikizlesin bizi ayaküstü!»
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
Oba-çerge hayatından bir başka sahne:
((Nihayet çadırların en yaşlısı ve hatırlısı olan beyaz köse sakallı adam yanımıza yanaştı, önce yerden temenna ile bizi se-lâmadı. Sonra Etem.'e dönerek:
— Kesin gayrik, dedi, zere dayandı iş
zamanı, buaşsın her kişi işine artık!
«Cümbüş durunca şoparlar başladılar:
-
Ha veresin bir beş paracık bana pa
şa beyim!...
-
Ha buyurasın bir metelikçik de bu
öksüze, Mevlâm bereket versin kesenize!...
-
Ha toslayasın bana da bir iki man-
gırcık, çok mudarla (hazin) bir dua ede
yim size!...
«Ben çocuğa dört metelik göstererek;
— Haydi et duanı da vereyim sana
bunları!
«Şoparın" sevinçten ağzı kulaklarına vararak ellerini havaya doğru açtı ve sırıtarak şu duayı tutturdu:
Yalvarırım mevlâya Düşmeyesin belâya!... Düşesin genç yaşında: Kir gözleri elaya î.
«Arkadaşla ben:
— Âmin!...
«Şopar:
Şoparlar oynar hampur..
Balemin (babamın) sırtı kambur. Ha versin Odel (Allah) sana: Çil çil alt m bir kalbur!.
«Biz:
— Âmin!...
«Şopar:
Pınar başı serindir. Çteçtıkura derindir. Bu çukurdan korkarsan,
Şoparları sevindir!...
«Biz artık amin demedik; çünkü bu çingene duasının âmin! denecek yeri kalmamıştı artık.
«Çoruklar, hâlâ durmadan arsızlıklarına devam ediyorlardı. Etem sıkılarak bizden izin istedi:
—De bize artık veresiniz misâde!
— Müsaade sizin...
— Haydi kalkalım, kalkalım!
((Arkadaşın hiç fcalkmıya niyeti yok gi
biydi.
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 3997
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
— Allahaısmarladık ağalar, şoparlar,
kadınlar, kızlar! dedim.
((Caddeyi tuttum. Ben harman yerinden açılırken bana o hazin duayı (!) eden çocuk peşim sıra şöyle bağırıyordu:
— Hoy efendi, hoy efendi! Akete na
nay, makete nanay! ille velâkin sağına
pırnay, soluna pırnay! Cali lûm güle güle..
Toptan savrange selâm, dacalana havla
muğlü».
(Hey efendi, hey efendi! Size lâzjm gelen saygı ve ikramda bulunmadıksa da kusura bakma, haydi şükür, güle güle, yine buyur, soranlara cümleten selâm!...»
Osman Cemal, bu arada çingenece üzerine şu malûmatı veriyor:
«Biz bu dile çingenece diyoruz amma, onlar kendi aralarında (Romanes) diyor lar. Zaten kendilerine de Rom dedikleri gibi. Cingeneeeyi îstanbulun şurasında, burasında yerleşmiş, oturmuş olan çalgıcı çingeneler bilmezler. Yalnız onların kendi aralarında bir çoğu da düğünlerde, derneklerde parola yerine kullandıkları bâzı tâbirler, ıstılahlar vardır ki, onların arasında da pek az, binde bir gerçek çingenece kelime ya vardır, ya yoktur. Oularm kullandıkları bu tâbirlerin çoğu argodur. Söz gelişi: Onların kullandıkları şu: «Sipari, piyiz, cızlam, toslamak, hindim, keriz, habe kelimelerinden yalnız (yemek) anlamına gelen sonraki (habe) kelimesi Romanes dedikleri gerçek çingenece olduğu halde ötekiler tam birer kerizci argosudur ki, bunları yalnız çalgıcı çingeneler değil, karagözcüler, orta oyuncuları, tulûatçılar ve sonra argo ile konuşan herkes aynen kullanır. Romanes denilen çingeneceye gelince, bu dil, çok karışık bir dildir, içinde hemen her milletin dilinden kelimeler vardır. Sonra bazı kelimeler de var ki Fransız, Macar, Romen, Bulgar çingeneleri o kelimeyi hangi mânada kullanıyorlarsa bunlar da öyle. Söz gelişi «Ödel», kelimesi Fransız çingenelerinde ((Allah» demektir. Bunlarda da öyle: «Benk» kelimesi Fransız çingenelerinde ((Şeytan» demektir. «Ben-gal». kelimesi de bizimkilerde cin, peri demektir. Ne ise biz şimdi burada çingenece hakkında etüd yapacak değiliz. Maksadım, çingenece denilince bunun istanbul'daki bütün çingeneler tarafından konuşulan bir dil olduğu sanılmasın diyedir. Arkadaşımın, çingeneler arasında sonradan geçir-
miş olduğu uzun maceraları anlatırken arada geçecek yine tek tuk çingenece, yani Romanes kelimelerle karşılaşınca bunların salt göçebe çingenelere ait olduğunu unutmamalısınız.»
Vidos köyü arkasında bir vadide oba çingeneleri arasında:
((Aman Allahım, burası büsbütün başka bir âlemdi. Ben ömrümde bu kadar çok çingene kalabalığını, bir arada görmemiştim. Buradaki çukurda belki karşı karşı ve takım takım kurulmuş, kırk beş, elli çadır ve bu çadırların etrafında karınca gibi kaynayan irili, ufaklı yüzlerce çingene vardı.
((Bir tarafta sepetçiler, bir tarafta kalpazan dedikleri demirciler, tarakçılar, değirmenciler, bir tarafta ayıcılar, şebekçiler, iskemle kuklacıları...
((Vakit iş zamanı olduğu için bunların bir takımı dişili, erkekli harman sürüyor, birtakımı çamaşır sepeti örüyor, birtakımı küçük ayı yavrularını oyuna alıştırıyor, birtakım kadınlar da çadırlardan biraz ötede akan ince bir suyun başında çamaşır yıkıyorlardı.»
Vidosda demirci çingenelerden dinlenmiş çingenece bir türkü:
Nega kesko Anodoli neklas üşti sil te gunrira.ya vinera Kaven tufcî bahtali durura Leki ta Bakıra Çapa miski...
((Tercümesi: Amcamın öküzleri, Anadolu yakasından Rumeli yakasına geçtiler. Onlarla birlikte seni alacak dünürler de (görücüler de) geldiler. Uğurlu, kademli olsun kız!... Durma kalk, ortalığı süpür, her şeyi derle, topla... Ve yeni kalaylı bakırları al, pınara koş, dünürlere pınar suyu getir!»
Topçulardajki cadılarda tirşe gözlü, ince Nigâr kızın çingenece ninnisi:
Nenni meçyaski ta purol Romestelal keşte Horol Paşlo mıiçay nenni Habe miçay nennî Pami miçay nenni Dol romanda miçay nenni Rorya teîav miçay nenni!
Bir oba çingenesi ile Uskumru Köyü yolunda:
«Uzatmayalım, çingenenin bu semersiz beygirine atlayınca, tam öğle sıcağın-
da yola düzüldük. Bahçeköyünden orman yolu ile Zekeriye ve Uskumru köyleri taraflarına gitmenin ne kadar yaman bir iş olduğunu bilmem bilir misiniz? Diyebilirim ki, ben, ömrümde bu kadar güç ve yorucu, ayni zamanda korkunç bir yolculuk geçirmemiştim...
«Hınzır çingene beni öyle ormanların içine daldırıyor, öyle incecik, belli belirsiz ve kapkaranlık keçi yollarından geçiriyordu ki, âdeta kendimi bir rüya görüyor sanıyordum.
«îçine güneş aydınlığının zerresi sızmayan, o kapkaranlık, o sımsıkı ormanın tam ortalarına geldiğimiz zaman çingene bana seslendi:
-
Abe efendi?
-
Ne var?
-
Abe gelmişisiz şinci ormanın tam
ortalık yerine. Burada belki çıkarsa karşı
mıza ya bir çakal, ya bir ayı, korkmayın
sakın, ben peşinizdeyim.
-
Çakal bir şey değil amma, ayı çı
karsa fena yahu!...
-
Ayıdan hiç korkmayın! Zere ayılar
anlar bizim dilden, ben süylerim ona çin
genece birkaç lâkırdı, o duyunca bunları
utanır, kaçar bizden.
-
Sen ayıcısın galiba!
-
Ya ya! Ayıcıyım. Var benim Ali-
bey klüyu. taraflarında iki, tane kockoca
ayım. Ona sebep, ayı çıkarsa, o koca oğla
na meram anlatması kolay! Dua et ki çık
masın başka şey...
-
Ne gibi şey?
-
Söz misali, hırsız falan gibi...
-
Buralarda hırsız olur mu?
-
Ey., orman bu., bilinmez. Bakarsın,
beş on adım ötede bir iki kişi, ellerinde al
tı patlangaçlarla çıkmış karşımıza...
—• Ağzını hayıra aç be! -
— Haydi hayırlısı mevlâdan amma, ne
olur ne olmaz, var mıdır zatınızın üzerin
de silâha benzer bir şeycik?
«Bu son söz üzerine herifin maksadını derhal çaktım. Kupoğlu, böylelikle benim ağzımı arıyor, korkak olup olmadığımı, üzerimde silâh bulunup bulunmadığını anlamak istiyor, belki de bu kapkaranlık, ıpıssız ormanın ortasında beni soyup kaçmayı tasarlıyordu. Onun:
— Var mıdır, zatınızın üzerinde silâ
ha benzer herhangi bir şeycik? diye sordu
ğu sorguya verdiğim cevap şu oldu: Hemen
beygirden atladım, hayvanın tâ kuyruğu dibinde yürüyen çingenenin çenesine yum-. ruğumu dayadım:
— Bu yumruk yetmez mi sana, silâhı
ne yapacaksın?
«Zavallı çingene, birden, öye afalladı, öyle korktu ki, ağlar gibi yalvarmağa başladı:
-
Köpeğin olayım, yapma beyim, Ta
banlarını yalayım etme beyim! Yok benim
içimde hiçbir kötülük size karşı. Ben sora
rım size lâf olsun diye...
-
Geç bakayım beygirin önüne de tut
yularından!...
-
Tutayım paşam!...
«Ve ben beygire atlarken o, birdenbire beygirin yanında eğildi:
— Hasasınız sırtıma da üyle binesi-
niz biygire, zere zahmet olmasın beyağacı-
ğım!...
«Çingenenin bu kadar korkağını görmemiştim. Ben beygire atladım, o yulara yapıştı, tekrar yola düzüldük. Bu sefer çingene, yular elinde, keyifli keyifli çingenece şu şarkıyı tutturdu:
Patenin da ravela Ojamutru namola Bori habe kerala Daîe Kolonçi yala Bade Kolondi kela!
Herif, ağzını şapırdata şapırdata bu türküyü öyle neş'eli söylüyordu ki, bunun, benim de hoşuma gidip gitmediğini anlamak için ikide bir dönüp, bana bakarak gülümsüyordu:
— Bu bizim çingenece türkülerin en
güzel ve en menşurlarındandır. Bunu türk-
çesi, yaniya demektir ki: Derelerden geÜ-
yoor, tepelerden geliyor, damat yıkanıyor,
gelin yemek yiyor, ana çorbaya tuz atıyor,
baba mancanın tadına bakıyor...».
Çingene Etem'in ((Nigâr» diye hitab ettiği güzel baldızı tirşe gözlü kızın asıl adı Gülizardır; ince güzel kız musikişinas gence gönül vermişdir.Onun çingenece bir aşk mektubu:
Bu gün, ben evde yokken çingeneye benzeyen karakuru, kılıksız bir çocuk bir mektup getirip bana verilmek üzere bizim kahvecinin çırağına bırakmış... Bir de açıp bakayım ki, bu mektup baştan başa çingenece değil mi? îmza da, yürek şeklinde Gülizar... Tirşe gözlü kızın adı Gü-
ÇİNGENE, ÇİNGENELER
— 3998
İSTANBUL
ÂNSÎKLOPEDİSİ
— 399§
ÇİNGENE
lizarmış... Bakınız, haspam bana çingenece neler yazıyor:
«Ah, manga dile val' But bruşasi tuta-raye korba inavili manke! tuke dilâva!
Sarsan sokerdan, cangler mange!
Moşoro la muji rakı gives sukar harman yeri kerko me... Goji magvi tuti.... Nakiro me eziyet.. Zere oldum hasta... Na-buristarma mange dil vol!
Aco devlesa çok çok!
Beklerim dört göz ilen acele.. Sil kalbi cales cevap.
Mangaptut Gülizar
Mektubun tercümesi:
«Ah benim sevgili yârım,
Çoktandır senden bir haber alamıyorum, onun için üzülüyorum; ne yapıyorsun, ne haldesin? Çabuk bana bildir. Sıkıntıdan başım ağrıyor, hastayım,.. Bu aydınlık yaz gecelerinde harman yeri sensiz bana zindan oluyor, rica ederim, bana eziyet etme, beni unutma, benim sevgili yârım! Çok çok selâmlar!
Bu mektubun cevabını dört gözle beklerim.
Hasretli Gülizar
((Gelin de çıkın bakalım işin içinden. Yalnız kız, hakikaten bana gönül mü vermişti, yoksa benim ona hasta iken hatır sormak diye götürdüğüm şeyler ona tatlı gelmişti de onun için mi bana bu mektubu yazıyordu? Fakat mektup, pek öyle öteberi hatırı için yazılmışa benzemiyordu.»
«Dün akşam o yağmurlu, rüzgârlı ve soğuk havada Etem bana geldi ve yine lâfı çok tatlı tarafından açarak ağzımdan girdi burnumdan çıktı, beni kandırarak, aldı Topkapı içinde yarı gazino, yarı mey-hanemsi bir yere götürdü.
((Etem, Sulukuleden bir keman, bir ut, hanende ve çengi olarak iki kadınla bir kız getirmiş, ondan sonra biz gece yarısına kadar orada vur patlasın, çal oynasın gittik... Akşam yaptıklarımız hep hatıramda. Hattâ bir aralık Sulukuleden gelme kemancı oğlanın elinden kemanı ben aldım, orada mahut ninniyi, Karmeni çaldım, sonra da Sulukuleden gelenlerle birlikte yine yarım saat keriz havalarına o kemanla iştirak ettim. Fakat, ne yalan söyliyeyim, musiki istidadı, musiki mayası, musiki ustalığı, dedikleri gibi berikiler-
de hakikaten pek fazla. Heriflerin ve karıların yay tutuşları, mızrap vuruşları, deî çalışları, şarkı söyleyişleri bile bambaşka. Fakat (çaldıkları, söyledikleri şeyler, hep bizim bildiğimiz mahut alaturka keriz havaları...
«Yalnız bir mesele var ki, eğer bu Su-lukuleli kerizciler, yani çalgıcı, şarkıcı ve oyuncular üzerlerinde biraz uğraşılacak, onlara biraz yol gösterilecek, kendilerine nota, usul filân öğretilecek ve sazlarının arasına flüt, viyolonsel, korna filân ilâve edilecek olursa bunlardan çok şey beklenebilir. Hani diyebilirim ki, kendileri iyi çalıştırılacak olursa, yakında bunlardan da îstanbulda yepyeni bir Çigan orkestrası, bir Çigan flârmonisi, elde edilebilir.
((Ben bunları eskiden hiç sevmezdim i çaldıkları şeyleri hep bayağı ve zevksiz bulurdum. Onlar yine çok bayağı ve zevksiz şeyler amma, akşam dikkat ettim, musiki istidadı pek fazla. Hele kemancı esmer -oğlanla def çalıp şarkı söyleyen kestane gözlü sarışın kızda tam birer san'atkâr edası var.
((Gece yarısı oradan ayrılırken o kestane .gözlü, sarışın kız, Eteme çaktırmadan kulağıma eğildi:
— Küçük bey, dedi, size böyle çalgı
felân lâzım olunca siz doğrudan doğruya
bize gelin; ya başka birisi ile bize bir ha
ber gönderin. (Eterni kastederek) bu at hır
sızı kılıklı herifi almayın bir daha yanını
za!
«Sordum:
-
Neden yahu, neden at hırsızı ol
sun, o da sizden değil mi?
-
Allah etmeye. Biz nerede, o nerede,
O yabanın göçebe çingenesi... Biz ise bu
nun burasında ev, bark sahabısı insanız..
((Etem işin farkına varmış olmalı ki, belinden çözülmüş olan vişne çürüğü kuşağını dolayırak yanımıza sokuldu ve kıza çıkıştı:
— îmşayım, (konuştuğunuzu çaktım,
parmağım içinde!) Karışmam ha! Küçük
bey benim yabancım değil; bizi birbirimiz
den sen değil, senin sülâlen gelse ayıra
maz. Hem bilirsin, bana derler bizimkiler
Gâvur Etem; sizinkiler Duman Etem...
Amasyanm bardağı, biri olmazsa biri da
ha... Ben, -bizim küçük beyi kapıncas Ay-
vansaraya aşırmasını da bilirim.» (B. Çin-
gen eler; Osman Cemal Kaygılının Romanı).
Realist romancılanjmızdan Sıelâhad-din Enis, (B.: Atabeyoğlu, Selâdhadin Enis) «Bataklık çiçeği» adındaki eserinin bir parçası «Çingeneler).- serlevhasını taşır; demirci oba çingenelerinin hayatından bir parçadır; çingenelerin kondukları yer olarak gösterilen meçhul bir köydür ve İstanbul civarında hiçbir yere benzemez; fakat Osman Cemal'in yakından müşahede ile yazdığı ((Çingeneler)) romanın oba çingeneleri üzerine bulunmayan tasvirler vardır; aşağıdaki satırları o bakımdan alıyoruz:
«iler çergenin behemal bir eşeği bulıı-naeakdı. Bunu uzun boylu, buruşuk yüzlü erkeklerle meşin esmer çehreli karılar, pişkin, kayış bacaklı çingene çocukları takip ederdi. Nereden gelip nereye gittikleri meçhul bu kaafile köyün en güzel mevkiini, ırmağın kenarındaki söğüd ağaçlı serin gölgeliği intihab ederler, oraya çerge-lerini, ocaklarını kurarlardı.
((Hepsi ayni ailenin evlâdı gibiydiler. Aralarında en tabiî bir hayat hüküm sürüyordu. Ayni çerge altında iki üç aile yatıyordu. Oturdukları mevkiler arasına bir hudud çizmedikleri gibi döşekleri arasında da hudud yoktu; ekseri geceler her döşek, aynı çerge altında yatanları birbirine naklediyor, ve onlar böyle bir nakli daimî içinde her gece sinirlerinin çeşnisini de değiştiriyorlardı.
«Ya bir çocuk yâhud pişkin yüzlü bir kadın muttasıl körük çekerek ateşi alevlendiriyor, erkek, bir elinde demir, diğerinde çekiç, ateşde kızaran demire örs üzerinde bir şekil vermeye uğraşıyor; ve bunların arasında döşek denilen yağlı bir paçavra yığını, ve yerde, arkası üstü toprağa yatmış, eline geçirdiği çürük bir domatesin sularını akıtarak emmeğe, yemeğe çalışan küçük bir çocuk...
«Bâzı günler akşam üstü körük başındaki kadınlardan birisi bir türkü tutturur, örs üzerine demir döğmekle meşgul erkek çekicinin harekâtını buna göre terfik etmeğe uğraşırdı.
((Geceleri ekser çergelerin ön tarafı açık olurdu. Çingene çergelerine mahsus kerih bir koku vardır...»
Bir çergenin içinde bir vak'a ile biten bu yazının son satırları buraya nakledilmeyecek kadar ağırdır. Selâhaddin Enis'in
oba çingenelerini gereği gibi tanımadığı bellidir; fakat yukarıdaki satırlar, bu günkü oba çingenelerinin perişan sefaletinin doğru tasviridir.
Oba çingeneleri, kadimdenberi, göçebe hayatın ve koyu cehlin icâbı yoksulluk ve ağır sefalet içinde yaşarken fırsat buldukça hırsızlık yoluna sapmışlardır; fakat hırsızlığı iş edinmemiş, profesyonel hırsız olmamışlardır raha doğrusu çalmamışlar, sahihleri tarafından korunması gerekirken korunmamış olan şeyi kimseye göstermeden alıp gitmişlerdir. Profesyonel hırsız olanları da obalarından ayrılıp İstanbulun uygunsuz güruhu arasına katılmışlardır.
Yine oba çingeneleri için «çocuk hırsızı» oldukları söylenir, bilhassa büyük şehir Istanbuldan çaldıkları küçük kız ve oğlan çocuklarını, taşraya götürüp, evlâdı olmayan ve çocuk isteyenlere manevî evlâd edinilmek üzere sattıkları ve bunu göçebe hayatlarında çok kârlı bir iş haline getirdikleri söylenilir. Bu yolda menfur vak'a-lar az değildir. Buradan oba çingenelerinin bedevilik icabı, ruhen zâlim oldukla-"rına kolaylıkla hükmedilebilir. Onun içindir ki, yine kadimden beri, idam hükümleri bilfiil icraya me'mur cellâdlar hep oba çingenelerinden çijka gelmişdir (B<<: Cel-lâd); fakat cellâdlığı meslek edinenler de obalarında yaşıyamamışlar, şehirde yerleşme zaruretinde kalmışlardır.
Oba çingenelerinin mezarlıkları yok-
dur, yolda veya konak yerinde ölenler bir
çukur 'kazılıp gömülürler, nişanı -da olma
dığı için kabir kaybolup gider; bundan ötü
rüdür ki, istanbul halkı ağzında: «Çinge
ne mezarı gibi yok olsun» diye bir beddua
vardır. ,
ÇİNGENE — Meşhur kavmin adı (B.: Çingene, Çingeneler); istanbul ağzında, dolayısiyle batı türkçesinde bu kelime mecazen ((yüzsüz, hayâsız, utanmaz, sırnaşık, edebsiz, namussuz, aç gözlü, haris, hasis» anlamlarında kullanılmışdır; misâller:
Karısı, kızı, oğlu kötü yollarda -dolaştığı, ve kendisi bu ahvâli bildiği halde ka-yıdsız biri için:
— Bırak şu dinsiz, mezhebsiz çingeneyi (namussuz) be!
* Çingene (hasis) herif, her biri sekizer, onar daireli dört apartımanı var, metelik harcar iken eli titrer.
l
ÇİNGENfi
40ÖÖ —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 4001 —
ÇİNGENE FIRINI MESCİDİ
-
Oğlum, yüz verme şu çingene (sır
naşık) adama, sonra yakanı elinden ala-
mzasın.
-
Çingene (edebsiz) ile ne konuşulur?
Herif yağlı kara!
-
Ne söyleyeceğimi şaşırdım, herif
çingene (utanmaz, hayâsız), yüzüne tükür-
sen yağmur sanıyor...
Darbımeseller — îşi çoğaldıkça şevki artan adamın hâli için: «Çingene çoğaldık-' ça çeribaşı iftihar eder.» misâl:
-
Hikmet Bey Tophane Komiseri ol
muş; ne yapacak o haşarat yatağında!..
Dostları ilə paylaş: |