Caiz: 6 Câlut: 7



Yüklə 0,66 Mb.
səhifə11/21
tarix12.01.2019
ölçüsü0,66 Mb.
#95639
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   21

Dedikodu: 91




Def-i Hacet:

Defi, defetmek, bırakmak; hacet ise ihtiyaç, sıkıntı anlamını taşır. Büyük veya küçük abdest bozmak için kullanılır. Defi hace­tin adabı şöyle sıralanabilir: Tuvalete yere değebilecek bir elbise ile girilmemeli, sol ayakla girilmeli, üzerindeâyet yazılı bir şey varsa dışarıda bırakılmalı, girmeden önce eüzübesmeie çekilmeli, tuvalette konuşulmamalı, dışkının içine tükürülmemeli ve tuvalette ihti­yaçtan fazla kalınmamalıdır. Tuvalet esnasında önü ve arkası kıble, ay ya da güneşe çevrilmemeli, açık arazide in­sanların gelip geçtiği veya oturduğu yerlere yapılmamalı, durgun suya küçük veya büyük abdest bozulmamah, ağaç diplerine yapmamalı, rüzga­ra karşı veya ayakta küçüksu dökmemeli, ayrıca yıkanılan yere (banyo-küvet) küçük su dökmemelidir.92


Defin: 93




Dehr:

Devir, zaman, uzun bir zaman dilimi, süre, tabiat, dünya, hayat baş­langıcı ve sonu belli olmayan alemin varlığının başlangıcından sonuna kadar olan zaman gibi değişik anlamlarda kullanılmış olan bu terim Kur'an-ı Kerim'in 76. suresine isim olmuştur. Aynı zamanda İnsan suresi de denilen bu surenin ilk âyetlerinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:



"İnsan yaratılıp bahse değer bir şey haline gelmeden evvel onun üzerinden uzun bir zaman (dehr) geçmedi mi? Doğrusu Biz insanı çeşitli unsurlar taşıyan bir damla sudan yarattık. Biz onu imtihan ederiz. Biz onu işiten ve gören bir şekilde var ettik." Âyetten de anlaşıldığı gibi, insanın yaratılışının üzerinden öyle bir süre geçmiştir ki, kendisi bahse değer bir şey değil iken, süzüle süzüle, çeşitli aşamalardan geçerek sonunda karışık bir nutfe, bir damla su haline gelmiştir. İşte yüce Allah bu aşamaların oluş­turduğu süreyi 'dehr' diye adlandırıyor.94

Dehrilik:

Sözlük anlamı zaman, dünyanın ömrü, asır, çağ'dır. Dehrilik ise madde ve zamanın ebediyetine ina­nan, kainattaki herşeyin tabiat kanun­larıyla kendiliğinden olduğunu iddia eden görüştür. Muattıllık ve zındıklık olarak da tanımlanan bu görüşün günümüzdeki adı Materyalizmdir.

Dehriler bütün peygamberleri ve din­leri lüzumsuz görürler. Duyu organları ile elde edilen bilgiyi asıl bilgi kabul eder ilahi bir şeyin varlığın! inkar eder­ler. Alİah, ruh gibi maddi olmayan herşeyi yok kabul ederler. Bitmeyen ve eskimeyen tek şeyin dehr (zaman) olduğuna inanırlar. İslam öncesi cahiliye döneminde de buna benzer düşün­celerin olduğunu Kur'an-ı Kerim'in Casiye suresi 24. âyetinden anlıyoruz.

Delil:

Yol gösterici, alamet, burhan, işaret, bir iddiayı i.spat etmeye yarayan şey. Hac esnasında kılavuzluk yapan kimse. İslam fıkhında kaynak olarak kullanılan dört unsur; Kur'an, Sünnet, icma ve kıyas. Çoğul hali edille. Terim anlamı; ancak kendisinin bilinmesiyle başka bir şeyin bilinmesini gerektiren şeydir.

İslam'da birşeyin yasak ya da serbest olabilmesi için "edille-i erbaa" (dört delil) den birisinden delil bulunması gerekir. Deliller ayrıca Akli Deliller (akla dayanan) ve Nakli Deliller (Vahye dayanan) olmak üzere ikiye ayrılır. Mantık ilminde ise delil'in karşılığı hüccettir. Karşıt görüşü ikna etmek için hüccet getirilir.

Dergâh:

İki kelimeden meydana gelmiş bir tabirdir. "Der" kapı; "gah" ise kapı ağzı, eşik gibi anlamlara gelir. Dergah ise terim olarak büyük zatların, gönül sultanlarının bulunduğu maka­mın kapısı demektir. Diğer bir ifadeyle "tekke ve zaviye" dir. Dergahlar, maddi ve mânevi ilimler tahsil edildiği eğitim müesseseleridir. Dergâhlarda Peygamber varisi olarak kabul edilen gönül sul­tanlarının etrafında adeta bir nur hal­kası oluşturulup ondan özellikle mâne­vi ilimler tahsil edilir, sohbetleri huşu ile dinlenir ve feyz alınır. Dergahların eğitim hizmetleri yanında sosyal yardımlaşma yönü de bulunmaktadır. Aynca irşad lıizmetlerinde de büyük ve örnek hizmetleri olmuştur.

Tekke, dergah ve zaviyelerde öğreti­len tasavvuf ilmini dört ana gruba ayır­mak mümkündür.

1- İlâhi emir ve yasaklara teslimiyet,

2- Allah'ın rızasını kazanmak,

3- Peygamberimiz (s.a.s) Efendimi­zin ahlakı ile ahlaklanmak,

4- Allah'tan başka herşeyden, kalbi bağları kesmek.

İslâm'ın ilk dönemlerinde (Saadet Asrında): Tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri gibi tasavvuf ilmi de müstakil bir ilim halinde mevcut değildi. İslâm'ın kısa bir zamanda büyük bir alana yayılması sonucunda İslâm'a giren bazı kimsele­rin yaşaya geldik]eri eski adet ve gele­neklerinden hemen kopmayacaklan ve giderek asr-ı saadetteki safiyetinden uzaklaşmaya başlaması neticesinde halkın bir bölümünü, zahidane bir hayat yaşamaya şevketti.

İşte bu dönemde halk, bazı İslâm büyükleri etrafında toplanmaya başladı. Ve neticede bu topluluklar, za­manla tarikat adını alarak tasavvufun tatbiki yönünü gerçekleştirmiş oldu.

Tasavvuf dilinde tarikat, önceleri ahireti kazanmak için dünyadan yüz çevi­rip zahidane bir yaşayış anlamındaydı. Daha sonra büyük mürşidlerin etrafında kurulmaya başlayan ve kalbi tasfiye, nefsi tezkiye etme metodları üzerine kurulan özel müesseselere isim olmuş­tur.

Bu müesseselerde (tekke, dergah ve zaviyelerde) biraraya gelen müridler, ibadet ve zikir yanında nefis tezkiyesi ile meşgul olurlardı.

İnsanın kötü vasıfları, iki kısma ayrılır: Birincisi, iradesiyle işlediği günahlardır. Yani haram ve mekruh kılınan şeylerdir, ikinci kısmı ise, nef­sin aşağı ve bayağı huylandır. Bunlar da kibir, hased, huysuzluk, tahammül­süzlük, yalan, kin, çekememezlik, gammazlık vs. gibi huylardır.

Bu manada nefis, insanı günaha sok­makta ve isyana sürüklemektedir. Nef­sin, bu kötü huylarının güzel olduğu vehmine kapılması veya kendisinin bir değeri olduğuna ve başkasının kendisi­ni takdir etmesi gerektiğine inanmış olması büyük bir tehlikedir. Bu, gizli şirk sayıldığından nefsi kötü huylardan vazgeçirmek ve terbiye etmek gerekir.

Nefsin terbiyesi; nefsani arzuları terk etmek, nefsin gururunu kırmak ve onun isteklerine karşı çıkmakla olabileceği gibi onu aç, susuz ve uykusuz bırak­mak suretiyle güçsüz ve halsiz bir duru­ma düşürmekle de olur. Bu durum, ne­fisle mücadeleyi gerektirir.

Nefis terbiyesinde birinci kısım, yani nefse karşı çıkmak, gururunu kırmak en mükemmel ve en etkili yoldur. Nefsine uyan kimse, Allah'a yakın olamaz. Nef­sine karşı çıkamayan ve nefisi hoşlan­madığı şeyleri yapmaya mecbur etme­yen kimse, aldanmış olur.

Herkes önce kendi nefsini terbiye et­meli ve kendisini maddi ve manevi has­talıklardan korumalıdır. Nefsini terbiye edebilen bir insan, güçlü bir iradeye sahip olur. Nefsini terbiye eden insan, kötü huylardan kolaylıkla vazgeçer. Sözleri güzel ve etkili olur. Nefsini ter­biye eden bir insan, kötülüklerden hoşlanmaz. Nefsin hoşlandığı dünyevi zevk ve eğlencelere iltifat etmez.

Nefsin terbiyesinde önemli olan, ölçüyü kaçırmamaktır. Nefsin hak­larını da göz önünde bulundurmak la­zımdır.

Nitekim Selman-ı Farisi (r.a), Ebu Derdâ (r.a) a şöyle demiştir:

Şüphesiz, sende Rabbinin hakkı, nefsinin hakkı, ve ailenin, de hakkı vardır. Öyleyse herkese hakkını ver."

Selman-ı Farisi (r.a), bu sözleriyle:

“Ye, iç, oruç tut, namaz kıl, Kur'an oku, zevceni de ihmal etme...” demek istemiştir.

Bu söz üzerine Ebu Derdâ (r.a), Allah'ın Rasulüne gelerek bu olayı ay­nen anlattı.

Allah'ın Rasulü:

Selman doğru söylemiş,” buyurdu. 95

Aşağıdan yukarıya doğru nefsin mer­tebeleri yedi tanedir:

1- Nefs-i Emmare: İnsana daima kötülüğü emreden nefistir. Bu nefis, şehevi arzu ve isteklere boyun eğmiş­tir.

2- Nefs-i Levvâme: Kendini mura­kabe ve muhasebe eden, bütün işlerini hangi maksatla yaptığını araştıran, bir kötülük yaptığı zaman neden yaptığını, iyilik yaptığı zaman neden daha çok yapmadığını kendine soran nefis.

3- Nefs-i Mülheme: Keşif ve ilham mertebesine ulaşan nefıstir. Diğer bir ifadeyle "Lüzumu halinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatler ilham edilen, tasaffı ve tekamül etmiş olan nefistir."

4- Nefs-i Mutmeinne: Emir ve irade altına girerek şehevi arzulara karşı koy­ması sebiyle huzur vesükuna kavuşan, kalbî yakînle dolup taşan ve asla şüpheye düşmeyen nefis. Diğer bir ifa­deyle, "mutmain olmuş nefis, kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlak ile muttasıf olarak ilahi yakınlığa it-mi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi."

5- Nefs-i Râziye: Rabbİnden razı olan, halinden şikâyet etmeyen ve ka­dere boyun eğen nefis.

6- Nefs-i Merziyye: Allah'ın kendi­sinden razı olduğu nefis.

7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülükler­den sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye ermiş olan bir kimsenin bütün davranışları güzel olur. Hemen her hâli ibadet sayılır. Bu mer­tebe velâyet mertebesidir. Veli, Allah'a yakın, salih kuldur. Halk arasında Veli kelimesi, "Evliya" kelimesiyle ifade edilmektedir. Veliler, bazan "Keramet" adı verilen olağan üstü haller gösterebilirler. Ancak keramet, Al­lah'ın izniyle gerçekleşir.

Tasavvuf dilinde büyük Velilere, "Gavs" denir. Gavs, Kutup manasına da kullanılmaktadır. Gavs-ül Azam veya Kutb-u Azam, en büyük veli demektir.

Önemli işleri, halledilmesi güç olan problemleri olanlar, Gavs-ı Azam'a müracat ederler. Onun teberrüken aracı olmasını ister, ondan dua talep ederler. Sıkıntısı olanlar, kendisine müraccat ettikleri ve kendisinden dua ve yardım bekledikleri için ona Gavs denilmiştir.

Allah ona, (Gavs veya kutup maka­mında olan salih insana) gayb ilminden (ilm-i ledü'nden) büyük bir pay vermiştir.

Tarikatlarda manevi tesirin nesilden nesile devamını sağlayan bir silsile vardır ki bu silsile ya Hazret-i Ebu Bekir (r.a)a veya Hazret-i Ali (r.a)a dayanır. Birçok tarikatlar vardır. Ama bunlardan en güçlü ve müridlerinin sayısı milyonları bulan dört büyük tari­kat vardır ki bunlar:

1- Kadiri tarikatı,

2- Nakşibendi tarikatı

3- Rufai tarikatı

4- Mevlevi tarikatı.

Tarikata giren bir mürid, Peygamber vekili sayılan bir mürşide biat eder; her türlü kötülükten sakınacağına ve şeri-atten ayrılmayacağına (İslâm'ın icap­larını tam olarak yerine getireceğine) dairsöz verir.

Bu biat ve ahitte tarikat ehli olan bir mürid, mürşidinin göstereceği tarzda hareket eder. Kısacası halini geliştirmeye, manevi terbiyeye başlar. İleride durumuna bakılır, gerçekten manevi yolda ilerleme kaydetmiş, durumun-dabüyük bir değişiklik olmuşsa Halife olarak görevlendirilir.

Silsile yoluyla Hazret-i Ebu Bekir (r.a)a varan tarikatlarda zikir, gizli yapılır. Silsile yoluyla Hazret-i Ali (r.a) varan tarikatlarda ise zikir cehri (açıktan) yapılır.



Derviş:

Farsça "Deryûş" kelimesin­den gelmektedir. "Tarikat mensubu" demektir. Terim olarak; "dünya zevk ve alakalarından el çekip marifet yo­luyla Cenab-ı Hak'ka yakın olmaya az­meden, bu yolda özel olarak riyazet, ibadet ve zikir ile meşgul olan tarikat mensubu" demektir.

Dervişlerin devam ettikleri tekke, dergah ve zaviyeler, Osmanlı İmpara­torluğunun kuruluşunda ve gelişip yükselmesinde etkin rol oynamış ve özellikle fetihlerde öncülük etmişler­dir. Tekke, dergah ve zaviyelerin, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan sonra daha ziyade Türk kültür ve musi­kisine de büyük katkıları olmuştur.

1882 yılında yapılan bir araştırmaya göre, İstanbul'da bulunan tekkelerin sayısı 260'ı bulmuştu. Bu rakam, bize o dönemlerde tekke, dergah ve zaviyele­re ne derece önem verildiğini, halkın ne kadar büyük ilgi gösterdiğini gâyet açık bir şekilde izah etmektedir.



Destur:

İzin, ruhsat, müsaade. Özellikle tasavvufta bir söz söylemek veya işi yapmak için izin istemek anlamında kullanılır. Halk arasında "yolverin, yolaçın" anlamına nida mak­sadıyla kullanılmaktadır. Yine halk arasında yaygın bir inanca göre cinlerin şerrinden korunmak maksadıyla kuyu başlarında, açık bir arazide küçük su dökerken vs. destur denilerek izin alınmalıdır. Eskiden bir eve veya özel mülke girilirken de izin istemek mak­sadıyla "destur" denir karşılığınde ise "hû" cevabı alınınca girilirdi.


Devir: 96




Deyn:

Belli bir müddet sonra iade edebilmek üzere alınmış para, borç. Bir mal veya paranın ödünç olarak verilme­si anlamını da kapsayan kelimenin karşılığı olarak "karz" da kullanılır, Çoğulu duyûn olarak geçer. İslam hukukunda borç alıp verme ile ilgili hüküm ve şartlar vardır.


Dırar Mescidi: 97




Din:

Sözlükte, "itaat, adet, yol, ceza ve bağlanma" gibi anlamlara gelir. Müfessir ve muhaddislere göre din, "hesaplaşma cezalanma" demektir.

Kelamcılara göre din, "kuralları Allah tarafından konulan, mensuplarını dünyada ve ahirette kurtuluşa götüren inanış ve davranışlardan meydana ge­len bir kurumdur.

Dini bir terim olarak, "Allah tarafın­dan va'z olunmuş ilahi bir kanun"dur.

Allah tarafından va'z olunan ve Al­lah'ın gönderdiği Peygamberler tara­fından insanlara tebliğ edilen dinler "hak dinler"dir. Bunların dışında kalan, insanlar tarafından uydurulan ve dinadıyla yayılma gösteren dinlere de "batıl dinler" adı verilir.

İlâhi dinlerde, Hakim-i Mutlak olan tek Allah inancı vardır. İbadet ancak tek olan Allah'a yapılır. İlâhi dinlerde, dini emir ve yasaklar, dini hükümler birer mukaddes kitaba dayanır. Hak dinlerde iman esaslan ve bu esaslara bağlı olarak da ibadet esaslan vardır. Yüce dinimizin özü, "Allah'ın birliğine ve Hz.Muhammed (s.a.s)in son Peygamber olduğuna inanmak"tır.

İlâhi dinlerin sonuncusu İslâm'dır. Buismi Allah vermiştir.

Maide sûresinin 3. âyetinde yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Bugün size dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamam­ladım. Ve din olarak, sizin için İslâm'ı seçtim..."

Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyuruyor:



"Allah katında asıl din, şüphesiz İslâm'dır.”98

İslâm'ın kelime anlamı, "itaat etmek, boyun eğmek, selamete kavuşmak"tır. Terim olarak İslâm: "Allah'a karşı tam ihlâs ve imân üzere olmak"tır.

İslâm dini, son ilâhi dindir. Ve hü­kümleri de kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlar için geçerlidir. Bizim görevimiz, İslâm'ın icaplarını iyice öğrenmek, emir veyasaklanna ri­âyet etmektir. Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizin İslâm'ı tebliğinden sonra diğer hak dinlerin hükümleri lağve­dilmiştir. Diğer ilâhi kitapların hükümleri ortadan kaldırılmıştır. Zaten Kur'an-ı Kerim'den önce nazil olan İlâhi ki­taplar birer topluluğa nazil olmuş, hükümleri de o topluluğu kapsıyordu. Ancak Kur'an-ı Kerim belli bir topluluk için inmemiştir. O evrenseldir. Bütün insanlığı hedef alır.

Dinar:

Latince aslı "denarius", olan arapçaya geçmiş eski para birimi. Cahiliye döneminde altın para karşılığında bu isim kullanılmıştır. Dinar kelimesi Kur'an-ı Kerim'in Ali İmran suresi 75. âyetinde aynen geçmektedir. Fıkıh'ta bir ölçü birimi olarak da kullanılır ve 28 gram halis gümüşün karşılığı olan altın parayı ifade eder. İslam tarihi boyunca şekil ve ağırlığı değişerek basılan altın dinar Emeviler ve Abbasilerce de kullanılmış, Osmanlılarda ise adı Altın Sikke olmuştur.



Din Günü:

Terim olarak, "anketteki hesap günü"dür. "Mutlak adaletin te­celli edeceği; bu dünya hayatında yapılan zerre kadar iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı, mazlumun ve güçsüzün hakkının zalim ve güçlü kim­selerden alınacağı, herkese kazandı­ğının karşılığının tam olarak verileceği günün adıdır.

Bu dünya hayatında haksızlık eden­ler, zulmedenler, suç işleyenler, dayı­sını buluyor, amcasını buluyor, olmayacak işleri yaptırıveriyor. Zalim san­dalyesinden mazlum sandalyesine otu­ruyor. Ama din gününde dayılık, amcalık geçerli değildir. Mal mülk de olmayacak. Para da bulunmayacaktır. O mutlak adaletin tecelli edeceği gün­de, insanın bu fani âlemde yaptıklanna bakılacaktır. İyilik yapanlar, ibadet edenler, İlâhi emir ve yasaklara riâyet edenler, Peygamberimizin yolundan yürüyenler, yaptıkları iyi işlerin ve ka­zandıkları sevabın bir karşılığı olarak mükafat göreceklerdir. Bunun aksini yapanlar da mücazat göreceklerdir.

Din günü konusunda Reşit Rıza Tef­sir el Menâr adlı eserinde (c. 1 s.54-55) şöyle diyor:

Bir kişi şöyle sorabilir: Bütün günler ceza günü değil midir? Ve insanların bu hayatta karşılaştıkları acı ve sıkıntılar, hakların yerine getirilmesin­de ve görevlerin ifasındaki aşırılıkların sonucu değil midir?

Cevap olarak da şöyle denir: Biz ha­yatta bazen yaptıklarımızın cezasını görürüz bazen de görmeyiz. Bazen ceza topluma nisbet ile tam olarak orta­ya çıkar, ancak fertlerin hayatına nisbetle tam olarak ortaya çıkmaz. Şüp­hesiz ki bir millet, Allah'ın dosdoğru yolundan sapacak olur ve Allah'ın yaratıkları için koyduğu İlâhi kanunla­ra uymayacak olursa, muhakkak o mil­let hak ettiği cezaya çarptırılır. Bu ceza fakirlik, zillet, güç ve kudretin, şeref ve haysiyetin yitirilmesi şeklinde olabilir. Fertlere gelince biz ömürlerini şehvet ve lezetlere boğularak geçiren pek çok azgın zalimleri görürüz. Evet onların da vicdanları zaman zaman kendilerini uyarır. Bazı musibetlerden emin ola­mazlar. Mallarına ve mülklerine eksik­likler isabet eder, vücudlan cezalara düçarolur. Akli dengelerini kaybedebilirler, ancak bütün bunlar onların bazı çirkin amellerini karşılayacak derece­de olmaz. Özellikle hükümdarlar ve yöneticilerin kötülüklerinin, fena dav­ranışlarının sıkıntılı ve zorluklarını milletler çeker. Keza kendilerine ve başkalarına iyi davranan kişiler görürüz ki, bunlann haklan çiğnenir ve davranışlarının karşılığını elde ede­mezler. Her ne kadar ahlaken dürüst ve yetenekleri bakımından sağlam olurlar­sa da hak ettikleri şeyi elde edemezler.

İşte kıyamet gününde her fert yaptığının karşılığını tam olarak elde eder. Ve orada kendisine hiçbir şekilde zulmedilmez. 99

Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle bu­yuruyor:

Din gününün ne olduğunu sen ne­reden bileceksin. Yine din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin. O, kimsenin kimseye yardım edeme­yeceği bir gündür. O gün emir, yalnız Allah'a aittir."

O gün insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek için bölük bölük çıkacaklardır. Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir.100


Din Kardeşliği: 101

Dinde Zorlama 102

Dinden Dönme103




Dirâyet:

Zeka, akıl, kabiliyet ve bilmek. Daha çok tefsir ilminde Kur'an tefsirlerinin çeşitleri konusunda kul­lanılmıştır. Tefsirler Rivayet ve Dirâyet tefsirleri olmak üzere ikiye ayrılır. Rivayet tefsirleri; Kur'an'ın Kur'an ile, Hz. Peygamber'in söz ve davranışları ile, sahabe ve tabiinin açıklamalan veya önceki ilim ehlinin izahlarına dayanarak yapılan tefsirlerdir. Dirâyet tefsirleri ise; bunlarla birlikte diğer genel bilgiler, dil ve edebiyat kurallannın da yardımı ile ictihadlara ve şahsi görüşlere yer veren tefsirlerdir. Geçmişten bu güne kadar yazılmış en meşhur dirâyet tefsirlerinden bazılan şunlardır: Beyzavi, Razi, Zemah-şeri'nin tefsiri ve son çağda da: Fizilal'i Kur'an ile Tefaimü'l Kur'an.



Diyanet:

Din kökünden gelen bir kelimedir. "Dindarlık, Allah'a ibadet edilecek esaslann bütünü" demektir.104



Diyet:

Bedel, kan tazminatı. Bir öl­dürme veya yaralama olayında karşı­sındakinin canına ya da herhangi bir organına zarar veren kişinin İslam fıkhı açısından ödemek zorunda olduğu taz­minat. Diyetin şekilleri ve miktarı İslam hukukçulan tarafından belirlen­miştir. Buna göre diyet öldürülenin hür ve erkek olup olmadığına göre değişebileceği gibi, öldürmenin kasıtlı veya kasıtsız oluşuna göre de değişir. İslam'da diyet sadece öldürülen kişinin üzerine bir yükümlülük getirmez. Kati­lin diyet borcunu ödemekten yakın akrabaları da sorumlu tutulur. Ancak çocuklar, kadınlar ve akli dengesi ye­rinde olmayanlar bu borca katılmazlar. Diyetin ödeme şekli de belirlidir. Diyet ödemekle yükümlü olan kişiye âkile denir.



Doğruluk:

Sözlükte, "Doğru ol­ma hâli, dürüstlük, sadakat, hak, hidâyet, istikamet" gibi anlamlara gelir. Terim olarak, "Allah'ın emirlerine ve kanunlarına uygun bir yol izleme ve in­sanların haklarına riâyet etme" demek­tir.

Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de meâlen:

"(Şüphesiz ki) "Rabbimiz Allah'dir" deyip de sonra (bütün hareketlerinde) doğruluğu iltizam edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.105Onlar cennetin yaranıdırlar. İşlemekte oldukları (iyi amel ve hare­ketleri) ne mükafat olmak üzere ora­da edebi kalıcıdırlar onlar." 106 buyuruyor.

Yüce Dinimiz İslâm, Allah'a inanan­lara, konuşmalarında, hal ve hareketle­rinde, alış verişlerinde, çalışmalarında, nerede ve ne zaman olursa olsun doğruluktan ayrılmamalarını emredi­yor. Doğruluk, Müslümanların şiarıdır. Müslüman, doğruluktan dürüstlükten kesinlikle ayrılmaz. Müslüman, söz verdiği zaman sözünde durur. Bir iş yapmayı taahhüd ettiği zaman onu yeri­ne getirir. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman onu korur. Müslüman, doğruluk ve dürüstlüğü ile, güzel ahlakı ve islâmî yaşayışı ile güvenilir bir in­sandır. Müslüman, yalana, hileye, sah­tekarlığa, vefasızlığa, başkalarının hak ve hukukuna tecavüze asla tevessül etmez. Çünkü Allah'a olan imanı buna engel olur. Müslümanın zihninde, aklında, fikrinde, düşüncelerinde, di­linde bütün hal ve hareketlerinde İslâm inancı ve yaşayışı hakimdir. Müslüman yasaklanmış, haram kılınmış işlerden Allah'a sığınır. Bu tür fenalıklardan Allah'a sığınırda öyle şeylere asla mey­letmez.

Allah'ın Resûlü şöyle buyuruyor:

Doğru sözlülük iyiye götürür; iyi­lik de Cennet'e götürür. Adem oğlu, doğru söyleye söyleye Allah katında sıddıklar derecesine yükselir. Yalan söylemek, fenalığa fenalık da cehen­neme götürür, insan yalan söyler (durur da) nihâyet Allah nezdinde yalancı diye yazılır.”107

Alİah, doğru olanları sever. Allah'ın rızası doğruluktadır. Fahr-ı Âlem (s.a.s) Efendimizin şefaati de doğru­luk üzere yaşayanlaradır. Evliyaların sevgisi, doğruluktan ayrılmayan, sö­zünde, özünde, hal ve hareketlerinde, yaşayışında sadakat (doğruluk) örneği verenler iledir.

Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerimde sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendi­mize hitaben:

Emrolunduğun gibi dostoğru ol” 108buyuruyor. İşte bu Âyet-i Kerime nazil olduktansonra Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz: Beni Hüd sûresi ihtiyarlattı" bu­yurmuşlardır.

Peygamberimiz, yeryüzünde yaşa­mış ve yaşayacak olan insanların en seçkini ve en üstünüdür. Dünya, onun gibi eşsiz insanı bir defa görmüş, bir daha da görmeyecektir. Çünkü O, in­sanlar için en güzel bir örnektir. İlimde, hilimde, şefkat ve merhamette, konuş­mada, yaşayışta, yemede içmede, in­sanlarla olan beşeri münasebetlerde, komşulukta, dostlukta,doğrulukta adaletle hükmetmede, ticarette, komu­tanlıkta, Devlet Başkanlığında, güzel ahlakta evet her konuda asla emsali ol­mayan eşsiz bir insandır. O, hayatı bo­yunca asla yalan söylememiş, yalan yere yemin etmemiş, yalan şahitlikte bulunmamış, nerede ve hangi şartlarda olursa olsun daima sözün en doğrusunu ve en güzelini söylemiştir. Hareketlerin en güzelini ve en dürüst olanını yap­mış, kararların en doğru olanını vermiş­tir. Diller onu hakkıyla tarif edemez. İşte bunun içindir ki onun yolunda git­mek, onun ahlakı ile ardaklanmak, onun sünnetine uymak; huzur, saadet ve mutlulukların kaynağını teşkil eder.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen eşsiz insan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s) ya gerçek ümmet olanlar; doğruluktan, dürüstlükten asla ayrıl­mazlar. Yalan söz söylemez, başka­larını aldatmaz, söz verince sözlerinde dururlar. Onun ahlakını kendilerine rehber edindikleri için sözlerinde, hal ve hareketlerinde, alış verişlerinde, bütün işlerde onun gibi hareket etmeye çalışırlar.

Müslüman, ona ümmet olduğunu islami yaşayışıyla isbat eder. Doğruluk ve dürüstlüğüyle isbat ettirir bütün dünyaya Hz. Muhammed (s.a.s)in ümmeti olduğunu...

Yüce Rabbimiz, mü'minler için şifa kaynağı olan Kur'an-ı Kerimde meâlen şöyle buyuruyor:

Ey imân edenler, Allah'dan kor­kun. Bir de sadık olanlarla beraber olun.”109

Ey imân edenler, Allah'dan kor­kun ve sözü doğru söyleyin." 110

Ölçtüğünüz vakit de ölçeği tam yapın. Doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlıdır, hem akıbeti iti­barıyla daha güzeldir." 111

Ölçeği tam yapın. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın." 112

Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra doğruluğu iltiraz eden­ler (yok mu Onların üzerlerine "korkmayın, tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin" diye diye melekler inecekler.”113 buyuruyor.

Bir gün, Fahr-i Âlem (s.a.s) Efendi­mize bir mü'min gelerek:

“Ya Resûlallah, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki sizden başka hiç kimseden sormaya muhtaç olmayayım, dedi. Resûlallah:

Allah'a inandım de, sonra dosdoğru ol." 114 buyurdu.

Gerçek şudur ki; Allah'a ve Resûlüne tam anlamıyla inanan, İslâmın icap­larını tam olarak yerine getiren, doğruluk ve dürüstlükten asla ayrılmayan gerçek mü'minlerden hiç bir zaman zarar gelmez.

Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimiz (s.a.s) Efendimize hitaben şöyle buyuruyor:

Senin için hakkında bir bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme. Çün­kü; kulak, göz, kalp, bunların her biri bundan (yaptıklarından) me­suldür.”115

Ashab-ı Kiramdan Süfyan Es-Sakafı (r.a) diyor ki; Birgün Peygamberimiz (s.a.s) Efendimize:

“Ya Resûlallah, bana sımsıkı sarıla­cağım bir amel söyle,” dedim.

Allanın Rasulü:

Rabbim Allahdır, de sonra da dos­doğru ol,” buyurdu. Ben:

“Ya Resûllah, hakkımda korkacağım en tehlikeli şey nedir?” dedim. Mübarek dilini tuttu ve:

"İşte budur" buyurdu.116

Dil, insanı olgunlaştıracağı, güzelleş­tireceği, sevilip sayılan bir seviyeye yükselteceği gibi aşağıların aşağısına da düşürür. Sevgi ve saygıdan, itibar­dan, dürüstlükten, itimatdan uzak aşa­ğılık bir seviyeye de düşürür. Dille kazanılan günahlardan bazıları şunlar­dır:

Yalan Söylemek: İnsanı felakete sürükleyen sebeplerden, günahlardan bir tanesi de yalancılıktır. Yalan söylemek münafıklık alametidir. Mü­minin imanına etki edecek bir günahtır. Kişi, yalan söylemeye devam ederse münafıklık alametlerinden birini ka­zanmış olur. Yalan söylemek, kötülük­lerin başıdır. Diğer kötülükler, günahlar yalanla başlar.

Yalan söylemek, kalbinde iman me­şalesi parlayan hiçbir mü'mine yakış­maz. Yüce Rabbimiz gerçek mü'minlerin vasıflarını bir Âyet-i Kerimede şöyle beyan buyuruyor:

Onlar (öyle mü'minlerdir) ki yalan şahidlik etmezler. Boş ve kötü söze rastladıkları zaman şerefli (in­sanlar) olarak (ondan yüz çevirip) geçerler.”117 buyuruyor.

Diğer bir Âyet-i Kerimede ise:

Yalan sözden kaçının.”118 buyuruyor.

Fahri Kainat (s.a.s) Efendimiz de bir Hadis-i Şeriflerinde: yalandan kaçının. Zira yalan kötülüğe götürür." 119buyuruyor.

Bu büyük felaketlerden, günahlardan korunmak ve kurtulmak her mü'minin şian olmalıdır.

Gıybet Etmek: Bu da dilin afetlerin-dendir. Allah'ın kesin olarak haram kıldığı işlerdendir. Bu da yalan söyle­mek gibi imâna, güzel ahlâka etki eder. İnsanları birbirlerine hasım yapar. Çevreye nifak tohumları saçar.

İşte bunun içindir ki Yüce Rabbimiz bir Âyet-i Kerimede meâlen:

"Ey imân edenler, zannın bir ço­ğundan sakının. Zira öyle zan vardır ki günahtır. Birbirinizi arkadan çekiştirmeyin. Sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz. O halde Allah'dan korkun.”120 buyuruyor.

Bir gün Peygamberimiz (s.a.s) Ashab-ı Kiram'a:

Gıybet nedir bilir misiniz?” diye sordu. Ashab-ı Kiram:

“Allah ve Rasulü daha iyi bilir,” dedi­ler. Allanın Rasulü:

Gıybet; kardeşinin hoşlanmayacağı bir sıfat ile onu vasıflandırandır,” bu­yurdu. Bazıları:

“Ya Resûlallah, eğer o sıfat kardeş­imizde varsa?” ... dediler. Fahri Âlem (s.a.s)

İşte o zaman gıybet olur. Yoksa bühtan ve iftira olur.”121 buyurdular.

İftira Etmek: Bu da büyük günah­lardandır. Bir kimseye, yapmadığı halde yaptı, konuşmadığı halde konuş­tu, gitmediği halde gitti gibi isnatta bu­lunmak... Bir kimsede olmayan şeyi varmış gibi iddia etmek... İftira, dilin diğer âfetlerine hiç benzemez. İftira, felâketlerin kaynağını teşkil eder. Masum bir insanı bir anda suçlu duru­ma düşürür. İffetli, temiz bir kadını (Allah korusun) bir anda zâni olarak tanıtır. Şerefli bir insanı, lekeleyebilir. Bu da müslümana yakışmayan ve müslümanın şiddetle sakınması gere­ken günahlardandır.

Yüce Rabbimiz, bir Âyet-i Kerimede meâlen:

Kim, bir hata veya bir günah kazanır da onu bir suçsuz(un üstüne) atarsa, muhakkak ki o bir iftirayı ve apaçık bir günahı da sırtına yüklen­miştir." 122buyuruyor.

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz de bir Hadis-i Şeriflerinde:

Her Müslümanın diğer Müslüma­na ırzı, malı, ve kanı haramdır.”123 buyuruyor.

Çok Konuşmak: Bu da çirkin bir huydur. Müslüman az konuşur ama öz konuşur. Faydalı sözler söyler. Müslü­manlar olarak bizim en güzel ve en büyük Örneğimiz Allanın Rasulü Hz. Muhammed (s.a.s)dır.

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, ya hayır konuşsun veya sussun.124

Mâlâyani (boş ve faydasız şeyler) Konuşmak: Bu da dilin âfetlerinden bir tanesidir. Dinimiz, bunu da yasaklamıştır. Faydasız konuşmalar insanın huzurunu bozar, zihnini alt üst eder. Kıymetli zamanını öldürür insanın. Boş yere nefes tüketmiş olur insan. Ka­inatın Efendisi bir Hadis-i Şeriflerinde meâlen:

Kişinin mâlâyani (boş ve faydasız şeyler) konuşmayı terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir.”125 buyuruyor.

Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:



"Ademoğlu sabaha ulaşınca, bü­tün uzuvları lisana baş eğerek: (Ey dil), Allah'dan kork. Biz sana bağ­lıyız. Sen doğru yolda olursan, biz de doğru oluruz. Sen eğri büğrü yollara girersen biz de gireriz, derler.”126

Doğum Kontrolü: 127




Domuz Eti:

Domuz haris, hantal, ağır, gayretsiz ve pis görünüşlü bir hay­vandır. Her türlü pisliği, fare ve hayvan leşlerini bile yer. Domuz hariç bütün hayvanlar vücut temizliği yaparlar. Bu vasıflan ile hayvanlar arasında domuz pis ve kötü huylu bir hayvan telakki edilmiştir. Halbuki diğer hayvanlarda biri müsbet, öteki menfi iki huydan bahsedilir, kedide huzur yanında nan­körlük, köpekte sadakat yanında vahşet gibi. Bu açıdan bakılırsa domuzda hiçbir müsbet karakter yok gibidir. İslâm mutasavvıfları domuzun mizacındaki hırs, aç gözlülük ve doymazlık sebebiyle şehveti temsil ettiğini kabul ederler. Hatta bazıları dünyayı domuza benzetirler. Burada dünyadan maksat, dünya hayatına çok fazla düşkünlük ha­lidir.

Domuz eti hakkında Tevrat ve Kurân-ı Kerim'de aşikar yasak vardır.128 İncil'de ise bilhassa Kurân-ı Kerim Maide süresi 3. âyetini andırır ibareler vardır.129 Ancak Sadece domuz eti çıkarılmış gibidir. Ama gene de İncil birçok yerde domuzun murdar olduğunu yazar.130

İslâm peygamberi (S. A.S) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

Adem peygambere dört şey ha­ram kılınmıştır: Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan".

Bu hadis-i şerif Tevrat, İncil ve Kurân-ı Kerim'deki yasakların prensi­bini bildirmektedir. Kaldı ki mukaddes kitaplarda sadece domuz eti değil, al­kollü içkiler, faiz, zina kadınların örtünmesi, oruç gibi konularda yasak ve emirler mevcuttur. Bu bir tesadüf olamaz. Bu Tevrat, İncil ve Kurân-ı Kerim'in aynı menşeli, ilâhi birer kitap olduğunu, Allah'ın bir, bütün peygam­berlerin insanlara Allah'ın tevhid dini­ni (İslâm'ı) tebliğ ettiklerinin bir delili sayılabilir. Ancak biz müslümanlar ve yahudiler domuz eti yemiyoruz ve erkek çocuklarımızı sünnet ettiriyoruz. Fakat hıristiyanlar bunlara riâyet etmi­yorlar. Ama ne gariptir ki domuz etinin zararlarını ve sünnetin faidelerini hinstiyan milletlerin tesbit ve ilân et­tikleri bir gerçektir. Keza gene bugün hıristiyan milletlerden pek çok kimsenin İslâm'ı din olarak seçtiğini, aksine musevilerin pek ender müslüman ol­duklarını müşahade ediyoruz.

Gerçekten domuz insanlara hastalık bulaştıran hayvanlardan biridir. Mu­kaddes kitaplarda domuz gibi leşle beslenen bütün hayvanların eti yasak­lanmıştır. Bugün tababet hayvan etleri arasında iasana en çok hastalık bulaştırabilecek etin domuz eti olduğunu bildirmektedir. Domuzdan başta trişin hastalığı olmak üzere domuz şeridi, domuz yılancılığı, domuz vebası, domuz gibi, domuzlann yalancı kudu­zu, şarbon, ruam, şap, tüberküloz ve aids gibi hastalıklar bulaştırır. Bundan başka domuz eti yiyenlerle safra kesesi iltihaplan ve taşları, appendisit, barsak iltihaplan, abse ve çıbanlar, şirpençe, kadınlarda akıntılı iltihaplar, mafsal kireçlenmesi, damar sertliği, tansiyon yüksekliği, infaktüs gibi hastalıkların sık görüldüğü bildirilmektedir. Bu has­talıklardan korunma domuzla temas et­memek ve etini yememekle mümkün­dür.

Türk halkı arasında "domuz dişisini kıskanmıyan bir hayvandır, domuz eti yiyenlerde domuz meşrep olur" şeklin­de yaygın bir kanat vardır. Bu nereden geliyor? Bilemiyoruz. Ancak İbnİ Hal­dun, domuz eti yiyenlerde bir nevi gay­retsizlik ve kıskançlık hislerinde du­mura uğrama olduğunu, bu durumun domuz etinin ruh üzerine menfi tesirin­den ileri geldiğini bildirmiştir. Fransız filozoflarından Savorin "bana ne yedi­ğini söyle senin ne olduğunu söyliyeyim." demiştir. Reokeweg" insan ne yi­yorsa onun aynidir" diye bir Alman atasözünden bahseder. Dr. Galip ATAÇ ise, domuz yağının E vitaminini yok ettiğini, domuz eti yiyen Avrupalı erkeklerin eşlerini bu sebepten kıskanmadıklarını yani domuza benze­diklerini ifade eder. Bu iddiaları bilim­sel olarak açıklamak gerekebilir. Ama yenilen gıdaların insan şahsiyet ve ka­rakterleri üzerine tesiri olabilir. Zira bugün biliyoruz ki, yenilen gıdalar bil­hassa proteinler hücrede yapı taşı, hücrede fonksiyon, hücrede karakterle­ri taşıyan kromozom oluyor. Böylece bir canlının özellikleri bu kimyasal re-aksyonlarda belirleniyor. Bu reaksi­yonları da DNA moleküllerindeki ge­netik şifre düzenliyor. Bu kimyasal reaksiyonlarda oluşan protein mole­külü içinde bir aminoasit yerine bir başkasının yerleşmesi ile ortaya çıkabilecek değişiklik önemli olabili­yor. Bugün genetik hastalıklar böyle izah ediliyor.

Ülkemizde domuz eti yenilmesi hakkında şimdiye kadar pek çok çaba gösterilmiştir; bu bugünde devam etmektedir.

Bu konuda Cumhuriyetin ilk yılla­rında çeşitli gayretler var. Bu kimseler öncelikle doktor ve veteriner hekimlerdir. Bunlardan ilki İstanbul mezbahası baş veterineri Nevzat beydir. Nevzat bey tahsil için Almanya'ya gitmiştir. 1926 yılında İstanbul Belediyesi mec­muasında yayınlanan bir yazısında domuz eti yenilmesi gerektiğini yazmıştır. Bundan sonra Dr. Milaslı İsmail Hakkı (1933) "İslâm dininde et­lerin tezkiyesi" adı ile bir risale yazarak domuz eti, hatta kan ve leşlerinin bile temizlenerek yenilebileceğini iddia etmiştir. Dr. Milaslı İsmail Hakkı Kurân-ı Kerim'in Maide Suresi 3. âyetindeki Arapçada boğazlama mana­sına gelen "tezkiye"yi temizlemek manasına gelen "tezkiye" ile karıştı­rarak Kurân-ı Kerim'i tahrif etmiş ve müslümanlara domuz eti yedirmek gayretinde bulunmuştur.

Sonraki yıllarda Dr. Ekin, Dr. Milaslı gibi "tezkiye" kelimesine takılarak 1971 yılında Türkiye Hastane Mütehassısları Derneğine "domuz eti­nin yenilmesinde bir sakınca olmadığı hakkında" adlı bir tebliğ göndermiş, bu tebliğ okunmuş, ayni celsede hazır bu­lunan Dr. Halim Bilsel ve bu satırların sahibi tebliğin ilmi bir değeri olma­dığını ifade etmişler, tebliğ mecmuada neşredilmemiştir. Bilahare Dr. Ekin bu tebliği bir kitapçık halinde yayın­lamıştır. 1978 yılında televizyonda bir konuşmacı "ben domuz eti yiyorum bunda sakınca görmüyorum" demiş; Diyanet İşleri Başkanı Sayın Tayyar Altıkulaç bu konuda bir açıklamada bulunmuş. Bir gazetede Ali Sirmen Sayın Altıkulaç'a cevap vermiş. Sayın Hasan Pulur bu konuda objektif bir değerlendirme yapmıştır. 1982 yılında bir gazete bazı firmaların sucuklara domuz eti katıldığı haberini veren mu­habir bir sabah evinden çıkarken fena halde dövülüyor. 1984 yılında Siyasal Bilgiler emekli Profesörü Fehmi Ya­vuz domuz etinin yenilmesi hakkında bir kitapçık ve 1985 yılında İzmit'te domuz çiftliği kuran Oralp Basım ile Kocaeli gazeteside bir röportaj yayın­landı. Bilahare Cumhuriyet gazetesin­de Mustafa Ekmekçi sütununda domuz etinin yenilmesi hakkında bilgiler ver­meye çalıştı. Fakat Türk halkının bu düşüncelere itibar etmiyeceği anlaşı­lıyor. Bütün bunlar Türk halkına domuz eti yedirilmesi hakkındaki çaba­lardır. Eskiler yüce milletimizi dalalet üzere imiş gibi görüp de hidâyete çağıran ilim havarileri idi. Sonuncular ise bilhassa büyük şehirlerde domuz çiftlikleri kuran ticaret erbabının ka­zanç gayeleridir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanlara hayvanlardan bulaşan tehlikeli has­talıkların başında domuzdan insanlara geçen trişin ile köpeklerden bulaşan hi-datik kist gelir. İslâm'da bu iki hay­vanın (domuz ve köpek) birisinin etinin haram, Ötekinin evlere sokulmasının mekruh addedilmesi bir tesadüf kabul edilmemelidir.

Ülkemizde domuz eti yenilmesi ge­rektiğini iddia edenlerin aksine hal­kımızın protein ihtiyacı domuz eti yeri­ne başka hayvanlardan sağlanabilir. Çünkü muhtelif hayvan etleri protein, yağ, kalori ve gıda değeri bakımından mukayese edildiği takdirde beslenme­de tercih edilecek et, dana etidir. Bun­dan sonra sığır, koyun, keçi ve kümes hayvanları etleri gelir

Bu sıralamada domuzun yeri en son­dur. Zira domuz etinde yağ ve yağ do­kusu diğer kasaplık hayvan etlerinden daha çoktur, bu sebepten hazmedilmesi güçtür. Domuz etinin protein ve gıda değeri düşüktür. Bütün bunlar bir ette istenmeyen özelliklerdir. Görülüyor ki, domuz etinin hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstelik insan sağlığı açısından mahzur­lar arzetmektedir. Bu sebeple hal­kımızın protein ihtiyacı diğer hayvan etlerinden sağlanmaktadır. Bu konuda uzmanlar ülkemizde protein ihti­yacının kanatlı kümes hayvanlarından sağlanmasını tavsiye etmişlerdir. İsrail Tevrat'taki domuz eti yasağına uyarak et sorununu kanatlı kümes hayvanları ile çözümlemiştir. Son yıllarda devlet üretme çiftliklerinde yeni bir koyun üretme metodu geliştirildiğinden bah­sedilmektedir. Bu metod eksik yem ve eksik emzirme ile 2 yılda 3 kuzu almak esasına istinat etmektedir. İslâm Pey­gamberi (s.a.s)'de "koyunda ve koyun etinde bereket vardır" buyur­muşlardır. Kaldı ki, ülkemiz her türlü hayvancılığa elverişlidir. Çeşitli hay­van türleri ıslah edilip geliştirilebilir, meralar ıslah edilip, hayvanların para-ziter ve salgın hastalıkları, hayvan kaçakçılığı ve erken kuzu kesimi önlendiği takride hem et ihtiyacımızı karşılar hem de ülke kalkınmasına yardımcı olunabilir. Ancak günümüz­de sadece sosis, salam, sucuk değil, birçok gıda maddesine tahsis yapıldığı bilinmektedir. Bu sebepten gıda mad­deleri tüzüğü yeni baştan gözden geçi­rilmeli, bilhassa bir gıda kontrol teşkilatı kurulmalıdır. 131



Dostluk:

İnsanlar arasında sevgi ve samimiyet duygularına dayanan bağlılık" demektir.

İyi ile kötü, güzel ile çirkin, hak ile batıl, hidâyet ile dalalet, nur ile zulmet, aydınlık ile karanlık, ilim ile cehalet, cennet ile cehennem nasıl birbirlerinin zıddı ise dostluk ile düşmanlık da öylece birbirlerinin zıddıdır.

Birbirine zıd olan şeyler bir arada bu­lunamazlar. Hemen mücadele başlar. Bu mücadele dünya kurulduğu günden beri devam etmektedir. Bu mücadele, 14 asır evvel bütün şiddetiyle kendini göstermiş ve son hızını almıştır. Günü­müze kadar gelen bu mücadele kıya­metin kopuşuna kadar da devam ede­cektir.

Bu mücadelede Allah'a, Allah'ın me­leklerine, kitaplarına, peygamberleri­ne, ahiret gününe, kadere (hayır ve şerrin Allahdan olduğuna) öz ifade ile imani esaslann tümüne birden inanan ve bu inancın bir gereği olarak salih ameller işleyenler bir tarafta; imani esaslara inanmayan, maneviyata taal­luk eden konuları ağzına dahi almayan, nefsinin esiri, şehvetinin zebunu, in­sanlık meziyetlerinden, insanlık şeref ve haysiyetinden uzak olan maneviyatsız kişiler ise diğer tarafta yerlerini almışlardır.

Yüce Rabbimiz bîr âyet-i kerimede mealen şöyle buyuruyor:



"Ey iman edenler, müminleri bıra­kıp kafirleri dostlar edinmeyin.”132

Bir diğer Âyet-i kerimede ise:



"Ey iman edenler, yahudileri de nasranileri de kendinize dost (ve üstünüze hakim) edinmeyin. Onlar (ancak) birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hakim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah o zalimler güruhuna muvaffa­kiyet vermez.”133 buyuruyor.

Bizim, dostumuz, bizleri yoktan vareden ve mahlukatın en şereflisi en mümtazı kılan, sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan buyuran, eşi ve ben­zeri olmayan, âlemlerin yegâne Halikı ve Mâliki olan yüce Rabbimizdir.

Bizim dostumuz, Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizi görme ve sohbetin­de bulunma, mübarek sözlerini dinle­me bahtiyarlığına erişen ve Fahr-i Alem (S. A.S) Efendimizin:

"Benim ashabım (gökteki) yıldız­lar gibidir; hangisine uyarsanız, doğru yolu bulmuş olursunuz." bu­yurduğu Ashab-ı Kiramdır. Tabiin ve tebeüt tabiindir. Bizim dostumuz, Al­lah'ın dostları, Fahr-i Alem (s.a.s) Efendimizin dostları, sünnet-i seniyyeye mutlak manada ittiba eden, ahlak-ı Muhammediyi kendilerine rehber ka­bul ederek ona göre hayatlarını idame ettiren, yemede içmede, yatmada kalk­mada, konuşmada, gülmede, kızmada, ağlamada, çalışmada, yürümede, iba­det etmede, Allah'a dua ve niyazda bulunmada hasılı bütün işlerinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizi örnek alan, nurunu, feyzini, aşkım, mâ­nevi gıdasını, mânevi ilimleri O'ndan alan Evliya kullarıdır.

Bizim dostumuz, Allah'a gerçek mânâda kul, Resûlullah (s.a.s) Efen­dimize gerçek ümmet olan ve İslamın nurlu ve mübarek yolunda sadakat ve ihlâsla yürüyen salihlerdir.

Bizim dostumuz, Allah'a gerçek mânada kul olabilmek için ibadetin ma­nevi zevkini tadarak ihlâsla ibadet eden, İslâmın icaplarını yerine getiren, Kur'an'a teslim olarak Onun hüküml­erini tatbik eden abidlerdir.

Bizim dostumuz, dünyanın çirkef du­rumlarından uzak, insanlardan uzak, dedikodudan, gıybetten, yalandan, iftiradan, arkadan çekiştirmeden, haram yemeden, kalp kırmaktan, huzur boz­maktan, dünya meşakkatinden, dünyanın aldatıcı zevklerinden uzak bir halde Rabbine ibadet eden, gözyaşları döke­rek dua ve niyazda bulunan zahidlerdir.

Bizim dostumuz, imani esasların tümüne birden inanan, tevhid akidesi­ne, İslâm inancına sahip Allah ve Resûlünün aşkıyla yanan, Allah'a kul, Resûlullah (s.a.s)a ümmet olabilmenin he­yecanı ile yaşayan, Kur'anın nuru ile yolunu aydınlatan, İslâm yolundan yürüyen gerçek mümin ve müslümanlardır. İşte gerçek dost bunlardır.



Dönme:

Dinden dönmüş, din değiş­tirmiş kişi.

Bizim tarihimizde ise dönmeler, 17. yüzyılda Mesihliğini ilan eden Sabetay Sevi'nin müslüman olması üzerine, onun gibi müslüman olan kişilerdir. Musevi asıllı bu kişiler, müslümanlığı kabul etmelerine rağmen, gizlice Yahudi ayinlerini sürdürdüler ve müslümanlarla evlenmeyi yasakladılar. Dön­meler, Jön Türk hareketine ve II. Meşrutiyetin ilanına (1908) doğrudan etki etmişlerdir. Selanik'te yaşayan dönmelerin çoğu Kurtuluş savaşından sonra İstanbul'a yerleşmiştir.

Dört Halife 134

Dört İmam 135




Dövme:

İnsan vücudunda el, kol, yüz, göğüs vb. gibi azalara iğne veya benzeri bir aletle çizilerek yapılan, mürekkep gibi bir boya maddesi kul­lanılarak renklendirilen resim, nişan için verilen ad. Arapça'da ve Kur'an di­lindeki karşılığı "veşm" dir. Cahiliye araplannın kadınları arasında süs için yapılırdı. Yunanlılar ve Bizans hristiyanları arasında da yaygındı. Os­manlılarda Yeniçeriler döğme yapmış­lardır. Dövme yapma adeti günümüzde de Müslüman olmayan toplumların çoğunda hala süregelmektedir. Dövme yaptıran kişinin bunun için büyük bir acıya tahammül etmesi gerekmektedir. Dövme için domuz veya balık ödü, susam yağı, is, kara barut, çin mürek­kebi veya bilmediğimiz boya kul­lanılmaktadır. İslam "veşm"i; Al­lah'ın yarattığını bozmak ve güzelliğim çirkinleştirmek olduğu için Şeytan'ın ameli olarak saymış ve haram kılmıştır. Bununla ilgili Peygamberimizin "Al­lah dövme yapan ve yaptırana......”lanet etmiştir" hadisi olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'in Nisa Suresi 119. âyeti de delil Sayılmıştır.



Dua:

İnsanoğlunun en büyük teselli ve ümid kaynağı şüphesiz duadır. Dua, insanı sıkıntılardan, mânevi buhranlar­dan, ruhi bunalımlardan kurtaran bir sığınaktır. Dua, insanı Allah'a yaklaş­tıran bir vasıtadır. İhlâs ve samimiyetle Allah'a açılan eller geri çevrilmez. Göz­yaşları içinde yapılan dualar müstecap olur. İnsanın gönlünü mesrur eder ve ru­huna zindelik kazandırır.

Yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimede meâlen şöyle buyuruyor:

"(Rabbim) kullarım beni sana so­runca (haber ver ki) işte ben muhak­kak yakmımdır. Bana dua edince ben o dua edenin davetine icabet ede­rim." 136

Dua, hemen her zaman yapılır. Anca temiz olmak, abdestli bulun­mak, temiz bir yerde, mübarek bir gün ve gecede, kutsal bir mekanda yapmak, duanın kabulüne vesiledir. Cuma gece­si, bayram geceleri, kandil geceleri ile curna günü bilhassa "eşref-i saat" adı verilen duaların makbul olduğu bir sa­atte yapmak... Yine Ka'bede, Ravza-i mutahharade, arafatta, müzdelifede, hacerül esvette, altın olukta, zemzem kuyusu başında, ezan okunduktan sonra, kametle farz arasında, hatip minber­de hutbe okurken, iki hutbe arasında oturduğu zaman yapılan dualar...

Ellerimizi açıp boynumuzu bükerek Rabimize yalvarmamız, gözyaşları içinde ihlâs ve samimiyetle niyazda bulunmamız, bunların bir neticesi olarak da dileğimizin ihsanı bizim için en büyük saadet ve mutluluktur.

Her namazda okuduğumuz fatiha sûresi de bir dua örneğidir:

Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim, din gününün (tek) sahibi ve mutasarrıfı (olan) Allah'a mah­sustur. Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz, yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, (kendilerine) nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazabına uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil." (Âmin). 137

Evet sünnet ve vaciplerle beraber günde kırk rekât namaz kılmakta ve her rekâtta fatiha suresini tekrarlamaktayız.

Duanın en makbul ve efdal olanı; ri­yadan, gösterişten, yalandan uzak, ica­bet saatine yakın olanı ve gizlice yapılanıdır. Yine bilhassa seherlerde, nzık kapılarının açıldığı bir zamanda, tenhalarda gözyaşları içinde inanarak yapılanıdır.

Seherlerde yaptığınız dualar, bize ac­zimizi idrak ettirir, İbadetin manevi zevkini tattırır, Allah'a kul olmanın sevincini yaşatır. Seher vakti, ruh sade­liği ve gönül hoşnudluğu içinde Rabbimize daha çok ibadet eder, daha çok dua ve niyazda bulunuruz.

Peygamberimiz (s.a.s), Enes bin Malik (r.a) Hazretlerine:

“Ey Enes! Çok dua et. Zira dua, kaçınılmaz kazaları red ve def eder,” buyurmuşlardır. Bir diğer hadis-i şeriflerinde ise:

Ey Ashabım! Sizi düşmanlarınızdan kurtaracak, rızkınızı genişletecek bir şeye delalet edeyim mi? Gece ve gündüz Allah'a dua ediniz. Zira dua, mü'minin silahıdır,” buyurmuşlardır.

Yaptığımız duaların Allah katında makbul olabilmesi için herşeyden önce yediğimiz lokmaların helâl olması gerekir. Helâl lokma, dualarımızın kabu­lüne vesiledir. Helalden kazanmalı, temiz ve helal lokmadan yemeli, aile efradımıza da helal lokma yedirmeli­yiz.

Birgün Sa'd İbni Vakkas hazretleri, peygamberimize gelerek dualarının niçin kabul olmadığını sormuş. Peygamberimiz:

Ya Sa'd! Haramdan sakın. Zira bir kimsenin karnında haramdan bir lokma bulunursa kırk gün duası kabul olmaz,” buyurdu.

Temiz ve sağlam bir inançla dua et­meliyiz. Her türlü küfür ve putperest­likten uzak, tevhid inancına sahip ola­rak samimiyet ve ihlâsla Allah'a açılan ellerin boş çevirilmeyeceğine, mahzun kalplerin sevindirileceğine inanmalıyız.

Abdest almak veya gusletmek sure­tiyle temizlendikten sonra kıbleye yönelerek dua etmek; duada, ebeveyni­mizi ve bütün mü'minleri zikretmek, duanın sonunda da "âmin"diyerek elle­rimizle yüzümüzü meshetmek duamı­zın kabulüne vesiledir.

Hemen şunu ifade edelim ki anne ve babanın, hastanın, yolcunun, misafirin, mazlumun duaları birer ganimettir. Cuma günü, cumanın ikinci ezanı ve iki ezan arası, her namazda ezan ile ka-amet arası, gurup vakti, her gecenin yarısı veya üçte birinin sonu, seher va­kitleri, cuma, regaib, miraç, kadir, be­raat, arife ve bayram geceleri, iftar vakti ve insanın kalbine hüzün çöktüğü zamanlarda duayı ganimet bilmeliyiz.

Yine Ka'beyi görürken, Hacer-i esved, makam-ı İbrahim, Ka'be ile makam-ı İbrahim arası, zemzem kuyusu, Ka'benin Yemen, Şam ve Irak rükün­leri, Safa ile Merve, Müzdelife, Mina, cemreler, arafat, tek kelime ile duanın kabul olacağı mübarek beldeleri fırsat ve ganimet olarak bilmeli, ona göre dua ve niyazda bulunmalıyız.

Yüce Rabbimiz,Kur'an-ı Kerim'de meâlen:

"En güzel isimler Allah'ındır, O halde O'na (Allah'a) bunlarla (Al­lah'ın isimleriyle) dua ediniz.”

Peygamberimiz (S. A.S) de şöyle bu­yuruyorlar:

Dua ibadetin özüdür 138Allah'a dua etmekten daha değerli hiçbirşey yoktur.139 "Dua mü'minin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nuru­dur.”140 "GİZLİ (olarak veya kimsesiz yer)de yapıla­cak bir dua, açıkta yapılan yetmiş duaya denktir.141 "Şu dört (vakit) de gök kapılan açılır ve (yapılacak dua) kabul olunur: Allah yolunda yapılan savaşta saflar karıştıkları zaman, yağmur yağar­ken, namaza doğrulduğunuz sırada ve Ka'be görüldüğü vakit.142

Dualarımızın müstecap olabilmesi için yukarıdaki hadis,i şeriflere dikkat edip ona göre hareket etmeli. Sevgili Peygamberimizin yapmış oldukları du­aları kendimize rehber edinip ihlâs ve samimiyetle dua etmeliyiz. Ancak bu şekilde umduklarımıza nail oluruz.


Peygamberimiz (s.a.s) in Dilinden Dualar:

Her konuda olduğu gibi Allah'a dua ve niyazda bulunma konusunda da bizim en güzel ve eşsiz örneğimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen sev­gili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizdir. O, İslâm'ın icaplarını nasıl yerine getirmiş, nasıl ibadet etmiş ve nasıl dua ve niyazda bulunmuşsa bizim de aynı şekilde İslam'ın icaplarını yerine getirmeye gayret etmemiz gerekir. Zira, onun ümmeti olarak bu, bizim en büyük şiarımız olmalıdır. Allah'a kul, Peygamberimize layık bir ümmet ola­bilmemiz için onun gittiği yoldan git­memiz ve onun sünnetine sımsıkı sarılmamız gerekir. Bu Allah ve Resûlünün rızasını kazanabilmenin bir gere­ğidir.

Bir kimse İslâmiyeti kabul edince Peygamberimiz, önce ona namaz kıl­masını, sonra da dua etmesini öğretir­lerdi.

Peygamberimiz (s.a.s) şöyle dua etmişlerdir:

Allahım, beni yargıla, beni esirge, bana hidâyet et, bana afiyet ve rızık ihsan et.”143

Allahım, senden hidâyet, takva, iffet ve zenginlik (ihsan etmeni) dile­rim.”144

Allahım, sen affedicisin, affetmeyi de seversin, beni de affet, günahla­rımı bağışla.”145

Bir savaş sırasında şöyle dua etmiş­lerdir.



"Ey kitap indiren, hesabı çabuk olan Allah, (düşman tarafındaki top­lulukları perişan ediver. Allah'ım, onları dağıtıver ve sarsıntıya uğrat (da savaşta acze düşsünler.)" 146

Peygamberimizin sık sık tekrarladık­ları dualardan bazıları şunlardır:

Allahım, dünyada ve ahirette sen­den sağlık ve afiyet dilerim.”147

Allahım, bizi yarlığa, bizi esirge, bizden razı ol (ibadetlerimizi kabul et, bizi cennete koy ve ateşten kurtar. Her halimizi de iyileştir." 148

Allahım, cimrilikten, tembellik­ten, erzel-i ömür (e düşmek)den, ka­bir azabından hayat ve ölüm fitne­sinden sana sığınıyorum," 149

Allahım senin tüm kelimelerinle yarattığın şeylerin şerrinden (yine sana) sığmıyorum.”150



"Allahım, kabir azabından, cehen­nem azabından deccalın fitnesin­den, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınıyorum." 151

Abdullah b. Abbas, Fahr-i Kainat (s.a.s) Efendimizin bu duayı ashabına Kur'an âyetlerini öğretir gibi öğrettiğini rivayet etmiştir:

Allahım, ateşle imtihan edilmek­ten, ateş azabından, zenginliğin ve fa­kirliğin şerli taraflarından sana sığınıyorum.”152

Allahım, fakirlikten, azlıktan, zil­letten sana sığınıyorum. Bir de zul­metmekten ve zulme uğramaktan (haksızlığa uğramaktan) sana sığını­yorum." 153

Allahım, sedef hastalığından, de­lilikten, cüzzam ve hastalıkların kö­tüsünden sana sığınırım.”154

Allahım, ayrılıktan, nifaktan ve kötü ahlaktan sana sığınıyorum." 155

Allahım, dört şeyden; faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doyma­yan nefisten ve kabul olunmayacak duadan sana sığınıyorum." 156

“Allahım, açlıktan sana sığınıyo­rum. Zira açlık fena bir arkadaştır. Hıyanettende sana sığmıyorum. Mu­hakkak o kötü bir huydur." 157

“Allahım, işlediğim ve (henüz) işlemediğim şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.”158

“Allahım, keder ve hüzünden, borç yükünden ve insanların galebesin­den sana sığınıyorum.”159

“Allahım, beni öğrettiğinle fayda­landır. Bana faydalı olan şeyi öğret ve ilmimi artır.”160

“Allahım, erkek ve dişi şeytanlar­dan sana sığınıyorum.”161

Yemeklerde şöyle dua ederdi:

"Bu yemeği bana veren, benden bir güç ve kuvvet sarfı olmadan beni bu (nimet) ile rızıklandıran Allah'a hamd olsun.”162

Evden çıkınca da şu duayı okurlardı:

"Allahım, (dışarda kaldıkça) sapıt­maktan, noksanlıktan, haksızlık yapmak ve haksızlığa uğramaktan, cahilce hareket etmekten veya cahil­lerin üzerime musallat olmalarından sana sığınıyorum.” 163

"Allahım, kalbimi dininin üzerine (dininin esasları üzerinde) sabit kıl." 164

"Allahım, benimle hatalarım ara­sını doğu ile batı arası gibi aç. Rabbim, beyaz elbisenin kirden temiz­lendiği gibi beni günahlardan temizle." 165

İstiğfarın, tövbenin büyüğü şöyle dua etmektir: "Allahım, sen benim Rab­bimsin. Senden başka ibadete layık hiçbir şey yoktur. Sen beni yoktan varettin. Ben senin kulunum... Sana verdiğim sözde gücümün yettiği kadar duruyorum. Yaptığım günah­ların kötülüğünden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetleri ikrar ede­rim, kusur ve kabahatlerimi de itiraf ederim. Benim suçlarımı ört (bağış­la), senden başka günahları bağışla­yacak yoktur. (Ancak sen varsın)." Kim, bunu -iyice inanarak- gündüz okur da ölürse cennete gider. Kim, geceleyin böyle yalvarıp da ölürse cennete gider." 166

"Allahım, kalbimde nur, gözümde nur, kulağımda nur, sağımda nur, solumda nur, üstümde nur, altımda nur, önümde nur, arkamda nur kıl, benî nur eyle.”

Bir diğer rivayette ise "sinirimi, eti­mi, kanımı, kılımı, derimi nur kıl" cümlesi de vardır. 167

Yatarken de şöyle dua ederdi:

"Allahım kendimi sana teslim et­tim, işimi sana bıraktım, sana da­yandım. Rahmetine güvenerek ve azabından korkarak uyudum. Sen­den başka sığınak ve kurtaracak yok, ancak sen varsın. Gönderdiğin kita­ba ve yolladığın Peygambere inan­dım." Kim, bunları yürekten söyler ve o gece içinde ölürse İslâm yara­dılışı üzere o\müşo\ur.168

Duha Sûresi:

Kuşluk vaktinde ye­minle başladığı için bu ismi alan ve Kur'an'ın 93. sûresi olan Duhâ sûresi, Mekke-i Miikerreme'de nazil olmuştur. Resûlullah (s.a.s)in faziletine işaret bu­yurdukları bu sûre, Kısar-ı Mufassal grubunu oluşturan sûrelerden biridir.

Fetret-i Vahiy'den sonraPeygamberi-mizin mahzuniyetini gideren ve ona müjdeler veren mübarek bir sûredir. 11 âyettir.

Duhâ sûresi, Fecr sûresinden sonra nazil olmuştur.

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla;

1- Kuşluk vaktine andolsun,

2- Durgunlaştığı zaman geceye an­dolsun ki,

3- Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.

4- Elbette senin sonun, ilkinden iyi­dir (hayâtının sonu, ilkinden, âhire-tin dünyadan iyi olacaktır).

5- Rabb'in sana verecek ve sen razı olacaksın (üzülme).

6- 0 seni yetim bulup barındırmadı mı?

7- Seni şaşırmış bulup yola iletme­di mi?

8- Seni fakir bulup zengin etmedi mi?

9- Öyleyse sakın öksüzü ezme,

10- Dilenciyi azarlama.

11- Ve Rabb'inİn nimetini anlat.

Duha Namazı:169




Duhan:

Sözlükte, "duman" anlamı­na gelmektedir. Terim olarak,



a) kıya­metin büyük alametlerinden biridir,

b) Kur'an-ı Kerim'in 44. süresidir.

Duhan Sûresi:

Kur'an-ı Kerimde 44. suredir. Bu isim 10. âyetteki DU­HAN kelimesinden gelmektedir. Zuhruf sûresinden sonra nazil olmuştur. Mekke'de nazil olmuştur. Bu sûre, 59 âyettir. "Hâ Mîm'ler grubu arasında yer alan bir sûredir. Kur'an'ın mübarek bir gecede Levh-i Mahfuz'dan dünya semasınaindirildiği belirtilmektedir.

Ayrıca yeryüzünü şiddetli bir duma­nın kaplayacağı ve bu dumanın etkisi altında kalan mü'minlerin nezleye yakalanmış gibi, kâfirlerin ise sarhoş olrriuşçasına sarsılacaklarına da işaret edilmektedir. Bu sûrede, inkarcılar kıtlık ve kuraklıkla tehdid edilmislerdir. İnkarcıların ahiretteki ahvali, cezalandırılması ile muttakilerin, ger­çek mü'minlerin ahiret âleminde nasıl mükâfatlandınlacağı da beyan edil­miştir.

İşte Duhan sûresinin adını aldığı 10. âyet-i kerime:



"Göğün, açık bir duman getireceği günü gözetle,"

Bu duman hakkında başlıca iki görüş ileri sürülmüştür.



1- Duman, Araplarda kıtlıktan da ki­naye olabilir. Bu âyet, büyük bir kıtlık olacağına işarettir. Nitekim Arabistan'da büyük bir kıtlık olmuştur.

2- Bu duman, Peygamberimizden rivayet e-dildiğine göre kıyamet alametlerinden olan ve göğü kaplayacak olan du­mandır. Bu duman, doğu İle batı arasını dolduracaktır.

Atılan atom bombalarıyla gerçekten insanları bir duman sarmıştır. Şâyet kıyamet olayında atmosfer atomları tutuşursa veya çıkacak genel bir dünya savaşında bir kaç atom birden patlatılırsa bütün insanları bir duman sarar, mahveder. Bu âyet, Kur'an'ın ge­lecekte vukubulacak bilimsel keşifleri gösteren mucizelerden biridir. Belki de ileride meydana gelecek ve insanlığı yok edecek gazlı, dumanlı, korkunç si­lahlarla işaret etmektedir. 170

Peygamberimiz (s.a.s) bu sûre hakkında şöyle buyurmuştur:

"Kim herhangi bir gecede Duhan sûresini okursa 70.000 melek kendi­sine istiğfar ettiği halde sabahlar." 171

"Kim cuma gecesi Duhan sûresini okursa bağışlanır.”172

Duman: 173




Düldül:

Hz, Peygamber Efendi-miz'in Hz. Ali'ye bağışladığı beyaz dişi birkatınnadı.



Dûmetü'l Cendel:

Tebük civa­rında, Şam'a 250-300 km mesafedeki bölgenin adı. Hicretin dokuzuncu yılında Şam hristiyan araplannin Bi­zans kralı Herakleios'un desteği ile Me­dine'ye saldırmak üzere hazırlık yaptığını haber alan Hz. Peygamber (a.s) otuzbin kişilik bir ordu toplayaraka Tebük'e geldi. Ne Rumlardan ne de araplardan bir hareket görmeyen Pey­gamberimiz burada bir süre konakladı. Tebük'deki karargahı sırasında Halid Bin Velid'in emrine dörtyuz kişilik altı birliği vererek Dûmetü'l Cendel'in ha­kimi olan hristiyan likeydir b. Abdülmelik'e gönderdi. Ukeydir'in kalesi­ne yaklaşan İslara birliği o sırada av için kale dışına çıkmış olan Ukeydir'i kısa süren bir çatışma sonucu ele geçirdiler. Halid b.Velid Ukeydir'le anlaşma yaparak, kendisini Peygambe-rimiz'e götürmek, ikibin deve, se­ki zyüz at, döityüz mızrak ve zırh almak şartıyla kaleye saldırmadı. Resûlullah'ın yanına vardıklarında efendimiz onu ve kardeşini İslam'a davet etti. Kabul etmeyerek cizye ödemek iste­diklerini söylediler. Bu istekleri kabul edilerek salıverildiler.



Dünya:

Üzerinde yaşadağımız yer yuvarlığı, ahiretin zıddı, şimdi yaşayıp-öldüğümüz küre. Kur'an-ı Kerim'de dünya hayatının inançsızlara süslü ve cazip gösterildiği, oysa bu dünya hayatının aldatıcı olduğu asıl güzellik­lerin ahiret hayatında bulunduğu anlatılmaktadır. Çünkü bu dünyadaki hayat geçicidir, oysa Öte dünyadaki (ahiretteki) hayat süreklidir. Kur'an bu dünya hayatının cazibesine aldanıp heva ve heveslerine kapılardan kına­makta ve müminlerin dünya ve Ahiret hayatının güzelliklerini birlikte isteme­lerini tavsiye etmektedir. Peygamber efendimiz de müslümanlann asıl ahiret için hazırlık yapmalarını, asıl önemi ona vermeleri gerektiğini bildirmiş; bu­nunla birlikte bu dünya işlerinden de el etek çekilmesini uygun görmemiştir. İslam büyükleri de, ehl-i dünya değil, târiki dünya olunmasını tavsiye etmiş­lerdir. Yani dünyaya hırsla sarılmak, bağlanıp kalmak va ahireti unutmaktan menedilmiş, dünyanın birgeçiş yeri, müslümanın da bir yolcu olduğu dü­şüncesiyle buraya burada yetecek kadar değer verilmesi gerektiği öğütlenmiştir.



Dürzilik:

Şiiliğin İsmaüiye kolun­dan doğma, Fatımî vezirlerinden Ham-za b. Ali tarafından kurulduğu bilinen batıl bir mezhep. Mehzebin ortaya çıkış yıllarında ileri gelenlerinden Nuştekin ed-Durzi (1019) ye nisbet edilerek bu ismi almıştır. Tarih boyunca müslümanlara hep düşmanlık eden dürziler haçlı seferlerinde hristiyanlarla işbir­liği yaparak savaşlara katılmışlardır. İslam dışı batıl bi r mezhep oldukları ke­sindir. İnançlarına göre Allah'ın gerçek

uluhiyyeti (Iahut)nin yanında beşer olarak göründüğü şekli (nâsut) de vardır ve bu şekilde sadece Fatımî sul­tanı el-Hakim'de belirmiştir. Gerçek tevhid inancı da buna iman etmektir. Bu imana ulaşan kişinin hiçbir ibadet zorunluğu yoktur. Günümüzde Lüb­nan, Filistin, Ürdün ve Suriye'nin bazı kesimlerinde mevcudiyetlerini sürdürmekte olan dürzilerin iman şartlan şunlardır:

1- el-Hakim bi Emrillah Allah'tır ve Muhammed'in şeriatını neshetmiştir.

2- En şerefli mahluk Hamza b. Ali'dir.

3- Baş vezir haktır.

4- Kelime-i şehadet, na- maz, oruç, hac, zekat ve cihad batıldır. Yerine iman kardeşliği, doğruluk, ibadetleri terk, şeytanı ve cinleri inkar, mutlak insan iradesine iman ve el-Hakim'in iradesi­ne teslimiyet hak olmuştur. Dürziler cennet, cehennem, kürsî, arş ve hesap gibi uhrevi şeylerin dünyada olduğunu iddia ederler.

Düşman:

Dostun zıddıdır. Âyet ve hadislerde bize, dostlarımız ve düş­manlarımız tanıtılmıştır.

Bizim düşmanımız, Allah'ın rahme­tinden uzaklaştırılan, cennetten kovu­lan, Allah'ın lanetine uğrayan, insanları doğru yoldan uzaklaştıran, zihinleri bu­landıran, kalplerden imanı çalmak iste­yen, insanları Allah'a isyana zorlayanşeytan'ı aleyhillanedir.

Bizim düşmanımız, bir zamanlar kısır aklıyla, küçücük beyniyle Al-lahlık davasında bulunan, Musa (A.S) a karşı gelen, onun peygamberliğini ya­lanlayan ve ona isyan eden firavun ve günümüzdeki yoldaşlarıdır.

Bizim düşmanımız, bir zamanlar "ben yer tanrısıyım" diyen, Allah'a isyan eden ve O'na harp ilan eden, İbrahim (a.s)ı mancınık ile korkunç ateşlerin içine atan, küfür sancıları içerisinde en küçük mahluk olan bir sivrisineğe mağlub olarak işkenceler, sıkıntılar içerisinde ve ızdıraplar içeri­sinde habis ruhunu teslim eden nemrut ve onun günümüzdeki uzantılarıdır.

Bizim düşmanımız, yıllarca kainatın Efendisini rahatsız eden, İslâm nurunu şom ağızlarıyla söndürmeye çalışan, her fırsatta müslümanlara saldıran, küfr-i inadi içerisinde bocalayan Ebu-cehiller, Ebu lehepler, As İbni Vailler ve günümüzdeki aynı düşünceye sahip kimselerdir.

Bizim düşmanımız, Allah ve Rasulünün lanetine uğrayan, fitne ve fesat ehli, tarih boyunca gayeleri kışkırtma, insanları birbirine düşürme, kanlı hadiseler meydana getirme olan, haya örne­ği Hz. Osman (r.a)ı şehid eden kosko­ca İslam İmparatorluğunu parçalayan yahudiler ve günümüzdeki torunlarıdır.

Bizim düşmanımız, Allah, peygam­ber, din, iman, namus tanımayan, mül­kiyet hakkını reddeden, devletin temeline dinamit koyan, anarşik hadiseler çıkaran, subay, er ve polislerimizi vazi­fe başında insafsızca kurşunlayan, ihti­lal provaları hazırlayan, milleti birbiri­ne düşüren, gayeleri bölmek ve parçala­mak, memleketimizi bir müstemleke haline getirmek, camilerimizi kapat­mak, Ezan-ı Muhammediyi susturmak, müminleri cami ve cemaattan uzak­laştırmak olan ve bunun için yer altı ve yer üstü faaliyetlerinde bulunan komünistlerdir.

Bizim düşmanımız, Allah'a ve pey­gambere, dine ve imana sırt çeviren, şeytanın, Firavunun, Nemrudun, Şeddadin, Ebucehilin, Ebu lehep, As İbni Vail'in, yahudilerin, komünistlerin, öz ifade ile islâm düşmanlarının yolundan giden, onların yaptıklarını yapmaya çalışan, gözlerini küfür perdesi ka­patmış, kulaklarını küfür pasları tıka­mış, kalplerinin üzerine küfür mührü vurulmuş gayesiz, düşüncesiz, şuur­suz, hissiz, merhametsiz, edebsiz, vic­dansız ve maneviyatsız kişilerdir.

İşte müslümanlar olarak bizim düş­manlarımız da bunlardır.

Müslüman, kafirlerle hiçbir zaman dostluk kuramaz. Onlarla bir arada otu­ramaz. Müslüman, yukarda saymış olduğumuz düşmanları hiçbir zaman dost olarak kabul edemez. Onları bağrına basamaz. Onlarla ünsiyet kuramaz. Onlarla samimi olamaz. Onlara itimat edemez. Onların sözlerine güvenemez. Şunu katiyetle bilir ki ayı­dan post, düşmandan ise hiçbir zaman dost olamaz.

Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerimde mealen şöyle buyuruyor:



"Ey iman edenler, kendi (din kar­deşlerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin. (Çünkü) onlar (düşmanlar) size şer ve fesat yap­makta hiç kusur etmezler. Size sıkın­tı verecek şey(ler)i arzu ederler. Mu­hakkak onların (kin ve) buğzlan ağızlarından taşıp meydana çıkmış­tır. Göğüslerinde gizlemekte olduk­ları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, size âyetlerimizi apaçık beyan ettik." 174

"İşte siz o kimselersiniz ki onları seversiniz, halbuki onlar, sizi sev­mezler. Siz, kıtap(lar)ın hepsine ina­nırsınız. Onlarsa (yalnız) sizinle bir araya geldikleri zaman "inandık" derler. Aralarında haşhaşa kaldıkları vakit de (size karşı) kin(lerin)den dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De(yin)ki: "kininizle geberin" şüphesiz ki Allah onların sinelerindeki bütün özü hakkıyla bilici­dir.”175

Düşman Ülkesi 176





Yüklə 0,66 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   21




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin