Eserin özgün adı: تحلیل زبان قرآن و روش شناسی فهم آن



Yüklə 5,76 Mb.
səhifə12/43
tarix07.04.2018
ölçüsü5,76 Mb.
#47037
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   43

3. Aklı İptal

Pavlus’un resmiyet kazanmış Hıristiyanlığı, çok tanrılı ve şirke bulaşmış Yunan düşünceleriyle uyumsuzluk olmaması için başlangıcından itibaren, duygu ve hissiyata, duygusal inanca dayalı kendi düşüncesinin temelini akılcı dindarlığın yerine geçirdi.

Mesih’e ve Hıristiyanlara düşman Pavlus’un, yani Yunan meşrepli düşünürün dininde, eski müşrik düşüncelerin tamamı bedenlenme, feda, haç ve izah edilemez bir sır olan baba-oğul-ruhulkudüs üçlemesi formunda zuhur etti. Bu meşrepte şeriat ve yükümlülük kaldırıldı, hiçkimse için zahmet doğurmayacak sevgi herşeyin yerine geçti. Bu düşünce doğal olarak zalim egemenlerin eğilimine mazhar oldu.

Mevcut Hıristiyanlık başlangıçtan itibaren binasını aklı reddetmeye oturttu. Tertullian (150-230) bunu şöyle izah etti: “İman ediyorum, çünkü bu iş, akıl dışı ve anlamsızdır.” Yine, Atina’nın (akılcılığın zuhur ettiği yer) Uruşelim’le (Kudüs) (Hıristiyanlığın zuhur ettiği yer) ne işi olabileceğini sordu...455 Ehl-i Kitabın bakış açısından “iman, aklın çarmıha gerilmesidir.”456



4. Bilimin Sınırlandırılması

Önceki gelişmelere şunu da eklemek gerekir ki, Pavlusçu kilisenin iktidar mekanizması resmiyet kazandıktan sonra ve dördüncü yüzyıldan itibaren biçimlenmesiyle birlikte her türlü bilgi ve görüşü yalnızca Kitab-ı Mukaddes ve kilise babalarının yorumu çerçevesinde mümkün ve caiz gördü. Bunun sonucunda da fikrî ve bilimsel bütün alanların önü kapandı; sadece tahrif olmuş dinî anlamla karışık Yunan kozmolojisinin yorumları makbul bilimsel görüş olarak gösterildi ve bunun dışında bütün düşünceler reddedilmiş sayıldı.457



5. Kutsal Metinlerin İç Çelişkileri

Vahyedilmiş dine inananların tamamı, Tanrı’nın ve onun peygamberlerinin sözlerinin çelişki ve çatışma içinde olamayacağını apriori (önsel olarak) kabul etmişlerdir. Çünkü Tanrı’nın sınırlanamaz ilmi ve hikmeti ile Tanrı’nın mesajını alma ve iletmede peygamberlerinin hatasız oluşu bu varsayımlara dayanmaktadır. Fakat kutsal Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid kitaplarının, çeşitli saiklere sahip yüzlerce insanın anlayış, idrak, ilgi ve tarzının ürünü olduğu, Kitab-ı Mukaddes Sözlüğü’nün458 ifadesiyle binbeşyüz yıl süresince telif edildiği gerçeği gözönünde bulundurulduğunda bu yazıların çok sayıda uyumsuzluklar taşıması doğaldır.

Diğer taraftan, üsluptaki ciddi farklılıklar bir yana, bu kitapların muhtevasında pek çok konuda uyumsuzluk ve çatışmanın göze çarptığı da gözlemlenebilmektedir. Misal olarak, bir yerde şöyle denmektedir: “Şeriat amellerine ait olanların tamamı lanet altındadır... Hiçkimse Tanrı’nın huzurunda şeriattan dolayı adil sayılmayacak... Mesih bizi şeriat lanetinden kurtarmak için kendini feda etti. Çünkü bizim yolumuzda lanete uğradı. Nitekim şöyle yazılmıştır: Darağacına asılan her kimse melundur. (Galatyalılar 3:10-13),” “Bizi Mesih’e ulaştırmak için şeriat bizim mürebbimiz oldu. Lakin iman geldiğine göre artık mürebbi altında değiliz.” (Galatyalılar 3:24-25), “Ve şeriat günah ve ölümün üretilmesinin kökenidir.” (Romalılar 3:20, 7-11).

Ama başka bir yerde, Kitab-ı Mukkades’in sözcüsü, yani Pavlus şöyle diyor: “Şu halde şeriat ayetlerini imanla geçersiz hale mi getiriyoruz? Haşa. Aksine şeriatı tahkim ediyoruz. (Romalılar 3:31). Hulasa şeriat kutsaldır; mukaddes, adil, iyi hükümdür. (Romalılar 7:13)”



Bu Köklerin Sonuçları

Bu alanların ve dile getirilen öğelerin özde ve detaylarda meydana getirdiği sonuç, Yahudi-Hıristiyan dinî kültürün yüzyıllar boyunca dinsel donukluğun, bilimsel durgunluğun, metafizik çöküşün kurbanı olmasıydı.

Ortaçağ veya karanlık çağ (dark ages) tabiri, ister âlim, ister avam olsun halkın din adına kilise babalarının bencilce heves ve eğilimlerinin pençesinde olduğu459 işte bu acı ve tahammül edilemez döneme verilen isimdir.460

Modern Zamanın Tepkileri

O sürahi kırıldı ve içindeki döküldü! Evet, zamanın geçmesiyle batılı insanların oldukça donuk fikrî gelişimi, sonunda ağır uykudan uyanılacak aşamaya ulaştı. Uzun haçlı savaşları hiçbir zafer kazanamamış olsa bile Avrupalıları Müslümanların kültür ve medeniyetiyle tanıştıracak kadar uyandırıcı olabildi. Müslümanların eserleri ve bilimsel metinlerinin tercümesi, diğer doğu milletleriyle irtibat, Avrupalıların maceracı keşif seyahatleri, sonraları batılıların hırsla sömürgeciliğe girişme ve ülke fethetme motivasyonuna yol açan yeni dünyaların keşfedilmesi, bilimsel devrim ve modern bilimsel buluşlar, toplumsal uyanış ve başka pek çok etken, geçmiş dönem karşısında modern döneme özgü reflekslerin, iniş çıkışlarıyla rönesanstan bu yana değişik biçimlerde kendini göstermesine ve batılı araştırmacıların kendilerini kilisenin ve dinin bağlarından kurtarmalarına sebep oldu.

Yeni yüzyıl, gerçekte, tüm fikrî-kültürel alanların zıddına tuğyan ve kendinden önceki dönemin sonuçlarıdır. Modern çağın düşüncesi, duyusal-deneysel yaklaşımla ve tabiatı tüm boyutlarıyla ele geçirme bakış açısıyla, kökten kazıyan bir eleştiriyle önceki duruma bakan tam anlamıyla dünyevi bir felsefe üretir.461

1. Bilim ve Dinin Ayrışması ve Çatışması

Bilim ve dinin çatışması ve bu ikisinin amaçlar, metotlar ve muhtevalar bakımından istikametlerinin karşı karşıya gelmesi, hem ahidlerden oluşan Kitab-ı Mukaddes’in içeriğinin bilimsel gerçeklerle uyuşmaması, hem de kilise babaları tarafından batılı toplumların fikrî bakımdan geri bırakılmışlığı ve bilimin sınırlandırılmasıyla ilgili olarak modern çağın çatışan tepkilerindendi. Her ikisi de sonuçta dine bağlanıyordu.



2. Deneyselciliğin Yaygınlaşması

İnsanın doğal durumunu, sonuç itibariyle de hayatını değiştirmede olağanüstü etkisi olmuş deneysel epistemolojinin kuşatıcılığı varsayımı veya deneysel metodoloji tekeli, modern çağın, her tür bilimsel düşüncenin önünü tıkayan önceki konum ve metot karşısındaki tepkileri arasındadır.



3. Metafizik Çıkarsamalar

Modern bilimin teorilerinden metafizik sonuçlar elde etme, modern dönemin, esas itibariyle kuşkuculuk ve inkârcılık, kimi zaman da doğal ilahiyat yönünde ilerleyen ve Yahudi-Hıristiyan kültürün izah edilemez inancı karşısında bir tepki olan özelliklerindendi.462



4. Dinî Reform Hareketi

Dinî reform hareketi, aslında kilise babalarının hayata geçirdiği, papalar ve piskoposların olağandışı yozlaşmasını temsil eden dini reddetmek demekti. Hıristiyan bilgin Erasmus, onbeşinci yüzyılın sonlarında kilise inancında dinî reform ve ıslahata gidilmesi gerektiğini ortaya atmıştı. Fakat onu takip eden Luther ve Calvin bu hedefi pratiğe döktü. Luther Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid hakkındaki bilgisine dayanarak kiliseye hâkim süreci uygunsuz buldu, özellikle Roma’ya yolculuğu sırasında kilise babalarının servet yığdığını, maneviyattan uzaklaştığını ve bağışlanma belgeleri sattığını görünce buna sert biçimde karşı çıktı. Ondan başka Calvin de dinî hâkimiyeti gündeme getirerek kutsal gelenekleri ve ibadetleri reddetti. Ama bu ikisinin düşüncesindeki ortak nokta, bilimsel meşguliyet ve dünyevi çabayı da Tanrı sevgisi doğrultusunda saymalarıydı.463

Belki de Will Durant’ın söylediği şu temeldedir: Rönesans ve dinî reform, çağdaş tarihin, günümüzdeki fikrî ve ahlakî hayatımızı karşılıklı olarak sulayan iki kaynağıdır.464

5. Çeşitli Felsefeler

Rönesanstan sonra ampirizm, idealizm, Kant’ın transandantal felsefesi, hümanizm, egzistansiyalizm, hermenötik, fenomenoloji, pragmatizm, epistemoloji, pozitivizm, analitik felsefe vs. gibi çatışan düşünce akımları, batının kızgın çölünde her biri kimi bireylerin kişisel tedbiriyle fırtınaya kapılmış eski düşünce harabeleri üzerine yeni bina kurulmasının peşinden gelmiş köksüz çalılardı.



6. Ürünler ve Sonuçlar

Rönesanstan sonra batı dünyasının sosyokültürel coğrafyasında mevcut fikrî-dinî zeminler karşısında ortaya çıkan tepkiler, batının dinî yaklaşımlarında yeni mecraları meydana getirdi. Bu yaklaşımlardan deizm (hemen hemen tüm gayp ve vahiy izlerini reddeden doğal Tanrı inancı), kuşkuculuk ve inkârcılık [İngiliz David Hume, Alman Holbach, Fransız Diderot] gibi bazıları doğrudan dinle karşı karşıya gelmeyi ve uyumu bozmayı planlar.465

Bu görüşlerin geniş bir yelpazesi de her ne kadar doğrudan dini inkâr çağrısı yapmamışlarsa da maksatları, dinin her türlü gerçekçilik boyutunu, teorik ve epistemik yönünü değersizleştirmektir.

Dinin mahiyetine ilişkin dinî tecrübe gibi yeni yorumlar; fenomenolojik, pragmatist, sembolik, imancı (fideizm) ve benzeri yorumlar dini salt kişisel duygu düzeyine indirdi, dinin her tür teorik boyutunu engelledi, akılcı düşünce kriterini, ortak ve bağlayıcı insanî mantığa işten el çektirdi ve onu pratik alanda mülahaza etti. Bu arada eleştirel gerçekçilik yaklaşımları bile büyük ölçüde bir tür nesnel görececiliğe teslim oldu.

Burada, yeni dinî yaklaşımı açıklayan John Hick’in analizi üzerinde durmamız yerinde olacaktır. “Randall’ın din konusundaki ve dinî dilin rolü ve işlevine dair teorisi gayet net biçimde, günümüzde başka şekillerde yaygınlaşmış ve aslında kültürümüzün ayırt edici yönü olan düşünce tarzını açıklamaktadır. Bu düşünce tarzı, “din” (ya da aşağı yukarı onun muadili olan iman) kelimesinin çoğunlukla “Tanrı” kelimesinin yerine geçeceği şekilde nesnellik kazanmıştır. Daha önce Tanrı, Tanrı’nın varlığı, onun sıfatları, fiilerinin gayesi bahsindeki meselelerin gündeme geldiği ve tartışıldığı alanlar ve konularda bugün, örnek olarak, aynı meseleler ve konular “din”le, onun mahiyetiyle, rolü, formları ve pratik değeriyle bağlantılı olmaktadır. Kelime ve kavramlar arasında kilit ve grupsal bir kavram olan “Tanrı”, aynı dil ailesinin asli kelimesi olan “din” kelimesiyle form kazanmıştır. Bu yüzden günümüzde beşer kültürünün bir boyutu olan din bahsindeki tartışma ve diyaloglar epey yaygınlaşmıştır. Tıpkı Randall’ın dediği gibi: “Bugün inandığımız şekliyle din, kendine has kaçınılmaz toplumsal rolü ve işlevi ve bunun icra ediliş niteliğiyle insanlığın somut bir uğraşı çeşididir. Birçok üniversitede din tarihi araştırmaları alanında, bu fenomenin çeşitli formları ve dinin genel olarak kültürümüzde sahip olduğu pay üzerine çalışan topluluklar vardır...”

Genelin beğenisi düzeyinde, din umumi olarak, psikolojik bakımdan beşeri faaliyet türü sayılır. Çünkü genel olarak rolü ve işlevi, iç dünyalarında ve yaşadıkları çevreyle irtibatta uyum ve insicam sağlayabilmeleri için bireylere yardımcı olmasıdır. Dinin böyle bir rolü yerine getirdiği somut yollardan biri, müteal arzu ve emellerimize güç katan bazı büyük kavramları veya simgeleri koruması ve yaygınlaştırmasıdır. Bu sembollerin en önemlisi ve en ebedi olanı Tanrı’dır. Bundan dolayı, Tanrı kavramına göre bireylerin doğaüstü varlık ve gerçekle ilgili değişik sorularının zemini ve kökeni olarak dinin tanımlanabilmesi için hem akademik seviyede, hem de halka yönelik olarak Tanrı, din temelinde, kendisinden bahsedilen kavramlardan biri olarak tarif edilir.466

John Hick, konuşmanın devamında sanki kendisi de bu yaklaşımın mecrasında ilerlemeyi sürdürür ama buna rağmen bu yaklaşımın dini tanıma ve onunla yüzleşmede bir tür sapma sayılacağı gerçeğini ifade etmeye göz yumamaz:

“Din”in “Tanrı” yerine geçmesi, araştırma incelemenin asli yatağı olarak, daima bu alanda ciddiyetle ortaya atılan soruların mahiyetinde bir tür değişim ortaya çıkarmıştır. Tanrı konusunda geleneksel soru doğal olarak şu idi: Acaba Tanrı var mıdır ya da gerçek midir? Böyle bir soru din konusunda gündeme gelmiş değildir. Dinin varolduğu apaçıktır. En önemli sorular, dinin insan hayatında sahip olduğu amaçlar ve hedeflerle bağlantılıdır; ya da onun teşvik edilmesi ve desteklenmesi gerekip gerekmediği, eğer verilecek cevap olumluysa olabildiğince fazla fayda sağlanabilmesi için hangi yönlerde geliştirmek lazım geldiği konusuyla. Aklı meşgul eden bu konuların baskısı altında dinî inançların hakikati hakkında soru sormak biraz kenarda kalmıştır ve onun yerine bu inançların pratik yararına dönük mesele, herkesin odaklandığı mecrayı oluşturmuştur...

Hakikat karşısında dinin faydasına ilişkin yaygın vurguyu, Yahudi-Hıristiyan gelenekteki seçkin ve büyük temsilcilerin düşüncesiyle mukayese ettiğimizde hemen âşikar bir karşılaşmayla yüzüze geliyoruz. Tanrıya ibadet ile “dine ilgi duyma” arasında derin bir farklılık mevcuttur. Tanrı’nın eğer varlığı ve gerçekliği varsa bizim yaratıcımızdır ve sınırsız biçimde hem değer, hem de kudret bakımından bizden üstündür. Bütün kalplerin bilginin nurunu aradığı, tüm emelleri bilen ve hiçbir sırrın kendisine gizli kalmadığı yegâne varlıktır. Hâlbuki din, seçtiğimiz bağlılıklardan biri olarak insanın değerlendirmesine tabidir. Tanrı bu yaklaşımda, değerlendirmeye konu olan şeye uyar. Bu tanrı artık, huzurunda dua ederken insanın huşu içinde başını eğdiği, hayatını hüküm ve rahmetine takdim ettiği diri olan rab değildir.467

Sonuç itibariyle John Hick, içinde yetiştiği kültüre teslim olarak bu yeni yaklaşımı izaha koyulur ve şöyle der: “Din konusundaki bu teorinin tarihsel kaynakları, şimdilerde yaygınlaşmış olan beşeri kültürün önemli bir boyutu olarak gayet açıktır. Din bahsindeki bu teori, sanayi toplumunda bilimcilik (scientism), doğrulamacılık (positivism) ve doğacılık (naturalism) gibi muhtelif şekillerde isimlendirilmiş mantıksal değişim ve açılımın bir çeşidini göstermektedir. Bu değişim, bilimsel bilginin kapsamlı ve hızlı gelişimi ve onun kazanımlarıyla birlikte gerçekliğin her bir boyutundaki hakikati, sadece ilişkili fenomen zemininde bilimsel araştırma metotlarının işleviyle keşfetmek gerektiği varsayımına dayanmaktadır. Bu kriter çerçevesinde Tanrı, bilimsel araştırma ve incelemenin konusu olabilecek bir fenomen değildir. Ama din; fenomenoloji, psikoloji, sosyoloji ve mukayeseli dinler tarihi açısından incelenebilir.”468



Dinin Dilinde Sarsılan Temeller ve Tahrip Olan İddialar

Daha önce gördüğümüz gibi, batıda dinin diline ilişkin çeşitli görüşler aşağıdaki temellerde ve onların öncülü zeminlerde doğmuştur:



1. Dinin Dilindeki Anlamsızlık Görüşü

Zikredilen görüş, herşeyden çok, gerçekleri ispatlamada güven veren tek metodun deneysel doğrulama metodu olduğu, sonuçta da deneysel kanıtlama alanına alınamayan metafizik ve dinî kavramların anlamdan yoksun sayıldıkları metodoloji temeline dayanmaktadır. Fakat esas soru, bu temelin doğru gözüküp gözükmediğidir. Yahut duyu, tecrübe, akletme, keşif, gözlem, vahye dayalı bilgi gibi beşeri bilginin çok sayıdaki mecrası ve bu bilgi kaynaklarının her birine ait kategori alanının hesaba katılmaya değer farklılığı gözardı edilirse duyusal-deneysel bilginin değeri ve itibarı, akletmeye ve akılcı metoda dayanmaktadır. Bundan dolayı dinin diline dair anlamsızlık değerlendirmesi, kendisinin anlamsız bir teori olmasına ilaveten temel ve köken bakımından da arızalıdır.



2. Dilde İşlevselcilik

Bu görüş de dinin ve dinî inançların, nesnel gerçeklikten nasibi olmaksızın ve epistemik boyut taşımaksızın sadece bir tür deruni duygu ve duyguların ifade edilmesi olduğu temelinden doğmuştur. Ama bu temel de ciddi tartışma konusudur. Bu görüş, hüküm boyutu bulunsa da tüm dinî önermelerin bir ahlaki yaşam biçimini tavsiye ettiği iddiasına göre şekillenmektedir. Fakat dinî metinler incelendiğinde bu iddianın geçersiz olduğu anlaşılacaktır. Dinî önermeler, bir bakışta haber ve hüküm biçiminde iki gruba ayrılabilirler. Haber önermeleri Tanrı, evren, insan betimlemesi, tarihsel konular, dünya, ahiret, melekler, şeytanlar vs. çevresinde odaklanırlar. Bu önermelerde epistemik ve gerçekçi rolün bir kenara bırakılamayacağı açıktır. Öte yandan emirler, yasaklar, ahlaki tavsiyeler gibi hüküm içeren dinî önermeler de, her ne kadar uyum için delalet ettikleri şey betimleme içeriği taşımasa ve epistemik boyutu bulunmasa da bu grup önermelerin de nesnel gerçeklikte kökleri vardır ve amaçlara ya da onlara ait amaçlar veya temellere dönük olarak inşa edildiklerinde tereddüt yoktur. Tanrı’ya ibadet tavsiyesi, ancak Tanrı’nın nesnel varlığı itiraf edildiği zaman mantıksal anlam kazanabilir.

Bu konunun akılcı analizi, “gereken” ile “varolan” arasındaki ilişkiyi izahla bağlantılıdır. İslam felsefesi bakış açısıyla ahlaki ve şer’i “gerekenler” ve “gerekmeyenler”, gerçekliklerden ve varolanlardan doğmuştur. Başka bir ifadeyle, “Allah’a ibadet edin” dendiğinde bu teorem aslında kendi içinde birkaç teoremdir: “Âlemin başlangıcı olan müteal hakikat vardır ve ibadete layıktır”, “İnsan Allah’a yaklaşmak istiyorsa ona ibadet etmelidir”. Dolayısıyla bu teoremin başlangıç noktası durumundaki ve harici bir gerçekliğin doğrulanması, yani gayesi insanın kemale ermesi olan Allah’ın varlığı, “Allah’a ibadet edin” teoreminin analitik sonuçlarından olmaktadır.469

3. Sembolleştirme ve Mitolojik Varsayma

Bütün dinî önermelerin sembolleştirilmesi de doğru bir temeli bulunmayan kimi fikrî ve kültürel alanlardan kaynaklanmaktadır. Bir yandan bu akım, herşeyden çok, dinî kavramların yetersizliğinden; ilahî dinlere girmiş üçleme, bedenlenme, fidye ölümü gibi hurafelerden; tahmin ve hurafeyle bazı bölgelerde din olarak tanımlanmış mitolojilerden dolayı doğmuştur. Böyle bir yaklaşımın ortaya çıkışında etkili olmuş bir diğer etken, batı kültürünün metafizik zaafı ve Tanrı’nın varlığı konusunda örnek ile anlamın birbirine karışmasıdır. Bu akım, eğer varlık Tanrı’ya atfedilirse onu sınırlı varlıklarla aynı mertebede saymış ya da eğer yaratıcı ünvanını Tanrı için kullanırsak ona mekân ve zaman alanında yer vermiş olacağımızı varsaymıştır. Sonuç itibariyle, herşeyi deneysel araç gözlüğünün arkasından görmek isteyen modern çağın “deneyselcilik”inin de böyle bir akımın ortaya çıkmasında hatırı sayılır etkisi olduğu gerçeği gözardı edilemez. Hem kendi dinî eğilimlerini muhafaza etmek, hem de deneysel bilim kervanından geriye kalmamak isteyen modern çağın ilahiyatçılarının çoğu, dinî ve gaybî kavramları, dinî metinlerdeki şaşırtıcı öyküleri ve acayip olayları, geçmişteki peygamberlerin mucize ve alametlerini mecaz boyutu bulunan simgesel ve sembolik tabirler olarak kabul etmeye mecbur olduklarını düşündüler. Ama önem taşıyan nokta şudur ki, bu görüş de önceki bakış açıları gibi dinin temelini ve her tür dinî gerçekliği tahrip etmektedir. Eğer bu akımlara yönelinilirse izahları şu olacaktır: Birincisi, dinî metinlerin tamamı semboliktir ve gerçeklikle hiçbir şekilde ilişkili değildir. Bedenlenme, feda ve bunun gibi kavramlar ahlaki değeri ve başkaları yolunda kendinden vazgeçmeyi göstermek için bir metottur. İkincisi, semboller Tanrı ile karşılaşmayı tecrübe etmemiz için bize yardımcı olurlar, ama hiçbir şekilde Tanrı’daki gerçekliğe delalet etmezler. Bu önermelerin birbiriyle mantıksal ilişkisi yoktur ve hakiki manada doğruluk ve yanlışlıklarından sözedilemez. Hatta birbirine tamamen zıt önermeler bile bireyi kutsal emirle tanıştırabilmek için faydalı semboller kabul edilebilir.

Aynı şekilde dinî metinlerde Tanrı’nın müteal zâtı ve fiilleri konusunda bir kısım temsiller, teşbihler ve kinayelerin varlığı; mesela “Allah’ın eli” gibi tabirler, tüm âlemi kuşatması (Fussilet 54), Allah’ın heryerde bulunması (Bakara 115), meleklerle konuşması (Bakara 30) veya emaneti göklere, yere ve dağlara sunması (Ahzab 72), tevhid sözü alması (Araf 172) gibi ifadeler bile dinî metinlerde Allah, kâinat, insan ve benzeri konularla ilgili tüm dinî önermelerin sembolik olduğu ve gerçeklikle bağının kurulamayacağı sonucunu vermez.

4. Eleştirel Gerçekçilik

Dinin dilinde eleştirel gerçekçilik de herşeyden çok Kant’ın transandantal felsefesinden, modern bilim felsefesinin görüşlerinden ve İngiliz fizikçi Arthur Eddington (1882-1944), Alman filozof Ernst Cassirer (1874-1946) gibi yeni Kantçıların ve onların fikirdaşlarının, zihinsel çerçeveleri bilginin üretilmesinde ve niteliği üzerinde etkili gören ve bilgiyi nesnel gerçeklik ile zihinsel verilerin doğurduğunu öne süren bazı düşüncelerinden etkilenmiştir. Bu felsefi yaklaşım, Ehl-i Kitabın çağdaş teolojik bakış açısında vahyin geleneksel anlamına yeni bir yorum getirilmesi ve onun “insani tabir”le ifade edilmiş “şahsi tecrübe”nin ürünü olarak tanımlanmasıyla sonuçlandı. Bu görüşe göre insanoğlunun, yorumlanmamış halis vahye ulaşması imkânsız olacaktı. Bilakis eriştikleri şey, Tanrı’nın mesajı ve onu alan insanın zihinsel sürecidir. Fakat bu başlangıcın realizmin temellerini ve gerçeğin asıllığını sarstığı ve onu idealizmin dışına sevkettiği açıktır.

Biz, temel aklî aksiyomlar gibi bazı aksiyomları ve aklî yasaları kabul ederek ve beşer zihninin deneysel tümevarımcılığın yardımıyla tabiat âlemiyle ilgili teorik ve tümel yasaları çıkarma, genelleme, soyutlama, analiz ve çözümlemedeki yaratıcı gücünü kabul ederek, bilginin ortaya çıkışında temel ve belirleyici rolün, bilginin zihinsel çerçevelerine değil, harici hakikatlere ait olduğuna inanıyoruz. Bu doğrultuda, Max Planck, Einstein, Campbell gibi deneysel bilimlerin bilginlerinin ve Étienne Gilson vs. gibi yeni Thomasçı filozofların çoğu, metafizik realizmin epistemik realizme öncelikli olduğu konusuna vurgu yapmışlardır. Diğer bir ifadeyle dış dünyaya dair bilgi ve malumat, nesnel hakikatlerin varoluşu ve varlığının şubesidir.470

Öyle görünüyor ki eleştirel realistlere bir analitik nokta gizli kalmıştır. Bu da, ‘özü itibariyle bilinen’471 ile ‘dolayısıyla bilinen’472 arasındaki farklılıktır. Edinilen ilimlerde bilgi ve marifet olarak tanıdığımız şey, harici nesneyi aynen yansıtan veya ‘dolayısıyla bilinen’ olan, onun hayaleti olmayan ‘doğrudan bilinen’dir ya da zihinsel varlıktır. Fakat bu söz, harici nesnenin etkilerini o şeyin zihinsel varlığından bekleyeceğimiz anlamına gelmez.

Zikredilene ilave olarak, dinin dilinde eleştirel realizm, dinin apaçık temellerine aykırıdır. Eğer Allah’ın hikmeti gereğince, sonsuz kemale yönlendirmek suretiyle insanın bilgilerini tamamlama hedefiyle vahiy gönderilmesi zorunlu bir işse ve yokluğu ya da eksikliği insanın yaratılış gayesine aykırı telakki ediliyorsa, bu durumda ilim, kudret ve hayırlı olanı isteme bakımından mutlak kemâl olan ve eksiklikten uzak bulunan Allah, vahiy mesajını, olması gerektiği gibi ve insanın ihtiyacını karşılayacak şekilde el değmeksizin ve eksiksiz biçimde nihai maksada, yani insanlara ulaştırabilir. İlginç olan şu ki, vahyin gönderilmesinde, her türlü zarardan korunmuş olarak insanlara ulaşabilmesi için bütün bu tedbirlerin alınmış olduğu noktası Kur’an metninde açıkça belirtilmiştir:

 عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَداً إِلَّا مَنِ ارْتَضَى مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَداً لِيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَداً 

O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü önünden ve ardından gözcüler salar; onların Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini görmek için. Onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.”473

Söylenenlerin ışığında, Yahudi-Hıristiyan dinî-kültürel alanlar, temel ve ön varsayımlar ile İslam dünyasının dinî-kültürel alanları, temel ve ön varsayımları arasındaki farklılık gözönünde bulundurulduğunda batıda dinî dile ilişkin dolaşımdaki görüşlerin hiçbir şekilde Müslümanların dinî metinleriyle, yani Kur’an’la ve Masumların toplanmış sünnetiyle benzerliği bulunmadığı ve bunlara uygulanabilir olmadığı anlaşılacaktır.



Yüklə 5,76 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin