Dedikodu: 91
Def-i Hacet:
Defi, defetmek, bırakmak; hacet ise ihtiyaç, sıkıntı anlamını taşır. Büyük veya küçük abdest bozmak için kullanılır. Defi hacetin adabı şöyle sıralanabilir: Tuvalete yere değebilecek bir elbise ile girilmemeli, sol ayakla girilmeli, üzerindeâyet yazılı bir şey varsa dışarıda bırakılmalı, girmeden önce eüzübesmeie çekilmeli, tuvalette konuşulmamalı, dışkının içine tükürülmemeli ve tuvalette ihtiyaçtan fazla kalınmamalıdır. Tuvalet esnasında önü ve arkası kıble, ay ya da güneşe çevrilmemeli, açık arazide insanların gelip geçtiği veya oturduğu yerlere yapılmamalı, durgun suya küçük veya büyük abdest bozulmamah, ağaç diplerine yapmamalı, rüzgara karşı veya ayakta küçüksu dökmemeli, ayrıca yıkanılan yere (banyo-küvet) küçük su dökmemelidir.92
Defin: 93
Dehr:
Devir, zaman, uzun bir zaman dilimi, süre, tabiat, dünya, hayat başlangıcı ve sonu belli olmayan alemin varlığının başlangıcından sonuna kadar olan zaman gibi değişik anlamlarda kullanılmış olan bu terim Kur'an-ı Kerim'in 76. suresine isim olmuştur. Aynı zamanda İnsan suresi de denilen bu surenin ilk âyetlerinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsan yaratılıp bahse değer bir şey haline gelmeden evvel onun üzerinden uzun bir zaman (dehr) geçmedi mi? Doğrusu Biz insanı çeşitli unsurlar taşıyan bir damla sudan yarattık. Biz onu imtihan ederiz. Biz onu işiten ve gören bir şekilde var ettik." Âyetten de anlaşıldığı gibi, insanın yaratılışının üzerinden öyle bir süre geçmiştir ki, kendisi bahse değer bir şey değil iken, süzüle süzüle, çeşitli aşamalardan geçerek sonunda karışık bir nutfe, bir damla su haline gelmiştir. İşte yüce Allah bu aşamaların oluşturduğu süreyi 'dehr' diye adlandırıyor.94
Dehrilik:
Sözlük anlamı zaman, dünyanın ömrü, asır, çağ'dır. Dehrilik ise madde ve zamanın ebediyetine inanan, kainattaki herşeyin tabiat kanunlarıyla kendiliğinden olduğunu iddia eden görüştür. Muattıllık ve zındıklık olarak da tanımlanan bu görüşün günümüzdeki adı Materyalizmdir.
Dehriler bütün peygamberleri ve dinleri lüzumsuz görürler. Duyu organları ile elde edilen bilgiyi asıl bilgi kabul eder ilahi bir şeyin varlığın! inkar ederler. Alİah, ruh gibi maddi olmayan herşeyi yok kabul ederler. Bitmeyen ve eskimeyen tek şeyin dehr (zaman) olduğuna inanırlar. İslam öncesi cahiliye döneminde de buna benzer düşüncelerin olduğunu Kur'an-ı Kerim'in Casiye suresi 24. âyetinden anlıyoruz.
Delil:
Yol gösterici, alamet, burhan, işaret, bir iddiayı i.spat etmeye yarayan şey. Hac esnasında kılavuzluk yapan kimse. İslam fıkhında kaynak olarak kullanılan dört unsur; Kur'an, Sünnet, icma ve kıyas. Çoğul hali edille. Terim anlamı; ancak kendisinin bilinmesiyle başka bir şeyin bilinmesini gerektiren şeydir.
İslam'da birşeyin yasak ya da serbest olabilmesi için "edille-i erbaa" (dört delil) den birisinden delil bulunması gerekir. Deliller ayrıca Akli Deliller (akla dayanan) ve Nakli Deliller (Vahye dayanan) olmak üzere ikiye ayrılır. Mantık ilminde ise delil'in karşılığı hüccettir. Karşıt görüşü ikna etmek için hüccet getirilir.
Dergâh:
İki kelimeden meydana gelmiş bir tabirdir. "Der" kapı; "gah" ise kapı ağzı, eşik gibi anlamlara gelir. Dergah ise terim olarak büyük zatların, gönül sultanlarının bulunduğu makamın kapısı demektir. Diğer bir ifadeyle "tekke ve zaviye" dir. Dergahlar, maddi ve mânevi ilimler tahsil edildiği eğitim müesseseleridir. Dergâhlarda Peygamber varisi olarak kabul edilen gönül sultanlarının etrafında adeta bir nur halkası oluşturulup ondan özellikle mânevi ilimler tahsil edilir, sohbetleri huşu ile dinlenir ve feyz alınır. Dergahların eğitim hizmetleri yanında sosyal yardımlaşma yönü de bulunmaktadır. Aynca irşad lıizmetlerinde de büyük ve örnek hizmetleri olmuştur.
Tekke, dergah ve zaviyelerde öğretilen tasavvuf ilmini dört ana gruba ayırmak mümkündür.
1- İlâhi emir ve yasaklara teslimiyet,
2- Allah'ın rızasını kazanmak,
3- Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizin ahlakı ile ahlaklanmak,
4- Allah'tan başka herşeyden, kalbi bağları kesmek.
İslâm'ın ilk dönemlerinde (Saadet Asrında): Tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri gibi tasavvuf ilmi de müstakil bir ilim halinde mevcut değildi. İslâm'ın kısa bir zamanda büyük bir alana yayılması sonucunda İslâm'a giren bazı kimselerin yaşaya geldik]eri eski adet ve geleneklerinden hemen kopmayacaklan ve giderek asr-ı saadetteki safiyetinden uzaklaşmaya başlaması neticesinde halkın bir bölümünü, zahidane bir hayat yaşamaya şevketti.
İşte bu dönemde halk, bazı İslâm büyükleri etrafında toplanmaya başladı. Ve neticede bu topluluklar, zamanla tarikat adını alarak tasavvufun tatbiki yönünü gerçekleştirmiş oldu.
Tasavvuf dilinde tarikat, önceleri ahireti kazanmak için dünyadan yüz çevirip zahidane bir yaşayış anlamındaydı. Daha sonra büyük mürşidlerin etrafında kurulmaya başlayan ve kalbi tasfiye, nefsi tezkiye etme metodları üzerine kurulan özel müesseselere isim olmuştur.
Bu müesseselerde (tekke, dergah ve zaviyelerde) biraraya gelen müridler, ibadet ve zikir yanında nefis tezkiyesi ile meşgul olurlardı.
İnsanın kötü vasıfları, iki kısma ayrılır: Birincisi, iradesiyle işlediği günahlardır. Yani haram ve mekruh kılınan şeylerdir, ikinci kısmı ise, nefsin aşağı ve bayağı huylandır. Bunlar da kibir, hased, huysuzluk, tahammülsüzlük, yalan, kin, çekememezlik, gammazlık vs. gibi huylardır.
Bu manada nefis, insanı günaha sokmakta ve isyana sürüklemektedir. Nefsin, bu kötü huylarının güzel olduğu vehmine kapılması veya kendisinin bir değeri olduğuna ve başkasının kendisini takdir etmesi gerektiğine inanmış olması büyük bir tehlikedir. Bu, gizli şirk sayıldığından nefsi kötü huylardan vazgeçirmek ve terbiye etmek gerekir.
Nefsin terbiyesi; nefsani arzuları terk etmek, nefsin gururunu kırmak ve onun isteklerine karşı çıkmakla olabileceği gibi onu aç, susuz ve uykusuz bırakmak suretiyle güçsüz ve halsiz bir duruma düşürmekle de olur. Bu durum, nefisle mücadeleyi gerektirir.
Nefis terbiyesinde birinci kısım, yani nefse karşı çıkmak, gururunu kırmak en mükemmel ve en etkili yoldur. Nefsine uyan kimse, Allah'a yakın olamaz. Nefsine karşı çıkamayan ve nefisi hoşlanmadığı şeyleri yapmaya mecbur etmeyen kimse, aldanmış olur.
Herkes önce kendi nefsini terbiye etmeli ve kendisini maddi ve manevi hastalıklardan korumalıdır. Nefsini terbiye edebilen bir insan, güçlü bir iradeye sahip olur. Nefsini terbiye eden insan, kötü huylardan kolaylıkla vazgeçer. Sözleri güzel ve etkili olur. Nefsini terbiye eden bir insan, kötülüklerden hoşlanmaz. Nefsin hoşlandığı dünyevi zevk ve eğlencelere iltifat etmez.
Nefsin terbiyesinde önemli olan, ölçüyü kaçırmamaktır. Nefsin haklarını da göz önünde bulundurmak lazımdır.
Nitekim Selman-ı Farisi (r.a), Ebu Derdâ (r.a) a şöyle demiştir:
Şüphesiz, sende Rabbinin hakkı, nefsinin hakkı, ve ailenin, de hakkı vardır. Öyleyse herkese hakkını ver."
Selman-ı Farisi (r.a), bu sözleriyle:
“Ye, iç, oruç tut, namaz kıl, Kur'an oku, zevceni de ihmal etme...” demek istemiştir.
Bu söz üzerine Ebu Derdâ (r.a), Allah'ın Rasulüne gelerek bu olayı aynen anlattı.
Allah'ın Rasulü:
“Selman doğru söylemiş,” buyurdu. 95
Aşağıdan yukarıya doğru nefsin mertebeleri yedi tanedir:
1- Nefs-i Emmare: İnsana daima kötülüğü emreden nefistir. Bu nefis, şehevi arzu ve isteklere boyun eğmiştir.
2- Nefs-i Levvâme: Kendini murakabe ve muhasebe eden, bütün işlerini hangi maksatla yaptığını araştıran, bir kötülük yaptığı zaman neden yaptığını, iyilik yaptığı zaman neden daha çok yapmadığını kendine soran nefis.
3- Nefs-i Mülheme: Keşif ve ilham mertebesine ulaşan nefıstir. Diğer bir ifadeyle "Lüzumu halinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatler ilham edilen, tasaffı ve tekamül etmiş olan nefistir."
4- Nefs-i Mutmeinne: Emir ve irade altına girerek şehevi arzulara karşı koyması sebiyle huzur vesükuna kavuşan, kalbî yakînle dolup taşan ve asla şüpheye düşmeyen nefis. Diğer bir ifadeyle, "mutmain olmuş nefis, kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlak ile muttasıf olarak ilahi yakınlığa it-mi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi."
5- Nefs-i Râziye: Rabbİnden razı olan, halinden şikâyet etmeyen ve kadere boyun eğen nefis.
6- Nefs-i Merziyye: Allah'ın kendisinden razı olduğu nefis.
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye ermiş olan bir kimsenin bütün davranışları güzel olur. Hemen her hâli ibadet sayılır. Bu mertebe velâyet mertebesidir. Veli, Allah'a yakın, salih kuldur. Halk arasında Veli kelimesi, "Evliya" kelimesiyle ifade edilmektedir. Veliler, bazan "Keramet" adı verilen olağan üstü haller gösterebilirler. Ancak keramet, Allah'ın izniyle gerçekleşir.
Tasavvuf dilinde büyük Velilere, "Gavs" denir. Gavs, Kutup manasına da kullanılmaktadır. Gavs-ül Azam veya Kutb-u Azam, en büyük veli demektir.
Önemli işleri, halledilmesi güç olan problemleri olanlar, Gavs-ı Azam'a müracat ederler. Onun teberrüken aracı olmasını ister, ondan dua talep ederler. Sıkıntısı olanlar, kendisine müraccat ettikleri ve kendisinden dua ve yardım bekledikleri için ona Gavs denilmiştir.
Allah ona, (Gavs veya kutup makamında olan salih insana) gayb ilminden (ilm-i ledü'nden) büyük bir pay vermiştir.
Tarikatlarda manevi tesirin nesilden nesile devamını sağlayan bir silsile vardır ki bu silsile ya Hazret-i Ebu Bekir (r.a)a veya Hazret-i Ali (r.a)a dayanır. Birçok tarikatlar vardır. Ama bunlardan en güçlü ve müridlerinin sayısı milyonları bulan dört büyük tarikat vardır ki bunlar:
1- Kadiri tarikatı,
2- Nakşibendi tarikatı
3- Rufai tarikatı
4- Mevlevi tarikatı.
Tarikata giren bir mürid, Peygamber vekili sayılan bir mürşide biat eder; her türlü kötülükten sakınacağına ve şeri-atten ayrılmayacağına (İslâm'ın icaplarını tam olarak yerine getireceğine) dairsöz verir.
Bu biat ve ahitte tarikat ehli olan bir mürid, mürşidinin göstereceği tarzda hareket eder. Kısacası halini geliştirmeye, manevi terbiyeye başlar. İleride durumuna bakılır, gerçekten manevi yolda ilerleme kaydetmiş, durumun-dabüyük bir değişiklik olmuşsa Halife olarak görevlendirilir.
Silsile yoluyla Hazret-i Ebu Bekir (r.a)a varan tarikatlarda zikir, gizli yapılır. Silsile yoluyla Hazret-i Ali (r.a) varan tarikatlarda ise zikir cehri (açıktan) yapılır.
Derviş:
Farsça "Deryûş" kelimesinden gelmektedir. "Tarikat mensubu" demektir. Terim olarak; "dünya zevk ve alakalarından el çekip marifet yoluyla Cenab-ı Hak'ka yakın olmaya azmeden, bu yolda özel olarak riyazet, ibadet ve zikir ile meşgul olan tarikat mensubu" demektir.
Dervişlerin devam ettikleri tekke, dergah ve zaviyeler, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda ve gelişip yükselmesinde etkin rol oynamış ve özellikle fetihlerde öncülük etmişlerdir. Tekke, dergah ve zaviyelerin, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan sonra daha ziyade Türk kültür ve musikisine de büyük katkıları olmuştur.
1882 yılında yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul'da bulunan tekkelerin sayısı 260'ı bulmuştu. Bu rakam, bize o dönemlerde tekke, dergah ve zaviyelere ne derece önem verildiğini, halkın ne kadar büyük ilgi gösterdiğini gâyet açık bir şekilde izah etmektedir.
Destur:
İzin, ruhsat, müsaade. Özellikle tasavvufta bir söz söylemek veya işi yapmak için izin istemek anlamında kullanılır. Halk arasında "yolverin, yolaçın" anlamına nida maksadıyla kullanılmaktadır. Yine halk arasında yaygın bir inanca göre cinlerin şerrinden korunmak maksadıyla kuyu başlarında, açık bir arazide küçük su dökerken vs. destur denilerek izin alınmalıdır. Eskiden bir eve veya özel mülke girilirken de izin istemek maksadıyla "destur" denir karşılığınde ise "hû" cevabı alınınca girilirdi.
Devir: 96
Deyn:
Belli bir müddet sonra iade edebilmek üzere alınmış para, borç. Bir mal veya paranın ödünç olarak verilmesi anlamını da kapsayan kelimenin karşılığı olarak "karz" da kullanılır, Çoğulu duyûn olarak geçer. İslam hukukunda borç alıp verme ile ilgili hüküm ve şartlar vardır.
Dırar Mescidi: 97
Din:
Sözlükte, "itaat, adet, yol, ceza ve bağlanma" gibi anlamlara gelir. Müfessir ve muhaddislere göre din, "hesaplaşma cezalanma" demektir.
Kelamcılara göre din, "kuralları Allah tarafından konulan, mensuplarını dünyada ve ahirette kurtuluşa götüren inanış ve davranışlardan meydana gelen bir kurumdur.
Dini bir terim olarak, "Allah tarafından va'z olunmuş ilahi bir kanun"dur.
Allah tarafından va'z olunan ve Allah'ın gönderdiği Peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilen dinler "hak dinler"dir. Bunların dışında kalan, insanlar tarafından uydurulan ve dinadıyla yayılma gösteren dinlere de "batıl dinler" adı verilir.
İlâhi dinlerde, Hakim-i Mutlak olan tek Allah inancı vardır. İbadet ancak tek olan Allah'a yapılır. İlâhi dinlerde, dini emir ve yasaklar, dini hükümler birer mukaddes kitaba dayanır. Hak dinlerde iman esaslan ve bu esaslara bağlı olarak da ibadet esaslan vardır. Yüce dinimizin özü, "Allah'ın birliğine ve Hz.Muhammed (s.a.s)in son Peygamber olduğuna inanmak"tır.
İlâhi dinlerin sonuncusu İslâm'dır. Buismi Allah vermiştir.
Maide sûresinin 3. âyetinde yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Bugün size dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve din olarak, sizin için İslâm'ı seçtim..."
Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyuruyor:
"Allah katında asıl din, şüphesiz İslâm'dır.”98
İslâm'ın kelime anlamı, "itaat etmek, boyun eğmek, selamete kavuşmak"tır. Terim olarak İslâm: "Allah'a karşı tam ihlâs ve imân üzere olmak"tır.
İslâm dini, son ilâhi dindir. Ve hükümleri de kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlar için geçerlidir. Bizim görevimiz, İslâm'ın icaplarını iyice öğrenmek, emir veyasaklanna riâyet etmektir. Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizin İslâm'ı tebliğinden sonra diğer hak dinlerin hükümleri lağvedilmiştir. Diğer ilâhi kitapların hükümleri ortadan kaldırılmıştır. Zaten Kur'an-ı Kerim'den önce nazil olan İlâhi kitaplar birer topluluğa nazil olmuş, hükümleri de o topluluğu kapsıyordu. Ancak Kur'an-ı Kerim belli bir topluluk için inmemiştir. O evrenseldir. Bütün insanlığı hedef alır.
Dinar:
Latince aslı "denarius", olan arapçaya geçmiş eski para birimi. Cahiliye döneminde altın para karşılığında bu isim kullanılmıştır. Dinar kelimesi Kur'an-ı Kerim'in Ali İmran suresi 75. âyetinde aynen geçmektedir. Fıkıh'ta bir ölçü birimi olarak da kullanılır ve 28 gram halis gümüşün karşılığı olan altın parayı ifade eder. İslam tarihi boyunca şekil ve ağırlığı değişerek basılan altın dinar Emeviler ve Abbasilerce de kullanılmış, Osmanlılarda ise adı Altın Sikke olmuştur.
Din Günü:
Terim olarak, "anketteki hesap günü"dür. "Mutlak adaletin tecelli edeceği; bu dünya hayatında yapılan zerre kadar iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı, mazlumun ve güçsüzün hakkının zalim ve güçlü kimselerden alınacağı, herkese kazandığının karşılığının tam olarak verileceği günün adıdır.
Bu dünya hayatında haksızlık edenler, zulmedenler, suç işleyenler, dayısını buluyor, amcasını buluyor, olmayacak işleri yaptırıveriyor. Zalim sandalyesinden mazlum sandalyesine oturuyor. Ama din gününde dayılık, amcalık geçerli değildir. Mal mülk de olmayacak. Para da bulunmayacaktır. O mutlak adaletin tecelli edeceği günde, insanın bu fani âlemde yaptıklanna bakılacaktır. İyilik yapanlar, ibadet edenler, İlâhi emir ve yasaklara riâyet edenler, Peygamberimizin yolundan yürüyenler, yaptıkları iyi işlerin ve kazandıkları sevabın bir karşılığı olarak mükafat göreceklerdir. Bunun aksini yapanlar da mücazat göreceklerdir.
Din günü konusunda Reşit Rıza Tefsir el Menâr adlı eserinde (c. 1 s.54-55) şöyle diyor:
Bir kişi şöyle sorabilir: Bütün günler ceza günü değil midir? Ve insanların bu hayatta karşılaştıkları acı ve sıkıntılar, hakların yerine getirilmesinde ve görevlerin ifasındaki aşırılıkların sonucu değil midir?
Cevap olarak da şöyle denir: Biz hayatta bazen yaptıklarımızın cezasını görürüz bazen de görmeyiz. Bazen ceza topluma nisbet ile tam olarak ortaya çıkar, ancak fertlerin hayatına nisbetle tam olarak ortaya çıkmaz. Şüphesiz ki bir millet, Allah'ın dosdoğru yolundan sapacak olur ve Allah'ın yaratıkları için koyduğu İlâhi kanunlara uymayacak olursa, muhakkak o millet hak ettiği cezaya çarptırılır. Bu ceza fakirlik, zillet, güç ve kudretin, şeref ve haysiyetin yitirilmesi şeklinde olabilir. Fertlere gelince biz ömürlerini şehvet ve lezetlere boğularak geçiren pek çok azgın zalimleri görürüz. Evet onların da vicdanları zaman zaman kendilerini uyarır. Bazı musibetlerden emin olamazlar. Mallarına ve mülklerine eksiklikler isabet eder, vücudlan cezalara düçarolur. Akli dengelerini kaybedebilirler, ancak bütün bunlar onların bazı çirkin amellerini karşılayacak derecede olmaz. Özellikle hükümdarlar ve yöneticilerin kötülüklerinin, fena davranışlarının sıkıntılı ve zorluklarını milletler çeker. Keza kendilerine ve başkalarına iyi davranan kişiler görürüz ki, bunlann haklan çiğnenir ve davranışlarının karşılığını elde edemezler. Her ne kadar ahlaken dürüst ve yetenekleri bakımından sağlam olurlarsa da hak ettikleri şeyi elde edemezler.
İşte kıyamet gününde her fert yaptığının karşılığını tam olarak elde eder. Ve orada kendisine hiçbir şekilde zulmedilmez. 99
Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
Din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin. Yine din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin. O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir, yalnız Allah'a aittir."
O gün insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek için bölük bölük çıkacaklardır. Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir.100
Din Kardeşliği: 101 Dinde Zorlama 102 Dinden Dönme103
Dirâyet:
Zeka, akıl, kabiliyet ve bilmek. Daha çok tefsir ilminde Kur'an tefsirlerinin çeşitleri konusunda kullanılmıştır. Tefsirler Rivayet ve Dirâyet tefsirleri olmak üzere ikiye ayrılır. Rivayet tefsirleri; Kur'an'ın Kur'an ile, Hz. Peygamber'in söz ve davranışları ile, sahabe ve tabiinin açıklamalan veya önceki ilim ehlinin izahlarına dayanarak yapılan tefsirlerdir. Dirâyet tefsirleri ise; bunlarla birlikte diğer genel bilgiler, dil ve edebiyat kurallannın da yardımı ile ictihadlara ve şahsi görüşlere yer veren tefsirlerdir. Geçmişten bu güne kadar yazılmış en meşhur dirâyet tefsirlerinden bazılan şunlardır: Beyzavi, Razi, Zemah-şeri'nin tefsiri ve son çağda da: Fizilal'i Kur'an ile Tefaimü'l Kur'an.
Diyanet:
Din kökünden gelen bir kelimedir. "Dindarlık, Allah'a ibadet edilecek esaslann bütünü" demektir.104
Diyet:
Bedel, kan tazminatı. Bir öldürme veya yaralama olayında karşısındakinin canına ya da herhangi bir organına zarar veren kişinin İslam fıkhı açısından ödemek zorunda olduğu tazminat. Diyetin şekilleri ve miktarı İslam hukukçulan tarafından belirlenmiştir. Buna göre diyet öldürülenin hür ve erkek olup olmadığına göre değişebileceği gibi, öldürmenin kasıtlı veya kasıtsız oluşuna göre de değişir. İslam'da diyet sadece öldürülen kişinin üzerine bir yükümlülük getirmez. Katilin diyet borcunu ödemekten yakın akrabaları da sorumlu tutulur. Ancak çocuklar, kadınlar ve akli dengesi yerinde olmayanlar bu borca katılmazlar. Diyetin ödeme şekli de belirlidir. Diyet ödemekle yükümlü olan kişiye âkile denir.
Doğruluk:
Sözlükte, "Doğru olma hâli, dürüstlük, sadakat, hak, hidâyet, istikamet" gibi anlamlara gelir. Terim olarak, "Allah'ın emirlerine ve kanunlarına uygun bir yol izleme ve insanların haklarına riâyet etme" demektir.
Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de meâlen:
"(Şüphesiz ki) "Rabbimiz Allah'dir" deyip de sonra (bütün hareketlerinde) doğruluğu iltizam edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.105Onlar cennetin yaranıdırlar. İşlemekte oldukları (iyi amel ve hareketleri) ne mükafat olmak üzere orada edebi kalıcıdırlar onlar." 106 buyuruyor.
Yüce Dinimiz İslâm, Allah'a inananlara, konuşmalarında, hal ve hareketlerinde, alış verişlerinde, çalışmalarında, nerede ve ne zaman olursa olsun doğruluktan ayrılmamalarını emrediyor. Doğruluk, Müslümanların şiarıdır. Müslüman, doğruluktan dürüstlükten kesinlikle ayrılmaz. Müslüman, söz verdiği zaman sözünde durur. Bir iş yapmayı taahhüd ettiği zaman onu yerine getirir. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman onu korur. Müslüman, doğruluk ve dürüstlüğü ile, güzel ahlakı ve islâmî yaşayışı ile güvenilir bir insandır. Müslüman, yalana, hileye, sahtekarlığa, vefasızlığa, başkalarının hak ve hukukuna tecavüze asla tevessül etmez. Çünkü Allah'a olan imanı buna engel olur. Müslümanın zihninde, aklında, fikrinde, düşüncelerinde, dilinde bütün hal ve hareketlerinde İslâm inancı ve yaşayışı hakimdir. Müslüman yasaklanmış, haram kılınmış işlerden Allah'a sığınır. Bu tür fenalıklardan Allah'a sığınırda öyle şeylere asla meyletmez.
Allah'ın Resûlü şöyle buyuruyor:
“Doğru sözlülük iyiye götürür; iyilik de Cennet'e götürür. Adem oğlu, doğru söyleye söyleye Allah katında sıddıklar derecesine yükselir. Yalan söylemek, fenalığa fenalık da cehenneme götürür, insan yalan söyler (durur da) nihâyet Allah nezdinde yalancı diye yazılır.”107
Alİah, doğru olanları sever. Allah'ın rızası doğruluktadır. Fahr-ı Âlem (s.a.s) Efendimizin şefaati de doğruluk üzere yaşayanlaradır. Evliyaların sevgisi, doğruluktan ayrılmayan, sözünde, özünde, hal ve hareketlerinde, yaşayışında sadakat (doğruluk) örneği verenler iledir.
Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerimde sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimize hitaben:
“Emrolunduğun gibi dostoğru ol” 108buyuruyor. İşte bu Âyet-i Kerime nazil olduktansonra Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz: Beni Hüd sûresi ihtiyarlattı" buyurmuşlardır.
Peygamberimiz, yeryüzünde yaşamış ve yaşayacak olan insanların en seçkini ve en üstünüdür. Dünya, onun gibi eşsiz insanı bir defa görmüş, bir daha da görmeyecektir. Çünkü O, insanlar için en güzel bir örnektir. İlimde, hilimde, şefkat ve merhamette, konuşmada, yaşayışta, yemede içmede, insanlarla olan beşeri münasebetlerde, komşulukta, dostlukta,doğrulukta adaletle hükmetmede, ticarette, komutanlıkta, Devlet Başkanlığında, güzel ahlakta evet her konuda asla emsali olmayan eşsiz bir insandır. O, hayatı boyunca asla yalan söylememiş, yalan yere yemin etmemiş, yalan şahitlikte bulunmamış, nerede ve hangi şartlarda olursa olsun daima sözün en doğrusunu ve en güzelini söylemiştir. Hareketlerin en güzelini ve en dürüst olanını yapmış, kararların en doğru olanını vermiştir. Diller onu hakkıyla tarif edemez. İşte bunun içindir ki onun yolunda gitmek, onun ahlakı ile ardaklanmak, onun sünnetine uymak; huzur, saadet ve mutlulukların kaynağını teşkil eder.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen eşsiz insan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s) ya gerçek ümmet olanlar; doğruluktan, dürüstlükten asla ayrılmazlar. Yalan söz söylemez, başkalarını aldatmaz, söz verince sözlerinde dururlar. Onun ahlakını kendilerine rehber edindikleri için sözlerinde, hal ve hareketlerinde, alış verişlerinde, bütün işlerde onun gibi hareket etmeye çalışırlar.
Müslüman, ona ümmet olduğunu islami yaşayışıyla isbat eder. Doğruluk ve dürüstlüğüyle isbat ettirir bütün dünyaya Hz. Muhammed (s.a.s)in ümmeti olduğunu...
Yüce Rabbimiz, mü'minler için şifa kaynağı olan Kur'an-ı Kerimde meâlen şöyle buyuruyor:
“Ey imân edenler, Allah'dan korkun. Bir de sadık olanlarla beraber olun.”109
“Ey imân edenler, Allah'dan korkun ve sözü doğru söyleyin." 110
“Ölçtüğünüz vakit de ölçeği tam yapın. Doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlıdır, hem akıbeti itibarıyla daha güzeldir." 111
“Ölçeği tam yapın. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın." 112
“Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra doğruluğu iltiraz edenler (yok mu Onların üzerlerine "korkmayın, tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin" diye diye melekler inecekler.”113 buyuruyor.
Bir gün, Fahr-i Âlem (s.a.s) Efendimize bir mü'min gelerek:
“Ya Resûlallah, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki sizden başka hiç kimseden sormaya muhtaç olmayayım, dedi. Resûlallah:
“Allah'a inandım de, sonra dosdoğru ol." 114 buyurdu.
Gerçek şudur ki; Allah'a ve Resûlüne tam anlamıyla inanan, İslâmın icaplarını tam olarak yerine getiren, doğruluk ve dürüstlükten asla ayrılmayan gerçek mü'minlerden hiç bir zaman zarar gelmez.
Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimiz (s.a.s) Efendimize hitaben şöyle buyuruyor:
“Senin için hakkında bir bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü; kulak, göz, kalp, bunların her biri bundan (yaptıklarından) mesuldür.”115
Ashab-ı Kiramdan Süfyan Es-Sakafı (r.a) diyor ki; Birgün Peygamberimiz (s.a.s) Efendimize:
“Ya Resûlallah, bana sımsıkı sarılacağım bir amel söyle,” dedim.
Allanın Rasulü:
“Rabbim Allahdır, de sonra da dosdoğru ol,” buyurdu. Ben:
“Ya Resûllah, hakkımda korkacağım en tehlikeli şey nedir?” dedim. Mübarek dilini tuttu ve:
"İşte budur" buyurdu.116
Dil, insanı olgunlaştıracağı, güzelleştireceği, sevilip sayılan bir seviyeye yükselteceği gibi aşağıların aşağısına da düşürür. Sevgi ve saygıdan, itibardan, dürüstlükten, itimatdan uzak aşağılık bir seviyeye de düşürür. Dille kazanılan günahlardan bazıları şunlardır:
Yalan Söylemek: İnsanı felakete sürükleyen sebeplerden, günahlardan bir tanesi de yalancılıktır. Yalan söylemek münafıklık alametidir. Müminin imanına etki edecek bir günahtır. Kişi, yalan söylemeye devam ederse münafıklık alametlerinden birini kazanmış olur. Yalan söylemek, kötülüklerin başıdır. Diğer kötülükler, günahlar yalanla başlar.
Yalan söylemek, kalbinde iman meşalesi parlayan hiçbir mü'mine yakışmaz. Yüce Rabbimiz gerçek mü'minlerin vasıflarını bir Âyet-i Kerimede şöyle beyan buyuruyor:
“Onlar (öyle mü'minlerdir) ki yalan şahidlik etmezler. Boş ve kötü söze rastladıkları zaman şerefli (insanlar) olarak (ondan yüz çevirip) geçerler.”117 buyuruyor.
Diğer bir Âyet-i Kerimede ise:
“Yalan sözden kaçının.”118 buyuruyor.
Fahri Kainat (s.a.s) Efendimiz de bir Hadis-i Şeriflerinde: “yalandan kaçının. Zira yalan kötülüğe götürür." 119buyuruyor.
Bu büyük felaketlerden, günahlardan korunmak ve kurtulmak her mü'minin şian olmalıdır.
Gıybet Etmek: Bu da dilin afetlerin-dendir. Allah'ın kesin olarak haram kıldığı işlerdendir. Bu da yalan söylemek gibi imâna, güzel ahlâka etki eder. İnsanları birbirlerine hasım yapar. Çevreye nifak tohumları saçar.
İşte bunun içindir ki Yüce Rabbimiz bir Âyet-i Kerimede meâlen:
"Ey imân edenler, zannın bir çoğundan sakının. Zira öyle zan vardır ki günahtır. Birbirinizi arkadan çekiştirmeyin. Sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz. O halde Allah'dan korkun.”120 buyuruyor.
Bir gün Peygamberimiz (s.a.s) Ashab-ı Kiram'a:
“Gıybet nedir bilir misiniz?” diye sordu. Ashab-ı Kiram:
“Allah ve Rasulü daha iyi bilir,” dediler. Allanın Rasulü:
“Gıybet; kardeşinin hoşlanmayacağı bir sıfat ile onu vasıflandırandır,” buyurdu. Bazıları:
“Ya Resûlallah, eğer o sıfat kardeşimizde varsa?” ... dediler. Fahri Âlem (s.a.s)
“İşte o zaman gıybet olur. Yoksa bühtan ve iftira olur.”121 buyurdular.
İftira Etmek: Bu da büyük günahlardandır. Bir kimseye, yapmadığı halde yaptı, konuşmadığı halde konuştu, gitmediği halde gitti gibi isnatta bulunmak... Bir kimsede olmayan şeyi varmış gibi iddia etmek... İftira, dilin diğer âfetlerine hiç benzemez. İftira, felâketlerin kaynağını teşkil eder. Masum bir insanı bir anda suçlu duruma düşürür. İffetli, temiz bir kadını (Allah korusun) bir anda zâni olarak tanıtır. Şerefli bir insanı, lekeleyebilir. Bu da müslümana yakışmayan ve müslümanın şiddetle sakınması gereken günahlardandır.
Yüce Rabbimiz, bir Âyet-i Kerimede meâlen:
“Kim, bir hata veya bir günah kazanır da onu bir suçsuz(un üstüne) atarsa, muhakkak ki o bir iftirayı ve apaçık bir günahı da sırtına yüklenmiştir." 122buyuruyor.
Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz de bir Hadis-i Şeriflerinde:
“Her Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı, ve kanı haramdır.”123 buyuruyor.
Çok Konuşmak: Bu da çirkin bir huydur. Müslüman az konuşur ama öz konuşur. Faydalı sözler söyler. Müslümanlar olarak bizim en güzel ve en büyük Örneğimiz Allanın Rasulü Hz. Muhammed (s.a.s)dır.
Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, ya hayır konuşsun veya sussun.124
Mâlâyani (boş ve faydasız şeyler) Konuşmak: Bu da dilin âfetlerinden bir tanesidir. Dinimiz, bunu da yasaklamıştır. Faydasız konuşmalar insanın huzurunu bozar, zihnini alt üst eder. Kıymetli zamanını öldürür insanın. Boş yere nefes tüketmiş olur insan. Kainatın Efendisi bir Hadis-i Şeriflerinde meâlen:
“Kişinin mâlâyani (boş ve faydasız şeyler) konuşmayı terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir.”125 buyuruyor.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlu sabaha ulaşınca, bütün uzuvları lisana baş eğerek: (Ey dil), Allah'dan kork. Biz sana bağlıyız. Sen doğru yolda olursan, biz de doğru oluruz. Sen eğri büğrü yollara girersen biz de gireriz, derler.”126
Doğum Kontrolü: 127
Domuz Eti:
Domuz haris, hantal, ağır, gayretsiz ve pis görünüşlü bir hayvandır. Her türlü pisliği, fare ve hayvan leşlerini bile yer. Domuz hariç bütün hayvanlar vücut temizliği yaparlar. Bu vasıflan ile hayvanlar arasında domuz pis ve kötü huylu bir hayvan telakki edilmiştir. Halbuki diğer hayvanlarda biri müsbet, öteki menfi iki huydan bahsedilir, kedide huzur yanında nankörlük, köpekte sadakat yanında vahşet gibi. Bu açıdan bakılırsa domuzda hiçbir müsbet karakter yok gibidir. İslâm mutasavvıfları domuzun mizacındaki hırs, aç gözlülük ve doymazlık sebebiyle şehveti temsil ettiğini kabul ederler. Hatta bazıları dünyayı domuza benzetirler. Burada dünyadan maksat, dünya hayatına çok fazla düşkünlük halidir.
Domuz eti hakkında Tevrat ve Kurân-ı Kerim'de aşikar yasak vardır.128 İncil'de ise bilhassa Kurân-ı Kerim Maide süresi 3. âyetini andırır ibareler vardır.129 Ancak Sadece domuz eti çıkarılmış gibidir. Ama gene de İncil birçok yerde domuzun murdar olduğunu yazar.130
İslâm peygamberi (S. A.S) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Adem peygambere dört şey haram kılınmıştır: Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan".
Bu hadis-i şerif Tevrat, İncil ve Kurân-ı Kerim'deki yasakların prensibini bildirmektedir. Kaldı ki mukaddes kitaplarda sadece domuz eti değil, alkollü içkiler, faiz, zina kadınların örtünmesi, oruç gibi konularda yasak ve emirler mevcuttur. Bu bir tesadüf olamaz. Bu Tevrat, İncil ve Kurân-ı Kerim'in aynı menşeli, ilâhi birer kitap olduğunu, Allah'ın bir, bütün peygamberlerin insanlara Allah'ın tevhid dinini (İslâm'ı) tebliğ ettiklerinin bir delili sayılabilir. Ancak biz müslümanlar ve yahudiler domuz eti yemiyoruz ve erkek çocuklarımızı sünnet ettiriyoruz. Fakat hıristiyanlar bunlara riâyet etmiyorlar. Ama ne gariptir ki domuz etinin zararlarını ve sünnetin faidelerini hinstiyan milletlerin tesbit ve ilân ettikleri bir gerçektir. Keza gene bugün hıristiyan milletlerden pek çok kimsenin İslâm'ı din olarak seçtiğini, aksine musevilerin pek ender müslüman olduklarını müşahade ediyoruz.
Gerçekten domuz insanlara hastalık bulaştıran hayvanlardan biridir. Mukaddes kitaplarda domuz gibi leşle beslenen bütün hayvanların eti yasaklanmıştır. Bugün tababet hayvan etleri arasında iasana en çok hastalık bulaştırabilecek etin domuz eti olduğunu bildirmektedir. Domuzdan başta trişin hastalığı olmak üzere domuz şeridi, domuz yılancılığı, domuz vebası, domuz gibi, domuzlann yalancı kuduzu, şarbon, ruam, şap, tüberküloz ve aids gibi hastalıklar bulaştırır. Bundan başka domuz eti yiyenlerle safra kesesi iltihaplan ve taşları, appendisit, barsak iltihaplan, abse ve çıbanlar, şirpençe, kadınlarda akıntılı iltihaplar, mafsal kireçlenmesi, damar sertliği, tansiyon yüksekliği, infaktüs gibi hastalıkların sık görüldüğü bildirilmektedir. Bu hastalıklardan korunma domuzla temas etmemek ve etini yememekle mümkündür.
Türk halkı arasında "domuz dişisini kıskanmıyan bir hayvandır, domuz eti yiyenlerde domuz meşrep olur" şeklinde yaygın bir kanat vardır. Bu nereden geliyor? Bilemiyoruz. Ancak İbnİ Haldun, domuz eti yiyenlerde bir nevi gayretsizlik ve kıskançlık hislerinde dumura uğrama olduğunu, bu durumun domuz etinin ruh üzerine menfi tesirinden ileri geldiğini bildirmiştir. Fransız filozoflarından Savorin "bana ne yediğini söyle senin ne olduğunu söyliyeyim." demiştir. Reokeweg" insan ne yiyorsa onun aynidir" diye bir Alman atasözünden bahseder. Dr. Galip ATAÇ ise, domuz yağının E vitaminini yok ettiğini, domuz eti yiyen Avrupalı erkeklerin eşlerini bu sebepten kıskanmadıklarını yani domuza benzediklerini ifade eder. Bu iddiaları bilimsel olarak açıklamak gerekebilir. Ama yenilen gıdaların insan şahsiyet ve karakterleri üzerine tesiri olabilir. Zira bugün biliyoruz ki, yenilen gıdalar bilhassa proteinler hücrede yapı taşı, hücrede fonksiyon, hücrede karakterleri taşıyan kromozom oluyor. Böylece bir canlının özellikleri bu kimyasal re-aksyonlarda belirleniyor. Bu reaksiyonları da DNA moleküllerindeki genetik şifre düzenliyor. Bu kimyasal reaksiyonlarda oluşan protein molekülü içinde bir aminoasit yerine bir başkasının yerleşmesi ile ortaya çıkabilecek değişiklik önemli olabiliyor. Bugün genetik hastalıklar böyle izah ediliyor.
Ülkemizde domuz eti yenilmesi hakkında şimdiye kadar pek çok çaba gösterilmiştir; bu bugünde devam etmektedir.
Bu konuda Cumhuriyetin ilk yıllarında çeşitli gayretler var. Bu kimseler öncelikle doktor ve veteriner hekimlerdir. Bunlardan ilki İstanbul mezbahası baş veterineri Nevzat beydir. Nevzat bey tahsil için Almanya'ya gitmiştir. 1926 yılında İstanbul Belediyesi mecmuasında yayınlanan bir yazısında domuz eti yenilmesi gerektiğini yazmıştır. Bundan sonra Dr. Milaslı İsmail Hakkı (1933) "İslâm dininde etlerin tezkiyesi" adı ile bir risale yazarak domuz eti, hatta kan ve leşlerinin bile temizlenerek yenilebileceğini iddia etmiştir. Dr. Milaslı İsmail Hakkı Kurân-ı Kerim'in Maide Suresi 3. âyetindeki Arapçada boğazlama manasına gelen "tezkiye"yi temizlemek manasına gelen "tezkiye" ile karıştırarak Kurân-ı Kerim'i tahrif etmiş ve müslümanlara domuz eti yedirmek gayretinde bulunmuştur.
Sonraki yıllarda Dr. Ekin, Dr. Milaslı gibi "tezkiye" kelimesine takılarak 1971 yılında Türkiye Hastane Mütehassısları Derneğine "domuz etinin yenilmesinde bir sakınca olmadığı hakkında" adlı bir tebliğ göndermiş, bu tebliğ okunmuş, ayni celsede hazır bulunan Dr. Halim Bilsel ve bu satırların sahibi tebliğin ilmi bir değeri olmadığını ifade etmişler, tebliğ mecmuada neşredilmemiştir. Bilahare Dr. Ekin bu tebliği bir kitapçık halinde yayınlamıştır. 1978 yılında televizyonda bir konuşmacı "ben domuz eti yiyorum bunda sakınca görmüyorum" demiş; Diyanet İşleri Başkanı Sayın Tayyar Altıkulaç bu konuda bir açıklamada bulunmuş. Bir gazetede Ali Sirmen Sayın Altıkulaç'a cevap vermiş. Sayın Hasan Pulur bu konuda objektif bir değerlendirme yapmıştır. 1982 yılında bir gazete bazı firmaların sucuklara domuz eti katıldığı haberini veren muhabir bir sabah evinden çıkarken fena halde dövülüyor. 1984 yılında Siyasal Bilgiler emekli Profesörü Fehmi Yavuz domuz etinin yenilmesi hakkında bir kitapçık ve 1985 yılında İzmit'te domuz çiftliği kuran Oralp Basım ile Kocaeli gazeteside bir röportaj yayınlandı. Bilahare Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Ekmekçi sütununda domuz etinin yenilmesi hakkında bilgiler vermeye çalıştı. Fakat Türk halkının bu düşüncelere itibar etmiyeceği anlaşılıyor. Bütün bunlar Türk halkına domuz eti yedirilmesi hakkındaki çabalardır. Eskiler yüce milletimizi dalalet üzere imiş gibi görüp de hidâyete çağıran ilim havarileri idi. Sonuncular ise bilhassa büyük şehirlerde domuz çiftlikleri kuran ticaret erbabının kazanç gayeleridir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanlara hayvanlardan bulaşan tehlikeli hastalıkların başında domuzdan insanlara geçen trişin ile köpeklerden bulaşan hi-datik kist gelir. İslâm'da bu iki hayvanın (domuz ve köpek) birisinin etinin haram, Ötekinin evlere sokulmasının mekruh addedilmesi bir tesadüf kabul edilmemelidir.
Ülkemizde domuz eti yenilmesi gerektiğini iddia edenlerin aksine halkımızın protein ihtiyacı domuz eti yerine başka hayvanlardan sağlanabilir. Çünkü muhtelif hayvan etleri protein, yağ, kalori ve gıda değeri bakımından mukayese edildiği takdirde beslenmede tercih edilecek et, dana etidir. Bundan sonra sığır, koyun, keçi ve kümes hayvanları etleri gelir
Bu sıralamada domuzun yeri en sondur. Zira domuz etinde yağ ve yağ dokusu diğer kasaplık hayvan etlerinden daha çoktur, bu sebepten hazmedilmesi güçtür. Domuz etinin protein ve gıda değeri düşüktür. Bütün bunlar bir ette istenmeyen özelliklerdir. Görülüyor ki, domuz etinin hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstelik insan sağlığı açısından mahzurlar arzetmektedir. Bu sebeple halkımızın protein ihtiyacı diğer hayvan etlerinden sağlanmaktadır. Bu konuda uzmanlar ülkemizde protein ihtiyacının kanatlı kümes hayvanlarından sağlanmasını tavsiye etmişlerdir. İsrail Tevrat'taki domuz eti yasağına uyarak et sorununu kanatlı kümes hayvanları ile çözümlemiştir. Son yıllarda devlet üretme çiftliklerinde yeni bir koyun üretme metodu geliştirildiğinden bahsedilmektedir. Bu metod eksik yem ve eksik emzirme ile 2 yılda 3 kuzu almak esasına istinat etmektedir. İslâm Peygamberi (s.a.s)'de "koyunda ve koyun etinde bereket vardır" buyurmuşlardır. Kaldı ki, ülkemiz her türlü hayvancılığa elverişlidir. Çeşitli hayvan türleri ıslah edilip geliştirilebilir, meralar ıslah edilip, hayvanların para-ziter ve salgın hastalıkları, hayvan kaçakçılığı ve erken kuzu kesimi önlendiği takride hem et ihtiyacımızı karşılar hem de ülke kalkınmasına yardımcı olunabilir. Ancak günümüzde sadece sosis, salam, sucuk değil, birçok gıda maddesine tahsis yapıldığı bilinmektedir. Bu sebepten gıda maddeleri tüzüğü yeni baştan gözden geçirilmeli, bilhassa bir gıda kontrol teşkilatı kurulmalıdır. 131
Dostluk:
İnsanlar arasında sevgi ve samimiyet duygularına dayanan bağlılık" demektir.
İyi ile kötü, güzel ile çirkin, hak ile batıl, hidâyet ile dalalet, nur ile zulmet, aydınlık ile karanlık, ilim ile cehalet, cennet ile cehennem nasıl birbirlerinin zıddı ise dostluk ile düşmanlık da öylece birbirlerinin zıddıdır.
Birbirine zıd olan şeyler bir arada bulunamazlar. Hemen mücadele başlar. Bu mücadele dünya kurulduğu günden beri devam etmektedir. Bu mücadele, 14 asır evvel bütün şiddetiyle kendini göstermiş ve son hızını almıştır. Günümüze kadar gelen bu mücadele kıyametin kopuşuna kadar da devam edecektir.
Bu mücadelede Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere (hayır ve şerrin Allahdan olduğuna) öz ifade ile imani esaslann tümüne birden inanan ve bu inancın bir gereği olarak salih ameller işleyenler bir tarafta; imani esaslara inanmayan, maneviyata taalluk eden konuları ağzına dahi almayan, nefsinin esiri, şehvetinin zebunu, insanlık meziyetlerinden, insanlık şeref ve haysiyetinden uzak olan maneviyatsız kişiler ise diğer tarafta yerlerini almışlardır.
Yüce Rabbimiz bîr âyet-i kerimede mealen şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler, müminleri bırakıp kafirleri dostlar edinmeyin.”132
Bir diğer Âyet-i kerimede ise:
"Ey iman edenler, yahudileri de nasranileri de kendinize dost (ve üstünüze hakim) edinmeyin. Onlar (ancak) birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hakim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah o zalimler güruhuna muvaffakiyet vermez.”133 buyuruyor.
Bizim, dostumuz, bizleri yoktan vareden ve mahlukatın en şereflisi en mümtazı kılan, sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan buyuran, eşi ve benzeri olmayan, âlemlerin yegâne Halikı ve Mâliki olan yüce Rabbimizdir.
Bizim dostumuz, Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizi görme ve sohbetinde bulunma, mübarek sözlerini dinleme bahtiyarlığına erişen ve Fahr-i Alem (S. A.S) Efendimizin:
"Benim ashabım (gökteki) yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız, doğru yolu bulmuş olursunuz." buyurduğu Ashab-ı Kiramdır. Tabiin ve tebeüt tabiindir. Bizim dostumuz, Allah'ın dostları, Fahr-i Alem (s.a.s) Efendimizin dostları, sünnet-i seniyyeye mutlak manada ittiba eden, ahlak-ı Muhammediyi kendilerine rehber kabul ederek ona göre hayatlarını idame ettiren, yemede içmede, yatmada kalkmada, konuşmada, gülmede, kızmada, ağlamada, çalışmada, yürümede, ibadet etmede, Allah'a dua ve niyazda bulunmada hasılı bütün işlerinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizi örnek alan, nurunu, feyzini, aşkım, mânevi gıdasını, mânevi ilimleri O'ndan alan Evliya kullarıdır.
Bizim dostumuz, Allah'a gerçek mânâda kul, Resûlullah (s.a.s) Efendimize gerçek ümmet olan ve İslamın nurlu ve mübarek yolunda sadakat ve ihlâsla yürüyen salihlerdir.
Bizim dostumuz, Allah'a gerçek mânada kul olabilmek için ibadetin manevi zevkini tadarak ihlâsla ibadet eden, İslâmın icaplarını yerine getiren, Kur'an'a teslim olarak Onun hükümlerini tatbik eden abidlerdir.
Bizim dostumuz, dünyanın çirkef durumlarından uzak, insanlardan uzak, dedikodudan, gıybetten, yalandan, iftiradan, arkadan çekiştirmeden, haram yemeden, kalp kırmaktan, huzur bozmaktan, dünya meşakkatinden, dünyanın aldatıcı zevklerinden uzak bir halde Rabbine ibadet eden, gözyaşları dökerek dua ve niyazda bulunan zahidlerdir.
Bizim dostumuz, imani esasların tümüne birden inanan, tevhid akidesine, İslâm inancına sahip Allah ve Resûlünün aşkıyla yanan, Allah'a kul, Resûlullah (s.a.s)a ümmet olabilmenin heyecanı ile yaşayan, Kur'anın nuru ile yolunu aydınlatan, İslâm yolundan yürüyen gerçek mümin ve müslümanlardır. İşte gerçek dost bunlardır.
Dönme:
Dinden dönmüş, din değiştirmiş kişi.
Bizim tarihimizde ise dönmeler, 17. yüzyılda Mesihliğini ilan eden Sabetay Sevi'nin müslüman olması üzerine, onun gibi müslüman olan kişilerdir. Musevi asıllı bu kişiler, müslümanlığı kabul etmelerine rağmen, gizlice Yahudi ayinlerini sürdürdüler ve müslümanlarla evlenmeyi yasakladılar. Dönmeler, Jön Türk hareketine ve II. Meşrutiyetin ilanına (1908) doğrudan etki etmişlerdir. Selanik'te yaşayan dönmelerin çoğu Kurtuluş savaşından sonra İstanbul'a yerleşmiştir.
Dört Halife 134 Dört İmam 135
Dövme:
İnsan vücudunda el, kol, yüz, göğüs vb. gibi azalara iğne veya benzeri bir aletle çizilerek yapılan, mürekkep gibi bir boya maddesi kullanılarak renklendirilen resim, nişan için verilen ad. Arapça'da ve Kur'an dilindeki karşılığı "veşm" dir. Cahiliye araplannın kadınları arasında süs için yapılırdı. Yunanlılar ve Bizans hristiyanları arasında da yaygındı. Osmanlılarda Yeniçeriler döğme yapmışlardır. Dövme yapma adeti günümüzde de Müslüman olmayan toplumların çoğunda hala süregelmektedir. Dövme yaptıran kişinin bunun için büyük bir acıya tahammül etmesi gerekmektedir. Dövme için domuz veya balık ödü, susam yağı, is, kara barut, çin mürekkebi veya bilmediğimiz boya kullanılmaktadır. İslam "veşm"i; Allah'ın yarattığını bozmak ve güzelliğim çirkinleştirmek olduğu için Şeytan'ın ameli olarak saymış ve haram kılmıştır. Bununla ilgili Peygamberimizin "Allah dövme yapan ve yaptırana......”lanet etmiştir" hadisi olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'in Nisa Suresi 119. âyeti de delil Sayılmıştır.
Dua:
İnsanoğlunun en büyük teselli ve ümid kaynağı şüphesiz duadır. Dua, insanı sıkıntılardan, mânevi buhranlardan, ruhi bunalımlardan kurtaran bir sığınaktır. Dua, insanı Allah'a yaklaştıran bir vasıtadır. İhlâs ve samimiyetle Allah'a açılan eller geri çevrilmez. Gözyaşları içinde yapılan dualar müstecap olur. İnsanın gönlünü mesrur eder ve ruhuna zindelik kazandırır.
Yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimede meâlen şöyle buyuruyor:
"(Rabbim) kullarım beni sana sorunca (haber ver ki) işte ben muhakkak yakmımdır. Bana dua edince ben o dua edenin davetine icabet ederim." 136
Dua, hemen her zaman yapılır. Anca temiz olmak, abdestli bulunmak, temiz bir yerde, mübarek bir gün ve gecede, kutsal bir mekanda yapmak, duanın kabulüne vesiledir. Cuma gecesi, bayram geceleri, kandil geceleri ile curna günü bilhassa "eşref-i saat" adı verilen duaların makbul olduğu bir saatte yapmak... Yine Ka'bede, Ravza-i mutahharade, arafatta, müzdelifede, hacerül esvette, altın olukta, zemzem kuyusu başında, ezan okunduktan sonra, kametle farz arasında, hatip minberde hutbe okurken, iki hutbe arasında oturduğu zaman yapılan dualar...
Ellerimizi açıp boynumuzu bükerek Rabimize yalvarmamız, gözyaşları içinde ihlâs ve samimiyetle niyazda bulunmamız, bunların bir neticesi olarak da dileğimizin ihsanı bizim için en büyük saadet ve mutluluktur.
Her namazda okuduğumuz fatiha sûresi de bir dua örneğidir:
Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim, din gününün (tek) sahibi ve mutasarrıfı (olan) Allah'a mahsustur. Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz, yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, (kendilerine) nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazabına uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil." (Âmin). 137
Evet sünnet ve vaciplerle beraber günde kırk rekât namaz kılmakta ve her rekâtta fatiha suresini tekrarlamaktayız.
Duanın en makbul ve efdal olanı; riyadan, gösterişten, yalandan uzak, icabet saatine yakın olanı ve gizlice yapılanıdır. Yine bilhassa seherlerde, nzık kapılarının açıldığı bir zamanda, tenhalarda gözyaşları içinde inanarak yapılanıdır.
Seherlerde yaptığınız dualar, bize aczimizi idrak ettirir, İbadetin manevi zevkini tattırır, Allah'a kul olmanın sevincini yaşatır. Seher vakti, ruh sadeliği ve gönül hoşnudluğu içinde Rabbimize daha çok ibadet eder, daha çok dua ve niyazda bulunuruz.
Peygamberimiz (s.a.s), Enes bin Malik (r.a) Hazretlerine:
“Ey Enes! Çok dua et. Zira dua, kaçınılmaz kazaları red ve def eder,” buyurmuşlardır. Bir diğer hadis-i şeriflerinde ise:
“Ey Ashabım! Sizi düşmanlarınızdan kurtaracak, rızkınızı genişletecek bir şeye delalet edeyim mi? Gece ve gündüz Allah'a dua ediniz. Zira dua, mü'minin silahıdır,” buyurmuşlardır.
Yaptığımız duaların Allah katında makbul olabilmesi için herşeyden önce yediğimiz lokmaların helâl olması gerekir. Helâl lokma, dualarımızın kabulüne vesiledir. Helalden kazanmalı, temiz ve helal lokmadan yemeli, aile efradımıza da helal lokma yedirmeliyiz.
Birgün Sa'd İbni Vakkas hazretleri, peygamberimize gelerek dualarının niçin kabul olmadığını sormuş. Peygamberimiz:
“Ya Sa'd! Haramdan sakın. Zira bir kimsenin karnında haramdan bir lokma bulunursa kırk gün duası kabul olmaz,” buyurdu.
Temiz ve sağlam bir inançla dua etmeliyiz. Her türlü küfür ve putperestlikten uzak, tevhid inancına sahip olarak samimiyet ve ihlâsla Allah'a açılan ellerin boş çevirilmeyeceğine, mahzun kalplerin sevindirileceğine inanmalıyız.
Abdest almak veya gusletmek suretiyle temizlendikten sonra kıbleye yönelerek dua etmek; duada, ebeveynimizi ve bütün mü'minleri zikretmek, duanın sonunda da "âmin"diyerek ellerimizle yüzümüzü meshetmek duamızın kabulüne vesiledir.
Hemen şunu ifade edelim ki anne ve babanın, hastanın, yolcunun, misafirin, mazlumun duaları birer ganimettir. Cuma günü, cumanın ikinci ezanı ve iki ezan arası, her namazda ezan ile ka-amet arası, gurup vakti, her gecenin yarısı veya üçte birinin sonu, seher vakitleri, cuma, regaib, miraç, kadir, beraat, arife ve bayram geceleri, iftar vakti ve insanın kalbine hüzün çöktüğü zamanlarda duayı ganimet bilmeliyiz.
Yine Ka'beyi görürken, Hacer-i esved, makam-ı İbrahim, Ka'be ile makam-ı İbrahim arası, zemzem kuyusu, Ka'benin Yemen, Şam ve Irak rükünleri, Safa ile Merve, Müzdelife, Mina, cemreler, arafat, tek kelime ile duanın kabul olacağı mübarek beldeleri fırsat ve ganimet olarak bilmeli, ona göre dua ve niyazda bulunmalıyız.
Yüce Rabbimiz,Kur'an-ı Kerim'de meâlen:
"En güzel isimler Allah'ındır, O halde O'na (Allah'a) bunlarla (Allah'ın isimleriyle) dua ediniz.”
Peygamberimiz (S. A.S) de şöyle buyuruyorlar:
“Dua ibadetin özüdür 138Allah'a dua etmekten daha değerli hiçbirşey yoktur.139 "Dua mü'minin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur.”140 "GİZLİ (olarak veya kimsesiz yer)de yapılacak bir dua, açıkta yapılan yetmiş duaya denktir.141 "Şu dört (vakit) de gök kapılan açılır ve (yapılacak dua) kabul olunur: Allah yolunda yapılan savaşta saflar karıştıkları zaman, yağmur yağarken, namaza doğrulduğunuz sırada ve Ka'be görüldüğü vakit.142
Dualarımızın müstecap olabilmesi için yukarıdaki hadis,i şeriflere dikkat edip ona göre hareket etmeli. Sevgili Peygamberimizin yapmış oldukları duaları kendimize rehber edinip ihlâs ve samimiyetle dua etmeliyiz. Ancak bu şekilde umduklarımıza nail oluruz.
Peygamberimiz (s.a.s) in Dilinden Dualar:
Her konuda olduğu gibi Allah'a dua ve niyazda bulunma konusunda da bizim en güzel ve eşsiz örneğimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizdir. O, İslâm'ın icaplarını nasıl yerine getirmiş, nasıl ibadet etmiş ve nasıl dua ve niyazda bulunmuşsa bizim de aynı şekilde İslam'ın icaplarını yerine getirmeye gayret etmemiz gerekir. Zira, onun ümmeti olarak bu, bizim en büyük şiarımız olmalıdır. Allah'a kul, Peygamberimize layık bir ümmet olabilmemiz için onun gittiği yoldan gitmemiz ve onun sünnetine sımsıkı sarılmamız gerekir. Bu Allah ve Resûlünün rızasını kazanabilmenin bir gereğidir.
Bir kimse İslâmiyeti kabul edince Peygamberimiz, önce ona namaz kılmasını, sonra da dua etmesini öğretirlerdi.
Peygamberimiz (s.a.s) şöyle dua etmişlerdir:
“Allahım, beni yargıla, beni esirge, bana hidâyet et, bana afiyet ve rızık ihsan et.”143
“Allahım, senden hidâyet, takva, iffet ve zenginlik (ihsan etmeni) dilerim.”144
“Allahım, sen affedicisin, affetmeyi de seversin, beni de affet, günahlarımı bağışla.”145
Bir savaş sırasında şöyle dua etmişlerdir.
"Ey kitap indiren, hesabı çabuk olan Allah, (düşman tarafındaki toplulukları perişan ediver. Allah'ım, onları dağıtıver ve sarsıntıya uğrat (da savaşta acze düşsünler.)" 146
Peygamberimizin sık sık tekrarladıkları dualardan bazıları şunlardır:
“Allahım, dünyada ve ahirette senden sağlık ve afiyet dilerim.”147
“Allahım, bizi yarlığa, bizi esirge, bizden razı ol (ibadetlerimizi kabul et, bizi cennete koy ve ateşten kurtar. Her halimizi de iyileştir." 148
“Allahım, cimrilikten, tembellikten, erzel-i ömür (e düşmek)den, kabir azabından hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınıyorum," 149
“Allahım senin tüm kelimelerinle yarattığın şeylerin şerrinden (yine sana) sığmıyorum.”150
"Allahım, kabir azabından, cehennem azabından deccalın fitnesinden, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınıyorum." 151
Abdullah b. Abbas, Fahr-i Kainat (s.a.s) Efendimizin bu duayı ashabına Kur'an âyetlerini öğretir gibi öğrettiğini rivayet etmiştir:
“Allahım, ateşle imtihan edilmekten, ateş azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerli taraflarından sana sığınıyorum.”152
“Allahım, fakirlikten, azlıktan, zilletten sana sığınıyorum. Bir de zulmetmekten ve zulme uğramaktan (haksızlığa uğramaktan) sana sığınıyorum." 153
“Allahım, sedef hastalığından, delilikten, cüzzam ve hastalıkların kötüsünden sana sığınırım.”154
“Allahım, ayrılıktan, nifaktan ve kötü ahlaktan sana sığınıyorum." 155
“Allahım, dört şeyden; faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayacak duadan sana sığınıyorum." 156
“Allahım, açlıktan sana sığınıyorum. Zira açlık fena bir arkadaştır. Hıyanettende sana sığmıyorum. Muhakkak o kötü bir huydur." 157
“Allahım, işlediğim ve (henüz) işlemediğim şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.”158
“Allahım, keder ve hüzünden, borç yükünden ve insanların galebesinden sana sığınıyorum.”159
“Allahım, beni öğrettiğinle faydalandır. Bana faydalı olan şeyi öğret ve ilmimi artır.”160
“Allahım, erkek ve dişi şeytanlardan sana sığınıyorum.”161
Yemeklerde şöyle dua ederdi:
"Bu yemeği bana veren, benden bir güç ve kuvvet sarfı olmadan beni bu (nimet) ile rızıklandıran Allah'a hamd olsun.”162
Evden çıkınca da şu duayı okurlardı:
"Allahım, (dışarda kaldıkça) sapıtmaktan, noksanlıktan, haksızlık yapmak ve haksızlığa uğramaktan, cahilce hareket etmekten veya cahillerin üzerime musallat olmalarından sana sığınıyorum.” 163
"Allahım, kalbimi dininin üzerine (dininin esasları üzerinde) sabit kıl." 164
"Allahım, benimle hatalarım arasını doğu ile batı arası gibi aç. Rabbim, beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi beni günahlardan temizle." 165
İstiğfarın, tövbenin büyüğü şöyle dua etmektir: "Allahım, sen benim Rabbimsin. Senden başka ibadete layık hiçbir şey yoktur. Sen beni yoktan varettin. Ben senin kulunum... Sana verdiğim sözde gücümün yettiği kadar duruyorum. Yaptığım günahların kötülüğünden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetleri ikrar ederim, kusur ve kabahatlerimi de itiraf ederim. Benim suçlarımı ört (bağışla), senden başka günahları bağışlayacak yoktur. (Ancak sen varsın)." Kim, bunu -iyice inanarak- gündüz okur da ölürse cennete gider. Kim, geceleyin böyle yalvarıp da ölürse cennete gider." 166
"Allahım, kalbimde nur, gözümde nur, kulağımda nur, sağımda nur, solumda nur, üstümde nur, altımda nur, önümde nur, arkamda nur kıl, benî nur eyle.”
Bir diğer rivayette ise "sinirimi, etimi, kanımı, kılımı, derimi nur kıl" cümlesi de vardır. 167
Yatarken de şöyle dua ederdi:
"Allahım kendimi sana teslim ettim, işimi sana bıraktım, sana dayandım. Rahmetine güvenerek ve azabından korkarak uyudum. Senden başka sığınak ve kurtaracak yok, ancak sen varsın. Gönderdiğin kitaba ve yolladığın Peygambere inandım." Kim, bunları yürekten söyler ve o gece içinde ölürse İslâm yaradılışı üzere o\müşo\ur.168
Duha Sûresi:
Kuşluk vaktinde yeminle başladığı için bu ismi alan ve Kur'an'ın 93. sûresi olan Duhâ sûresi, Mekke-i Miikerreme'de nazil olmuştur. Resûlullah (s.a.s)in faziletine işaret buyurdukları bu sûre, Kısar-ı Mufassal grubunu oluşturan sûrelerden biridir.
Fetret-i Vahiy'den sonraPeygamberi-mizin mahzuniyetini gideren ve ona müjdeler veren mübarek bir sûredir. 11 âyettir.
Duhâ sûresi, Fecr sûresinden sonra nazil olmuştur.
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla;
1- Kuşluk vaktine andolsun,
2- Durgunlaştığı zaman geceye andolsun ki,
3- Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
4- Elbette senin sonun, ilkinden iyidir (hayâtının sonu, ilkinden, âhire-tin dünyadan iyi olacaktır).
5- Rabb'in sana verecek ve sen razı olacaksın (üzülme).
6- 0 seni yetim bulup barındırmadı mı?
7- Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi?
8- Seni fakir bulup zengin etmedi mi?
9- Öyleyse sakın öksüzü ezme,
10- Dilenciyi azarlama.
11- Ve Rabb'inİn nimetini anlat.
Duha Namazı:169
Duhan:
Sözlükte, "duman" anlamına gelmektedir. Terim olarak,
a) kıyametin büyük alametlerinden biridir,
b) Kur'an-ı Kerim'in 44. süresidir.
Duhan Sûresi:
Kur'an-ı Kerimde 44. suredir. Bu isim 10. âyetteki DUHAN kelimesinden gelmektedir. Zuhruf sûresinden sonra nazil olmuştur. Mekke'de nazil olmuştur. Bu sûre, 59 âyettir. "Hâ Mîm'ler grubu arasında yer alan bir sûredir. Kur'an'ın mübarek bir gecede Levh-i Mahfuz'dan dünya semasınaindirildiği belirtilmektedir.
Ayrıca yeryüzünü şiddetli bir dumanın kaplayacağı ve bu dumanın etkisi altında kalan mü'minlerin nezleye yakalanmış gibi, kâfirlerin ise sarhoş olrriuşçasına sarsılacaklarına da işaret edilmektedir. Bu sûrede, inkarcılar kıtlık ve kuraklıkla tehdid edilmislerdir. İnkarcıların ahiretteki ahvali, cezalandırılması ile muttakilerin, gerçek mü'minlerin ahiret âleminde nasıl mükâfatlandınlacağı da beyan edilmiştir.
İşte Duhan sûresinin adını aldığı 10. âyet-i kerime:
"Göğün, açık bir duman getireceği günü gözetle,"
Bu duman hakkında başlıca iki görüş ileri sürülmüştür.
1- Duman, Araplarda kıtlıktan da kinaye olabilir. Bu âyet, büyük bir kıtlık olacağına işarettir. Nitekim Arabistan'da büyük bir kıtlık olmuştur.
2- Bu duman, Peygamberimizden rivayet e-dildiğine göre kıyamet alametlerinden olan ve göğü kaplayacak olan dumandır. Bu duman, doğu İle batı arasını dolduracaktır.
Atılan atom bombalarıyla gerçekten insanları bir duman sarmıştır. Şâyet kıyamet olayında atmosfer atomları tutuşursa veya çıkacak genel bir dünya savaşında bir kaç atom birden patlatılırsa bütün insanları bir duman sarar, mahveder. Bu âyet, Kur'an'ın gelecekte vukubulacak bilimsel keşifleri gösteren mucizelerden biridir. Belki de ileride meydana gelecek ve insanlığı yok edecek gazlı, dumanlı, korkunç silahlarla işaret etmektedir. 170
Peygamberimiz (s.a.s) bu sûre hakkında şöyle buyurmuştur:
"Kim herhangi bir gecede Duhan sûresini okursa 70.000 melek kendisine istiğfar ettiği halde sabahlar." 171
"Kim cuma gecesi Duhan sûresini okursa bağışlanır.”172
Duman: 173
Düldül:
Hz, Peygamber Efendi-miz'in Hz. Ali'ye bağışladığı beyaz dişi birkatınnadı.
Dûmetü'l Cendel:
Tebük civarında, Şam'a 250-300 km mesafedeki bölgenin adı. Hicretin dokuzuncu yılında Şam hristiyan araplannin Bizans kralı Herakleios'un desteği ile Medine'ye saldırmak üzere hazırlık yaptığını haber alan Hz. Peygamber (a.s) otuzbin kişilik bir ordu toplayaraka Tebük'e geldi. Ne Rumlardan ne de araplardan bir hareket görmeyen Peygamberimiz burada bir süre konakladı. Tebük'deki karargahı sırasında Halid Bin Velid'in emrine dörtyuz kişilik altı birliği vererek Dûmetü'l Cendel'in hakimi olan hristiyan likeydir b. Abdülmelik'e gönderdi. Ukeydir'in kalesine yaklaşan İslara birliği o sırada av için kale dışına çıkmış olan Ukeydir'i kısa süren bir çatışma sonucu ele geçirdiler. Halid b.Velid Ukeydir'le anlaşma yaparak, kendisini Peygambe-rimiz'e götürmek, ikibin deve, seki zyüz at, döityüz mızrak ve zırh almak şartıyla kaleye saldırmadı. Resûlullah'ın yanına vardıklarında efendimiz onu ve kardeşini İslam'a davet etti. Kabul etmeyerek cizye ödemek istediklerini söylediler. Bu istekleri kabul edilerek salıverildiler.
Dünya:
Üzerinde yaşadağımız yer yuvarlığı, ahiretin zıddı, şimdi yaşayıp-öldüğümüz küre. Kur'an-ı Kerim'de dünya hayatının inançsızlara süslü ve cazip gösterildiği, oysa bu dünya hayatının aldatıcı olduğu asıl güzelliklerin ahiret hayatında bulunduğu anlatılmaktadır. Çünkü bu dünyadaki hayat geçicidir, oysa Öte dünyadaki (ahiretteki) hayat süreklidir. Kur'an bu dünya hayatının cazibesine aldanıp heva ve heveslerine kapılardan kınamakta ve müminlerin dünya ve Ahiret hayatının güzelliklerini birlikte istemelerini tavsiye etmektedir. Peygamber efendimiz de müslümanlann asıl ahiret için hazırlık yapmalarını, asıl önemi ona vermeleri gerektiğini bildirmiş; bununla birlikte bu dünya işlerinden de el etek çekilmesini uygun görmemiştir. İslam büyükleri de, ehl-i dünya değil, târiki dünya olunmasını tavsiye etmişlerdir. Yani dünyaya hırsla sarılmak, bağlanıp kalmak va ahireti unutmaktan menedilmiş, dünyanın birgeçiş yeri, müslümanın da bir yolcu olduğu düşüncesiyle buraya burada yetecek kadar değer verilmesi gerektiği öğütlenmiştir.
Dürzilik:
Şiiliğin İsmaüiye kolundan doğma, Fatımî vezirlerinden Ham-za b. Ali tarafından kurulduğu bilinen batıl bir mezhep. Mehzebin ortaya çıkış yıllarında ileri gelenlerinden Nuştekin ed-Durzi (1019) ye nisbet edilerek bu ismi almıştır. Tarih boyunca müslümanlara hep düşmanlık eden dürziler haçlı seferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak savaşlara katılmışlardır. İslam dışı batıl bi r mezhep oldukları kesindir. İnançlarına göre Allah'ın gerçek
uluhiyyeti (Iahut)nin yanında beşer olarak göründüğü şekli (nâsut) de vardır ve bu şekilde sadece Fatımî sultanı el-Hakim'de belirmiştir. Gerçek tevhid inancı da buna iman etmektir. Bu imana ulaşan kişinin hiçbir ibadet zorunluğu yoktur. Günümüzde Lübnan, Filistin, Ürdün ve Suriye'nin bazı kesimlerinde mevcudiyetlerini sürdürmekte olan dürzilerin iman şartlan şunlardır:
1- el-Hakim bi Emrillah Allah'tır ve Muhammed'in şeriatını neshetmiştir.
2- En şerefli mahluk Hamza b. Ali'dir.
3- Baş vezir haktır.
4- Kelime-i şehadet, na- maz, oruç, hac, zekat ve cihad batıldır. Yerine iman kardeşliği, doğruluk, ibadetleri terk, şeytanı ve cinleri inkar, mutlak insan iradesine iman ve el-Hakim'in iradesine teslimiyet hak olmuştur. Dürziler cennet, cehennem, kürsî, arş ve hesap gibi uhrevi şeylerin dünyada olduğunu iddia ederler.
Düşman:
Dostun zıddıdır. Âyet ve hadislerde bize, dostlarımız ve düşmanlarımız tanıtılmıştır.
Bizim düşmanımız, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, cennetten kovulan, Allah'ın lanetine uğrayan, insanları doğru yoldan uzaklaştıran, zihinleri bulandıran, kalplerden imanı çalmak isteyen, insanları Allah'a isyana zorlayanşeytan'ı aleyhillanedir.
Bizim düşmanımız, bir zamanlar kısır aklıyla, küçücük beyniyle Al-lahlık davasında bulunan, Musa (A.S) a karşı gelen, onun peygamberliğini yalanlayan ve ona isyan eden firavun ve günümüzdeki yoldaşlarıdır.
Bizim düşmanımız, bir zamanlar "ben yer tanrısıyım" diyen, Allah'a isyan eden ve O'na harp ilan eden, İbrahim (a.s)ı mancınık ile korkunç ateşlerin içine atan, küfür sancıları içerisinde en küçük mahluk olan bir sivrisineğe mağlub olarak işkenceler, sıkıntılar içerisinde ve ızdıraplar içerisinde habis ruhunu teslim eden nemrut ve onun günümüzdeki uzantılarıdır.
Bizim düşmanımız, yıllarca kainatın Efendisini rahatsız eden, İslâm nurunu şom ağızlarıyla söndürmeye çalışan, her fırsatta müslümanlara saldıran, küfr-i inadi içerisinde bocalayan Ebu-cehiller, Ebu lehepler, As İbni Vailler ve günümüzdeki aynı düşünceye sahip kimselerdir.
Bizim düşmanımız, Allah ve Rasulünün lanetine uğrayan, fitne ve fesat ehli, tarih boyunca gayeleri kışkırtma, insanları birbirine düşürme, kanlı hadiseler meydana getirme olan, haya örneği Hz. Osman (r.a)ı şehid eden koskoca İslam İmparatorluğunu parçalayan yahudiler ve günümüzdeki torunlarıdır.
Bizim düşmanımız, Allah, peygamber, din, iman, namus tanımayan, mülkiyet hakkını reddeden, devletin temeline dinamit koyan, anarşik hadiseler çıkaran, subay, er ve polislerimizi vazife başında insafsızca kurşunlayan, ihtilal provaları hazırlayan, milleti birbirine düşüren, gayeleri bölmek ve parçalamak, memleketimizi bir müstemleke haline getirmek, camilerimizi kapatmak, Ezan-ı Muhammediyi susturmak, müminleri cami ve cemaattan uzaklaştırmak olan ve bunun için yer altı ve yer üstü faaliyetlerinde bulunan komünistlerdir.
Bizim düşmanımız, Allah'a ve peygambere, dine ve imana sırt çeviren, şeytanın, Firavunun, Nemrudun, Şeddadin, Ebucehilin, Ebu lehep, As İbni Vail'in, yahudilerin, komünistlerin, öz ifade ile islâm düşmanlarının yolundan giden, onların yaptıklarını yapmaya çalışan, gözlerini küfür perdesi kapatmış, kulaklarını küfür pasları tıkamış, kalplerinin üzerine küfür mührü vurulmuş gayesiz, düşüncesiz, şuursuz, hissiz, merhametsiz, edebsiz, vicdansız ve maneviyatsız kişilerdir.
İşte müslümanlar olarak bizim düşmanlarımız da bunlardır.
Müslüman, kafirlerle hiçbir zaman dostluk kuramaz. Onlarla bir arada oturamaz. Müslüman, yukarda saymış olduğumuz düşmanları hiçbir zaman dost olarak kabul edemez. Onları bağrına basamaz. Onlarla ünsiyet kuramaz. Onlarla samimi olamaz. Onlara itimat edemez. Onların sözlerine güvenemez. Şunu katiyetle bilir ki ayıdan post, düşmandan ise hiçbir zaman dost olamaz.
Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerimde mealen şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler, kendi (din kardeşlerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin. (Çünkü) onlar (düşmanlar) size şer ve fesat yapmakta hiç kusur etmezler. Size sıkıntı verecek şey(ler)i arzu ederler. Muhakkak onların (kin ve) buğzlan ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Göğüslerinde gizlemekte oldukları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, size âyetlerimizi apaçık beyan ettik." 174
"İşte siz o kimselersiniz ki onları seversiniz, halbuki onlar, sizi sevmezler. Siz, kıtap(lar)ın hepsine inanırsınız. Onlarsa (yalnız) sizinle bir araya geldikleri zaman "inandık" derler. Aralarında haşhaşa kaldıkları vakit de (size karşı) kin(lerin)den dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De(yin)ki: "kininizle geberin" şüphesiz ki Allah onların sinelerindeki bütün özü hakkıyla bilicidir.”175
Düşman Ülkesi 176
Dostları ilə paylaş: |