Gruşinika tatlı gülüşü ve edalı sesiyle:
-Siz de beni hor görmediniz sevgili Matmazel!
Dedi.
-Dilber sihirbaz, böyle gereksiz şeyler söylemeyin. Sizi hor görmek mi? Bu da ne demek? Şimdi yine güzel dudaklarınızı öpeceğim. Kabarmış gibi duruyorlar. Daha da kabartacağım onları. Ne cana yakın bir gülüşü var, hele bakın Aleksi Fiyodoroviç. Onu seyretmek ruhu aydınlatan bir şey oluyor.
Aliyoşa, kızarıyor ve hafifçe vücudu ürperiyordu.
-Güzel matmazel, beni iltifata boğuyor, şımartıyorsunuz. Fakat belki de bütün bunlara hiç layık değilim.
-Layık mı değilsiniz? O nasıl söz a canım?.. Aleksi şunu biliniz ki, Gruşinika biraz kendi bildiğine giden, azıcık kanun ve nizam tanımayan bir kızdır. Fakat asil ve cömert yaradılışlıdır. Onun bu meziyetlerini biliyor muydunuz? Az daha bu cömertlik uğruna hayatını kurban verecekti. Bir zabiti sevmiş, beş yıl evvel ona her şeyini vermişti. Fakat o zalim, bunu unutarak evlendi. Nihayet karısı ölüp de dul kalınca, tekrar bu yavrucuğa yazdı. Şimdi yoldadır. Gruşinika yalnız onu seviyor. Bugüne kadar da hep onu sevmişti. Beş sene ıstıraptan sonra, işte yine önlerinde bir saadet ufku açılıyor. Şurada burada dedikodusu yapılan o zengin tüccar, bu körpe kızcağız için bir baba, bir hami, bir dosttan başka bir şey değildi. Gruşinika meyus ve gamlı iken, kendini suya atmaya karar vermişken bu ihtiyar çıkagelmiş ve onu kurtarmıştı.
Gruşinika, yine nazlı ve edalı sesiyle:
-Beni, dedi pek candan müdafaa ediyorsunuz, fakat önceden de söylemiştim, buna layık değilim. Müdafaa ederken gerçekten uzaklaşıyorsunuz.
-Müdafaa mı?... Siz buna muhtaç mısınız ki... Gruşinika bana elinizi veriniz... Aleksi şu yumuşak, şu beyaz ve nefis ele bakınız. Bana saadet getiren işte bu eldir. Onu öpeceğim işte böyle... Oohh işte böyle!..
Genç kız, böyle diyerek, üç kere Gruşinika’nın yumak ve gerçekten güzel olan elini öptü. O, kıvrak gülüşler, neşeli kaynamalar içinde Katerina’ya bakıyordu.
Aliyoşa, kendi kendine:
-Biraz fazla abartıyor galiba!
Diye düşündü. Kendi de rahat değildi. Tekrar kızardığını hissediyordu.
-Aleksi’nin önünde elimi öpmekle beni utandırıyorsunuz, sevgili matmazel.
-Ben mi sizi utandıracağım?.. Niçin? Ah beni ne kadar yanlış anlıyorsunuz!
-Galiba asıl yanılan sizsiniz, sevgili matmazel!.. Size göründüğümden de ben, daha fenayım... Fena kalpliyim, her aklıma geleni yaparım. Mesela şu zavallı Dimitri’yi sırf alay etmek için kendime bağlamıştım.
-Belki ama, şimdi onu kurtaracaksınız. Çoktan beri başkasını sevdiğinizi, yakında bu sevgilinizle evleneceğinizi söyleyerek kurtaracaksınız... Bana bunu vaddettiniz.
-Yooo... Melek matmazel. Ben, böyle bir şey vaadetmedim... Siz kendiniz bunları sayıp döküyorsunuz.
Gruşinika bu sözlerden sonra, yine o eski masum, şen, sakin tavrıyla:
-Ne fena mahluk olduğumu gördünüz mü?.. Çarçabuk değişiveriyorum. Biraz önce size bir şeyler vadetmiştim. Şimdi de kendi kendime:
-Ya Mitya, tekrar hoşuma gitmeye başlarsa?
Diyorum. Çünkü bir kere tam bir saat ondan hoşlanmıştım. Belki eve gidince, onu dizimin dibinden ayırmayacağım. Görüyorsunuz a, benim ipimle kuyuya inmek zor!
Katerin ivanovna, şaşkın:
-Binaz önce büsbütün başka türlü konuşuyordunuz!
Diye mırıldandı.
-Evet, haklısınız, ama ben de pek yufka yürekliyim. Dimitri’yi görünce, benim için çektiklerini, yaptığı fedakarlıkları hatırlarsam, iş nereye varır?
-Böyle bir şey beklemiyordum...
-Oh matmazel, bana nisbetle ne asil ve ne iyi bir kalbiniz var. Benim ahlakımdaki acayipliği görünce beni artık sevmeyeceksiniz. Şimdi melek matmazel, bana elinizi, güzel elinizi veriniz, ben de onu öpeceğim. Siz üç kere öpmüştünüz. Ödeşmemiz için üç yüz kere öpmem gerek... Takdirde varsa sizin esiriniz olur, bütün istediklerinizi yaparım. Şimdi verin bana güzel ellerinizi melek yaratılışlı cici hanım.
Gruşinika, öptü. Genç kız elini çekmedi. Yüreği çarpıyordu. Son sizlerinden tekrar ümitlenmişti. Canı gözlerinde ona bakıyor, misafirini hep o eski halinde görür gibi oluyordu. Yeni bir ümit pırıltısı içinde “galiba pek idaresiz!” diye düşündü.
Bu sırada Gruşinika güzel eli dudaklarına götürüyor fakat değdirip değdirmediği belli olmuyordu. Birdenbire düşünüyor gibi durdu. En tatlı sesiyle:
-Biliyor musunuz meleğim, dedi, ödeşme hesabına rağmen elinizi öpmeyeceğim!
Katerin titredi:
-Canınız nasıl isterse... Fakat, bu hallere sebep ne? Ne oluyorsunuz?
-Şunu unutmayınız... siz benim elimi öptünüz; fakat ben sizinkini öpmedim.
Kaltağın gözleri parlıyor ve kirpiklerini oynatmadan Katerina’yı süzüyordu.
Nasıl feci bir şekilde aldatıldığını anlamaya başlayan zavallı masum kız, hızla kalktı:
-Hayasız, dedi.
Gruşinika hiç acele etmeden doğruldu ve:
-Gidip Mitya’ya ellerimi öptüğünüzü, fakat benim böyle bir şeye tenezzül etmediğimi söyleyeceğim. Bu onu kimbilir ne kadar güldürecek, dedi.
-Defo buradan kaltak!
-Ne ayıp! Ne ayıp! Sizin gibi kişizadeler mahalle çocukları gibi böyle kiri sözler söylememelidirler!
Katerina kendinden geçmiş bir halde yüzü alev alev:
-Defol buradan satılık kız!
Diye haykırdı.
-Satılık... Evet ama güzelim, siz de bir gece genç bir adamın evine vücudunuzla parayı değiştirmek için gitmiştiniz... Hadi hadi, büyüklük satmayın, ben hepsini biliyorum.
Katerina, bir çığlık koyuverdi ve kızın üstüne atılmaya davrandı. Fakat Aliyoşa onu kucaklayıp durdurdu:
-Yerinizden kımıldamayın onu cevap vermeyin...Kendiliğinden çıkıp gider!
Çığlığı duyan kadınlar koşup gelmişlerdi.
Gruşinika şalını alarak:
-İşte gidiyorum.... dedi; Aliyoşa, güzel delikanlı, hadi beni götür.
Aliyoşa:
-Çabuk gidiniz Allah aşkınınıza!
Diye yalvardı.
-Aliyoşa, hadi güzelim, gel, sana yolda pek hoşlanacağın şeyler söyleyeceğim... Bu komedyayı da sırf senin için seni görmek için oynadım... Gel, gel çok tatlı dakikalar yaşatacağım sana!..
Aliyoşa, utancından ona arkasını döndü. Gruşinika, kıvrak bir kahkaha atarak uzaklaştı. Katerina bir sinir nöbetine tutulmuştu. Herkes başına üşüştü. Titremeler zavallıyı zangır zangır sarsıyordu. Büyük teyzesi:
-Ben sana söylemiştim, inanma şu kaltağa diye... Bunları sen bilmezsin! Hiç bu türlü mahluklarla anlaşmaya kalkışılır mı? Hem bu, onların da en kötüsü imiş diyorlar... Zaten sen hep kendi bildiğine gidersin...
Katerin:
-Dişi kaplanmış meğer... Ah Aliyoşa, niçin beni tuttun. Onu ayağımın altında ezecektim.
-Celladın kırbacıyla meydan dayağına layıktır o!..
Aliyoşa, kapıla doğru yaklaşıyordu.
Katerin İvanovna, ellerini kavuşturarak söylendi:
-Aman Allah’ım, ya o, ya Dimitri nasıl bu kadar alçalarak o uğursuz olayı bu kaltağa anlattı?.. Herşeyi biliyor... Aleksi, kardeşiniz alçağın biri imiş!
Aliyoşa, bir şeyler söylemek istedi; fakat konuşmadı. Kalbi sıkışıyor, içine fenalık geliyordu.
-Yalvarırım size Aleksi, şimdi gidiniz, yarın, yarın konuşuruz. Ne halde olduğumu görüyorsunuz...
Delikanlı sendeleyerek çıktı. O da talihsiz kız gibi ağlamak istiyordu. Fakat birdenbire hizmetçi kız ona yaklaştı:
-Matmazel, Madam Koklakov’un mektubunu size vermeyi unuttu.
Dedi. Aliyoşa, pembe küçük zarfı aldı vee şuursuz bir halde cebine attı.
10
Beklenmeyen mektup
Şehirle manastırın arası bir fersah çekmiyordu bile. Aliyoşa, tenha yolda hızlı adımlarla yürüyordu. Artık gece adamakıllı çökmüş ve otuz adım ilerisi görülmez olmuştu. Dört yol ağzındaki tek söğüdün altında bir gölge belirdi. Aliyoşa, oraya yaklaşırken, gölge ağaç altından yola fırladı ve:
-Ya malını, ya canını!
Diye haykırdı.
Aliyoşa, heyecanlanarak:
-Sen misin Dimitri? Dedi.
-Haha hah hah!... Hiç ummuyordun değil mi? Hakkın var. Ben, seni nerede beklemek lazım geldiğini birdenbire kestirememiştim. Onun evinin yanında bekledim, üç ayrı yol var orada... Hepsini birden gözönünde bulunduramazdım. Nihayet burada beklemeye karar verdim. Çünkü manastıra gitmek için bundan başka yol yoktur. İster istemez buradan geçecektim... Hadi şimdi, olup bitenleri bana anlat. Gerçek beni ezecek kadar acı ve ağır da olsa yine söylemekten çekinme!... Ne oluyorsun. Nen var?
Aliyoşa birdenbire söyleyecek söz bulamadı. Bir şey yok kardeşim... Bir şey yok... Korktum, belki de... Şu babamızın kanı... Dedi ve ağlamaya başladı. Delikanlının buna ihtiyacı vardı. İçinde bir şeyler yırtılıyormuş gibi bir his duyuyordu. Şöyle söylendi:
-Zavallı ihtiyarı az daha öldürüyordun. Ona lanetler ederek çıkıp gittin. Bak şimdi de gülüyor, eğleniyorsum...
-Evet haklısın, yersiz ve zamansız şaka yaptım...
-Hayır onu demek istemiyordum...
-Dinle yavrum... Bu neşenin altında bir facia var. Bak şu karanlık geceye, şu homurdanmaya başlayan fırtınaya bak... Söğüdün altında seni beklerken, Allah şahidimdir ki, şöyle dedim:
-Beklemek neye yarar? Bunun azaptan, ıstıraptan başka madem ki faydası yoktur, o halde niçin durmalı? İşte bir söğüt ağacı. Mendilim, gömleğim ve askılarımdan mükemmel bir ip yapabilirim. Dünyayı kendimden kurtarayım bari! Fakat bu sırada uzaktan senin ayak seslerini duydum. Ansızın ruhumda bir aydınlık parladı. Sevdiğim bir adam var, bir küçük adam... Benim kardeşim, Aliyoşa’m geliyor dedim. O saniyede içim sana karşı öyle sevgi ile doluydu ki, boynuna sarılmak istedim. Ama tam bu sırada başka bir fikre kapıldım. Bu münasebetsiz fikir, işte senin beğenmediğin şekildeki bağırışımdır. Gerçekten şakam çirkin oldu. Ama zararı yok, hislerim, hareketlerimden daha temizdir. Hele anlat bakalım ne var, ne yok? Ne dedi? Neler düşünüyor? Hadi durma ez beni, öldür beni.
-Hayır Mitya, böyle bir şey yok. Orada ikisine birden rastladım.
-İkisi birden dediğin kimler?
-Gruşinika, Katerina ile beraberdi:
Dimitri bu haber afalladı:
-Ne münasebet?.. diye bağırdı; ne münasebet. Hiç böyle şey olur mu? Yalan söylüyorsun!
Aliyoşa, süssüz, yaldızsız; fakat hakikati olduğu gibi gösteren bir üslupla, Katerina’nın evinde geçen olayı anlattı. Dimitri, dalgın bakıyordu fakat Aliyoşa, onun herşeyi anladığını gösteriyordu. Dimitri dinlerken yüzünün manası değişti ve nihayet keskin, gürültülü bir kahkaha ile gülmeye başladı. O kadar kuvvetli gülüyordu ki Aliyoşa, sesinin duyulmadığını görerek bir süre sustu.
Dimitri:
-Nasıl? Nasıl? Katerina öptüğü halde, Gruşinika onun elini öpmedi ha!.. Kızcağız da ona pek haklı olarak “Dişi kaplan!” dedi. İpe çekilmeye layık bir mahluk, o azizim... Ben, bu fikirdeyim kardeşim... Fakat her şeyden önce bu cehennemî mahluka koşmayalım... o, böyledir işte... kuzum gücenme bana... onu boğmak vazifedir, ama hoş işte bilakis kucaklamak için koşacağım!
Aliyoşa, kederli bir tavırla:
-O, bu hareketiyle her zamandan daha iyi olduğunu ispat etti. Onun alicenaplığını da anlıyorum. Hala o eski ruh vesselam!.. Babasını kurtarmak uğrunda çapkınlığı ortalığa yayılmış bir genç zabitin evine götüren cüret ve fedakarlık dolu ruh... Onda hala, o eski gurur, tehlikeye susayış, mukadderat ile son hadde kadar boğuşma illeti var. Teyzesinin bu işe mani olmaya çalıştığını söylüyordum. Moskova’lı Generalin kız kardeşi, müstebidin biridir. Katerin, onun nasihatlarına rağmen bu işe girişti. Çünkü nişanlım kendi kendine: “Ben, her şeyin üstesinden gelebilirim. Herkes bana itaate mecburdur. İstediğim dakikada Gruşinika’yı da büyülerim!” dedi.
Buna gerçekten inandığı için yaptığın fenalığın büyüklüğünü kavrayamıyorsun. Nasıl oldu da, Gruşinika gibi bir mahluka aranızda geçen olayı anlattın? Gruşinika, Katerina’ya: “Hadi hadi senin de ne mal olduğunu biliyoruz. Delikanlıların evine gizli gidip para alan sen değil misin?” diye haykırdı. Dünyada bundan daha büyük bir hakaret olabilir mi? Nasıl yaptın bu işi sen?
Aliyoşa, kardeşinin böyle bir adiliğe razı olmasını vicdanına sığdıramıyor ve darin bir iç işkencesi çekiyordu.
Dimitri, eliyle alnına vurarak ve kaşlarını çatarak:
-Sahih!.. Sahih dedi; o uğursuz günden Gruşinika’ya bahsetmiştim. Şimdi hatırlıyorum “Makroi”de oldu bu iş... Saz çalıyordu; ben fitil gibi sarhoştum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve Katerina’nın resmi önünde dizüstü dua ediyordum. İşte o zaman takdir ederek söylemiştim. Gruşinika bu ıstırabımı anlıyor, hatta o da benimle beraber ağlıyordu... Ne hislerle söylediğimi bildiği ve birlikte ağladığı halde, şimdi olayı bir hançer yaparak zavallı kızın kalbine soktu ha... İşte kadınlar böyledir yavrum.
Dimitri bunları söyleyerek başını eğdi ve düşünceye daldı. Sonra birdenbire donuk bir sesle:
-Evet, dedi, kızın hakkı var; ben gerçekten alçağın biriyim... Resminin önünde ağlamaklığım hiçbir şeyi değiştiremez. Ona, söyle ki, beni böyle tavsif etmesini – eğer bu, onu teselli ediyorsa – haklı buluyorum... Hem ne diye gevezelik edip duruyoruz? Hadi artık herkes kendi yoluna gitsin. Son saat çalmadan seni görmek istemiyorum. Allah’a ısmarladık Aliyoşa!
Dimitri böyle dedi ve kardeşinin elini kuvvetle sıkarak başını kaldırmadan bir kaçak gibi şehre giden yolu tuttu. Aliyoşa, onu gözleriyle takip ediyor, büsbütün gideceğine bir türlü inanamıyordu. Filhakika ağabeyi ansızın döndü:
-Dur, bekle Aleksi, diye seslendi. Sana, yalnız sana söylenecek bir çift sözüm var. Bana bak, bana gözlerimin içine bak. – Göğsünü göstererek – burada müthiş bir alçaklık homurdanıyor. – Dimitri bunları söylerken bağrını orada sanki alçaklığın deposu varmış gibi yumrukluyordu... – Sen yalnız Katerina’ya karşı yaptığım alçaklığı biliyorsun. Fakat içimdekine nispetle o hiç kalır, ama, korkma bu melun duyguyu ezeceğim. Beni zorladığı şeyi yapmayacağım. Hadi Allah’a ısmarladık. Benim için dua etme. Buna layık değilim. Çekil yolumdan...
Bu defa Dimitri, gerçekten uzaklaştı. Aliyoşa, kendi kendine:
-Onu bir daha göremeyecekmişim!.. Ne demek bu? Ne yapmak istiyor bu çılgın? Yarın herhalde gidip aramalıyım.
Dedi ve manastıra yollandı. Küçük koruluğu geçerek bahçeyi dolandı. O saatte hiç kimseye açılmayan kapı, ona açıldı. Yüreği çarpa çarpa Stareç’in höcresine girdi. Şu dünya ne pis yerdi Allah’ım... Manastırdaki büyüklük yanında dışarının adiliği ne kadar çirkin kalıyordu!..
Odada papaz Parfir’le Paisyüs baba vardı. Bu iki aziz adam, Zosima’nın fenalaştığını sezerek her saat bir kere höcereye uğruyorlardı. Aliyoşa bunu öğrenince titredi. Demek bu gece her zamanki gibi Stareç’in huzurunda toplanıp istiğfar edemeyeceklerdi. burada herkes kendi kusurlarını, işledikleri, düşündükleri, akıllarından geçirdikleri suçları söylerler, Stareç ya affeder, ya cezalandırır yada takdis ederdi.
Odaya girince, Paisyüs, Aliyoşa’nın kulağına:
-Artık pek halsiz düştü. Dalıyor, uyandırmakta zorluk çekiyoruz. Zaten bu da yersiz bir işkence... Kendine gelir gelmez duaya çalışıyor... Seni aradı. Nereye gittiğini sordu. Şehre dediler. “Benim takdisim ona yoldaşlık ediyor, onun yeri burası değil.! Dedi. Ne mutu sana ki, onun gönlünde bu kadar kuvvetle yer etmişsin. Nail olduğun saadeti takdir ediyor musun?.. Fakat acaba niçin dünyayı dolaşmanı istiyor? Belki senin hakkında bazı sezdiği şeyler vardır, unutma Aleksi hayata girersen, Stareç’in emriyle bir işi başarmak için girdiğini hatırla. Nefsin için yaşamayacaksın!
Paisyüs çıktı. Aliyoşa, bir iki gün daha yaşasa bile Stareç’in son demlerine yaklaştığını anlamıştı. İçinden babasına, kardeşine, Madam Koklakov’a, Katerina’ya söz verdiği halde, Zosiman’ın yanından ayrılmamak kararını verdi. Hatta onu ölüm döşeğinde az bir zaman yalnız bıraktığı için vicdanı sızlıyor, büyük bir ıstırap duyuyordu. Yatak odasına geçti. Döşeğin önünde secdeye kapandı. Stareç, sakin uyuyor, yüzünde ancak büyük bir iç ferahının verebileceği bir huzur okunuyor, solukları ancak işitilebiliyordu.
Aliyoşa, öteki odaya geçti. Çizmelerini çıkararak sert bir meşin divanın üstüne uzandı. Onun yatağı işte burasıydı. Yastığını alır oraya kıvrılırdı.
Babasının bahsettiği şilteden çoktan beri vazgeçmişti. Yalnız cübbesini çıkararak onunla örtünürdü. Yatmadan önce, her akşamki gibi duaya başladı. O, ne kadar sıkıntılı bir gün geçirirse geçirsin, ibadetle bütün kederlerinin dağıldığını duyar ve gönlü ferahlardı. Bu sayede de rahat ve sakin bir uyku çekerdi.
Dua ederken, cebindeki pembe zarf hışırdadı. Hani şu, Katerina’nın evinden çıkarken hizmetçi kızın koşturduğu mektup... Büyük bir heyecan duymadı. Ama, duasını da her zamandan daha kısa keserek mektubu açtı. Bu mektup daha bu sabah Stareç’in höcresinde kendisiyle alay eden yaramaz Liz’in imzasını taşıyordu.
“Aleksi Fiyodoroviç, bu mektubu annemden ve herkesten gizli olarak yazıyorum. Hem fena bir şey yaptığımı bile bile... Fakat kalbimde doğan yepyeni bir duyguyu söylemeden de kendimi alamıyorum. Kağıtların kızarmak nedir bilmediğini söylerler. Yalan vallahi. İşte biz bu dakikada ikimiz de kıpkırmızıyız. Aliyoşa, ben seni çoktan, ta Moskova’da olduğum zamandan beri, çocukluğumdan beri seviyorum. Kalbim seni seçmiştir. Günlerimiz beraber geçsin ve beraber bitsin diye. Tabii Manastırdan çıkmanız şartıyla bu olabilir. Yaşlarımız meselesine gelince, kanunun bize bu hakkı vereceği güne kadar bekleriz. O zamana kadar ben de tamamıyla iyileşmiş bulunacağım. Gezip tozacak, sıçrayıp dans edeceğim. Buna hiç şüphem yok...
“Görüyorsunuz ya, her şeyi hesaplamışımdır. Yalnız aklımı bulandıran bir nokta var. Acaba bu mektubu okuduktan sonra, benim hakkımda neler düşüneceksiniz?.. Beni, hoppa bir kız sanırsınız. Ama, sizi temin ederim ki, elime kalemi almadan önce Meryem’in önünde diz çöküp dualar ettim, hatta ağladım bile.
“Sırrım, artık avuçlarınız içindedir. Yarın bize geldiğiniz vakit yüzünüze nasıl bakacağımı bilmiyorum. Eğer bu sabahki gibi gülemezsem, halim ne olur acaba? Kahkaha benim bir nevi siperim, müdafaa vasıtamdır. Böyle yapabilirsem, mektubuma bir alay vesikası sayacak ve beni insafsız bir zevzek yerine koyacaksınız. Sizden rica ederim, yarın geldiğiniz zaman yüzüme uzun uzadıya bakmayınız. Belki cübbeniz, papaz kıyafetiniz yine sinirime dokunur da gülerim.
Daha şimdiden, o dakikayı düşünürken kalbim buz gibi oluyor. Beni alıştırmak için bakışlarınızı önce anneme, yahut da pencerelere falan çeviriniz.
Bak Aliyoşa ben, bir aşk mektubu yazdım. Aman Allah’ım ne hatlar ediyorum! Sakın benden nefret etmeyiniz. Her şeyim sizin elinizde. Muhakkak bugün ağlayacağım. Şu korkunç görüşme dakikasına kadar Allah’a ısmarladık.”
Liz
Ek:
Aliyoşa, sakın gelmemezlik etmeyiniz, mutlaka geliniz!.”
Liz
Aliyoşa, bu mektubu hayretle iki kere okudu. Dalgınlaştı. Sonra keyifle gülümsedi ve ansızın titredi. Bu gülüş, ona suç gibi gelmişti. Fakat biraz zaman geçince yine tatlı tatlı güldü. Mektubu zarfına, zarfı cebine koydu. Tapındı ve yattı. İçi hafiflemişti. Sakin bir uykuya daldı.
İKİNCİ KISIM
1
YIRTILIŞLAR
Terapont Baba
Aliyoşa şafaktan önce uyandı. Stareç uyumuyor ve kendini pek zayıf buluyordu. Bununla beraber kalkıp koltukta oturmak istedi. Kendini biliyordu. Bitkin yüzünde melekçe bir neşe vardı. Aliyoşa’ya:
-Belki de bugünün akşamını göremeyeceğim.
Dedi ve günah çıkartmak, itiraflarda bulunmak istedi. Paisyüs baba ile öteki zahitler toplandılar. Höcere yavaş yavaş doldu. Gün artık ışımıştı. Duadan sonra, Stareç helalleşmek için herkesi ayrı ayrı öptü. Kalabalığı oda almadığı için vedalaşanların bir kısmı çıkarak yeniler geliyordu. Aliyoşa, Stareç'in oturduğu koltuğun dibine çökmüştü. Zavallı ihtiyarın sesi zayıflamış olmakla beraber, istediğini anlatabiliyordu. Hatta bir aralık:
“Aziz kardeşlerim, sevgili evlatlarım, yıllarca süren mürşitlik vazifem, bana bu halimde bile konuşmayı emrediyor. Çünkü huzurunuzda susmak, söylemekten güçtür.”
Diye şakalaştı ve etrafına mahzun gözlerle baktı. Stareç, kavuşacağı ebedî sükûnun verdiği gayretle çok konuştu. Halinde bütün ömrünce söylemeye zaman bulamadığı şeyleri hep birden boşaltmak isteyen bir acelecilik seziyordu.
Aliyoşa’nın hatırladığına göre Stareç:
“Birbirinizi seviniz evlatlarım! Demişti. Bütün hıristiyan ümmetini seviniz. Şu duvarlar arasına sokulup kaldığımız için, biz öteki insanlardan daha değerli, Allah indinde da makbul değiliz. Hayır, uzun perhiz ve ibadetlerimiz, bize anlatmıştır ki üstün olmak şöyle dursun, daha beteriz bile... Zahitler ayrı yaşadıkça, bu vicdan acısını daha kuvvetle duyacaklardır. Çünkü başka türlü olsaydı, buraya gelip kapanmaktan nasıl bir fayda umulurdu.
Biz, dindarlar, kendi günahlarımızdan başka, cemiyetin kusurlarından da mesulüz. Bu mesuliyetin bize verdiği azap zahitliğin tacıdır. Biz, bu dünyada herkesin olması lazımgelen birer örneğiz. Bundan ötürüdür ki, yüreklerimizde hiç bitmez, asla yeise kapılmaz derin bir sevginin çağlaması gerektir. Her biriniz, ruhunuzdaki aşkla bu işe sarılmalı ve halkın günahlarını gözyaşlarınızla yıkamalısınız. İncili anlatmak hususunda yorulmak nedir bilmeyiniz. Dünya malına, altına, gümüşe itibar etmeyiniz. Dinin bayrağını kuvvetle kaldırıp yükseltiniz.”
Stareç bazen soluk soluğa duruyor, fakat daldığı vecdin heyecanıyla kendi topluyordu. Bazıları bu sözleri karanlık bulmakla beraber büyük bir tahüssüsle dinlediler.
Aliyoşa, Rakitin’in gönderdiği bir haber üzerine dışarı çıkınca manastırı saran zelzeleli havayı hissetti. Herkes harikulade şeylerin oluşmasını bekliyor gibiydi.
Rakitin Madam Koklakov’dan bir mektup getirmişti. Bunda Stareç’in bir kerametinden bahsediliyordu. Bir dul kadının asker oğlu vazife ile Sibirya’ya gitmiş ve bir seneden beri hiçbir haber alamamıştı. Kadıncağız, onu öldü sanarak, dua etmeye kalkmış, fakat bir kere de gelip Stareç’e bunun mahzuru olup olmadığını sormuş. Zosima, şiddetle yasak ederek:
-Günah işliyorsun. Hiç sağlara fatiha okunur mu? Demiş. Git evine sabırla bekle. Bugün yarın bir haber alacaksın.
Gerçekten de geleceği açık bir kitap gibi okuyan mürşidin hakkı varmış. Çünkü “Vasili”den mektup gelmiş. Rusya’ya dönmek üzere olduğunu ve iki üç haftaya varmadan anasını kucaklayacağını bildiriyormuş.
Madam Koklakov, Aliyoşa’dan haberi herkese söylemesini rica ediyordu. Her satırında başka bir heyecan sezilen bu mektuptan delikanlı kimseye bahsetmeye fırsat bulamadı. Çünkü herkes meseleyi hemen öğrenmiş, haber birdenbire bütün manastıra yayılmıştı.
Paisyüs gibi metin bir adam bile mektubu okuduktan sonra, gözleri parlayarak:
-Daha nicelerini göreceğiz!
Demekten kendini alamadı. Öteki papazlar da:
-Evet, evet, onun daha nice nice kerametlerine şahit olacağız! Diye çığırıştılar. Fakat Paisyüs tekrar kaşlarını çatarak:
-Evet, ama mesele gerçekleşmeden ortalığa yaymayın. Halkın arasında pek acayip şayialar dolaşabilir. Bazen bunların boşa çıktığı da görülmüştür. İhtiyatlı olalım.
Nasihatini verdi.
Bütün bu ihtiyatlara rağmen “keramet” hikayesi, ağızdan ağıza yayılarak manastırın hem içine hem dışına yayılmıştı. Duyanların içinde, Rusya’nın şimalinden gelen ve Stareç’e Liz’i göstererek:
-Böyle şeylere nasıl girişebiliyorsunuz?
Diyen papaz en çok şaşıranlardandı. Artık neye inanacağını bilmiyordu. Dün “Terapont” babaşı hususi höcresinde ziyaretle uzun uzun konuşmuştu. Bu adam, büyük bir perhizci idi. Stareç’in rakibi daha doğrusu “Stareç’liğin” muhalifi diye tanınırdı. Hiç kimse ile konuşmamasına rağmen birçoklarının ona karşı sevgisi olduğu için muhalefetinden korkulabilirdi. Ama ona deli nazarıyla bakanlar da yok değildi.
“Terapont baba”, Stareç’in yanına asla gitmezdi. Manastırda yaşadığı halde kimse onu böyle bir itaate de mecbur etmemişti. Kendisi gibi müthiş bir perhiz ile yüz beş yaşına katdar yaşayan ve ölümünden sonra da hala fevkaladelikleri dillerde dolaşan bir papazın höcresine yerleşmişti. Bu harap, çürük, ahşap höcre barınmaya yarar bir şey olmamakla beraber, bir kiliseyi de andırırdı. İçinde birçok putlar vardı. Hepsinin önünde adak mumlar, kandiller yanar ve “Terapont” baba bunların hiç sönmemelerini sağlardı. Vazife olarak ona kovanların bekçiliği verilmişti. Bu hizmetine karşılık olarak üç günde iki dilim ekmekten başka hiçbir şey kabul etmezdi.