Bibi. Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, l, 52-53, no. 76; Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 4; Ün-ver, Sahabe Kabirleri, 12; Ayverdi, Fatih, IV, 756; Ünver, Mutlu Askerler 100; Hasırcızade, İstanbul'da Sahabe ve Evliya Kabirleri, İstanbul, 1987, 79-80; İşli, Sahabe, 91-94; M. B. Tanman, "Abdurrahman Şamî Tekkesi", DİA, I, 174.
M. BAHA TANMAN
Abdurrahman ""««ı»»***"* Şeref
Nazım Timuroğlu
ABDURRAHMAN ŞEREF
(20 Ağustos 1853, istanbul - 18 Şubat 1925, İstanbul) Tarihçi ve eğitimci. Osmanlı Devleti'nin son vakanüvisidir. Mekteb-i Mülkiye'de ve Mekteb-i Sulta-ni'de otuz yılı aşkın yöneticilik ve öğretmenlik yapmış, eğitimci ve tarih yazarı olarak istanbul'un kültür yaşamında iz bırakmıştır.
Abdurrahman Şerefin soyu Safran-boluludur. Babası Hasan Efendi, Toplıa-ne-i Amire'de mümeyyizdi. Abdurrahman Şeref, ilköğrenimini, Otakçılar Mahallesinde bir okul binası bulunmadı-
ğından Otakçılar Camii müezzin mahfilinde gördü. Eyüp Rüştiyesi'nde okudu. 1868'de açılan Mekteb-i Sultanîye (bugün Galatasaray Lisesi) yazılan ilk öğrencilerdendir. 1873'te, aynı okulun ilk mezunları arasında yer aldı. Böylece, geleneksel ve ilkel mahalle mektebinden, öğretim dili Fransızca olan modern Mekteb-i Sultanîye kadar uzayan kendi eğitim sürecinde, İstanbul'un birbirinden çok farklı kültür yaklaşımlarını doğrudan gözlemledi ve yaşadı. Bu gelişim, sentezci ve yorumcu bir aydın tarihçi oluşunu da hazırladı.
Abdurrahman Şeref, 1873'te yetiştiği Mahrec-i Aklam-ı Şahâne'de tarih ve coğrafya okuttu. Buradan Mekteb-i Mülkiye'ye geçti. 1877-1894 arasında bu okulda aralıksız öğretmenlik ve müdürlük yaptı. Mekteb-i Sultanîde, Darülmu-allimin'de de derslere girdi. 1894'te Mekteb-i Sultanî Müdürlüğüne atandı. Bu görevi 1908'e değin sürdü. Bu dönem, Galatasaray'ın en parlak ve verimli yıllarını kapsar. Okuttuğu lisan-ı Os-mani, tarih-i devlet-i Osmaniye, coğraf-ya-yı umumi, istatistik, ahlak derslerinde öğrencilere bilgi aktarmaktan çok, onların düşünce ufuklarını açmayı amaçladı. Özellikle tarih olaylarından ve-ünlü kişilerden hareketle eleştirel bakışlara, yorumlara önem vererek aydınlanma yolundaki gençlere, tarihi bir menkıbe gibi görmemelerini öğütledi. Aralarında Tevfik Fikret, Hamdullah
Suphi Tanrıöver, Ahmet Haşim, İzzet Melih Devrim, Reşit Safvet Atabinen'in bulunduğu Galatasaraylı ve Mülkiyeli gençler bundan çokça yararlanmışlardır. II. Abdülhamid'in baskıcı rejimine karşın, ülkenin gelecekteki yöneticilerine ve aydınlarına hürriyet tutkusunu, çalışkanlığı, dürüstlüğü, kibar ve sevecen olmayı aşıladı. Halid Ziya Uşakhgil, onun herkesçe sevilmiş olduğunu, döneminin türlü nazik işlerinde bulunmakla beraber namus bağlarının gevşemediğini vurgular.
Abdurrahman Şeref 1907'de kısa bir süre Maarif Nazırlığı yaptı. 16 Aralık 1908'de, Meclis-i Ayan üyeliğine atandı. 1909'da kısa süreli Kâmil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Tevfik Paşa kabinelerinde maarif nazırıydı. Aynı yıl, 1922ye değin sürecek olan vakanüvislik görevine atandı. Arada defter-i hakanı, evkaf, posta ve telgraf, maarif nazırlıkları, Şûrayı Devlet reisliği, Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay) reisliği görevlerinde de kısa sürelerle bulundu. Fakat, asıl ününü son Osmanlı vakanüvisi sanıyla kazanmıştır.
II. Meşrutiyet döneminde üstlendiği her görevde ve katıldığı toplantılarda sağduyuyu, serinkanlılığı temsil eden Abdurrahman Şeref, Osmanlı toplumu, düzen ve yönetim konularında objektif tanılarda ve yorumlarda bulunmuş, bu görüşlerini daha çok makalelerinde işlemiştir. 27 Kasım 1909'da kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni'nin ilk başkanı olmuş ve bu kuruluşun yayın organı olan Ta-rih-i Osmanî Encümeni Mecmuası'rida örneğin "İstanbul'da Su Müzayakası" gibi, kenti ilgilendiren önemli birçok yazısı çıkmıştır. Bu kurulun başkanı, yazarı ve vakanüvis olarak Topkapı Sarayîm ve Harem Dairesi'ni özel izinle incelemiş, eski Osmanlı harem mekânını tanıtan uzun bir yazı hazırlamıştır. İstanbul'da çıkan Sabah ve Vakit gazetelerinde "Musahabe-i Tarihiye" başlığı altında yayımlanan yazıları 1923'te Tarih Musahabeleri adıyla basılmıştır. Bu eseriyle biyografi türüne yenilikler getirmiş, kişileri yaşadıkları ortam ve koşullarla öne çıkartmayı amaçlamıştır. Bu bakımdan Tarih Musahabeleri, son dönem Osmanlı tarihi ve İstanbul yaşamı açılarından değerli bir kaynak sayılır. Bu eserde 36 ayrı başlıkta Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin devlet adamları, yönetim tarzları, yenilikler, ekonomik durum, Yeni Osmanlılar, kamu yönetimi ve unvanlar, Babıâli, Boğazlar sorunu gibi birincil konular, İstanbul'un tarihini ve kent yaşamını ilgilendiren bakışlarla ve ilginç anekdotlarla ele alınmıştır. Kendisinden önceki vakanüvis Lutfî Efendi'nin Tarih-i Lutfî adıyla bilinen eserinin VIII. cildini uzun notlarla tamamlamış, 1912'de yayımlamıştır. Fakat kendi va-kanüvisliğiyle ilgili olarak kaleme aldığı 1908-1918 dönemini anlatan Vekayinâ-me adlı eseri basılmamıştır. Diğer eserleri, ders kitabı niteliğindedir.
l Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile vakanüvisliği sona eren Abdur-
rahman Şeref Bey, bir süre açıkta kalmış, 1923'teki seçimlerde İstanbul mebusu seçilerek Ankara'ya gitmiştir. Hastalanınca İstanbul'a dönmüş ve burada ölmüştür. Eyüp'te Nişancı Mustafa Paşa Mahallesi'nde Çömlekçiler-Otakçılar arasındaki bir caddeye adı verilmiştir.
Bibi. Cemaleddin, Âyine, 153; Efdaleddin (Te-kiner), Abdurrahman Şeref Efendi, Tercüme-i Hâli, Hayat-ı Resmiyye ve Hususiyyesi, ist., 1927; Mükrimin Halil (Ymanç), "Abdurrahman Şeref Efendi", TTEM, no. 9 (86); Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları, 439-431; Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, c. V, ist., 1936, s. 98.
NECDET SAKAOĞLU
ABDÜLAHAD NURİ
(1594, Sivas - 1651, istanbul) Halvetîli-ğin Şemsîlik kolundan ayırdığı Sivasî tarikatının kurucusu olan mutasavvıf.
Aile kökeni, Halvetîliğin ana kollarından Şemsîliği kuran Şemseddin Ah-med Sivasîye (ö. 1597) dayanır. Babası Mustafa Safaî Efendi, Şemseddin Siva-sî'nin küçük kardeşi İsmail Efendi'nin oğlu; annesi Safa Hatun ise, büyük kardeşi Muharrem Efendi'nin kızıdır.
III. Mehmed döneminde (1595-1603) dayısı Şemsî şeyhi Abdülmecid Sivasî ile birlikte İstanbul'a geldi. Eğitimini burada tamamlayarak Halvetî hilafeti aldı. Daha sonra Abdülmecid Sivasî tarafından gönderildiği Midilli'de tarikat faaliyetlerini sürdürdü. 1620'de İstanbul'a döndü ve Şeyhülislam Esad Efendi'nin girişimiyle Çarşamba'daki Mehmed Ağa Tekkesi postnişinliğine atandı. l631'de Fatih, l64l'de Bayezid, ardından da Ayasofya Camii kürsü şeyhliği görevlerini üstlenen Abdülahad Nuri, l651'de vefat ederek Eyüp Nişancasındaki kendi adıyla anılan tekkenin türbesine defnedildi.
Abdülahad Nuri, kurduğu Sivasî tarikatıyla İstanbul'daki Halvetî örgütlenmesini geniş bir toplumsal zemine oturtmuş ve bu sayede taşra kökenli şeyh ailelerinin 17. yy şehir hayatında kazandıkları nüfuzun başlıca temsilcilerinden birisi durumuna gelmiştir.
Halvetîlik(->) 16. yy sonlarından itibaren İstanbul'un mistik hayatında çeşitli kol ve şubeleriyle belirleyici bir rol oynamıştır. Şemseddin Sivasî ile birlikte
Abdülahad
Nuri'nin
Eyüp
Nişancası'ndaki
türbesi.
Ekrem Işın, 1992
şehir hayatına giren Şemsîlik, bu tarikatın ana kollarından olup, Abdülmecid Sivasî'nin (ö. 1639) faaliyetleriyle yaygınlaşmış ve önceleri Şemseddin Efendi'nin doğum yerine nispetle Sivasîlik şeklinde adlandırılmıştır. Daha sonra ise Abdülahad Nuri'nin bu koldan ayırarak kurduğu tarikata Sivasîlik denildiği için, Şemseddin Efendi'nin tarikatı kendi adına izafeten Şemsîlik olarak anılmıştır.
Abdülahad Nuri'nin Sivasîlik adına İstanbul'da yürüttüğü faaliyetleri, dayısı Abdülmecid Sivasî'ye(->) bağlı Şemsîli-ğin mirasına sahip çıkan bir örgütlenme çabası olarak dikkati çeker. Bu amaçla daha önce Abdülmecid Sivasî'nin İstanbul'daki Bayramîlerle kurduğu yakın ilişkiyi geliştirmiş ve bu tarikatın Tennu-rî koluna ait bazı önemli tekkeleri denetimine alarak, yetiştirdiği halifeleri aracılığıyla Sivasîliğin şehir hayatındaki etkisini 18. yy sonlarına kadar güçlü kılmayı başarmıştır.
İstanbul'da Abdülahad Nuri'nin tarikat faaliyetlerine sahne olan ilk merkez, daha önce Abdülmecid Sivasî'nin de şeyhlik yaptığı Mehmed Ağa Tekkesi'dir (bak. Mehmed Ağa Külliyesi). Kendisinden sonra oğlu Mustafa Çelebi (ö. 1690), halifesi Esircizade Hüseyin Efendi (ö. 1693) ve bu şeyhin oğullan Yahya Efendi (ö. 1740) ile Çelebi Mehmed Efendi (ö. 1751) tarafından burada sürdürülen Sivasî meşihati, 17. yy'm sonlarında İstanbul'a giren Bayramîliğin güçlü kolu Himmetîliğin denetimine geçmiştir.
Sivasîliğin İstanbul'daki ikinci önemli merkezi, Şehremini'ndeki Yavaşça Mehmed Ağa Tekkesi'dir. Şeyh İbrahim Efendi'nin (ö. 1630) Sivasî merkezi olarak kurduğu bu tekkede, Abdülahad Nuri'nin ünlü halifesi Mehmed Nazmî Efendi (ö. 1701) postnişinlik yapmış ve yerine geçen oğulları Abdurrahman Re-fi'a (ö. 1719) ile Abdülmecid Efendi'den (ö. 1730) sonra meşihat makamı, Bayramîliğin Himmetî kolu tarafından doldurulmuştur.
Abdülahad Nuri'nin Abdülmecid Sivasî ile birlikte faaliyetlerini sürdürdükleri bir diğer dergâh da, Bayramîliğin İstanbul'daki ilk örgütlenme merkezi sayılan Yavsî Baba Tekkesi'dir(->). Baş-
ABDÜLAHAD NURİ TEKKESİ 22
ABDÜLAZİZ
SULTAN ABDÜLAZİZ'İN KENT İÇİ GEZİLERİ
Padişah hemen hemen her gün sokağa çıkardı. Saray deyimince her gün Teşrif-i şahane olurdu. Atla veya arabada uzun gezintiler yapardı. Hekimbaşı çiftliği, Maslak, Kâğıthane, Beykoz ormanları ile Bebek, İstinye, Büyükdere, Emirgân sırtları sevdiği yerlerdi. Buralarda kır âlemleri yapar, pehlivan güreştirir, at koşturur, kuzular çevirttirir ve maiyyetine ziyafetler verip eğlenirdi. Çok titiz tabiatlı olduğu için, mevkib-i hümayun (tören alayı) pırıl pırıl parlar, göz kamaştırırdı. Arabaların en görkemlisi, güzel atların en şahanesi, yaverlerin ve mabeyncilerin en yakışıklıları, yemeklerin enfesi, Sultan Abdülaziz'in arkasında dolaşırdı. Saraydan çıkarken gideceği yeri kimse bilmezdi. Bu yüzden bütün saraylar ve sa-raycıklar hemen hemen her gün hazır, tertemiz tutulurdu. Bunun bir faydası vardı. İstanbul'un kent içi ve civar yollan, şoseler sık sık tamir görür, yeni yollar açılır, ağaçlar dikilir ve bol bol sulanırdı. Zincirîikuyu, Boğaziçi yollan, Hacıos-man Bayırı, îstinye ve Tarabya şoseleri... Hep o zaman yapılmıştı. Sultan Aziz'in bu dolaşmaları halkın da hoşuna gidiyor ve bazan da unutulmayacak hatıralar doğuyordu. Bir seferinde Bektaşi Remzi Baba,, padişahın önüne atılmış ve atının dizginlerini yakalayıp şu dizeleri söyleyerek bahşiş almıştı: Ey Padişahım bir dur/Dervişi ferah-nâk et/Mir'at-ı zamîrinden/Jeng-i kederi pak et/Bir hafta senin harcın/On yıl bana kâfidir/On yıl beni rahat kıl/Bir hafta sen imsak et!
Saltanat kayıklanyla gezinti, cuma günleri yapılırdı. Çünkü padişah, Beylerbeyi, Ortaköy, Emirgân camilerine kayıkla gider, Cuma namazını bu camilerde kılardı. Namazdan sonra Boğaziçi'nde Göksu gibi derelerde veya Kâğıthane deresinde gezinirdi. Bunun da İstanbul'a hizmeti olurdu. Çünkü dereler sık sık taraklanır, temizlenirdi. Tuhaftır, kendisi yaptırdığı halde Sultan Aziz'in en az uğradığı saraylar Beylerbeyi ve Çırağan idi. Bunlardan korktuğu söylenirdi. Daima Dolmabahçe'de oturur, yangından korktuğu için de bütün lambaları ve mumları büyük fenerler içinde yaktırır, mangallara kapak koydurturdu. Bunları sık sık da kontrol ederdi.
Semih Mümtaz S., Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler'den, Hilmi Kltabevi, ist,, ty, s. 9-10
langıçta Bayramîliğe bağlı bir Tennurî merkezi olan bu tekkede Cerrahzade Musliheddin Efendi (ö. 1576) ve Abdül-mecid Sivasî ile önce Şemsî, ardından Sivasî tarikatları faaliyet göstermiş, Şeyh Abdülbâki Efendi'den (ö. 1798) sonra da tekke, Halvetîliğin Sünbülî koluna bağlanmıştır.
Eyüp Nişantaşı'nda Abdülahad Nuri'nin adıyla anılan tekke ise, Sivasîliğin İstanbul'daki asıl merkezi olma özelliğini Cumhuriyet dönemine kadar korumuştur. Reisülküttab La'lî Efendi'nin Ab-dülmecid Sivasî'ye hediye ettiği bahçeye, önce Abdülmecid Sivasî ve Abdülahad Nuri'nin türbeleri inşa edilmiş, daha sonra da ahşap bir tekke binası yaptırılmıştır. Türbeler dışında tekkeye ait diğer yapılar günümüze gelememiştir.
Abdülahad Nuri, yalnızca bir tarikat kurucusu değil, aynı zamanda yaşadığı dönemde şehir hayatını felce uğratan dini taassuba da karşı çıkmış güçlü bir mutasavvıftır. 17. yy İstanbul'unu derinden etkileyen, tarikat mensupları ile ulema sınıfı arasında çatışmalara yol açan Kadızadeliler zümresine karşı mücadele etmiş, eserlerinde bu katı din anlayışının sözcülerini şiddetle eleştirmiştir (bak. Kadızadeliler-Sivasîler). Bir-givî Mehmed Efendi'nin Tarikat-ı Mu-hammediye adlı eserine dayanarak tasavvuf erbabına cephe alan, devran ve sema gibi tarikat ritüellerini bid'at sayarak İslamiyetle bağdaşmadıkları için yasaklanmalarını isteyen bu aşırı dinci kesime karşı Abdülmecid Sivasî'nin başlattığı mücadele, Abdülahad Nuri tarafından sürdürülmüştür. Eserlerinin bir kısmı, bu mücadeleyi desteklemek amacıyla kaleme alınmıştır. Risale fi Cevâzi Devrâni's-Sûfiye ile Risâletü's-Semâyi-eti'n-Nûriye adlı kitaplarında, tekkelerde icra edilen devran ve semain İslami-yete aykırı düşmediğini, tasavvuf musikisinin ise dini duyguları yüceltici bir sanat olduğunu savunur. Şiirlerini, ayrıca Divârimda toplamıştır.
Bibi. Mehmed Nazmî, Hediyetü'l İhvan, Sü-leymaniye Ktp, Reşid Efendi, no. 495, vr 147a; Şeyhî, Vekayiu'l-Fuzalâ, I, 547-549; Uşşakizade, Zeyl-i Şakaik, 539-540; Ayvansa-rayî, Mecmuâ-i Tevârıh, 212; Sicül-i Osmanî, III, 294; Osmanlı Müellifleri, I, 121-122; Ho-cazade, Ziyaret, 88-90; Vicdanî, Tomar-Hal-vetiye, 116-117; Vassaf, Sefine, III, 358-370; Ergun, Antoloji, I, 55, 87, 103, 107; ISTA, I, 56-57; IKSA, I, 88; A. Uçman, "Abdülahad Nuri", DlA, I, 178-179.
EKREM IŞIN
ABDÜLAHAD NURİ TEKKESİ
bak. SİVASÎ TEKKESİ
ABDÜLAZİZ
(9 Şubat 1830, istanbul - 4 Haziran 1876, İstanbul) Osmanlı padişahı (25 Haziran 1861 - 30 Mayıs 1876).
Halk arasında Sultan Aziz olarak ün-lenmiştir. II. Mahmud ile Pertevniyal Valide Sultan'ın oğludur. "Sultan Aziz Zamanı" diye bilinen kısa saltanat döneminde, "Aziziye" adı verilen fes ve gi-
ölümünün ardından Topkapı Sara-yı'ndaki geleneksel cülus töreniyle tahta çıktı. İstanbul halkı, babacan tavırlı, alçakgönüllü, güreşe, ortaoyununa düşkün yeni padişahı sevdi. Padişahlığının 1871'e kadarki ilk döneminde, Âli, Fu-ad, Yusuf Kâmil, Mütercim Rüşdî paşaları kısa aralıklarla sadrazamlık mevkiine getiren ve devlet işlerini bu deneyimli vezirlere bırakan Abdülaziz, 1871'den sonra müstebit bir hükümdar tavrıyla hareket etti. Tahta çıktığı sırada başlıca dış sorunlar Karadağ, Eflâk-Boğ-dan, Sırbistan ayaklanmalarıydı. Bunları Girit sorunu izledi. Balkanlar'da pansla-vizm akımı yaygınlaştı. Mısır'da yarı bağımsız "hıdivlik" yönetimi kuruldu. Âli ve Fuad paşaların, büyük Avrupa devletleri ile dengeli dostluk ilişkileri sürdürme politikalarına karşılık, 1871'den sonra Rusya'ya yakınlaşma söz konusu oldu. Kamu harcamalarının artması ve saray israfı sonucu dış ve iç borçlanmada en yüksek düzeye ulaşıldı. Saltanatının son iki yılında Bosna Hersek'te, ardından Bulgaristan'da bağımsızlık ayaklanmalarının başlaması, içeride hayat pahalılığının artması, İstanbul'da gündeme gelen yasaklamalar ve sansür, başlangıçtaki halk güveninden ve sempatisinden Abdülaziz'i yoksun bıraktı. Batılı devletlerin Osmanlı hükümetine ağır koşulları içeren bir memorandum vermelerinin ardından İstanbul'da durum gerginleşti ve Abdülaziz'in tahttan indi-rilmesiyle sonuçlanan olaylar yaşandı.
Abdülaziz tahta çıktığı 186l'de bir irade yayımlayarak İstanbullular için mülk (emlak) vergisi koydu. Yüzyıllar boyunca birçok yükümlülükten muaf olagelen İstanbul halkı buna tepki gösterdi ve özellikle mülk zenginlerinin baskısı sonucu bu iradenin uygulanması 1874'e değin ertelendi. Abdülmecid döneminde başlayan dış borçlanmalara
Abdülaziz'in Abdullah Biraderler tarafından çekilmiş bir fotoğrafından ayrıntı, 1868.
Engin Çizgen
yim modaları doğmuş, kimi kuruluşlar ve yerler de bu adı almıştır. Tanzimat döneminin (1839-1876) ikinci evresini oluşturan saltanatında Osmanlı devleti önemli dış sorunlar ve ekonomik bunalımlarla çalkamrken İstanbul, hızlı bir kentsel değişim yaşamıştır. Bu değişim ve gelişim özellikle Halic'in kuzey yakasında, Galata-Beyoğlu-Beşiktaş semtleriyle Boğaziçi'nde belirginleşmişti.
Abdülaziz, babası II. Mahmud öldüğü zaman (1839) henüz çocuktu. Ağabeyi Abdülmecid (1839-1861) kendisine eski kafes hapsini uygulamakla birlikte sistemli bir eğitim almasına da olanak tanımadı. Bu nedenle Abdülaziz, saray ortamında yarı Doğulu, yarı Batılı, din eğitimi ağırlıklı, yazı, müzik, spor, resim çalışmalarını da içeren düzensiz bir öğrenim gördü. Abdülmecid'in genç yaşta
Abdülaziz döneminde, 1863'te Sultanahmet Meydam'nda açılmış olan Sergi-i Umumi-i Osmanî. Celsus Picture Library
yenileri eklendi ve bunlar İstanbul yaşamını etkiledi. Borçlanmalara aracı olanlar zenginleşirken kenar halkı ve esnaf, kamu çalışanları pahalılıktan ezildi. Diğer yandan, Tanzimat'ın gerektirdiği birçok kuralın ve yeniliğin askıda tutulup uygulanmaması, Slav-Ortodoks örgütlenmelerinin İstanbul'a kadar yaygınlaştırdıkları eylemler, Batılı devletlerin ve sermaye çevrelerinin artan nüfuzları ve müdahaleleri, borçlanmalardan doğan sıkıntıları daha da artırdı. Buna karşın İstanbul, bir önceki Abdülmecid ve bir sonraki II. Abdülhamid dönemlerine oranla daha renkli, kültür ve eğlence olanakları geniş bir kent olmuştur. Buna bağlı olarak toplum da önceki dönemlere göre daha özgür bir görünüm verir. Ancak bu ortam, elde ettikleri ayrıcalıklar giderek artan gayrimüslim cemaatler ile Levantenlerin ve yabancı uyrukluların İstanbul'un ticaret hayatına, sosyal, kültürel ve bir ölçüde de mimari gelişimine egemen olmalarına da olanak vermiştir.
27 Şubat 1863'te Sultanahmet Meydam'nda açılan Sergi-i Umumi-i Osma-nî(->), ilk Türk fuarı olarak özel bir önem taşır. Abdülaziz'in isteğiyle kurulan Islah-ı Sanayi Komisyonu da aynı yıl çalışmaya başladı. Komisyonun görevi, ithalat baskısı, sermaye ve teknoloji yetersizliği gibi nedenlerle durmaya yüz tutan sanayi tezgâhlarının canlandırılması önlemlerini almaktı. Loncalar kaldırıldığından İstanbul esnafının şirketleşmeye, seri üretim olanaklarına gereksinimi vardı. Komisyonun önerileri doğrultusunda Hazine-i Hassa'dan Simkeş-hane esnafına, kılabdancılara, dökmeci, saraç, kumaşçı, demirci kesimlerine kredi verildi ve şirketleşmeler teşvik edildi.
Abdülaziz'in görkemli Mısır seyahati de 1863 yılındadır. İlk yıllarda İstanbulluların sevgisini çeken padişah için Mısır dönüşü yapılan karşılama töreni, resmi organizasyondan çok, halkın içten sevgisiyle renklenmiş ve bir hafta sürmüştü. Abdülaziz, her kesimden ve cemaatten başkent halkı temsilcilerini Kâğıthane Sarayı'nda kabul etti. Cisr-i Cedit adı verilen, Galata ile Eminönü arasındaki yeni köprünün yapılması ve ilk Darülfünun'un açılması da bu yıldadır. 1864'te ülke genelinde ve İstanbul'da nüfus sayımı yapıldı. 1866'da Romanya Prensi Kari von Hohenzollern İstanbul'a geldi ve Abdülaziz tarafından kabul edildi. Prens, Göksu Kasrı'nda misafir kaldı. Abdülaziz'in Mısır Valisi İsmail Paşa'ya 1866'da bir fermanla hıdiv unvanını vermesi ve hıdivliğin babadan oğla geçmesi esasını koyması, Kavalalı soyundan birçok prensin, Mısır'ın yönetiminde veraset haklarını yitirmelerine neden oldu. Bunlardan bazıları İstanbul'a yerleşerek Mustafa Fazıl Paşa'nm önderliğinde bir muhalefet başlattılar. Bunlar, Abdülmecid döneminde gelen ve İstanbul'da "Mısırlılar" olarak anılan çok zengin zümre ile kentte lüks ve israf düşkünlüğüne de öncülük ettiler.
Rejim muhalifi kimi aydınlar da (örneğin, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi) bunlardan destek almaktaydılar.
Abdülaziz, İstanbul'un siyasal açıdan hareketlendiği bir sırada 21 Haziran 1807'de Avrupa seyahatine çıktı. Sadrazam Âli Paşa İstanbul'da "Saltanat Naibi" sanıyla padişahın yetkilerini kullandı. Fransa, İngiltere, Prusya ve Avusturya'yı ziyaret ettikten sonra İstanbul'a dönen padişah için üç gün üç gece donanma yapıldı. Kent semaları geceleri havai fişeklerle aydınlatıldı. Abdülaziz, bu uzun gezide gördüklerinden etkilenmişti. İstanbul'un çehresini değiştirmek gibi bir emele kapıldı. Hayran kaldığı Paris, Londra, Viyana'yi besleyen ve geliştiren olanakları düşünmeksizin, daha fazla borçlanarak birtakım yatırımlara girişti. Sarayları için çok kalabalık kadrolar oluşturdu ve lüks Avrupa eşyasına önem verdi. Törenler, eğlenceler de önceye oranla daha zengin programlara bağlandı. Abdülaziz'in bu yeni yaklaşımı, Mısırlıların getirdiği esintiler, halkı da etkiledi. Devletin ileri gelenlerinden sıradan insanlara değin moda tutkuları aldı yürüdü. Paşa konakları ve sahilhaneleri, yüzlerce kişinin yer aldığı hizmet kadroları ile doldu, Boğaziçi'nin tüm koylarına yeni yalı ve sahilhaneler yapıldı. Bunlar, o dönemin mimari üsluplarında 20-30, daha büyükleri 80-100 odalı saraylardı. Fakat müspet işler de yapılmıyor değildi.
Bir donanma âşığı olan Abdülaziz, •Tersane'nin, Tophane'nin modernleşmesine, Feshane'nin(->) çuha ve şayak
imal edecek düzeyde genişletilmesine, demiryolu yapımına, devlet yönetiminde reorganizasyona, yeni eğitim, bilim ve kültür kurumlarının açılmasına da çaba gösterdi. İlköğretim İstanbul çocukları için zorunlu kılındı, Mekteb-i Sultanî, İstanbul'da ilk Sanayi Mektebi, Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye 1867-1868 yıllarında açıldı. 1869'da Darülfünun-ı Osmanî'nin hizmete girişi, o yıl Fransa İmparatoriçesi Eugenie'nin Abdülaziz'in ziyaretine karşılık vermek amacıyla İstanbul'a gelişi, kent yaşamına unutulmaz anılar kattı. Bu ziyaret vesilesiyle İstanbul'da günlerce törenler, ziyafetler düzenlendi. Batı kamuoyuna karşı siyasal amaçlı programlara ağırlık verildi. Abdülaziz'le İmparatoriçe arasındaki dostluk abartılı biçimde öne çıkarıldı.
Yabancı uyruklara mülk edinme hakkının yürürlüğe konmasının ardından 1869'da Tabiiyet Kanunu çıkartıldı. Bununla, çoğunluğu İstanbul'da yaşayan ve muhtelif yabancı devletlerin himayesini gören "yerli yabancılar" (Levantenler, konsoloslar, mümessil ve ajanlar, konsoloshane personeli vd) Osmanlı uyruğuna alınmak istendi. Bu, içte ve dışta tepkilere yol açtı. Yine o yıl Pasaport ve Mürur Tezkiresi Nizamnamesi yayımlandı. Başta İstanbul olmak üzere büyük kent ve limanlara girişler vizeye bağlandı. 1870'te Abdülaziz'in bir fermanıyla İstanbul'da Rum Patrik-hanesi'nden ayrı Bulgar Eksarhanesi(-0 kuruldu. İstanbul'daki Bulgarlar cemaat hukuku elde ettiler.
ABDÜLAZİZ
24
25
ABDÜLAZİZ
Abdülaziz'in son cuma selamlığı
The Graphic 27 Mayıs 1876 Cekus Picture Library
Abdülaziz'in cenaze töreni
Le Monde Illustre
Cekus Picture
Library
Abdülaziz döneminde merkezi yönetim örgütleri yeni bazı meclisler ve nezaretler oluşturularak genişletildi. Mec-lis-i Âli-i Hazain (1864), Divan-ı Muhasebat (1863), Bahriye Nezareti (1867), Şûra-yı Devlet (1868), Adliye Nezareti (1870), yalnız İstanbul'a özgü olan Pos-tahane-i Âmire'nin yerini alan Posta ve Telgraf Nezareti (1871), Meclis-i Emanet (1870), Meclis-i Tedkikat-ı Seriye (1873), Meclis-i İdare-i Emval-i Eytam (1874), Meclis-i İcraat (1875), en büyük yargı mercii olarak önceki Meclis-i Vâ-lâ'nın devamı sayılan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (1868) bunlardandır. Aynı dönemde kentsel düzenlemelere, imar çalışmalarına da önem verilmiştir. İlk kez "mebani-i emriye" adı verilerek kamu yapıları kavramı benimsenmiş, bir bölümü dış borçlanmalarla sağlanan finans olanakları bunların yapımına ve onarımına ayrılmıştır. İstanbul'un muhtelif semtlerine postaneler, Tophane, muzıka kışlaları, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti, Pangaltı Harbiye Mektebi binaları, Avrupa hükümdarlarının yaşamları örnek alınarak projelendirilen Çıra-ğan Sarayı ile, Beylerbeyi Sarayı, Ayaza-ğa, Tokatbahçesi, Alemdağ, İcadiye köşkleri, Îstanbul-Edirne-Rumeli demiryolu, Karaköy-Beyoğlu Tüneli, bu cümledendir.
İşletme hakkını Baron Hirsch'in aldığı demiryolunun yapımı sırasında İstanbul'daki birçok tarihsel yapının zarar görmesi, bu arada Topkapı Sarayı kıyı köşklerinin yıkılması söz konusu olduğunda Abdülaziz'in "Geçen şimendifer
değil mi? Bırakın, memleketin içinden geçsin de isterse göğsümden geçsin!" dediği rivayet edilir. Bu hattın ve Hay-darpaşa-İzmit hattının yapımında İstanbul'un tarihsel dokusunun büyük zarar gördüğü bilinmektedir. Dubalar üstüne oturtulan ve yapımı Tersane-i Âmire'ce gerçekleştirilen yeni Galata Köprüsü, atlı tramvay işletmesi, Boğaziçi'nde Şir-ket-i Hayriye'den ayrı olarak İdare-i Aziziye adlı vapur işletmesinin faaliyete geçişi, donanmanın yenilenmesi, ordu örgütünün düzenlenmesi, donanmaya ve orduya malzeme üreten fabrikaların açılması, kentte iş hayatının yaygınlaşmasına ve işçi nüfusunun artmasına olanak vermiştir. 1872'de Hasköy Tersanesi, 1873'te Kasımpaşa Tersanesi işçilerinin ilk grevleri gerçekleştirmeleri, 1875'te tüm tersane işçilerinin grevi bu gelişimin sonuçlarıdır.
1870'teki büyük Beyoğlu yangını ile 1872'deki Kuzguncuk yangını ardından, kagir yapılaşmaya gidildiği, yangınları önleyici bir dizi önlemlerin alındığı görülür. Şehremaneti ile bağlı belediye dairelerinin de kentin temizliği, iaşe temini, esnaf denetimi, sokakların aydınlatılması, yapı kontrolleri, yol ve kaldırım yapımı işlerine öncelik verdikleri saptanır. Kentin imarı ve temizliği konusunda, İstanbul'u ziyaret eden yabancı konukların da etkili oldukları kuşkusuzdur. 1870'te Franz Josef'in, 1873'te İran Şahı Nâsıreddin'in, 1874'te Prens Mi-lan'ın gelişleri bu açıdan önemlidir.
Abdülaziz dönemi İstanbul'unun bir özelliği de dış ve iç borçlanmalara da-
yalı bir para piyasası oluşudur. Abdül-mecid döneminden kalan toplam 16.540.700 liralık borç, 1862-1873 döneminde 97.708.820 liraya yükselmiş, buna karşılık yıllık kamusal gelir toplamı 25 milyon lira düzeyinde kalmıştı. Bu olumsuz tablo, İstanbul'da Galata bankerlerinin ve sarrafların yönlendirdiği, aracılık, nemalandırma, faiz ve kefalet işlemlerine dayalı yeni bir piyasanın doğmasına neden olmuştu. İstanbul'un ekonomisi ve kamu maliyesi bu dönemde tamamıyla Galata bankerlerinin kontrolüne geçmiş bulunuyordu. Ancak devletin giderek sıkışması ve daha fazla borç yükü altına girmesi, 1875'te İkinci Ramazan Kararnamesi'nin yayımlanmasına yol açınca İstanbul, tarihinde görülmedik ekonomik ve siyasal bunalıma düştü ve bu, ertesi yıl Abdülaziz'in tahttan indirilmesine değin sürdü.
Abdülaziz'in saltanat yıllarında İstanbul'da Yeni Osmanlılar'ın örgütlenmesinin yanında Mason cemiyetlerinin de oluştuğu görülmektedir. Asker-sivil komutan ve yöneticiler arasındaki iktidar mücadelesi, medreselilerin modern eğitim ve kültür kurumlarına savaş açmaları, gerici çevrelerle Yeni Osmanlılar arasındaki gizli mücadele de İstanbul'da yoğunlaşmıştı.
Abdülaziz'in 1871'de Âli Paşa'nın ölümüne değin siyasal kararlarla fazla ilgilenmediği, saray yaşamına, istanbul'un imarına önem verdiği saptanırken bu tarihten sonra siyasal kararları doğrudan almaya yöneldiği, kent yaşamını kontrol çabasına kalkıştığı ve bu
amaçla bir hafiye örgütü kurduğu ve sansür uyguladığı görülmektedir. İstanbul'un Müslüman olmayan halkı, Tanzimat ve Islahat fermanlarının sağladığı haklarla, Müslüman İstanbulluları ekonomik ve kültürel açıdan geride bıraktıkları gibi, sansür ve jurnal baskısından da uzak kalmışlardır. Artık, kentin en yüksek sosyal sınıfını onlar oluşturmakta, Beyoğlu ve Galata semtleriyle Boğaziçi'nde Avrupa standartlarında yaşam sürdürmektedirler. Buna karşılık Müslüman halk ise Balkan göçleri nedeniyle daha dar mekânlarda, daha kıt kanaat geçinmeye razı olmuş durumdadırlar.
Padişah, saraylarındaki 1.200 kadın, 350 aşçı ve yamak, 400 seyis, 400 ham-lacı-kayıkçı, 400 hademe-i hassa, 300 yaver-kâtip ve mabeyncisi ile İstanbul'un ve devletin taşıyamayacağı bir savurganlığı temsil etmektedir. Basının tutucu kesimi, ahlaksızlığın her türlüsünün ülkeye İstanbul'dan yayıldığını yazarken ilk kez kadın hakları da yine bu dönemin basınında yer almıştır. Kimi yazarlar, moda olan dar düdük erkek giysilerini, kadınların var mı yok mu belirsiz yaşmaklarını ve peçelerini eleştirmektedirler. Boğaziçi'ndeki mehtap gezilerine, Beyoğlu'nda alışverişe çıkan kadın artık yadırganmamaktadır. Ancak bu yemlikleri kimi devlet adamları bile İstanbul'da zenperestliğin ve muaşakanın artması olarak nitelendirirler.
Galata ciheti, meyhaneleri, balozları, İranlı esnafın işlettiği kahvehaneleri, çayhaneleri, tütüncü dükkânları ile tam bir tüketim merkezidir. Rum, Ermeni ve
Yahudi kızları, döneme özgü kantolarla sahneye çıkmaktadırlar. Beri tarafta Di-reklerarası(-») ve Gedikpaşa semtleri or-taoyunundan modern tiyatroya değin çok renkli bir temaşa dünyası oluşturmaktadır. İlk kez Türkçülük tezi de Ah-med Vefik , Mahmud Celâleddin ve Mustafa Fâzıl paşaların öncülüğünde yine bu dönemde ve İstanbul'da yeşermiştir. Bu tezin yanında Osmanlılık ve İslamcılık, hürriyet ve demokrasi düşünceleri de yine İstanbul'da çevreler bulmuştur. Kentte güzel sanatlara karşı ilgi uyanmıştır. Abdülaziz'in Ayvazovs-ki, Chlebowski gibi sanatçıları saray ressamı olarak görevlendirmesi, resim çalışmaları için bir başlangıç gösterilebilir. Sanayi-i Nefise Mektebi'nin açılışına kadar uzayacak ve konularını İstanbul'dan seçen resim tutkusunu başlatan Abdülaziz olmuştur. Eğitim alanında İstanbul'un gerçek bir başkent kimliği kazanması da yine bu dönemdedir. So-ğukçeşme, Beşiktaş, Fatih, Kocamusta-fapaşa, Paşakapısı askeri rüştiyeleri, ilk idadi (1873), harbiye ve bahriye mekteplerinin yapıları, programları ve öğretim kadroları ile yenilenmesi Mekteb-i Sultam, Mekteb-i Mülkiye, Darüşşafaka, Darülfünun girişimleri, 1867'de Beyazıt'ta ilk halk mektebinin açılması, kamu yönetiminin ihtiyacı olan çeşitli alanlara eleman yetiştirmek için Mekteb-i Mahrec-i Aklâm, Elsine Mektebi, Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye, Eczacı Mektebi, Kaptan Mektebi, Darülmualli-mat, .erkek ve kız sanayi mektepleri, Turuk ve Muabir Mektebi vb birçok ye-
ni eğitim kurumunun açılması, İstanbul'un kültür hayatını ve yaşam tarzını çok yönlü etkilemiştir. Dil konularının tartışmaya açılması, yeni edebiyat akımlarının gelişi, roman, hikâye, tiyatro türlerinin İstanbul aydınlarınca işlenmeye başlanması, gazete sayısının artması, Takvim-i Vekayi ile Ceride-i Havadisin yamsıra Basiret, Vakit, İstikbal, Sadakat, Sabah, Hayat, Ceride-i Askeriye, Ceride-i Tıbbiye-i Askeriye, Cihan vb gazetelerin yayın hayatına girmesi de aynı dönemdedir.
Olumlu ve olumsuz tüm gelişmelerin ortak bir sonucu İstanbul'un, Abdülaziz'in 30 Mayıs 1876'da tahttan indirilmesinden, ilk Meclis-i Mebusan'ın açılmasına ve Meşrutiyet'in ilanına kadar uzayacak bir dizi, heyecan dolu olaylar yaşaması olmuştur. 11 Mayıs 1876'da Bayezid, Fatih ve Süleymaniye Medreselerinde okuyan ve "talebe-i ulûm" denen öğrencilerin "dersten kalkarak" (boykot) "Müslümanlar, Hıristiyanların hakaretine uğruyor, böyle zamanda ders yapılmaz" diye yürüyüşe geçmeleriyle başlayan eylemler, Veliaht Mu-rad'm, sarrafı Hıristaki'nin parasal desteğiyle yaygınlaşmış, softalar kıyamı denen bu ilk hareket, başıbozukları ve tutucuları da yanına çekebilmiştir.
Abdülaziz'i indirmeye kararlı gözüken Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Mütercim Rüşdî Paşa, Kayserili Ahmed Paşa ve Süleyman Paşa ise, müdahale için İstanbullular arasında padişaha karşı "nefret-i amme" (genel hoşnutsuzluk) doğmasını beklemişler ve hazırlıklarını
Dostları ilə paylaş: |