I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə89/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   85   86   87   88   89   90   91   92   ...   129

Bibi. ISTA, III, 1161-1170; B. R. Eyüboğlu, "Çekirdekten Yetişen Ressamlara Yaraşır, Açık Seçik, Dipdiri Resimler", Milliyet Sanat Dergisi, S. 145, s. 18-20.

AFİFE BATUR

âşiyan müzesi

Tevfik Fikret'in Rumelihisarı'nda müzeye dönüştürülmüş evi.

İstanbul Belediyesi, büyük Türk şairi ve düşünürü Tevfik Fikret'in hayatının bir kısmım içinde geçirdiği, şiirlerini yazdığı, edebiyatçı dostlarıyla ilişkilerini sürdürdüğü ve hayata gözlerini kapadığı Rumelihisan'ndaki "Âşiyan" adım taşıyan konutunu 1940'ta şairin eşi Nazi-me Hanım'dan satın alarak kamulaştır-dı. Binada dönemin vali ve belediye başkanı Lütfi Kırdar'ın girişimiyle bir Edebiyat-ı Cedide Müzesi kuruldu. Tevfik Fikret'e, Abdülhak Hâmid'e ve diğer Edebiyat-ı Cedide yazarlarına ait hatıra eşyalar ve belgeler bu binada toplandı.

19 Ağustos 1945'te açılan müzenin Tevfik Fikret kısmında l60, Hâmid kıs-

mında 378 ve-diğer Edebiyat-ı Cedideci-ler kısmında ise 22 olmak üzere toplam 470 parça eşya ve eser mevcuttu. Bu arada Hâmid'in kütüphanesine ait 120 eser de ciltlenmiş bir halde bulunmaktaydı. 1959'da Şair Nigâr Hanımın kitapları ve arşivi de müzeye katıldı. 1961'de Âşiyan Müzesi adını aldı. Bugün (1993) müze Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü'ne bağlıdır. Pazartesi ve perşembe günleri dışında 9.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açıktır.

İSTANBUL


Meddah Aşkî (ortada, eli yanağında olan) (solda Cüce Vasil, önde Pişekâr Asım Baba, sağda Çiftenaracı Emin). Yedigün dergisinden alınmıştır. Gökhan Akçura arşivi

AŞKÎ (Meddah)

(1853, Bodrum/Muğla - 1934, İstanbul) Döneminin en iyi meddahlarından biriydi. Sakız Adası'nda doğduğu da söylenen Aşkî, Rumca ve İspanyolca da bilirdi. Meddah Şükrü'nün yetiştirmesiydi. Kendisi de ünlü meddah Sururi'yi yetiştirdi. Genç yaşta geldiği İstanbul'da büyük ün kazandı. Geniş bir repertuvarı

Âşiyan Müzesi'nden Tevfik Fikret'in çalışma odası. Erkin Emiroğlu, 1993

bulunan Aşkî'nin bazı hikâyeleri taş-plaklara da alınmış, Portakala Yahudi, Sürpik Dudu, Belalı Bıçkın, Sulukule kavgaları gibi taklitleri de plaklara geçmiştir. Günümüzde bilinen meddahlık hikâyelerinden çoğu, 60 yıla yakın bir süre meddahlık sandalyesine oturan Aş-kî'den derlenmiştir. Âşkî, meddahlık sandalyesine, başında sıfır kalıp bir fes, arkasında kısa bir ceket, açık renkli bol bir pantolon, ayağında ökçesi kırık bir pabuçla ve okuma yazması olmayan bir bıçkın görünümüyle çıkardı. Çeşitli tipleri konuşurken ayağa kalkıp oynaması ve tiplere göre başlığını da değiştirmesi kendine özgü bir meddahlık biçimiydi. 1910'da, Göksu'da Tahtırevan adı verilen yerde döneminin ünlü oyuncularıyla birlikte ortaoyununa da çıkmıştır.

Bibi. M. And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ankara, 1969; Ö. Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi, c. I, ist., 1985; Nutku, Meddahlık, S. N. Gerçek, Türk Temaşası, İst., 1942.

RAŞİT ÇAVAŞ



AŞURE

Muharrem aşı da denen aşure, Hz Nuh'un, Tufan'dan sonra karaya çıktığı zaman gemide kalan yiyecekleri bir kazana doldurup pişirmesine bağlanan eski bir Doğu geleneğidir. Anadolu'da olduğu gibi İstanbul'da da aşurenin en az yedi çeşit malzemeyle pişirilmesi âdetti. İstanbul'un saray ve zengin çevreleri aşure geleneğine farklı özellikler kazandırmıştır.

Türk-Müslüman geleneğinde aşure, hicri-kamerî yılın ilk ayı muharremin 10. günü pişirilir. İstanbul mutfağı aşureyi, buğday, bakla, nohut ağırlıklı "aş" niteliğinden bir sofra spesiyalitesi düzeyine getirmiştir. İstanbul usulü aşurede, pirinç, buğday, iç bakla, fasulye, şeker vb ana malzeme oranlarının dengelenmesi yanında incir, üzüm, kuşüzümü, kayısı, kestane, çamfıstığı, şamfıstığı, ceviz, fındık, nar tanesi vb kullanılarak damak zevki de gözetilir. Ayrıca misk, amber, gülsuyu ilave edilir ve tarçın serpilir. Saray ve konak usulü aşure ise "süzme" ve "sütlü" denen iki ayrı tarzda bir tür muhallebi kıvamında hazırlanır. Bu tür lüks aşureye bademşekeri, çikolata dahi katılır.

Osmanlılar dönemi boyunca aşure geleneğinde öncülük saraya aitti. Muharrem ayının 10. günü Topkapı Sarayı mutfaklarında pişirilecek aşure için Ki-lar-ı Has'tan gereken malzeme verilir; birkaç gün önceden hazırlıklara başlanırdı. Saray aşuresini helvacıbaşılar pişirmekteydiler. Büyük kazanlarla hazırlanan aşureden ilkin, özel bir törenle padişaha, harem halkına sunulması, sonra devlet ileri gelenlerine, imaretlere, halka dağıtılması âdetti. Sır kâtibi Salâhî Efen-di'nin tuttuğu Ruznâme'den, 1735'te sarayda pişirilen amberli ve miskli iki maşrapa aşurenin, o sırada Beylerbeyi Sara-yı'nda dinlenmekte olan I. Mahmud'a götürüldüğü, bir maşrapasının padişaha, diğerinin de maiyetindekilere sunulduğu ve zevkle yenildiği yazılıdır. II. Abdülha-

mid döneminde (1876-1909) Yıldız ve Beşiktaş saray mutfaklarında hazırlanan aşurenin dağıtımı İstanbullularca sabırsızlıkla beklenirdi. Dağıtım iki biçimde yapılırdı. Birincisi, saray testilerine ve kâselerine konan aşureleri tablakârlar, Beşiktaş, Ortaköy, hattâ daha uzak semtlerdeki yüksek kamu görevlilerinin, ilmiye, mülkiye ricalinin konaklarına götürürlerdi. Ertesi gün, "cevap" denen usul gereği boş testi ve kâselerin çikolata, bademşekeri, fıstık vb doldurularak konak ağalarınca saraya iadesi gelenekti. İkinci ve asıl dağıtım, halka dönüktü. Saray matbahlarının her birinde iki ve dört kulplu büyük kazanlarda, buğday, incir, üzüm, kayısı kurusu, nohut, bakla, vb ile "daneli" denen aşureler pişirilir; 10 Muharrem gecesi, sırık hammallarm-ca taşınan 50-60 kazan, Yıldız Talimhane Meydanı'na götürülerek düzgün bir sıra halinde dizilirdi. Sabah erkenden Matbah-ı Âmire müdürü, vekilharç, helvacıbaşılar resmi giysileriyle meydanda hazır beklerler, seccadecibaşmın, aşure tevziinin padişahın buyruğu olduğunu duyurmasından sonra, Matbah-ı Âmire imamı dua eder, âmin diyen halka parmaklık kapıları açılırdı. Her kazanın önünde kuyruklar oluşur ve herkesin getirdiği kap kaçağa aşure doldurulurdu. Bu sırada disiplinin sağlanamadığı, görevlilerin tepeden tırnağa aşure bulaşığına battığı sıkça görülür, bu da tatlı anılara olanak verirdi.

Saraya koşut biçimde, sultanefendiler de (padişah kızları) kendi saraylarında aşure pişirttirip semt halkına, yoksullara dağıttırırlardı. Hanedan mensuplarının karşılıklı olarak birbirlerine gönderdikleri aşureler çok değerli porselen, kristal, bakır, gümüş, prinç aşureliklere konurdu. Sürahi biçiminde ve ağzının bir tarafı yalaklı olan bu tek kulplu aşureliklerin yaldızlı, kabartmalı, hattâ murassa olanları vardı. Bunlar, birer hediye olarak konak ve sarayların köşe raflarında camekânlarında saklanırdı. 10 Mu-harrem'i izleyen hafta boyunca rical ve paşa konaklarında da aşure pişirilip dağıtılırdı. Son dönemlerde aşureden çok aşure kabı ilgi çektiğinden muharrem ayı yaklaşınca züccaciyeci ve evani dükkânları binbir çeşit aşurelik, kâse, tas ve sürahilerle dolardı. Bunları alanlar, aşure vesilesiyle yakınlarına, komşularına değerli hediyeler sunmuş olurlar, bu tür kaplar da evlerde hediye edenin adıyla, örneğin "Saraylı hanımın kâsesi", "Müftü efendi tası" vb olarak anılırdı.

Evkaf Nezareti de kendi bünyesindeki sayısız vakfın birçoğunun vakfiyelerinde yer alan "Muharrem ayında aşure pişirilip halka ve fukaraya dağıtıla" koşulu gereği, İstanbul'un büyük imaretlerinde aşure pişirttirip dağıtımını sağlardı. Son dönemlerde bu gelenek daha çok Bah-çekapı'daki Hamidiye İmareti'nde yapılıyordu. Aşurenin yanısıra, aynı günlerde imaretlerde, sebillerde şerbet, memba suyu, hatta pişmiş kurban eti dağıtıldığı da olurdu. Kimi zaman esnaf örgütleri de

İstanbul usulü pişirilmiş bir ev aşuresinin üzerinde ceviz, nar taneleri, kuşüzümü ve serpilmiş tarçın taneleri görülüyor. Hazım Okurer

kendi aralarında bir organizasyonla imaretlerden hayrat kazan alıp aşure pişirir, çarşı esnafına ve halka dağıtırlardı.

Evlerde ise her aile, kendi konumuna ve ihtiyacına göre 10-17 Muharrem haftası içerisinde mevsim olanaklarına göre zengin malzemeli aşure pişirirdi. Evlerde büyük helvahane veya kuzu kazanı içinde hazırlanan aşure ocaktan indirilince evin en yaşlısı kazanı karıştırıp bir Yasin-i şerif okur, kazanın ağzına kalaylı bir tepsi, bunun üstüne de beyaz bir örtü örtülür, aşurenin demlenmesi tamamlanınca tepsi alınır, evin en büyüğünden en küçüğüne sıra ile tas tas verilirdi. Herkes salavat getirdikten sonra yer, ayrıca tepsideki "aşure teri" denen buhar suyu da şifa niyetine gözkapaklarına ve alna sürülürdü.

İstanbul halkı arasında eskiden, aşu-

re ile ilgili tuhaf inanışlar vardı. Örneğin, aşure yenirken ağza gelen ilk bakla çiğnenmez, çıkarılır, yıkanıp kurutulur ve para kesesine "bereket baklası" ya da "aşure baklası" denerek konurdu. Hemen herkesin kesesinde bir aşure baklası bulunurdu. Aşure pişerken karıştırmaya mahsus kepçeye ibrişimle delikli gümüş paralar bağlamak, daha sonra bunları yıkayıp yine bereket olsun diye keseye koymak da bir âdetti.

Şehzadebaşı Külliyesi tabhanesinde barınan veya Anadolu'dan gelen körler, muharrem ayının ikinci ve üçüncü haftaları boyunca "aşure goygoycuları" olarak İstanbul'un bütün semtlerini dolaşırlardı. Altışar kişilik gruplar halinde, Kerbela ağıtları söyleyerek dolaşan goygoycuların boyunlarına geçirilmiş önlü arkalı iki gözlü heybeler (on iki heybegözü, On İki İmam'ı simgeliyordu) aşure erzakına mahsustu. Bir sokak başında durduklarında yüzleri birbirine dönük bir halka oluştururlar, hep bir ağızdan; Seyyah Dede topraklara yüzünü / Sürsün, kan ağlasın, Matem ayında nakaratlı mersiyeyi okurlar, bu sırada semt halkı taslarla aşurelik getirip hangi gözde ne varsa aynısını onun üstüne koyarlar, bu sırada körler de "Hoy! göy göy canım!.." derlerdi.

Eski birçok gelenek gibi, İstanbul'a özgü aşure geleneği de unutulmuştur. Ancak yine de muharrem ayında Müslüman aileler evlerinde aşure pişirmekte, konu komşuya dağıtmaktadırlar. Öte yandan, İstanbul mutfağının yemeklerini hazırlayan birkaç lokanta ile muhallebiciler süzme aşure yapmaktadırlar.



Bibi. Efdaleddin (Tekiner), "Aşura", îslam-Türk Ansiklopedisi, İst., 1942, s. 604-614; Pa-kalın, Tarih Deyimleri, I, 101-102; "Aşure", ISTA, III, 1178.

NECDET SAKAOĞLU



AT YARIŞLARI

374

375


ATABİNEN, REŞİT SAFVET

bun yaptırıldı ve yarışlar için de iki pist açıldı. Düzenlenecek at yarışlarının teknik işleriyle uğraşmak üzere, yine Enver Paşa tarafından Keçecizade İzzet Fuad Paşa ile İmrahor (ahırlar amiri) Miralay Şevket Bey görevlendirildiler. İş pek hızlı büyüdü; modern sistemlerin ya-nısıra, İngiltere ve Macaristan'dan davet edilen jokeyler de İstanbul at yarışlarına katıldılar. Yine aynı yıllarda Romanya'dan gelen Sabri (Tulça) Bey de modern yarışçılık anlayışının yerleşmesinde etkili oldu. Heyecanlı yarışlar gitgide daha fazla ilgi topluyor ve aralarında Reşid Akif Paşa, Kıbrıslı Mustafa Paşa, Hassa Müşiri Rauf Paşa, Keçecizade Hikmet Bey, Müşir İzzet Fuad Paşa, Sa-ib Molla, Hacıbekirzade Ali Muhiddin Bey ve Şehzade Ömer Faruk Efendi gibi devrin ileri gelenlerinin de bulunduğu birçok kişi atçılıkla fiilen ilgileniyordu.

Enver Paşa'nın İzmir'den satın aldığı "Übeyyâm" isimli atı da Veliefendi'nin en gözde şampiyonlarından biri olmuştu. Önceleri İstanbul at yarışlarına katılan atların tümü Arap atlarıyken, zamanla bunlara İngiliz adarı da eklendi. Rus İhtilali sırasında 1918-1920 arasında

AT YAKIŞLARI

Türkiye'de, bugünkü şekline en yakın at yarışlarının 1900'de İzmir'de düzenlenmeye başlandığı bilinir. Bu konuda öncülük yapan kişi orada yerleşmiş bulunan Mr. Patterson adında bir ingiliz işadamıydı. Onunla el ele veren Musevi asıllı Riz ve Alyoti efendilerle Evliyaza-de Refik Bey'in girişimleri sonucu, o zamanlar Paradisu adıyla anılan bugünkü Şirinyer'de ilk at yarışları yapılmaya başlanmıştı. On yıla yakın bir süre devam eden izmir at yarışlarının kesilmesinden sonra istanbul'a gelen Evliyaza-de Refik Bey, at merakıyla tanınan dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa'yı ziyaretle at yarışları konusunu açıp geniş izahatta bulunmuştu. Konuya ilgi gösteren Enver Paşa'nın emriyle, derhal kendi başkanlığında bir "Islah-ı Nesl-i Feres Cemiyeti" (At Neslini Islah Derneği) ile buna bağlı olarak Sipahi Ocağı Kulübü kuruldu. Bu cemiyet ile kulübe, devrin ileri gelenleri arasındaki at meraklıları toplandı. Önemli şahsiyetlerin de destekleriyle Makriköy'de (bugünkü Bakırköy) Hazine'ye ait Veliefendi Çayırı bu işe tahsis olundu. Buraya ahşap bir tri-

„ , „. „, _ .

At yarışlarının günümüzde de sürdürüldüğü Veliefendi Hipodromu'ndan görünümler. Fotoğraflar Erkin Emiroğlu

İstanbul'a sığınan Beyaz Ruslar arasındaki atçılar da yarışçılık dünyamıza ayrı bir renk kattılar. Özellikle, Arcady ile kardeşi Dr. Seferov'un Türk yarışçılığına pek büyük yararlan dokundu.

Mütareke yıllarında, işgal Kuvvetleri Başkumandanı General Harrington'ın girişimiyle İngilizler tarafından İstanbul'da at yarışları yeniden başlatıldı. Yarışları İşgal Kuvvetleri'nin kontrolü altındaki "Races Syndikate of Makrikeu (Makriköy Yarış Sendikası)" düzenliyordu. Yine aynı sendika tarafından Veli-efendi'de ahşap tribünlerin yerine beton bir tribün yaptırıldı. Kurtuluş Sava-şı'nın ardından İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin İstanbul'dan ayrılmasıyla at yarışları yeniden durgun bir döneme girdi.

Cumhuriyet'in ilanından sonra bu konu yeniden ele alındı. Akif Akson'un kişisel gayretinin hükümet tarafından da desteklenmesiyle, Veliefendi'de at yarışları yeniden başladı. Cumhuriyet yönetiminin en seçkin kişilerinin bu işe eğildikleri görüldü. İsmet (İnönü), Fevzi (Çakmak) paşalar ile Celal (Bayar), Atıf (Esenbel), Ahmet (Atman), Ali Muhiddin (Hacıbekir), Akif (Akson) beylerin de atları yarışlara katılmaya başladı. Bu arada Atatürk'ün izniyle 1927'de kendi adına ihdas olunan koşu İstanbul at yarışlarına ayrı bir renk ve heyecan kattı.

At yarışları gittikçe artan büyük bir ilgiyle sürdü. Bu arada yerli yarış atları da yarışlara başka bir kan getirdiler. 1950'de Demokrat Parti Hükümeti tarafından konu ele alındı; bu işe gönül ve emek vermiş kişilerin bir araya gelmeleriyle kurulan "Türkiye Jokey Kulübü", at yarışları organizasyonunu üstlendi ve bugünlere kadar gelen olumlu çalışmalarıyla at yarışlarına çağdaş bir nitelik kazandırdı.

CEM ATABEYOĞLU

ATABAY, KEMAL

(1903, istanbul - 8 Ekim 1967, Baden-Baden/Almanya) Eczacı. Babası kaymakamlık görevlerinde bulunmuş olan, Mülkiye Mektebi mezunu Ahmed Esad Sezai Bey'dir. Atabay 1926'da İstanbul Eczacı Mektebi'nden diploma almış ve ecza ticareti ve tıbbi müstahzar yapımı konularıyla ilgilenmiştir. Çalışmalarına öğrenciliği sırasında Nazaryan Ecza De-posu'nda başlamış, eczacılık diploması aldıktan sonra bir süre Ekrem Necib Ecza Deposu'nda çalışmış ve 1928'de Osmanlı döneminin ünlü ecza depolarından Şark Merkez Ecza Deposu şirketine memur olarak girmiştir. 1930'da şirketin bir şubesini kurmak üzere Ankara'da görevlendirilmiştir.

1940'ta şirketin İngiliz ve Rum ortakları arasında yapılan düzenleme sonucu Atabay meslektaşı Hasan Derman ile birlikte, Şark Merkez Ecza Deposu'nun en büyük hissedarı durumuna gelmiş ve vefatına kadar bu şirketi yönetmiştir. Şirket 1985'te kapanmıştır.

Atabay tıbbi müstahzar yapımına

Kemal Atabay

Turban Baytop koleksiyonu

1938'de Galatasaray'da kurduğu Nur La-boratuvarı ile başlamıştır. 1942'de eczacı Emin Eman (1904-1982) ile ortak olarak Gedikpaşa'da Merkez Laboratuva-rı'nı kurmuştur. 1955'te bu ortaklıktan ayrılarak tek başına Atabay İlaç Fabrika-sı'nı (Defterdar Yokuşu no. 23, Tophane) açmış ve fabrika 1969'da ilaç ve kimyasal madde yapımı için, özel olarak düzenlenmiş olan binaya (Köftüncü Sokağı, no. l, Acıbadem) taşınmıştır; halen de bu binada ilaç imali konusunda çalışmaktadır.

Atabay, Türkiye'de dünya standartlarına uygun hazır ilaç ve ilaç hammaddesi yapımı ilkesini savunan ilk kişilerden biridir. Türk ilaç sanayiinin bu koşullan yerine getirebildiği ölçüde uluslararası ilaç ticaretinde başarılı olabileceği kanısını taşıyordu.

TURHAN BAYTOP



ATABEY, EŞREF ŞEFİK

(1894, İstanbul - 6 Eylül 1980, istanbul) Spor adamı, spor yazarı ve spikeri. Galatasaray Lisesi'nde başlayan öğrenimini Fransa'da tamamladı. Paris'te geçen yıllarında boks sporuyla yakından ilgilendi. Boks dünyasının ünlü kişilerini ve boksörlerini orada görmek ve tanımak imkânını buldu. L Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine 1914'te İstanbul'a döndü. Paris'te öğrendiklerini burada tatbike yöneldi. Galatasaray Spor Kulübü'nde genç heveslileri yetiştirdi. Onların arasından Küçük Kemal ve Melih Açba gibi iki büyük yıldız çıkardı. 1918'de İleri gazetesinde spor yazarlığına başladı, daha sonra Son Posta, Akşam, Tan, Vatan, Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde spor yazarlığını sürdürdü.

Atabey 1933'te İstanbul Radyosu'nun ilk spor spikeri olarak başladığı bir başka uzmanlığını uzun yıllar devam ettirdi. Güreş ve boks müsabakalarının radyodan naklen yayınlarının unutulmaz



Eşref Şefik Atabey

Cem Atabeyoğlu arşivi

ismi Eşref Şefik, ayrıca kendisine ayrılan haftalık radyo programlarında, spor konulan, balıkçılık, gençlik anıları, eski İstanbul yaşamı gibi çok çeşitli konulardaki sohbetleriyle de ün yaptı.

Boks ve güreş dallarında otorite olan ve Türkiye'nin ilk Boks Federasyonu başkanlığını yapmış bulunan Atabey, anılan radyo programları dolayısıyla salt bir spor adamı olma vasıflarını aşan, her yaştan insanın, beğeni ve ilgisini kazanmış kendine özgü bir konuşmacıydı.

CEM ATABEYOĞLU



ATABEYOĞLU, SEIAHATTİN ENİS

(1892, Antalya - 11 Haziran 1942, İstanbul) Roman ve hikâye yazarı, gazeteci. Çıldır Atabeyleri soyundan jandarma subayı Ahmed Enis Bey'in oğludur.

Selahattin Enis Atabeyoğlu

Cem Atabeyoğlu'nun izniyle

Çocukluğu babasının görevi dolayısıyla Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçti. Küçük yaşta edebiyatla ilgilenmeye başladı. İlk yazısı 11 yaşındayken Konya'da Anadolu gazetesinde yayımlandı. 1912' de Tanin'de yazmaya başladı. Aynı yıl 17 yaşında yazmış olduğu Neriman adlı romanı yayımlandı. I. Dünya Savaşı'nda yedek subay olarak askere alınması üzerine hukuk öğrenimini yarıda bıraktı. Mütareke yıllarında Kaplan adlı bir dergi çıkardı, fakat sansür baskısı nedeniyle kapatmak zorunda kaldı. Daha sonra Fağfur, Şair, Rebab, Düşünce, Resimli Hikâye dergilerinde yazdı. Zâniye-ler (1924, yb 1943, 1989), Sara (1926), Cehennem Yolculun (1926) adlı romanları, Bataklık Çiçeği (1924) adlı hikâye kitabı yayımlandı. Orta Malı, Ayan Bozuklar, Endam Aynası adlı romanları 1925-1927 arasında Son Saat gazetesinde, Mahalle romanı Vakit gazetesinde tefrika edildi.

Cumhuriyet döneminde Seyr-i Sefain İdaresi'nde (Devlet Deniz Yolları) çalıştı. Son görevi Devlet Deniz Yollan neşriyat müdürlüğüydü. Bir yandan da İkdam, İleri, Vakit, Son Saat, Payitaht, Milliyet, Cumhuriyet ve Son Posta gazetelerinde musahhih, muhabir, yazar ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı.

Selahattin Enis'in I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında İstanbul'daki yüksek tabakanın yozlaşmış hayatını konu alan eserleri Türkiye'de natüralizmin ilk örneklerindendir. Bu yüzden "Türkiye'nin Emile Zola'sı" olarak anıldı. Roman ve hikâyelerinde Türk toplumunca hoş görülmeyen davranış ve ilişkileri, hayatın iğrenç sahnelerini bütün açıklığıyla kaleme aldı. En tanınmış eseri olan Zaniyeler'de iyi eğitim görmüş ve güzel bir kadın olan Fitnat'ın evlenip Konya'ya yerleştikten sonra kocasını terk ederek İstanbul'da çeşitli erkeklerle metres hayatı yaşaması çerçevesinde, I. Dünya Savaşı İstanbul'unda savaş zenginleri, ünlü yazarlar, bürokratlar gibi üst tabaka mensuplarının Şişli, Beyoğlu, Adalar ve Moda'daki yoz hayatları, alafrangalık özentileri, ahlaki düşkünlükleri anlatılır. Atabeyoğlu toplum hayatına dair sıra dışı fikirleri ve kendine özgü giyim kuşamıyla ilginç bir kişilik olarak tanınmıştır.



Bibi. C. Atabeyoğlu, "Babam Salâhaddin Enis", Zaniyeler, ist., 1989, s. 5-13; "Atabeyoğlu, Salâhaddin Enis", ISTA, III, 1185-1186; "Atabeyoğlu, Selahattin Enis; TDEA, I, 210-211- C Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, 1859-1959, II, Ankara, 1970, 200-220.

ATİLLA ÖZTÜRK



ATABİNEN, REŞİD SAFVET

(1884, Sarıyer - 2 Şubat 1965, İstanbul) Yazar, diplomat ve kültür adamı. Babası, saray orkestrasının şefi (Muzıka-i Hümayun atik miralayı) Safvet Bey'dir. Türk musiki tarihinde ilk solfeji yayımlamış olan bu flütist, Danişmendlerin kolundan Atabinenoğulları'na mensuptur.

ATAI

376

377


ATAKÖY

17 yaşında liseyi bitiren Reşid Safvet, 1904'te. Paris'te Ecole libre de Sciences Politiques'ten diploma almış ve istanbul'a döndükten sonra, o zaman yabancı dil bilen gençler için birkaç çalışma yerinden biri olan Tütün Rejisi Komiserlik Kalemi mütercimliğine tayin edilmiştir (1906). Aynı yıl Beyoğlu'nda Fransızca ve İngilizce yayımlanan Levant He-rald gazetesinin başyazarlığa getirilir. Burada Avrupa-Yakındoğu ilişkileri konusunda vukuflu yorumlarıyla dikkati çeker. Dönemin bütün Fransızca literatürünü edindiği gibi, salonlarını ünlü kişilere açan alımlı ve ünlü Frenk ve Levanten madamlarının da en makbul davetlilerinden biri olur.

Bu arada 10 yıldan fazla sürecek mesleği de artık belli olmuştur: Diplomatlık. 1907'de Osmanlı Devleti-Ro-manya Muhtelit Komisyonu başkâtipliği yapan Reşid Safvet, Bükreş Sefareti başkâtip vekili olur. Sonra, sırasıyla Amerika'ya, İspanya'ya ve İran'a gider; Washington, Madrid ve Tahran'da başkâtiplik yapar.

1917'de Beyoğlu'nun bu gözde siması, artık yuva kurmak zamanının geldiğine inanmış, bir izdivaç yapmıştır. Seçtiği kız, II. Abdülhamid'in seraskeri Rıza Paşa'nın torunu, Nurhayat Hamm'dır.

1918-1920 arasında Reşid Safvet Bey, İsviçre ve Fransa'ya gider ve Anadolu hareketinin haklılığını Batı kamuoyuna kabul ettirmek üzere birçok şehirde konferanslar verir, kitaplar, risaleler yayımlar. Bunların hepsi, Mustafa Kemal Paşa'nın bilgisiyledir. Çünkü, genç ve dâhi Paşa, Çanakkale Savaşı'ndan (1915) İstanbul'a döndüğü vakit, Akaretler'de Reşid Safvet'le komşuluk etmiştir.

1921'de Reşid Safvet Bey "Şûra-i Devlet Tanzimat Dairesi" üyeliğine atanır. Lozan Barış Konferansı'na Türk heyeti gönderilirken. Atatürk, genel sekreterliğe Reşid Safvet Bey'in adını yazarsa da İsmet Paşa, Lozan Konferansı'mn ikinci bölümüne Reşid Safvet Bey'in katılmasını veto eder. Atatürk de bu duruma ses çıkarmaz ve Reşid Safvet Bey, 5 yıl kadar, kendisini bir boşluğun içerisinde bulur.

Ancak 1923'te önemli bir iş yapar: Cumhuriyet'in kuruluşundan bir ay önce, Türkiye'nin en eski turizm kuruluşu olan Türkiye Turing ve Otomobil Kuru-mu'nu(-») (TTOK), iki isimli küçük bir dernek halinde kurar: Türkçe adıyla Türk Seyyahın Cemiyeti, Fransızca adıyla Touring Club de Turquie.

Reşid Safvet Bey, Atatürk'ün desteği ile 1927 ve 1931'de Kocaeli mebusu olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girer. 7 yıllık bu dönem, gerek Reşid Safvet Bey, gerekse genç Türkiye Cumhuriyeti devleti için yurtdışı konferanslarının parlak başarılarıyla doludur. Bu tarihçi diplomat, sadece Fransızca konferanslar ve seçkin çevrelere davetlerle yetinmemekte, kendisi keman, eşi piyano çalarak resitaller de vermektedir. Atatürk ölmeden, ona bir jest daha ya-

par: Nazilerin Berlin'inde Türkiye'yi temsil etmek üzere Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin Türkiye temsilciliğini ona verdirir.

Kısa süre sonra patlayan savaş, Ata-binen'in başında bulunduğu TTOK'yi harp öncesi yıllardaki faaliyetinden alı-koyar.

1940'lardan ölümüne kadar geçen bu dönemde Atabinen'in İstanbul açısından özel önemi şu alanlarda kendini gösterir: O dönemlerde henüz bir Anıtlar Yüksek Kumlu bulunmadığı için, o boşluğu istişari bir organ olarak doldurmaya çalışan "Eski Eserler Encümeni" üyesi olan Atabinen, çeşitli yazılarla, encümene gönderilen kültür mirasımızla ilgili bütün dosyaların takipçisi olur ve kendi kendine üstlendiği bu fonksiyonu, yönetimindeki kurum eliyle yapar.

Kurum dergisi TTOK Belleteni, çeyrek yüzyıllık bir dönem boyunca, özellikle o zamanlar İstanbul'da henüz yaşayan bütün fiziksel kültür mirasının durumu, problemleri ve İstanbul'la ilgili literatür hakkında başlıca ve en zengin kaynak olmuştur.

1940'lar ile 1950'ler boyunca Atabinen'in istanbul için bir başka hizmeti, kurumun o zamanki çok dar imkânlarını zorlayarak, birkaç örnek restorasyonu üstlenmiş ve gerçekleştirmiş olmasıdır. Bunların başlıcaları, İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'nin bitişiğindeki İbrahim Paşa Sebili'nin ve Gala-ta'da Kara Mustafa Paşa Camii'nin önündeki Reisülküttab İsmail Efendi Mektebi'nin ve altındaki enfes rokoko çeşmenin onarımlarıdır.

Reşid Safvet Bey'in İstanbul için bir başka önemli işi, tehlikede gördüğü önemli binaların durumunu, ısrarla mektuplar, ziyaretler ve temaslarla, devamlı olarak yetkili ve sorumlu makamlara iletmesidir. Bu iletişimi yapmak için, tercih ettiği yollardan biri, zengin, ama nezih davetler düzenlemesidir. Bunun için, elinde iki ayrı mekân vardır. Birisi, Taksim Cumhuriyet Caddesi'nde 133 no'lu, üç katlı küçük evidir. II. Ab-dülhamid döneminde Furlani adlı İtalyan piyaniste ait olan kagir ev, geniş bir mekân değildir ama, evi 1920'lerde satın alan Reşid Safvet Bey, onu saygı uyandıran bir konut haline getirmeyi bilmiştir: Koyu yeşile boyalı demir giriş kapısının üzerinde, sarı pirinçten iki adet "RS" inisiyali taşımasının, İstanbul'da bir başka benzeri yoktur. Asalet mührü, böylece daha kapısında başlayan küçük bina, holden itibaren zevkle yerleştirilmiş ve yığıntı şeklinde olmayan, ama her yeri dolduran tablolarla, gravürlerle, bronz heykelciklerle ve mutlak sessizliği ile küçük bir mabede benzer.

Reşid Safvet Bey, burada ağırladığı konuklarına, önleri prostelalı, beyaz saçlı Ermeni ve Rum hizmetçiler gümüş takımlarla çay servisi yaparken İstanbul'a ait bir derdi iletirse, onun, makama gönderilecek bir yazıdan daha etkili olacağını düşünür.

Atabinen'in ikinci mekânı, çok daha görkemli bir yerdir: Damadı olduğu Serasker Rıza Paşa ailesinin elindeki son konak. Seraskerin II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Midilli'ye sürülmesi üzerine kapanan Yıldız'daki Büyük Saray, 1932 veya 1933'te rehinli olduğu Emniyet Sandığı'nca sökülmüş, paşanın torunu Nurhayat Hanımefendi'ye bu taş konak kalmıştır. Eski Saray'ın arkasında, II. Abdülhamid'in kuyumcubaşısı tarafından yaptırılmışken, Serasker Rıza Paşa'nın satın aldığı 4 dönümlük ayrı bir bahçe içindeki binada, Reşid Safvet Bey'in II. Dünya Savaşı sonundan, 1965 başındaki vefatına kadar 20 yıl boyunca yazları düzenlediği kokteyller ve resepsiyonlar, o tarihlerde İstanbul'da bir başka benzeri olmayan kalabalık ama seçkin davetlerdir.

İstanbul'un tarih mirasını kendine dert edinen, aristokrat ruhlu bu aydın kişinin önüne, iki büyük toplumsal problem çıkmıştır: 1939'da Vali Lütfi Kırdar'ın, 1956'da da Başbakan Adnan Menderes'in başlattıkları, tekniğe ve modernizme öncelik veren iki büyük imar operasyonu meselesi. Atabinen, bu iki olayda, o zamanlar çok riskli bir durum olan, "resmi makamlarla ihtilafa düşmek" pahasına da olsa, kültürün ve sanatın açık ve cesur savunuculuğunu yapar. 1964'te yakalandığı prostat kanseri, onu, l yıl kadar sonra bu dünyadan ayırdı. 4 yıl kapalı kalan ve vefatından birkaç gün sonra zaten bütün personeli dağıtılmış konağının eşyaları ve en değerli parçaları, 1969'da yok pahasına elden çıkarıldı. Sonra da, Serasker Rıza Paşa Konağı'nın bu son müştemilat binası, toprağı, yani arazisi değil, kiremitleri ve tuğlası satılmak suretiyle söküldü. Aile, 10.000 cilde yakın zengin kütüphaneyi TTOK'ye bağışladı.

Kara Şemsi soyundan Reşid Safvet Bey, aynı soydan gelen ve "Sünbül Efendi" namı ile maruf evliyanın, Koca-mustafapaşa'daki türbesine, 1950'lerde dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın aracılığı ile alınmış olan özel izinle gömüldü.

ÇELİK GÜLERSOY


Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   85   86   87   88   89   90   91   92   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin