I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə4/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   129

Bibi. Ayvansarayî; Hadîka, I, 77; ISTA, I, 24; Öz, istanbul Camileri, I, 42; Kuran, Mimar Sinan, 135; Fatih Camileri, 48.

EMİNE NAZA



ABDİ İBRAHİM

bak. BARUT, ABDİ İBRAHiM



ABDİ İPEKÇİ SPOR SALONU

Zeytinburnu ilçesinin Kazlıçeşme semtinde İstanbul Belediyesi tarafından yaptırılan spor salonu. Salona bir suikasta kurban giden gazeteci Abdi İpek-çi'nin adı verildi. Temeli 1979'da atılan yapının inşaatı duraksamalarla on yıl kadar sürdü. Salon 1990'da ünlü Har-lem Globetrotters basketbol takımının gösterisiyle hizmete girdi.

Açılışından bu yana basketbol, güreş, voleybol, halter gibi spor dallarında çeşitli uluslararası şampiyonalara ve

Abdi İpekçi Spor Salonu

Nazım Timuroğlu, 1993

spor etkinliklerine sahne olduğu gibi konserler için de kullanıldı. 1991 Avrupa Şampiyon Kulüpler Basketbol Turnuvası Finalleri ile en büyük sportif organizasyonlarından birini verdi. 7.000 seyirci kapasiteli salon her tür uluslararası spor organizasyonuna elverişli olup ayrıca antrenman salonlarına da sahip bulunmaktadır.

CEM ATABEYOĞLU

ABDULLAH (Sarı)

(1584, istanbul - 1660, İstanbul) Tasavvuf tarihinde "Sarı" veya "Şârih-i Mesne-vî" olarak tanınan reisülküttab, hattat, çiçekçi ve Bayramî Melamîliğine mensup mutasavvıf.

Babası, Magrib şehzadelerinden Sey-yid Muhammed, annesi Sadrazam Halil Paşa'nın kardeşi Beylerbeyi Mehmed Paşa'nın kızıdır. Eğitimini İstanbul'da tamamladı. Halil Paşa'nın (ö. 1630) birinci sadaretinde (1616-1619) devlet hizmetine girerek İran seferine katıldı. Paşanın ikinci sadaretinde (1626-1628) ise, önce tezkireci ve ardından l627'de Mehmed Efendi'nin yerine reisülküttab oldu. Bu sırada Doğu'da Abaza Mehmed Paşa üzerine gönderilen Halil Paşa, başarı sağlayamayınca her ikisi de görevlerinden uzaklaştırıldılar. 1630'da Halil Paşa'nın ölümüyle inzivaya çekilen Abdullah Efendi, 1638'de İsmail Efendi'nin yerine tekrar reisülküttaplığa atanarak IV. Murad'ın Bağdat seferine katıldı. l640'ta Anadolu muhasebecisi, l650'de piyade mukabelecisi oldu ve l654'te mensuh mukataacılığma atandı. Bu son resmi görevinden bir süre sonra ayrılan Abdullah Efendi, ölümüne kadar Koca-mustafapaşa'daki evinde tasavvufla uğraştı. Mezarı, Topkapı'da kendi adıyla anılan sofasındadır.

Gençlik yıllarında Hacı Hüseyin Ağa (ö. 1630) aracılığıyla Melamî kutbu İd-ris-i Muhtefî'ye (ö. 1615) intisap etmiş, onun ölümünden sonra da yerine geçen Hacı Bayram Kabayî (ö. 1627) ve Sütçü Beşir Ağa'ya (ö. 1662) bağlanmıştır.

16. yy başlarında "Oğlan Şeyh" lakaplı ismail Maşukî (ö. 1529) tarafından İstanbul'a getirilen Melamîlik(->), önce Anadolu kökenli şeyhler tarafından Hel-vaî Tekkesi'nde(->) örgütlenmiş ise de 17. yy'dan itibaren tarikatın bu yöndeki faaliyetleri Rumeli Melamîlerinin denetimine geçerek saray çevresi ile ilmiye sı-

nıfı üzerinde yoğunlaşmıştır. Sarı Abdullah'ın mürşidi İdris-i Muhtefî(->) bu kola mensup olup, aralarında Sadrazam Halil Paşa ve Şeyhülislam Ebu'l-meyâmin Mustafa Efendi'nin de (ö. 1606) bulunduğu Osmanlı bürokrasisini kendine bağlamış, ayrıca Kırkçeşme'deki Peşta-malcılar Hanı'nda esnaf zümresini örgütlemiştir. Sarı Abdullah, Melamîliğe bu handa yapılan dini bir törenle girmiş ve yaşadığı dönemde esnaf ile iktidar arasındaki sosyokültürel ilişkinin tarikat adına düzenleyicisi olmuştur.

Sarı Abdullah, Melamîliğin 17. yy İstanbul hayatındaki siyasi ve dini rolü üzerinde etkili olmuş bir mutasavvıftır. Diğer tarikatlarla kurduğu yakın ilişki, siyasi ve mistik kişiliğinin derin izlerini taşır. İsmail Maşukî(->) ve Hamza Bâlî (ö. 1561) gibi Melamî şeyhlerinin İstanbul'da katledilmeleri üzerine gizlilik esasına dayalı bir örgütlenme modelini benimseyen Melamîlik, onun aracılığıyla hem siyasi kadrolar içinde hem de diğer tarikatların koruyucu şemsiyesi altında gelişebilme olanağı bulmuştur. Söz konusu bu tarikatlar, Melamîliğin İstanbul'daki bir çeşit resmi örgütü olan Bayramîlik(-») ile ondan ayrılarak farklı bir kimlik kazanan Celvetîlik'tir(->). Ce-vâhir-i Bevâhir-i Mesnevi adlı eserinde kendisini Bayramî olarak gösteren Sarı Abdullah, ayrıca Sadrazam Halil Paşa'nın da bağlı bulunduğu Celvetîliğe intisap ederek, IV. Murad'ın yakın desteğini alan bu tarikatların saray halkı üzerindeki nüfuzlarını, Melamîlere uygulanan siyasi baskıyı azaltacak yönde kullanabilme başarısını göstermiştir. l628'de Abaza Mehmed Paşa'ya karşı düzenlenen seferin başarısızlığa uğramasıyla görevlerinden uzaklaştırılan Halil Paşa ile Abdullah Efendi'nin, Celvetî şeyhi Aziz Mahmud Hüdaî(->) tarafından IV. Murad'a bağışlatılmalârı, bu açıdan tipik bir örnektir.

istanbul'un 17. yy mistik hayatında Sarı Abdullah'ın tasavvuf anlayışını benimseyip sürdüren pek çok ünlü şair ve mutasavvıf vardır.

Sarı


Abdullah'ın

Topkapı-


Maltepe'de

bulunan


mezar taşı.

Ekrem Işın,

1992

Bunlar arasında Neşatî Ahmed Dede ile Cevrî İbrahim Çelebi gibi Mevleviler ve La'lîzade Abdülbâki(->) gibi Nakşîler ilk anda dikkati çekerler. Gelibolu ve Beşiktaş Mevlevîhaneleri şeyhi Ağazade Mehmed Dede'nin müritlerinden olup daha sonra Edirne Mevlevîhanesi post-nişinliğini üstlenen Neşatî Ahmed Dede (ö. 1674), Sarı Abdullah'ın kesedarlığım yapmış, ondan aldığı Melamî neşeyi Mevlevî kültürüyle bütünleştirerek 17. yy divan şiirinin seçkin örneklerini vermiştir. Cevrî İbrahim Çelebi (ö. 1654) ise, Sarı Abdullah'a bağlanan bir diğer büyük Mevlevî şairi ve hattatıdır. Galata Mevlevîhanesi postnişini İsmail Rüsuhî Dede'nin dervişi olan Cevrî, Melamîlik ile Mevlevîlik arasındaki kültürel ilişkinin, 17. yy'daki başlıca odak noktalarından birisi sayılmaktadır. Sarı Abdullah'ın tasavvuf alanındaki asıl etkisi, torunu Şeyh La'lî Mehmed Efendi (ö. 1707) aracılığıyla, 18. yy'ın önemli Nakşî mutasavvıflarından La'lîzade Abdülbâki üzerinde olmuştur. Sergüzeşt adlı eserinde Sarı Abdullah ve çevresini anlatan La'lîzade kendi kurduğu kalenderhane ile bağlandığı Murad Buharî'nin (ö. 1719) Eyüp'teki tekkesinde şekillenen Melamî-meşrep Nakşîliğin, İstanbul'daki başlıca temsilcisidir. İkinci devre Melamîlerinin Sarı Abdullah aracılığıyla Nakşîlik üzerinde kurdukları bu yoğun etki, Şeyh Murad Tekkesi postnişini Abdülkadir Belhî'nin(-») kişiliğinde, Cumhuriyet dönemine kadar uzanmıştır.

Şiirlerinde "Abdî" mahlasını kullanan Sarı Abdullah'ın eserleri, İstanbul'daki Melamî/Hamzavîlerin kültürel dünyalarını göstermeleri açısından önemlidirler. 1625-1631 yılları arasında Mesnevinin birinci cildine yaptığı Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevi (bas. 1288, 5 c.) başlıklı şerhi, onun Mevlevîlik ile kurduğu yakın ilişkinin bir ürünü olup, IV. Murad'a sunulmuştur. Aslında Bayramî olan Mevlevî şeyhi İsmail Rüsuhî Dede ile yaptığı tasavvuf sohbetlerinin çeşitli tarikat silsileleri eklenerek genişletilmesi sonucu ortaya çıkan 1624 tarihli Semerâtü'l-Fu-âd fi'l-Mebde-i ve'l-Meâd (bas. 1288), Bayramî Melamîliğinin mistik kökeni ve gelişimi üzerinde duran temel bir kaynaktır. Bu kitaptaki tasavvuf konularını, Bayramî şeyhlerine ait menkıbelerle zenginleştirerek 1639'da kaleme aldığı Cevheretü'l-Bidâye ve Dürretü'n-Nihâye ise, tarikatın toplumsal tarihini yakından ilgilendirir. l660'ta yazdığı Mir'âtü'l-As-fiyâfîSıfât-ı Melâmîyyeti'l-Ahfiyâ, Muh-yieddin Arabî'nin Fütühâtü'l-Mekkiy-je'sindeki Melamîlikle ilgüi bölümlerin şerhi olup, aynı zamanda da son eseridir. Arapça yazdığı Risale fi Merâtibi'l-Vücûd ile Türkçe Meslekü'l-Uşşâk adlı 105 beyitlik kasidesi, tasavvuf ve tarikat adabının genel konularına değinir. Mes-lekü'l-Uşşâte-z. La'lîzade Abdülbâki ve Habeşîzade Rahimî gibi Melamiler tarafından ayrıca zeyiller yazılmıştır.

Sarı Abdullah, mutasavvıf kişiliğinin yanısıra çiçekçiliği ve hattatlığı ile de İs-



ABDULLAH

14

15

ABDULLAH BİRADERLER

ler. Bir ay sonra yeni bilgilerle dolu olarak İstanbul'a döndüler ve tüm sanat yeteneklerini göstererek çalışmaya başladılar. Abdullah Biraderler'in çektikleri fotoğraflarda bir başka canlılık vardı. Abdullah Freres adlı stüdyonun ünü gün geçtikçe artıyordu. 18ö7'de Beyazıt'taki stüdyoyu Andreomenos'a devrederek Beyoğlu'na (o dönemdeki adıyla Pera) taşındılar.

İstanbul'un batıya dönük yaşam tarzına en yakın yeri olan Beyoğlu, bir yenilik olarak fotoğrafçılığa hemen kapılarını açtı. Buradaki yeni yerlerinde başarılı çalışmalar yapan Abdullah Biraderler'in

Abdullah Biraderler'in kullandığı bir fotoğraf kartı arkası. Engin Çizgen

tanbul kültürüne renk katmıştır. Yedi ayrı zerrin lale türü yetiştirmesinden dolayı L İbrahim tarafından 1642'de "serşükûfe-ci" tayin edildiğini Müstakimzade kaydetmektedir. Hat sanatındaki başarısını ise, yazmış olduğu Abdülmecid Sivasî Tekkesi'ne ait vakfiyede göstermiştir.

Bibi. Uşşakizade, Zeyl-i Şakaik, 346-347; Ta-rih-i Naima, VI, 121; Ayvansarayî, Hadîka, II, 202; Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 190; Müstakimzade, Tuhfe, 280-281; La'lîzâde Ab-dülbâkî, Menakıb-ı Melâmîye-i Bayramîye, ist., ty; Sami, Kamus, IV, 2916; Sicill-i Osma-nî, III, 367-368; Osmanlı Müellifleri, I, 100; Gölpınarh, Melâmilik, 137-142; Ergun, Türk Şairleri, I, 194-203; Ö. F. Akün, "Sarı Abdullah", 1A, X, 216-220.

EKREM IŞIN



ABDULLAH (Yedikuleli)

(?, İstanbul -1731, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı. Yedikule'de doğduğu için hattatlar arasında, Yedikuleli veya Yedikuleli Seyyid Abdullah olarak anılır. Babası Seyyid Hasan el-Hâşimi, Yedikule Kapısı içindeki İmrahor Camii'nin imamıydı ve hattattı. Abdullah da babasının ölümünden sonra bu camiin imamlığını yaptı.

Yedikuleli büyük sülüs ve nesih hattatı Hafız Osman'dan 1686'da yazı meşk etmeye başladı ve 1690'da icazetname aldı. Kendisi de hattat III. Ahmed'in takdir ettiği Yedikuleli, Sakazade Mustafa Efendi'den boşalan Topkapı Sarayı'nm hat hocalığına tayin edildi. Bu sırada kullandığı mürekkebin çok temiz ve akıcı olduğu duyulunca padişahın, bunun doğru olup olmadığını öğrenmek için bir adamını Yedikuleli'nin ders verdiği yere gönderdiği, giden kişinin ders alacakmış gibi yere çömeldiği ve ne maksatla geldiğini söyledikten sonra hokkayı onun mührüyle mühürleterek padişaha takdim ettiği hikâyesi ünlüdür.

Yedikuleli Abdullah'ın bir hattı

Söylentinin doğru olduğu anlaşılınca hokkanın ağzı altınla kapatılıp kıymetli hediyelerle hattata geri gönderilmiştir.

Yedikuleli Abdullah'ın hat sanatındaki ustalığım gösteren bir başka fıkra da şudur: Bir gün devrin ileri gelenlerinden birinin sorması üzerine Hafız Osman, Yedikuleli'yi göstererek "Seyyid Çelebi budur, benden güzel yazar" demiştir. Hafız Osman o zamana kadar kimse hakkında böyle söylememişti.

Yedikuleli Abdullah'ın sülüs ve nesih yazılarını Hafız Osman'ınkilerden ayırmak zordur. Yazdığı yirmi dört Ku-ran'dan ikisi III. Ahmed'in emri ile yazılmıştır. Osmanzade Taib Ahmed'in Meşâ-nk-ı Şerif Tercümestm de gene sultanın emri üzerine yazmıştır. Ayrıca yazdığı bin kadar enam, evrad, murakka (yazı albümü), kıta ve hilyenin çoğu Nuruos-nıaniye Kütüphanesi'ne vakfedilmiştir.



Bibi. Müstakimzade, Tuhfe, 269-271; Rado, Hattatlar, 136-137.

ALİ ALPARSLAN



ABDULLAH AĞA CAMÜ

bak. İSTAVROZ CAMİİ



ABDULLAH AĞA ÇEŞMESİ

Beylerbeyi'nde, Beylerbeyi Camii karşısında, Abdullah Ağa Çeşmesi Soka-ğı'ndadır. Paşaçırağı lakabıyla tanınan, saraydan yetişme Abdullah Ağa yaptırmıştır. Abdullah Ağa, başmusahip, hazine vekili ve hazinedarlık görevlerinde bulunduktan sonra darüssaade ağası olmuş ve 1256/1840'ta vefat etmiştir.

Kaynaklarda son derece sade bir tezyinata sahip olduğu belirtilen çeşme, günümüzde harap durumdadır. Horasan harçlı su haznesinden sadece 50 cm'lik bir kısım kalmıştır. Oval teknesi de toprak seviyesinin bir karış altında-

dır. Kaybolduğu sanılan kitabesi ise yaptığımız araştırma sonucunda, yaklaşık l km ilerideki Gül Baba Türbesi bitişiğinde yer alan ve II. Mahmud'un miralemine ait çeşmenin üzerinde bulunmuştur. Sülüs hatlı kitabe, Hazine-i Hümayun Başhademesi Nazif Mehmed Efendi'ye ait olup, tarih mısraı şöyledir: Ayn-ı câri kıldı dârü's-sa'âde ağası lüleden (1253/1837).



Bibi. Sicill-i Osmanî, III, 397; Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, II, 434-436.

DOĞAN YAVAŞ



ABDULLAH BEY (Muhsinzade)

(1832, İstanbul - 20 Ağustos 1899, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı. II. Mahmud'un Istabl-ı Âmire müdürü Mehmed Bey'in oğludur. Beşiktaş'ta Kapıağası Mektebi'nde okurken hocası Hafız Mehmed Efendi'den yazı yazarak icazetname aldı. Sonra ünlü hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye devam etmeye başladı ve ölümüne kadar onun yanından ayrılmadı.

Abdullah Bey bir süre Sadaret Mek-tubi Kalemi'nde çalıştı, 1887'de Menşe-i Küttab-ı Askeriye'nin hat hocalığına tayin edildi. Bu arada II. Abdülhamid tarafından Reisülhattatin (hattatların reisi) unvanıyla ödüllendirildi.

Abdullah Bey, Şefik Bey ile birlikte Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin en başarılı öğrencisidir. Hat sanatında Hafız Osman üslubunu sürdürmüştür. Mah-mutpaşa Yokuşu'nun alt başında bulunan Hacı Köçek Camii'nin dış kapısındaki beyit ile kapıya bitişik çeşmenin manzum kitabesi en güzel eserlerindendir. Nesih eserleri hususi koleksiyonlardadır.

Bibi. İnal, Son Hattatlar, 20-23; Rado, Hattatlar, 230-231.

ALİ ALPARSLAN



ABDULLAH BİRADERLER

19. yy'ın son çeyreğinde İstanbul'un ünlü fotoğrafçıları. Abdullah Biraderlerin dedeleri Astvazadur Hürmüzyan, lölO'da Kayseri'den İstanbul'a göç eden Aliksan'ın soyundan geliyordu. Astvazadur Hürmüzyan, Abdülmecid'in (1839-1861) sarayında mübayaacıbaşı olarak görev yapmış, alçakgönüllülüğü, ahlakı ve üstün zekâsıyla çok sevilen ve sayılan kişiydi. Sarayın ileri gelenleri bu yüzden ona Müslüman olmasını teklif ettiler. Astvazadur ise bu teklifi; "Adım Astvazadur. Yani Allah'ın oğlu. Bundan böyle bana Abdullah diyebilirsiniz. Böylece hem sizi memnun etmiş olurum, hem de gönlüm rahat eder" diye yanıtladı. Aile o günden sonra Hürmüzyan yerine, Abdullah adıyla anılır oldu.

Abdullah Biraderler'in babası Apra-ham Abdullah, 1792'de İstanbul'da doğdu. Küçük yaşta Kazaz Artin'in yanına girdi ve uzun zaman ipek işleri ile uğraşarak onun dostu ve meslektaşı oldu. Anneleri Roza ise, Bağlıyan ailesine mensuptu. Apraham Abdullah, 1875'te öldüğünde, 3 kızı ve 5 erkek çocuğu

Abdullah Biraderler'in çektiği bir İstanbul sokağı, 1870 yılları. Engin Çizgen

vardı. Oğullarından Viçhen, Hovsep ve Kevork güzel sanatlarla uğraştılar. Ke-vork 1839'da İstanbul'da Ortaköy'de doğdu. Bu semt Ermeni fikir adamlarının ve asilzadelerinin buluşma merkezi sayılırdı. Gözde okullardan biri olan ve üstün yetenekli öğretmen kadrosuna sahip Lusavoriçyan okulu da bu semtteydi. Kevork Abdullah daha 10-12 yaşındayken, çalışkanlığıyla örnek bir öğrenci olarak herkes tarafından sevilip sayılıyordu. Ke-vork'un gitmeyi hedeflediği Venedik'teki Murad-Raphaelyan Okulu imparatorluğun çeşitli yerlerinde yaşayan Ermeni ailelerin çocuklarını sanat öğrenmeye gönderdikleri bir kurumdu. Kevork, 1852'de kendi yaşıtlarından oluşan on iki kişilik bir grupla birlikte İstanbul'dan Venedik'teki Murad Raphaelyan Okulu'na gitmek üzere yola çıktı. Daha sonra ilk senesinde büyük bir heves ve kararlılıkla başladığı bu okuldan 1857'de mezun oldu. Yağlıboya fotoğrafçılığı dalında gösterdiği başarı nedeniyle, mezunlar içinde ödül alan altı kişiden biriydi.

Ağabeyi Viçhen Abdullah, birinci sınıf ressam olarak İstanbul'da ün yapmıştı. Sedef ve fildişi üzerine yaptığı minyatürlere en zor beğenen sanatseverler ve ressamlar bile büyük bir hayranlık duyuyorlardı. Abdülmecid'in ve daha sonra da Abdülaziz'in ve birkaç ünlü paşanın resmini hazırladı. Ayrıca, 1856'da İstanbul Beyazıt'da bir fotoğraf stüdyosu açan ve bu stüdyoda daguerreotype ile uğraşan Alman kimyager Rabach'ın yanında rötuşçu olarak çalıştı. 1858'de Venedik'ten dönen Kevork, ağabeyi Viçhen ve diğer kardeşi Hovsep ile birlikte Rabach'ın stüdyosunu devraldı.

Fotoğrafçılık alanında yeteneklerini daha geliştirmek ve başarılı olabilmek için, Viçhen ve Kevork, sanat dalında araştırmalar yapmak üzere Paris'e gitti-

1867'de Paris'te açılan sanat sergisinde, Türk pavyonunda sergilenen İstanbul fotoğrafları büyük bir ilgi gördü.

Osmanlı İmparatorluğu başkentinde bulunan değerli tüm eserler, bu yetenekli kişiler tarafından fotoğraflanarak, albümler haline getirildi. Abdullah kardeşler özellikle Kevork'uh kuvvetli iradesi, sanata olan tutkusu, ince zevki ve sanat dalında edindiği bilgileri ile mükemmelliğe ulaştılar. Bu başarının en büyük sırrı ise, gölgelerin inceliklerinde, renklerin ahengi ve onlara gösterdikleri özen nedeniyle uzun zaman bozulmadan dayanabilmelerinde, birkaç yıl önce çekilmiş fotoğrafların, daha dün çekil-mişçesine canlı ve taze durmalarındaydı. Fotoğraflardaki üstünlüğün nedenini, Ermenice yayınlanan Teotik Labcinciyan (1912) adlı yıllıkta, Kevork Abdullah, collodion isimli mayiin hazırlanmasındaki titizliklerine ve kompozisyonlara çok dikkat etmelerine bağlıyor. Bu dikkatin sonucunda fotoğrafların güzel bir rölyefle ışık ve gölgelerde ahenkli bir geçiş kazandığını belirtiyor.

1868'de İngiltere Veliahtı Galler Prensi Edward (daha sonra Kral VII. Ed-ward) 20 kişilik maiyetiyle İstanbul'a geldiğinde, Abdullahlar, veliahtın eşi Alexandra ve maiyetiyle birlikte fotoğrafını çekerler. Kevork prensin hayranlığından yararlanarak, Londra'da fotoğrafhanenin bir şubesini açmak istediğini söyler, ancak daha sonra bunu gerçekleştiremezler. Ama Galler Prensi ile olan ilişkileri onlara, 1890'da "Kraliyet Fotoğrafçısı" unvanını kazandırır.

Abdülaziz, 1860'h yıllarda Beyoğ-lu'nda çalışan Derain adlı Fransız fotoğrafçıya bir portresini çektirir. Ama ne padişah, ne de saray erkânı sonuçtan hoşnut kalır. Sadrazam Fuad Paşa, padişaha Abdullah Biraderler'den söz eder. Sultan, 1863'te Abdullah Biraderler'! izmit'teki av köşküne davet ederek onlara portresini çektirir. Sonuç olağanüstüdür. Sultan, yüzünün ve asıl görüntüsünün, Abdullah Biraderler'in çektiği fotoğraftaki gibi olduğunu söyleyerek, bundan böyle yalnızca onların çektiği fotoğrafının resmi fotoğraf olarak tanınmasını ve böyle kabul edilerek her tarafa dağıtılmasını emreder. Sultanı profilden gösteren bu fotoğraf daha sonra İmparatoriçe Auğusta'mn hazırlattığı bir madalyonda kullanılır. Sultan verdiği bir başka buyrukla da onları "Ressam-ı Hazret-i Şehriyarî" unvanı ile ödüllendirir. Ayrıca 4 Temmuz 1873 tarihli Mec-mua-ı Maarif 'in 11. sayısında ve Şark gazetesinin 182. sayısında, bu fotoğrafçıların başkaları tarafından taklit edilemeyeceği bir padişah buyruğu olarak yayımlanır.

Abdullah Biraderler'in albümleri kısa zamanda dünyaya imparatorluk başkenti İstanbul'u tanıtmaya başlar. Londra, Paris, Petersburg, Moskova gibi birçok şehirde bu değerli fotoğraflar herkesin takdir ve hayranlığını kazanır.

1870'li yılların başında Rus dükü Ni-

ABDULLAH EFENDİ LOKANTASI 16

17 ABDURRAHMAN ABDÎ PAŞA

kola İstanbul'a gelerek Abdullah Birader-ler'in atölyesini ziyaret edip, fotoğraflarını çektirir. Dük Nikola çekilen bu fotoğrafları görünce, sanatçılara karşı büyük bir hayranlık duyduğunu belirtir. Daha sonra. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanınca, Rus ordusu Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar gelir (26 Şubat 1878). Arakel Dadyan Bey'in konağında ikamet eden Dük Nikola, ikinci kez Kevork Abdullah'ı yanına çağırtarak fotoğraflarını çektirir.

Kevork'un bu yeni ilişkisi, II. Abdül-hamid tarafından, müessesenin üzerindeki padişah tuğrası geri alınarak cezalandırılır. Fakat daha sonra İgnatiyef in müdahalesi ve Dük Nikola'mn sadrazama yaptığı başvurularla bu olay kapanır ve tuğranın iade edileceğine dair söz verilir ve bu söz 1890'da yerine getirilir.

Abdullah Biraderler, stüdyolarında pek çok öğrenci de yetiştirirler. Kısa zamanda bu küçük dükkân gelişmiş bir işyeri haline gelir. Fotoğrafçılık gittikçe yaşantının bir parçası ve geçerli bir sanat olarak istanbul halkı tarafından kabul edilir. Abdullah Biraderler portrelerden başka istanbul ve çevresinde bulunan saray, köşk, kasır, cami, çeşme, sebil, kilise, bent, su kemeri, fabrika, kışla, hastane vb yapıların iç ve dış görüntülerini, çeşitli İstanbul manzaralarını, yerli ve yabancı halk giysilerinin fotoğraflarını çekerler. Dönemin seyahat rehberlerinde, İstanbul'a giden herkesin, Boğaziçi, Ayasofya ve diğer yerlerle birlikte, Abdullah Biraderler stüdyosunu da ziyaret etmeleri tavsiye edilir.

Mısır Hıdivi Tevfik Paşa'nın çağrısı üzerine, 1886'da Kevork ve Hovsep Mısır'a gittiler ve Kahire'de bir stüdyo açtılar. Abdullah Biraderler Tevfik Paşa'nın 1887'de Yukarı Mısır'a yaptığı geziye katılarak, Mısır'ın fotoğraflarını çektiler. Kahire'ye dönüşlerinde Kevork Abdullah, çektiği yerlerin fotoğraflarım bir albüm halinde Hıdiv Tevfik Paşa ve eşi Emine Hanım'a hediye etti. Fotoğrafhanenin Kahire'deki şubesi dokuz sene boyunca parlak ve verimli bir dönem yaşadıktan sonra 1895'te kapandı.

Abdullah Biraderlerin İstanbul'da, Eski Rus Sarayı'ndaki (bugünkü Nar-manlı Yurdu) stüdyosu, aynı zamanda resim sergilerinin de açıldığı bir galeri, şehrin entelektüellerinin bir araya geldiği yerlerden biriydi. Abdullah Birader-ler'in fotoğraf kartlarının arkasındaki düzenleme ve kufi yazı da dönemin ünlü gazetecisi Ebüzziya Tevfik tarafından hazırlanmıştı.

Abdullah Biraderler fotoğrafçılık faaliyetlerini uzun yıllar büyük bir başarı ile sürdürürler. Ancak, 19. yy'm son yıllarında fotoğrafhane ekonomik güçlüklerle karşılaşır. Gittikçe sayıları artan fotoğraf stüdyoları acımasız bir rekabet ortamını yaratırlar. Özellikle Foto Phe-bus'un sahibi Bogos Tarkulyan'ın ilk kez boyama yoluyla ustaca renklendirdiği fotoğraflar, II. Abdülhamid'in bü-

yük beğenisini kazanır. Bir süre sonra da Bogos Tarkulyan, "Saray Fotoğrafçılığı" unvanı ile ödüllendirilir. Basil Kar-gopoulos, Guillaume Berggren, Nikolai Andreomenos, Pascal Sebah gibi ünlü fotoğrafhaneler de kaliteli işler yaratmaya başlarlar. Sonunda Abdullah Biraderler stüdyolarını, borçlarını ödeyebilmek için bütün aletleriyle birlikte, 1.200 Osmanlı Lirası karşılığında 1899'da Sebah & Joaillier'e devrederler. Daha sonraki yıllarda da üçüncü sınıf bir fotoğrafhane olarak kalırlar.

Sanatta olduğu kadar sosyal hayatta da aktif olan Kevork Abdullah, bozulan sağlığına yeniden kavuşmak amacıyla 1912 yazında İngiltere'de bulunan bir akrabasının yanına gider. Daha sonra İstanbul'a dönen Kevork Abdullah'ın, 4 Nisan 1918 tarihli 6545 sayılı Püzantion gazetesinde çıkan bir ilanla, 2 Nisan 1918'de sabah saat 2'de istanbul'da öldüğü ve 4 Nisan 1918 günü cenaze merasiminin yapılacağı bildirilmektedir.

Yedikule Ermeni Hastanesi'nin 1892 yılı salnamesinde Viçhen Abdullah'ın adı "Salise ve Kapucubaşı" rütbesini haiz Ermeni asıllı devlet görevlileri arasında Saray-ı Hümayun Fotoğrafçısı olarak geçmektedir. Ayrıca 4. sınıf Osmanî ve 3. sınıf Mecidî nişanlarının olduğu belirtilmektedir. 1898 yılı salnamesinde de aynı bilgiler olduğu halde 1899 yılı salnamesinde ismi geçmemektedir. Bundan Viçhen Abdullah'ın o yıl Müslüman olduğu çıkarsanabilir. Abdullah Şükrü adım alan Viçhen Abdullah, Müslüman olduktan kısa bir süre sonra İstanbul'da ölür ve Maçka Mezarlığı'na gömülür. Sonraları mezarlığın büyük bölümü ortadan kalktığı gibi Abdullah Şükrü'nün mezarı da kaybolmuştur. Öbür kardeşleri Hovsep Abdullah da 14 Temmuz 1902'de İstanbul'da ölmüştür.

ENGİN ÇİZGEN

ABDULLAH EFENDİ LOKANTASI

İstanbul'un bilinen en eski lokantalarından biri. 1888'de İnebolulu aşçı Ahmet Efendi'nin oğlu Abdullah Efendi tarafından Karaköy'de Viktorya adıyla açıldı. İki yıl sonra II. Abdülhamid'in "irade-i



1920'lerde Abdullah Efendi Lokantası

Abdullah Ongan

seniyesi" ile sahibinin adını aldı, Abdullah Efendi Lokantası oldu. Harem-se-lamlık biçiminde olan lokanta, saraya yakın olanların ve Meclis-i Mebusan mensuplarının yemek yediği bir yer haline geldi. 1920'de Beyoğlu'na Rumeli Ham pasajının içine taşındı; yönetimi de Abdullah Efendinin oğlu Hikmet Ab-dullahoğlu'na geçti. 13 yaşından beri babasının yanında "çekirdekten yetişen" Hikmet Bey'in, lokantanın gelişmesinde ve efsanevi ününe kavuşmasında büyük katkıları oldu.

Hikmet Abdullahoğlu 1960'larda Emirgân'da geniş bir arazi aldı, burasını lokantanın besin maddelerinin üretildiği bir çiftlik olarak kullanmaya başladı. Burada bir de küçük lokanta açıldı. 1968'de o dönemlerde başlayan yozlaşmanın da etkisiyle Beyoğlu'ndaki yer boşaltıldı, lokanta tümüyle Emirgân'a geçti. 1972'de, Hikmet Abdullahoğlu beyin kanamasından ölünce, kuruluşun yönetimini yeğeni Abdullah Ongan üstlendi. Asıl mesleği dişçilik olan Abdullah Ongan, burasını turizme de açtı ve lokanta, 1970'lerde en parlak dönemlerinden birini yaşadı. Ancak daha sonra aynı düzeyi koruyamadı, İstanbul'da birbiri ardına açılan lokantalarla rekabet karşısında yavaş yavaş müşterisini yitirdi ve 1993 yılı içinde lokanta kapandı.

Abdullah Lokantası, özellikle Beyoğlu'na geçtikten sonra kentin politika, sanat ve basın çevrelerinin sık sık geldiği, masa başında saatler süren söyleşilerin yapıldığı bir yer oldu. Yahya Kemal Be-yatlı'nın en sevdiği yerlerden biriydi Abdullah. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpı-nar, Behçet Kemal Çağlar, Gönül Yazar gibi ünlüler, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Lütfi Kırdar gibi politikacılar da çok sık gelirdi.

Abdullah Efendi Lokantası, baştan beri tipik Türk yemekleri sunan bir "tencere lokantası" oldu. Abdullah Ongan, 1978'de bir röportajında, lokantanın özelliğinin, Türk mutfağının klasik yemeklerini mümkün olduğu kadar has ve öz malzemeyle yapmayı sürdürmek, bulunan malzemenin, etin, tereyağının, zeytinyağının en iyisini kullanmak oldu-

ğunu söylemiş; sunuşa da çok dikkat ettiklerini, mutfağa salon kadar önem verdiklerini eklemiştir.

Ancak, 1980'lerden itibaren dışarıda yemek yemeğe çıkan "hali vakti yerinde" kesimde, bizim yemeklerimize olan ilginin azalması, soslu, alafranga isimli, cicili bicili Batı yemeklerinin burjuvazimizin gözdesi olması, bir anlamda Abdullah'ın da sonunu getiren ana öğe oldu. Daha 1970'lerde, mönülerde Türk mutfağı, nerdeyse yarı yarıya temsil ediliyordu. Giderek bu oran, Türk yemeklerinin aleyhine olarak azaldı. Kurumun bir özelliği de, çok az aşçı değiştirme-siydi: Necati Özgen usta, 40 yıla yakın, Zülfer Yılmaz 30 yıla yakın burada yemek pişirmişlerdi. Lokanta, yıllar boyu Dışişleri Bakanlığı'nın da "yarı-resmi" yerlerinden biri olmuş, önemli konuklar burada ağırlanmıştı. Bu gibi durumlarda, mönüler bakanlıkla lokanta yönetimi tarafından ortak olarak saptanırdı.

ATİLLÂ DORSAY



Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin