ATATÜRK VE İSTANBUL
392
393
ATATÜRK VE İSTANBUL
-
>,ifcsj£
1929'daki
gelişinde
Haydarpaşa
Garı'ndan
kendisini
Dolmabahçe'ye
götürecek
motora
giderken.
Fotoğrafla Atatürk,
1939
Atatürk
Serbest
Cumhuriyet
Fırkası'nı kuran
Ali Fethi Bey'le
(Okyar)
birlikte,
Yalova, 1930.
Fotoğrafla Atatürk,
1939
yaret etti. Ürdün Kralı Abdullah'ı Beylerbeyi Sarayı'nda ağırladı. Prof. Pit-tard'la dil ve tarih konularını tartıştı. 20 Eylül'de Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan II. Tarih Kurultayı'na katıldı. İsmet İnönü'nün başvekillik görevinden alınıp Celal Bayar'ın vekâleten bu göreve getirilişi de İstanbul'da oldu.
18 Ocak 1938'de Ankara'da içişleri Bakanlığı'na giden Atatürk'e H. Prost'un hazırladığı İstanbul'un imar planı ve maketi hakkında brifing verildi. Kuşkusuz o çevresinde çağdaş dinlenme tesis-
gösterimle izlediği, Yalova'ya geçip buradaki bataklığın kurutulması çalışmalarıyla ilgilendiği, istanbul ve çevresinde ağaçlandırma yapılması için emirler verdiği vb girişimleri saptanmaktadır. Unutulmayan bir başka anı, 13 Aralık 1930 günü Darülfünun'u ziyaretidir. Öğrencilere "Bilim uğruna ölmeyi değil yapmayı isteyin!" öğüdünde bulunmuştur. Bu bir aylık gezinin programının, kentin her yönü hakkında bilgilenmeyi sağlayacak yoğunlukta tutulduğu görülür. Kazlıçeşme'yi, Yedikule'yi, Bakırköy sanayi bölgelerini, Çarşıkapı'daki ayakkabıcılar sergisini, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası'nı ve mağazasını, Sultanahmet Trikotaj Fabrikası'nı, Karaağaç Mez-bahası'nı, Kâğıthane Köyü ile Süleyma-niye'deki İtfaiye Alayı'nı ve Darülace-ze'yi gezen Atatürk, vilayeti, belediyeyi, Halk Partisi ocaklarını, kolordu karargâhını, Kadırga Maarif Cemiyeti'ni ziyaret etmiş, Türk Ocağı'ndaki konuşmasında gençlere "Demokrasinin ne olduğunu halka anlatalım" mesajını vermiştir. Kısa Trakya gezisinden dönüşünde ise Menemen Olayı'nı öğrenmiş ve Dolmabah-çe Sarayı'nda, TBMM Başkanı Kazım Paşa (Özalp), Başvekil İsmet Paşa (İnönü) ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) ile bir toplantı yaptıktan sonra Ankara'ya dönmüştür.
Atatürk 1931 yazında 21 Temmuz' dan 25 Eylül'e kadar süren tatilinin büyük bölümünü Yalova'da geçirdi. Bir sabah erkenden (güneş doğmadan) Eyüp sırtlarına gelerek İstanbul'un şafak manzarasını izlemesi, buradan Yeşilköy'e ve Halkalı'ya gitmesi, dönüşünde yine halkın arasına karışıp banliyö trenine binmesi, kendisini tanıtmadan, yakın köylerden İstanbul'a hayvanlarıyla kavun,
karpuz, meyve getiren köylülerle pazarlık edip bir araba kavun, altı küfe üzüm alması, bu yazın ilginç anılarındandır. Giderek İstanbul'a daha çok ısınan ve kış tatillerini de burada geçiren Atatürk, 12 Ocak-4 Mart 1932 tarihleri arasında yine İstanbul'daydı. Elhamra Sinema-sı'nda Kongre Eğleniyor, Opera Sinema-sı'nda Çanakkale filmlerini, Darülbeda-yi'de Yalova Türküsü ve Akın piyeslerini, Galatasaray Lisesi müsameresini izledi. Dolmabahçe Sarayı'nda alaturka fasıllar dinledi, Maksim'de baloya katıldı. Şehir içinde ve Boğaz'da geziler yaptı. O yılın 16 Temmuz'undan 21 Ekim'ine değin süren uzun yaz tatilini de çoğunca Yalova'da geçirdi. Artık İstanbullular için Yalova bir yazlık olmuştu. Dünya güzeli seçilen Keriman Halis'i kabul eden Atatürk "Türk ırkının soylu güzelliğini" vurgulayan bir mesaj yayımladı. 1932 yazında Florya ile de ilk kez yakından ilgilendi. Burasının, bir plaj olarak düzenlenmesi emrini verdi. Çamlıca tepelerini gezerek korumaya ve park olarak imar kapsamına alınmasını istedi. 20 Eylül'den sonra dil çalışmalarıyla ilgilenmeye başladı. İstanbul'da oluşturulan Türk Dili Tedkik Cemiyeti Müteşebbis Heyeti'ne koruyucu başkan oldu. 26 Eylül 1932'de ilk dil kurultayı, Dolmabahçe Sarayı'nda toplandı. İstanbul'a gelen ABD Genelkurmay Başkanı Mac Artur, dil çalışmalarının ikinci oturumunu Atatürk'le birlikte izledi. Kurultay çalışmaları 5 Ekim'e kadar sürdü. 4 Ekim günü Diyarbekir gazetesine şu demeci verdi: "Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları hep aynı cevherin damarlarıdır." Atatürk'le İsmet İnönü arasındaki ilk açık tartışma ve kırgın-
lık da bu tatilde, Yalova'daki Gazi Köş-kü'nde, kendisine dizbağı nişanı verilmesi nedeniyle çıktı.
8-26 Şubat 1933 tarihleri arasında bir kez daha İstanbul'a gelen Atatürk, Top-kapı Sarayı'ndaki düzenlemeleri gördü. Tokatlıyan'da Vali Muhiddin Bey'le (Üs-tündağ) yemek yiyerek kentin başlıca sorunlarını görüştü. Kadıköy-Köprü vapurunda halkın arasına oturdu ve sohbet etti. 31 Mayıs 1933'te Darülfünun'un kapatılmasından bir ay sonra 30 Haziran günü ikinci gelişinde, İstanbul Üni-versitesi'nin kurulması çalışmalarıyla ilgilendi. Okul sınavlarında bulundu. 7 Eylül'e kadar süren tatilinin çoğu günlerini Yalova'da geçirdikten sonra trenle Ankara'ya döndü. 11 Eylül'de tekrar İstanbul'a gelerek Yunanistan Başbakanı Venizelos ile Türk-Yunan Antlaşma-sı'nın imza töreninde bulundu. 4 Ekim günü Yugoslavya Kralı Aleksandr ile Kraliçe Mari'yi konuk etti. 9 Ekim'de Ankara'ya döndü.
Soyadı Kanunu'nun kabul edildiği gün (21 Haziran 1934) İran Şahı Rıza Pehlevi'yi konuk eden Atatürk, onunla 26 Haziran'da İstanbul'a geldi. Harp Akademisi'ni birlikte ziyaret ettiler. Şah İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Atatürk Yalova'da dinlendi. 12-18 Ağustos 1934 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'ndaki II. Dil Kurultayı çalışmalarını izledi. 20 Eylül'de Ankara'ya döndü.
1935 yılı boyunca, ocak. şubat, mayıs, haziran aylarında dört kez geldiği İstanbul'dan Ege seyahatine çıktı; Hürri-yet-i Ebediye Tepesi'nde düzenlenen manevraları izledi. 28 Haziran'dan 21 Eylül'e kadar, Yalova'da, Florya'da dinlendi. Edebiyatçıları, tarihçileri, askerleri, müzisyenleri toplayarak kültür so-
runlarım tartıştırdı. Özellikle de düğün ve balolara katılarak bu tür sosyal etkinliklerin birer curcuna havasında değil, çağdaş ve gelişmiş bir toplumun göstergeleri niteliğinde gelenekleşmesine çaba gösterdi. Bu yılki, İstanbul'a dönük en dikkate değer mesajı ise "Sinan'ın heykelini yapınız!" olmuştur. İstanbul'a Türk-İslam silueti kazandıran ve kentin uluslararası ününü artıran anıtsal eserlerin mimarı için bu görevin, görkemli bir anıtla yerine getirildiği söylenemez.
1936'da da şubat, mayıs, haziran ve aralık aylarında dört kez İstanbul'a geldi. Topkapı Sarayı'ndaki onarım ve müze çalışmalarıyla ilgilendi. Yeşilköy'deki uçuş denemelerini izledi. Montrö Sözleşmesi (20 Temmuz 1936), o İstanbul'da iken imzalandı. 22 Ağustos'ta III. Dil Kurultayı, Dolmabahçe Sarayı'nda yine Atatürk'ün katılımı ile başladı ve üç gün sürdü. 2 Eylül'de Beylerbeyi Sarayı'nda Balkan Festivali düzenlendi. Atatürk 4-7 Eylül 1936 tarihlerinde, Nah-lin yatıyla gelen İngiltere Kralı VIII. Ed-ward'ı ve Miss Simpson'u İstanbul'da ağırladı. Kralla otomobil gezileri yaptılar ve Moda deniz yarışlarını izlediler.
1937'nin ocak ayından ekim ayına kadar, kısa yurt gezileri ve Ankara'ya gidişler dışında dokuz ayını İstanbul'da geçirdi. Hatay'la ilgili politikayı, basının ağırlığını da dikkate alarak İstanbul'da belirledi ve yürüttü. Bu konuda sık sık demeçler verdi. Gençlik coşkulu mitingler düzenleyerek ulusal duygunun doruğa çıkmasını sağladı. Daha çok Yalova'da ve Florya'da kalan, denize giren Atatürk, İstanbul'un yakın köylerini (Yakuplu, Mimarsinan, Büyükçekmece köyleri, Angurya ve İskeçe çiftlikleri) zi-
lerinin, bakımlı plajların, spor alanlarının yer aldığı, tarihsel ve kültürel zenginlikleriyle korumaya alınmış bir İstanbul düşlemekteydi, istanbul'un salt Türkiye'nin değil, Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun çok yönlü bir kültür merkezi konumuna getirilmesini istiyordu. Fakat, İstanbul için hazırlanan planın uygulanmasıyla ilgilenmeye, 22 Ocak 1938'de Yalova'da konan siroz tanısından sonra zaman bulamadı. 24 Şubat 1938'de İstanbul'dan Ankara'ya döndü, iki ay sonra 27 Mayıs'ta trenle son kez
Atatürk, 1932'deki uzun yaz tatilinin çoğunu Yalova'da geçirdi. Solunda Yunus Nadi Bey (Abalıoğlu) görülüyor. Fotoğrafla Atatürk, 1939
ATATÜRK VE İSTANBUL
394
395
ATATÜRK VE İSTANBUL
Son zamanlarında dinlenmeye çekildiği Florya Köşkü'nde İsmet İnönü ile birlikte, 1937. Fotoğrafla Atatürk, 1939
şay), Ahmed Refik (Altınay), Ahmed Rasim, Celal Sahir (Erozan), Hasan Âli Yücel gibi pek çok kültür adamının sarayda komisyonlar halinde çalışmaları, kentin sosyal ve sanatsal çehresinin bozulmaması için, İstanbul'u İstanbul yapan pastane, lokanta, gazino ve sine-
Atatürk, 4 Ekim 1933'te İstanbul'a gelen Yugoslavya Kralı Aleksandr ve Kraliçe Mari'yi Dolmabahçe Rıhtımı'nda karşılarken. Fotoğrafla Atatürk, 1939
istanbul'a geldi ve ölümüne değin burada kaldı. Yalova'da ve Dolmabahçe Sa-rayı'nda tedavisi sürerken deniz havasının iyi geleceği düşüncesiyle satın alınıp İstanbul'a getirilen Savarona yatına geçti. 19 Haziran günü Romanya Kralı Karol ile yatta görüştü. Ertesi gün yine yatta Bakanlar Kurulu'na başkanlık etti. 29 Haziran'da içişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Vali Muhiddin Üstündağ'ı kabul ederek İstanbul'un imarı konusunda direktifler verdi. Ağustos ayında Savaro-na'yı terk ederek Dolmabahçe Sarayı'na yerleşti. Tedavisi sürerken vasiyetnamesini hazırladı. 6 Ekim günü istanbul'un kurtuluşu nedeniyle yapılan geceki fe-
ner alayında Tophane Caddesi'nden sarayın önüne gelen coşkun bir halk kalabalığı "Yaşa Atatürk! Var ol, Ulu Önder!" diyerek gösterilerde bulundu. Bundan duygulanan Atatürk'ün istanbul halkına son mesajı "Halkın bana gösterdiği samimi hislerden çok duygulandım. Aziz istanbullulara candan teşekkür ve sevgilerimin iletilmesini rica eder, hepinize daima artan refah ve saadetler dilerim" olmuştu.
16 Ekim'den sonra durumunun ağırlaşmasına karşın, Cumhuriyet'in 15. yıldönümü münasebetiyle orduya bir mesaj yayımladı. Bunda "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan ve daima
Atatürk, 4-7 Eylül 1936 tarihlerinde İstanbul'da bulunan ingiltere Kralı VIII. Edward'a Nahlin yatında ziyaret iadesinde bulunuyor. Soldan sağa Fethi Okyar (Londra büyükelçisi), VIII. Edward, Numan Menemencioğlu (ileride ortada), hemen önünde Miss Simpson, Atatürk, Sir Percy Loren (ingiliz büyükelçisi) ve İsmet İnönü görülüyor.
Fotoğrafla Atatürk, Hayat Yayınları
zaferle beraber uygarlık ışıklarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" diyordu. Cumhuriyet Bayramı gecesi, Boğaziçi vapurlarından birini tutan istanbullu gençlerle bir motora binmiş olan Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımına yanaştılar. Haykıra-rak Atatürk'ü görmek istediklerini duyurmaktaydılar. Atatürk, el işaretleriyle pencerenin önüne gitmek arzusunu belirtti. Kollarına girip pencere önündeki bir koltuğa oturttular. Vapurda, motorda adeta kıyamet koptu. Gençler hep bir ağızdan "Dağ başım duman almış" marşını söylemeye başladılar. Atatürk kısık bir sesle ve ancak çevresindekilerin güçlükle duyabildikleri son mesajını verdi: "Bu bayramlar ve yarınlar sizindir. Güle güle çocuklar!"
Atatürk, 10 Kasım 1938 günü sabah saat 09.05'te Dolmabahçe Sarayı'nda öldü. Yüzlerce yıllık tarihi boyunca imparatorların, padişahların ölümlerine ve cenaze törenlerine tanık olan istanbul, kuşkusuz tüm kent halkının aynı acılar ve duygular içerisinde katıldığı, yakın tarihin en büyük cenaze törenini yaşadı. Bunu izleyen Fransız muharriri Emile Bouery "Türkiye'nin eski payitahtı tanınmayacak bir haldeydi. Acıyla ezilmiş tek vücut bir ulus, her tarafta bedbin insanlar, yaşlarla dolu gözler, sessiz sokaklar..." diye yazmıştır.
Atatürk'ün cenaze namazı Diyanet İşleri Başkanı Şerefeddin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. 16 Kasım günü sarayın Muayede Salonu'nda katafalka kondu, istanbullular, üç gün boyunca akın akın, geceli gündüzlü saygı geçidi yaptılar. 19 Kasım sabahı törenle saraydan çıkartılan tabutu, top arabasıyla Saray-burnu'na, Burada Zafer torpidosuna alınarak açıkta bekleyen Yavuz zırhlısına götürüldü. Donanmanın refakatinde izmit'e, oradan da özel trenle Ankara'ya ulaştırıldı. İstanbul, 10 Kasım gibi, 19 Kasım'daki uğurlayışta da yollan, kıyıları dolduran yaslı bir kitlenin mahşerini yaşadı.
ilk bakışta İstanbulluların Atatürk'e bağlılığı için bir neden bulunamaz. Aksine, imparatorluk başkenti sıfatını yitiren İstanbul, yeni dönemde başta işsizlik olmak üzere bir dizi sıkıntıyla yüz yüze geldiğinden, Cumhuriyet rejimine ve onun kurucusuna kırgın ve soğuk davranmakta haklı olabilirdi. Oysa, 1927'deki ilk resmi ziyaretinden ölümüne değin, Atatürk ülke genelinde en içten ve coşkulu ilgiyi istanbul'da görmüştür. Yurtdışı gezilerine çıkmayan, Anadolu'daki gezilerinde de hiçbir yerde birkaç geceden fazla kalmayan Atatürk, İstanbul'da aylarca kalmış, yeni Türkiye'nin kültürel alanda çağdaşlaşması girişimlerini burada başlatmıştır, istanbul'a bakışı, farklı zamanlarda iki ayrı açıdandır: Önceleri Osmanlı payitahtı İstanbul'un siyasal yapısını ve buradaki saltanat kurumlarını onaylamadığı için bu oluşumlar ortadan kalkıp bir oranda unutuluncaya kadar istanbul'
dan uzak kalmayı yeğlediği söylenebilir. Yüzyıllarca, selamlık alaylarının, görkemli cülus törenlerinin düzenlendiği, Osmanlı hanedanı ile ulema, rical, zadegan, gayrimüslim cemaat, Frenk vb zümrelerin barındığı, pek çok ayrıcalığa sahip bir kentin tüm bu sayılanlardan arındıktan sonra Atatürk'e kucak açması ise Balkan Savaşı'ndan Mütareke yıllarının sonuna kadar yaşanan acılardan ve tutsaklıktan kurtulmanın uyandırdığı duygularla açıklanabilir.
ması, Dolmabahçe Sarayı veliaht dairesinde Resim ve Heykel Müzesi'nin açılması, sarayın ise büyük bir kültür ocağı konumuna getirilmesi tasarısı, bu amaçla Ahmet Cevat (Emre), Reşit Galip, Ruşen Eşref (Ünaydm), İbrahim Necmi (Dilmen), Hamit Zübeyr (Ko-
1922-1927 arasındaki 5 yılda istanbul bir "tensikzedegân" yoksulluğu yaşamıştı, saray, Babıâli, nezaret (bakanlık) kadrolarından açıkta kalan binlerce İstanbullu, yoksulluk gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştı. Bunların bir kısmı küçük memuriyetlerle Anadolu'ya dağılmış, istanbul kültürünü ve görgüsünü taşraya taşımışlardır. Diğer yandan, İstanbul'u bir kültür merkezi yapmak isteyen Atatürk, buradaki değerlerin korunmasına ve ortaya çıkartılmasına çaba göstermişti. 1928'de harf devrimi için işaretin istanbul'dan verilmesi, dil, tarih çalışmalarının, üniversite reformunun burada başlatılması, hattâ 8 Şubat 1928'de ilk Türkçe hutbenin istanbul camilerinde okutulması, her daldan bilim, fen, sanat adamlarıyla çoğu kez akademik düzeyde çalışmalar yapılması, 1924'te Topkapı Sarayı'nın bir müze olması için Bakanlar Kurulu kararı alın-
Sarayburnu'ndan Zafer torpidosuna konan Atatürk'ün naaşı açıkta bekleyen Yavuz zırhlısına götürülüyor. Fotoğrafla Atatürk, 1939
396
ATÂULLAH EFENDİ
madan camilere kadar her kurum ve eserle Atatürk'ün doğrudan ilgilenmesi, söz konusu yaklaşımın kanıtlarıdır. İstanbul basım, Atatürk'ün her gelişini ve kentle ilgili çalışmalarını aşırı duyarlılıkla işlemiş, saraya ve sultana bağlılık duygularının yerini, Atatürk sevgisine bırakmasında etken olmuştur.
Atatürk'ün istanbul'da dört dinlenme ve çalışma ortamı seçtiği görülür: Dol-mabahçe Sarayı, Yalova, Florya ve Adalar. Bir mekân olarak sevmediği ve "İnsan denen varlığın yaşayacağı yerler değil!" dediği Dolmabahçe Sarayı'nda siyasal nedenlerle ve o günün koşulları gereği kaldığı bilinmektedir. Ancak Atatürk, "Hususi Daire" denen küçük bir bölümünü kullandığı bu sarayı siyasal ve kültürel çalışmalara olabildiğince açmıştı. Yalova'yı kaplıca ve sağlık turizmine açan Atatürk'tür. Burası için imar planı hazırlatmış, kaplıcaların modern yapılara kavuşmasını sağlamış, bu köy görünümlü beldeyi, hareketli, şirin ve çağdaş bir turizm merkezi konumuna getirmiştir. Millet Çiftliği, Atatürk Köşkü, Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile Termal Otel, Atatürk döneminde buraya kazandırılan eserlerdir. Atatürk döneminde Yalova, bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti'nin yazlık başkenti olmuştu. Florya'ya ilgisi ise 1935'ten sonradır. Buradaki doğal plaj, İstanbul Belediyesi tarafından Cumhurbaşkanlığı Deniz Köşkü'nün yapılması ve Atatürk'ün 1935, 1936 ve 1937 yaz aylarında burada denize girmesi ile İstanbulluların koştuğu bir yer olmuştur.
Atatürk'ün İstanbul halkıyla ilişkisi de padişahların "yaklaşılmaz ve kutsal" kişiliklerine oranla doğal ve samimiydi. Halkla denize girer, parkta onlarla gezer, kayığa, biner, kürek çeker, o denizdeyken veya caddede yürürken herkes serbestçe çevresini alır, kendisiyle pekâlâ şakalaşılırdı.
Halkın arasında görünmesi temel atma, kurdele kesme ya da tören gereği değildi. Müsamerelerde, yüzme, idman, güreş müsabakalarında, at yarışlarında, plajda, parkta, lokantada, gazinoda İstanbullularla yan yanaydı. "Ankara'da dağ başında yaşıyorum. İstanbul'da saraya hapsoluyorum. Bırakın, burada gelenleri gidenleri göreyim. Hiç olmazsa tren sesi işiteyim" dediği Florya'nın denizine, Yalova'nın ise suyuna ve yeşiline tutkundu.
Yeşilköy'ün bir havacılık merkezi oluşuna da Atatürk öncülük etmiş, Türk Hava Yolları'nın hangarları onun direktifiyle kurulduğu gibi ilk kadın havacılar da burada yetiştirilmişlerdir.
Bibi. N. A. Banoğlu, Atatürk'ün İstanbul' daki Hayatı, MI, ist., 1973-1974; A. F. Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İst., 1967; A. Afetinan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara, 1968; Ş. S. Aydemir, Tek Adam, I-III, İst., 1969-1971; S. Borak, Ata ve İstanbul, İst., 1983; V. Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçah Atatürk Günlüğü, Ankara, 1988.
NECDET SAKAOĞLU
ATÂULLAH EFENDİ (Şânizade)
(l 771?, istanbul - Ağustos 1826, Tire) Çağdaş anatomi ve hastalık kavramını getiren eserleriyle Türkiye'de yeni tıbbın yerleşmesine yardımcı olan hekim ve tarihçi.
Mehmed Atâullah Efendi, büyükbabası Ahmed Dede, tarakçılık yaptığı için Şânizade (Tarakçıoğlu) adıyla tanınmıştır. İstanbul Ortaköy'de bir yalıda doğduğu bilinmekle birlikte doğum tarihi kesin değildir. Medrese öğrenimini tamamlayarak 1786'da ilmiye rüûsu aldı. Daha sonra Süleymaniye Tıp Medrese-si'nde ve Halıcıoğlu'ndaki Mühendisha-ne'de öğrenim gördü. İtalyanca, Fransızca, Arapça, Farsça ve Rumca öğrendi. Hesap adlı eserinde önce Mühendisha-ne'de İtalyanca, daha sonra da Fransızca kitapları aslından okuyabilmek için Fransızca öğrendiğini bildirmektedir.
Öğrenimini tamamladıktan sonra uzun süre ordu kadısı olan babası Hacı Mehmed Sadık Efendi ile dolaştı. 1792' de Medine mevleviyetine yükseldi, 1816'da Havâss-ı Refia (Eyüp) kadılığına ve mûsila-i Süleymaniye derecesiyle Çorlu Medresesi müderrisliğine getirildi. 1817'de Haremeyn Evkafı müfettişi olmuş, 1819'da da vakanüvis tayin edilerek kendisine Mekke-i Mükerreme payesi verilmiştir.
Süleymaniye Tıp Medresesi'ni bitirdiği, çok önemli tıp kitapları yazıp yayımladığı ve hasta tedavi ettiği halde hekim olarak kendisine hiçbir resmi görev verilmemiştir. Bunun sebebi tıptaki bilgisini çekemeyen, başta Hekimbaşı Mustafa Mesud olmak üzere, devrin ileri gelen görevlileridir. II. Mahmud'un Atâullah Efendi'yi hekimbaşı yapmasından korkmuşlardır. İtalyancadan çevirdiği Miyâ-rü'l-Etibba adlı eserini 1812'de, II. Mah-mud'a sunulmak üzere, o sıralarda bağlı bulunduğu Şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi'ye vermiş, fakat eser bir
Şânizade Atâullah Efendi
Nuran Yıldırım koleksiyonu
türlü padişaha takdim edilmemiştir. Bu arada modern tıbbın anlaşılabilmesi için modem anatominin de bilinmesi gerektiğini düşünerek bir de anatomi kitabı hazırlamıştır. Haremeyn Evkafı müfettişliğine atanınca görevi sadrazam denetiminde olduğundan yeni hazırladığı kitabını Sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa vasıtasıyla padişaha sunabilmiştir. Önsözünde Miyârü'1-Etibba'âa.n da bahsettiği için daha önce yazdığı fizyoloji kitabı Usû-lü'î-Tâbi'a da dahil üç kitabın basılmasına irade çıkmıştır. Buna rağmen Hamse-i Şânizâde'nin ilk üç cildim teşkil eden bu eserlerin basımı üç senede tamamlanabilmiştir. Şânizâde'nin çektikleri bununla kalmamış, Valide Sultan'ın ölümü üzerine Hekimbaşı Mustafa Mesud Efendi az-ledildiğinde hekimbaşılık hakkı olduğu halde bu göreve Halet Efendi'ye yakın olan Mustafa Behçet Efendi getirilmiştir. Kendisini çekemeyenler, İzzet Molla'nın "Erkân-ı devletin haline bak. bir müverrihi hekimbaşı ve bir başhekimi vakanüvis tayin ettiler" sözünü Şânizade söylemiş gibi yetiştirince, Mustafa Behçet Efendi önce kendisini vakanüvislikten azlettirmiş, sürülmesi için de elinden geleni yapmıştır. 1821'de Rum ihtilaline karışan baştercüman Dimitreşko'nun idamından sonra bu göreve atanması düşünülmüş, bu gerçekleşmediği gibi Divan-ı Hümayun tercümanlığına getirilmesi de engellenmiştir. Onu çekemeyenlerin kullandığı en etkili silah, Beşiktaş Cemiyet-i İlmi-yesi(->) üyeliği olmuştur. Cemiyetin toplantılarını gizli yapması ve üyeleri arasında Bektaşî Şeyhi Mahmud Baba'nın da bulunması, 1826'da yeniçeriliğin kaldırılması olayında Şânizade ve diğer cemiyet üyelerinin Bektaşîlikle suçlanmasına yol açmış, cemiyet dağıtılmış ve üyeler ayrı ayrı yerlere sürgüne gönderilmiştir. Şânizade de vakanüvislikten azledilerek arpalığı olan Tire'ye sürülmüştür. Tire'ye gittikten 2 ay sonra masum olduğu anlaşılmış, ancak fermanı getiren Tire Voyvodası Eğinli Ali Bey; itlakınıza (affınıza) diyeceği yerde, itlafınıza (idamınıza) ferman getirdim deyince fenalaşmış ve bir-iki gün sonra da vefat etmiştir.
Çok yönlü bir kişiliği olan Atâullah Efendi'nin, tıp, tarih, edebiyat, matematik ve diğer bilim dallarında telif ve tercüme kitaplarının sayısı 16'yı bulmaktadır. Bunların en önemlileri şüphesiz tıp konusunda olanlardır.
Atâullah Efendi, tıp kitaplarına İslam dünyasındaki geleneğe uyarak Hamse-i Şânizade veya İbn Sina'nın Kanun fi't-Tıbb adlı külliyatına benzeterek Kânûn-ı Şânizade adını vermiştir. Hamse-i Şâ-mzâde>nin (İstanbul, 1235/1820) ilk üç kitabı bir arada yayımlanmış, erkân (devlet büyüklerine armağan) ve halk nüshaları (satış için) olmak üzere iki türde hazırlanmıştır. Bundan önce Ter-tib-i Ecza (İstanbul, 1232/1817) adlı ilaçlara dair bir kitapçık varsa da Hamse-i Şânizade modern tıp bilgilerini içeren ilk Türkçe basılı tıp kitabıdır.
15 Safer 1235/3 Aralık 1819 tarihinde
Atâullah Efendi'nin Tire Müzesi'ndeki mezar taşı.
vakanüvis tayin edilen Şânizade 4 Cema-ziyelevvel 1223/28 Haziran 1808 ile Ağustos 1821 tarihleri arasındaki olayları Tarib-i Şânizade (İstanbul, 1284/1867) adlı tarihinde yazmıştır. Önceki tarihçilere göre daha sade bir dille kaleme aldığı bu kitabında İstanbul-Kâğıthane, Ayaza-ğa Çiftliği'ndeki ineklerde çiçek hastalığı olduğunu, bunlardan elde edilecek aşı ile pek çok kişinin aşılanabileceğim söylemiştir. Ayrıca o tarihte Osmanlı Devle-ti'nde henüz uygulanmayan karantinanın kurulması gerektiğinden söz etmiştir.
Şair de olan Atâullah Efendi şiirlerini bir divanda toplamıştır. Şiirlerinde Ata mahlasım kullanmıştır.
Matematiğe ait eseri Terceme-i Cedi-de-i Usûl-i Ta'limiyye'nin bilinen tek nüshası J. V. Hammer tarafından Viya-na'ya götürülmüştür. Bu kitabın Charles Bossut'un, Cours Complet de Mathemati-ques (Paris, 1765) adlı eserinden çeviri olduğu ileri sürülmektedir. Önsözünde çeviriyi yaparken Mühendishane hocalarından Yahya Efendi'nin yardımını gördüğünü belirtmektedir. Matematik konusunda yazılmış Cebr ü Mukabele ve Hendese adlarında iki eseri daha olduğu biliniyorsa da henüz ele geçmemiştir.
Atâullah Efendi, askerliğe dair eserler de vermiştir. Bunlardan Vesâyânâ-me-i Seferiyye (Bulak, 1238/1822) Prusya Kralı Büyük Friedrich'in kumandanları ve askerleri için yazdığı savaş hilelerini konu edinen kitabının çevirisidir. Bu eserinin önsözünde Müfredât-ı Kül-liyye fi Sevâhilü'l-Bahriyye adında coğrafyaya ait bir tercümesi olduğundan söz etmektedir. Tarih-i Şânizâde'nin önsözünde eserlerini sayarken ise bu eserini Tarifât-ı Sevâhil-i Derya adıyla anmaktadır. Şânizâde'nin bu kitabı ile kaynaklarda verilen; Tenbihât-ı Hükümran bâ-Seraskerân, Tanzim-i Piyâ-degân, Süvariyân ve Kavâninü'l-Asâki-
rü'l-Cihadiyye adlarını taşıyan eserleri henüz ele geçmemiştir.
Çok yönlü bir insan olan Atâullah Efendi hat sanatında ustaydı, güzel tambur çalar, resim yapardı. Saatçiliğe meraklıydı ve usta bir avcıydı. İlm-i nücum (astroloji) ile de ilgilenmişti.
Dostları ilə paylaş: |