- Allah sizden razı olsun efendim, hay hay...
Paris'e gideceği söylenen de Nuri Berberoğlugil'in eski âmiri, eski Brüksel müşaviri Tıp Doktoru Doçent Turhan Akbulut... Doktor, altı yıldır işçi ataşesiydi...
Üç Kasım'da Çalışma Bakanlığı'nda dışarı yollanacaklar için sınavlar var ama herkes nereden biliyor sınav sonuçlarını? Konuşmalar geçiyor koridorlarda!
- Nuri Berberoğlugil'in kayınbiraderi Cenevre'ye atanıyormuş, kayınpederi Konya MSP örgütünde görevli Mehmet Ali İnal da yine Cenevre'ye ateşe olacakmış..
- Yok devenin pabucu, çiftlik mi burası?
- Daha var, Mehmet Tengerli de sınavı kazanıp, Bonn'a gidecek...
Bakanlıkta üç Kasım'da dil sınavları yapılacak ya, ilk kez yabancı diller arasına Arapça da kondu. Osmanlıca kırması uydurum Arapçadan biraz çaktın mı, örneğin Bonn'a ateşe olabileceksin belki de. Söylentilere göre, başka adaylar da var gidecekler arasınd Sabahattin Karadeniz, Kaya Ülgener, İsmet Çomoğlu.. Sonuncusu MHP eğilimli ve de Halil Tunç'un has adamı... Sayın Korutürk'e de imzalatacaklar kararnameleri ne bileyim?.
Bakanlıkta bayan memur kıyımı hızlandı mı alabildiğine? Genç, bekâr bayan memurları Sivas'a, Konya'ya, Diyarbakır'a sürüyorlar. Yerlerine sıkmabaş örtülü Enstitü mezunlarını alıyorlar. "Bayan memur odaları" düzenleniyor, haremlik, selâmlık gibi. Erkeklerin bulundukları odalarda kadınlar namaz kılamıyorlarmış, yatıp kalkamıyorlarmış da...
Cumhuriyet'in 52. yıl törenleri yapıldı önceki gün. Mustafa Kemal'in cumhuriyeti üstünden 52 yıl geçmiş, dün gibi. Hey Mustafa Kemal hey...
(31 Ekim 1975)
MSP'YE DİKKAT..
Orhan Peker'in sergisinden, Sovyet Elçiliği'ndeki kokteyle gittik. Her ikisine de, gelenler seçim sonuçlarını konuşuyorlardı. Sergiler, kokteyller birer politika kulisi olmaya başladı başlıyacak. Sovyet Elçiliği'nde, AP'lilerden biri Cihat Bilgehan'ı görebildim. Eeee, seçim kampanyası boyunca "Komünistler Moskova'ya" diye bağırıp durunca, insan kolay yüz bulamaz kokteyle ne gelmiye...
Dalokay ile eşi de vardılar. Dalokay, bugün Moskova'da olacak, Moskova'ya çoktan çağrılmıştı. Ankara, Belediye Başkan Vekilliği yapan Belovacıklı'ya belediyeyi bırakıp gidemedi uzun süre. Sonra Belediye Başkan Vekili değişti de, gidebildi.
Vedat Dalokay, Belediye Başkanlığı boyunca doğruluğu ve dürüstlüğü ile sevdirdi kendini Ankara'nın gecekonducularına, işçilerine. Sıkıntıya katlananlar bile, onun partisine oy verdiler. Ankara'da havuz kadar bir parka "Harun Karadeniz Parkı" adını verdiği zaman faşistler nasıl da kıyameti koparmışlardı?
Sanırım, onun Lenin ve Nâzım'ın mezarlarında saygı duruşunda bulunmasına da kem-küm edecekler. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın mezarlarından toprak götürüp Nâzım'ın mezarına koymasına da. Boş verecektir Dalokay kem-kümlere...
Bir gün bana şöyle demişti:
- Bende bir vasiyet var. Ankara'da bir yere onun adını koymak istiyorum, fakat O, Ankara'yı değil, İstanbul'u daha çok severdi...
Moskova'ya giden herkes, resmî çağrılı devlet, hükümet adamları Lenin'in mezarını ziyaret edip saygı duruşunda bulunurlar. Türkiye'de bizim için Anıtkabir neyse, Moskova'da da Lenin'in mezarı odur Ruslar için. Gidip ziyaret ederler de, bunu Türklerden gizlerler. Nâzım'ın mezarına gizlice giden AP'lileri yazmıştı Seyfettin Turhan. Saygıdan değil, meraktan gitmişlerdir elbet.
1950 yılında Nâzım için açılan af kampanyasında, imza atmıştım, yüzünü bir kez görmedim. Türkiye'de yaşama olanağı bulamadığı için kaçıp gitti Türkiye'den. Gurbette yurt özlemiyle öldü..
Bir şiirinde şöyle der:
"Alıp götürün Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni, Hasan Bey'in vurdurduğu ırgat Osman yatsın bir yanımda ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda..."
Vedat Dalokay, Cumhurbaşkanı Korutürk'ün halkını "Konuksever, sanatsever, çocuksever ve çiçeksever" diye nitelediği ülkeye gitti.
Esprisi olan kişidir Dalokay. Ankara'da seçim kampanyası boyunca konuşmalarını dinleyenler pek sevdiler. Polatlı'da şöyle konuşmuştu:
- Bizim kuracağımız düzende, yaşamınızdan güven duyacaksınız. Kaplumbağalar gibi, salyangozlar gibi evlerinizi sırtınızda taşımıyacaksınız.
Zerdali ağaçlarına söyleyeceğiz, "Erken çiçek açıp da üşütmeyin" diyeceğiz.
Köylünün her gereksinimi köyünde sağlanacak. Köylüler kente ancak hovardalık etmek için gelecekler."
Bu konuşmasından sonra, ertesi gün Polatlı AP İlçe Başkanı, CHP İlçe Başkanına telefon etmişti:
- Köylüler geldi, kızlar hazır mı?
Kulislerde herkes seçim sonuçlarını konuşuyor dedim ya, bu seçimlerin getirdiği en önemli gelişme bence, Cephe'nin "Komünistler Moskova'ya" şeysi sökmedi.
Konuşmalar geliyordu kulağıma hem Orhan Peker'in sergisinde, hem de Sovyetlerin kokteylinde:
- CHP, onun bunun yardımıyla değil, bir başına iktidar olma yoluna girmeli artık. MSP ile ortaklık kurdu da ne oldu? Bir Ömer Naci Bozkurt'u atayamıyordu.
Cephe, yüzde 62'lerden 256 milletvekilliklerinden nerelere gelmişti, bunu unutmamak gerekirdi.
Sovyet Elçiliğinde, taaa uzaklarda Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Bayramoğlu'nu gördüm.
Bu seçim sonuçları, CHP-AP ortaklığı isteyenlere umut vermiş olabilir mi, diye düşündüm. Sezdiğim kadarıyla CHP buna kesinlikle "hayır" diyecektir. Karnı şişmiş görünen AP'nin kendi kendine halk deyimiyle hırlaşmasına, güçten düşmesini bekliyecekti CHP.
Çocukken korkuturlardı:
- Bak, seni karnıma katarım haa...
AP, öbür partilerin oylarını aldı ama, bunları pek sindirmiş sayılmaz. Karnına kattı, biraz biraz şişkinliği ordan gibi. Bunu sindireyim derken, midesi bozulabilir, güçten düşebilir..
- Hükümetin durumu ne olacak?
- O, Erbakan'ın tutumuna bağlı, cephe ortaklar hükümeti zaten AP'nin işine yaramıyacak duruma getirmişlerdi. Bundan sonrasını biraz sabırla gözetmek gerekir.
CHP-MSP ortaklığı sırasında, özellikle bazı AP'liler, Atatürkçü geçinenler, Cumhurbaşkanı Korutürk'ün kulağını doldururlardı:
- Aman efendim, Atatürk'ün partisi CHP, nasıl olur da bu Atatürk düşmanları ile ortaklık yapar? Lâyiklik elden gidiyor, filân...
MSP, CHP ile ortakken fazla bir şey de yapamazdı hani.
Korutürk'ü böyle etkilemeye çalışanlar, "Cephe Hükümeti" kurulduktan sonra, bir süre oralı olmayıp yanına uğramadılar. Unutuldu sanmışlardı söyledikleri. Vaktiyle, CHP'nin kararnamelerini geri çeviren Korutürk de Cephe'nin kararnamelerine basıyordu imzayı..
İşte bizim dönemeçteyiz, seyredeceğiz bakalım.. Biri kokteylde arkadaşına şöyle diyordu:
- Bu gözler neler gördü...
(16 Ekim 1975)
KIYIMEVLERİ İZLENİMLERİ...
Yılmaz Güney'le görüştüm pazar günü, sordum:
- Nasıl, içerde baskı yapıyorlar mı?
- Size göre biz daha rahatız abi, dışarda siz daha büyük baskılar altındasınız, izliyoruz..
Şakalaştık..
- Cezaevleri de ilginç değil mi? Şöyle çok değil, birkaç günlüğüne girse insan içeri..
- Cezaevinde yatmak gerek, ama. Sizi öyle üç-beş günlüğüne almazlar içeri.
- Dışarı çıkınca, cezaevi filmleri görecek miyiz?
- Belki bir tanesi öyle olur. Ama, tüm cezaevi filmleri değil.
Dışardakilerin içerdekilerden daha çok eziyet çektiklerini görmek için, cezaevi girişinde yarım saat beklemek yeter. Köylerden, kasabalardan gelenler, dış kapının önünde kocaman kuyruk olmuşlar. Gelenlerin tümü yoksul, maraba... Kimlikleri denetleyip "Geç" diyen gardiyan, nasıl da, oralı değil. Yani sanki kendisi köyden çıkmamış, sanki hiç çobanlık ne yapmamış.
Toplayıp kaçırmamış tarlalardan. Yoksul görmemiş sanki hiç.
Yılmaz Güney'le on dakikacık görüşebildim:
- Oyunu kullanamamışsın, öbür hükümlüler kullanabildi mi?
- Binden fazla kişiden yirmi-otuz kişi oy kullandı. Seçmen kütüğüne yazmadılar, o kadar hükümlüyü...
- Oyunu kullansan nereye oy verirdin?
- Ecevit'e vermek gerekti, oyları. Dışarda Ecevit'e değil de TBP'ye oy verenler yanlış yapmışlardır. CHP dışardaki sol içinde, Ecevit'in iktidar olması, "Umut" olup olmadığının görülmesi gerek.
Çok canlı idi Yılmaz Güney. Işıl ışıldı gözleri sağlıklı.
- Siz içeri girmeyin, dedi Yılmaz Güney. Girmemeniz gerek...
Eşi Fatoş dışarda bekliyordu, görüşmek için.
Dışarda, yoksullar kuyruğu uzamış da uzamıştı. Görüşmeciler kuyruğu...
*
Dışarı çıkınca kendimi pikniğe attım, bir soğuk bira içmek için. Bir suç işliyormuş gibi yudumladım. Uzaktan selâmlaştığımız bir yüz yanımdan geçerken güldü:
- Bira içiyorsun ha, iç bakalım. Bize bundan sonra bira içmek düşer...
Anladım, dilinin altındakini. O saklamadı ekledi:
- Beni bilmelisiniz, AP'liyim ben...
Seçim sonuçlarında bira içebilecek kadar sevinebilirdim ona göre demek...
Akşam TV'de Süleyman Bey'i seyrettim. Çevresindekileri gençler dünyada tanımamışlardır. Bir yandan eski DP'li bakanlardan Sebati Ataman -şimdiki Zonguldak Milletvekili- bir yanda Mitat Dülge vardı. Bir ara Mutlu Menderes'in yüzü tüm TV aynasını kapladı. Süleyman bey kasılıyor, çağırıyordu:
Bu kadar gövde gösterisi gereğini neden duydu Süleyman bey? Bana öyle geliyor ki, seçim sonuçları yandaşlarının ileri sürdükleri kadar iç açcı değildi Süleyman Bey için, böyle çağırılar, gövde gösterileri ile bazı gerçekleri gözlerden uzak tutmak, unutturmak, istemekte Süleyman Bey...
Meclis Başkanlığı için hazırlık yaptığı düşünülebilir. Meclis Başkanlığı konusunda ondört yıldır süren "centilmenlik anlaşması"nı bir yana da bırakabilir. Kemal Ziya Öztürk'ü getirmek isteyebilir başkanlığa. Ama asıl çıngar çok kimseye göre, Senato'da çıkacak bu dönemde. Gözler Senatoda olacak. Senato'da güçler, eşit duruma geldi artık. Şimdiye değin meclislerde gördüğümüz kavgaları, bundan böyle Senatoda mı göreceğiz?
Meclislerde yalanla gerçeğin kavgasını mı seyredeceğiz?
Uluslararası toplantılara gidenlere, dikkat etmelidir onları gönderenler. Örneğin prostatlıları göndermemelidir. Böyle hastalar sık sık dışarı çıkmak zorunluğundadırlar. Yetişemezlerse, uluslararası skandallara yol açabilecek durumlara düşerler.
- Aaaa, bu suyu kim döktü buraya?..
Şimdi, Senato Başkanlığı seçimi de var. Senato Başkanlığına gelecek kişinin uzun süre fragı, özel giysileri içinde saatler boyu oturması gerek. Ama oraya gelecek olanlar prostatlı ne olmasın da...
Önümüzdeki dönem, yalanla gerçeğin savaşı olacak bir bakıma, dedim. Türkiye'de bundan böyle gerçekler olacaktır, savaşın sonunda. Kimse kandırmacalarla kimseyi uyutamayacak. Bilesiniz.
Dünya ırkçılığa ve masonluğa karşı savaş açtı. Bunları faşizmin bir simgesi diye gördüğünden kuşkusuz. Faşizmin başlıca silâhı da "Komünistler Moskova'ya" sloganı...
Kitleler uyanık kaldıkça, tutmıyacak bu sloganlar. Tutmadığını seçimlerde, seçim sonunda görmedik mi?
*
Türkiye, cephe iktidarı dönemindeki kadar hiç bir dönemde böylesine talan edilmedi. Yerine göre, bu talanın çoğu "Allah", "Muhammed", "Milliyetçilik" diye diye yapıldı. Şu kadarını söylemek gerek: Bütün bunların ortaya açık açık çıkabilmesi için, cephenin iktidardan uzaklaştırılması, herşeyin belgelerinin bir bir ortaya dökülmesi gerek.
Bir gün Gima'nın Ulus şubesine bir müfettiş gelmişti. Müdürün odasına giren müfettiş, odada yerlerin halıyla döşenmiş olduğunu gördü:
- Burası nedir?
- Mescit efendim..
- Bu halılar ne?
- Efendim, namaz kılınıyor da..
- Halılar nerden geldi?
- Halılar Gima'nın efendim, satılacak...
Satılacak halılar üzerinde yatıp, kalkıyorlardı demek...
Müfettiş, buyurdu oradakilere:
- Bu halılar derhal kalkacak. Kim namazını nerde kılarsa kılsın..
Kömür parası yatırmak için personele yarım saat izin verilmezken, "Efendim namaza gideceğim" diyenlere ses çıkarılmıyordu...
"Namaz kılmaya gideceğim" diyenlerse, caminin köşesinden kayboluyor, başka dalgalarına gidiyorlardı.
Cephe iktidara geleli beri Gima'dan uzaklaştırılanların, kendiliklerinden uzaklaşanların sayısına şaşırmıştı çok kimse...
Vaktiyle, memurların, dar gelirlilerin alışveriş ettikleri Gima, kayırılanların mallarını sattıkları yerler durumuna getirilmişti. Bu müşteri bir gün satın aldığı peyniri geri getirdi. Peynir kokmuştu. Denizli'den alınan mallar, soğuk hava depolarında yığılıp kalmış, kitap bölümü sıkma baş Şûle Yüksel'in yayınları ile doldurulmuştu. Bölümden Aziz Nesin'in, Yaşar Kemal'in, Fakir Baykurt'un, Yılmaz Güney'in kitapları kaldırılmıştı.
Gima'nın bu duruma getirilmesi yeni değildi aslında. Sakallı Bakan Fehim Adak Ticaret Bakanıyken, sakallı Bakanın odası döşenip donatılmı, karara ise, "yönetim kurulu odası döşenmesi" diye yazılmıştı. Ayıp olmasın diye yönetim kurulu odasına da üç seccade alındı.
Bazı mağaza müdürleri, personeli çalmağa mı kışkırtıyordu ne?
- Paralar gel bana gel bana der, sakın kasalardaki paraları almayın e mi çocuklar?
Bir mağaza müdürü, avans para sayan bir memureye şöyle demişti:
- İçinden para mı aldın ki, sayıyorsun parayı ha? Sakın alma, paralar gel bana, gel bana, der ama, sen alma...
Memurenin öfkeden kanı tepesine çıkar...
*
Yılmaz Güney haklı. Biz dışarda büyük bir mapusanede yaşıyoruz. Bazı gardiyanlarımızsa nelerle uğraşıyor?
Pasaport istersin, vermezler. "Yok, yasak, çıkamazsın" derler. Ancak onların istedikleri yere kadar çıkabilir, yazarsınız, onların istedikleri kadarını yazabilirsiniz. Yazdıklarınız doğruysa, yalanlar, istedikleri gazeteleri yayınları okuyabilecek, istemediklerini okursanız işinizden, gücünüzden olacaksınız. İçerde olmazsa canınız bir ölçüde güvence altında, dışarda o da yok..
Aradaki fark, kokmuş peynirleri yemek mi?
(22 Ekim 1975)
ÇETİN GÜNLER GÖRECEĞİZ...
Binali benim arkadaşım, Ankara'da Hüseyin Gazi gecekondularında "Orhan Kemal" sokağında oturur. Kimlerin yaptığı bellidir ya, bazı sütü bozuklar, "Orhan Kemal Sokağı" yazılı teneke levhayı kaldırıp görütürler, Vedat Dalokay'ın adamları bir başka. "Orhan Kemal Sokağı" yazısını sokağa yeniden takarlar, çakarlar. Binali, bundan mutluluk duyar, yorgunluğunu unutur.
Belediye otobüsü, Ankara'nın göbeğinden Hüseyingazi'ye kaç dakika gider? Bazı bazı ilginç izlenimleri olur Binali'nin. Üstü başı yırdık, pırtık, eli yüzü kapkara olmuş, kirlenmiş bir çocuk yaklaşır otobüste yanına, sorar:
- Amca, sana bir şey soracam, ama doğru söyliyecen?
- Sor bakalım...
- Senin yakın akraban var mı? Kim? Ne olur saklama doğru söyleme amca...
Anlamıştır Binali, çocuğun sormak istediğini. Nasıl da farketmemişim Yılmaz Güney'e bu kadar benzediğini...
Gidi yerine oturan çocuk, hayran hayran gözler durur Binali'yi, Yılmmaz'ın bakışları daha ışıltılı, Binali'nin yumuşak mı?
Yanına oturan bir Hüseyingazi'li ile havadan sudan konuşurlar. O kadar yol nasıl geçecek? Binali ağzını arar, yol arkadaşının, sorar:
- Yavu, bu Vedat Dalokay da fazla oldu canım...
Yolcu, Vedat Dalokay'a toz kondurmaz.
- Neme lâzım, iyi çalışıyor. Biraz para verse hükümet, Ankara'yı, gecekonduları gül gibi yapacak...
- Moskova'ya gitmiş. Nâzım Hikmet'in mezarına toprak koymuş, saygı duruşunda bulunmuş...
- Koysun, bulunsun... çalışıyor, neme lâzım...
Uyanıktı köylü. Hanya'yı Konya'yı biliyordu. Eleştiriyordu yerinde...
- Bak, Âşık Veysel'e. Ben de aleviyim, severim Veysel'i fakat "toprak" demiş de "toprak kimin?" dememiş...
Herkes, gün gün, yeni yeni mi bilinçleniyor ne? Anası, Binali'ye öyle dedi bir gün:
- Sizin suyunuza da bulgur ekilmez hay oğlum. Bir zamanlar İsmet Paşa'yı savunurdunuz, bugün onu da beğenmiyorsunuz...
*
Ne yazmıştım Vedat Dalokay Moskova'ya giderken?
"- Vedat Dalokay, Belediye Başkanlığı boyunca doğruluğu ve dürüstlüğü ile sevdirdi kendini Ankara'nın gecekonducularına, işçilerine. Sıkıntıya katlananlar bile onun partisine oy verdiler. Ankara'da havuz kadar bir parka "Harun Karadeniz Parkı" adını verdiği zaman faşistler nasıl da kıyameti koparmışlardı?
Sanırım, onun Lenin ve Nâzım'ın mezarlarında saygı duruşunda bulunmasına da kem-küm edecekler..."
Böyle gidiyordu, Ankara notları. Anamaldan yana basında, Süleyman Bey'in beslemelerinden hücum bekliyordum doğrusu. Hücumları okuyup okuyup güldüm. Neşelendim... kuyruklarına basmışım gibi, nasıl çığlık atıyorlardı anlatamam.
Ankara notları bir yerinde de şöyle demiştim:
"Moskova'ya giden herkes, resmî çağrılı devlet, hükümet adamları Lenin'in mezarını ziyaret edip saygı duruşunda bulunurlar. Türkiye'de bizim için Anıtkabir neyse, Moskova'da da Lenin'in mezarı odur, Ruslar için... gidip ziyaret ederler de bunu Türklerden gizlerler, Nâzım'ın mezarına gizlice giden AP'lileri yazmıştı Seyfettin Turhan. Saygıdan değil, meraktan gitmişlerdir elbet..."
Türkiye'de yalan üstüne kurulmuş bir düzeni yıkmak, değiştirmek kolay değil elbet, kem-küm edecekler, ne kem-kümü, haykıracaklar dümenlerine gelmiyenler, zıpırlar, sövüp sayacaklar, hangi kokuşmuş yalanı savunduklarını bile bile. Kandırmaya uğraşacaklar...
Türkiye'de halkın uyanışından hoşlanmıyanlar, bu uyanışı "abartılmış" bir propaganda sayarlar. Okuma-yazma oranı yüzde şu kadar olan ülkede uyanış hızı bu kadar olur mu hiç? Elbette olmamalı demek isterler.
Süleyman Bey, seçim sonuçlarından hoşnut değildir pek. Ama, yandaşlarına göre bunun unutturulması gerekir. "Komünistler Moskova'ya" denip durulmalıdır ki, dümenler bozulmaya. Ya halk, gerçekten bilinçlenip gidiyorsa? Bunu da gözleriyle görürlerse?...
Süleyman Bey farkında da bunun, beslemeleri farkında değil, iyi mi?
*
Bu hafta sonunda açılacak meclisler. Orada ilginç şeyleri izliyeceğiz. Bunların başında senato ile meclis başkanları seçimleri var.
Öyle sanıyorum ki, Süleyman Bey "Beyefendi, centilmenlik anlaşmasını bozalım" diyen adamlarına kulak asmak istemiyor pek. Sebati Ataman'ın Meclis Başkanlığı için adı geçerken, şimdilerde hastalığından söz edilmeye başlandı. MSP'liler AP'yi desteklerler mi hiç? MSP'nin 12 maddelik koşulları arasında bazıları var ki, gerçekten AP'liler kazık atmışlar ortaklıkta, diyor çok kimse, Süleyman Bey:
- Altı ay koşuluyla koalisyon kurulmadı. Daha dur bakalım... diyor, ya, örneğin Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'nün MSP'li Bakanlığa bağlanması altı ayda değil, altı saatte gerçekleştirilirdi. Demek, kazık atmışlar MSP'ye, ne yapacak MSP'liler, CHP'nin Meclis Başkanı yapmak istediği Ahmet Durakoğlu'na oy verecek mi, vermiyecek mi? Süleyman Bey, "Centilmen"lik görüntüsünü bozacak mı, bozmayacak mı?
Anahtarın MSP'nin elinde olduğunu biliyor o da, bu anahtarı maymuncuğa çevirip, örneğin Korkut Özal veya daha bazılarını ayartarak, MSP'yi paramparça edebilir mi Demokratikler gibi?... Bu kadar yıkıntının altında ben de kalırım, bu kadarı olmaz, diye mi düşünür? Bir üye kazanacağım diye, Meclis Başkanlığı verilir mi hiç der? Kulislerde konuşmalar:
- Senato'da da anahtar MSP'nin de gerçi, kontenjan senatörleri de rol oynıyacaklar oylarıyla. Tarafsız postuna girip, kontenjan senatörü olan Çelebi'nin oyu AP'den yanadır. Talû Sunay da öyle. Sait Naci Ergin ortada diyorlar. Ama o da Erim'in yönündeymiş, öylemiymiş?
- İkisi eski briç arkadaşıdır. İçtikleri su ayrı gitmez..
Hesaplar yapılıyor kulislerde:
- 78 AP, 5 MSP, 5 CGP, Talû Çelebi, Sunay ne etti? Bir de MHP var...
Çok kimsenin kanısına göre, MSP'ye güvense Süleyman Bey, öyle centilmenlik anlaşması filân dinlemiyecek. Ama ne fayda? Çok sert bir seçimden gelip yeniden sertliklere götürmek istemez ortalığı. Yerinde teslim olur, yerinde şapkasını alıp gitmesini bilir. Ama ortaklığın sertleşmesini dünyada istemez.
İçerde, dışarda yurttaşlarının güvenliğini sağlıyamıyan bir cephenin başında olduğunu o da bilir aynaya baktığında. Bilmez mi? "Komünistler Moskova'ya" der de kendi de inanmaz söylediğine. Kendini kandırınca birşey kazanmıyacağını bilir elbet... Ama, inananlar bulunur diye söyler...
İktidarının uzun olmıyacağını, bir kez daha dönemiyeceğini bilir, bilir ama nasıl söylesin bunu. Söylemesi kolay, koca bir düzen birlikte gidecek. O düzen yıkılınca kimler kalacak altında?
CIA mıdır uygulayan adım adım programları? Çetin günler göreceğiz demek...
(28 Ekim 1975)
EZİLENLER YASSILIR...
Cephe'yi oluşturur oluşturmaz. Süleyman Bey, ilk iş "MİT'in başına kimi getirsem?" diye düşünmüş müdür? Bir süre sonra da ellerini oğuşturup "Buldum..." demiş midir? Bulduğu, Faik Türün müydü? İnsanların kafasından geçenleri okuyabilmeli ki...
Düşündüyse, bulduysa neden getiremedi. Faik Türün'ü MİT'in başına bakalım? Belki, şöyle düşünmüştür:
- MİT'in başına Türün'ü getirirsem, ilk, MİT elemanları mı karşı çıkar?
Nerden aklımda kalmış bunlar, belki o sırada gazetelere de sızmış, belki sızmamıştır. Kaç kez yazdım, MİT'i iç politikada kullanmak, adam arkasına adam takmak, bazılarını işkencelere bulaştırmak, öncelikle o kuruluşta çalışanları üzer, rahatsız eder. Cephe işbaşına geldiğinde de MİT'in başında Hamza Gürgüç Paşa vardı sanırım. Anayasaya, yasalara uygun davranılması buyruğunda bulunan da odur. Yerlerinden alınan üç MİT elemanı Danıştay'dan yürütmeyi durdurma kararı alınca Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararını uygulıyan da odur. Sonradan Danıştay kararı alanlar emekliye sevkedilmişler, onlardan bazıları da yeniden Danıştay'a başvurmuşlar... Cephenin, Danıştay kararları uygulamadığını ise, bilmiyen yok.
1965 öncesinde sanıyorum, Millî Eğitim Bakanı İbrahim Öktem, bir gün MİT'e gitmiş. MİT Müsteşarından rica etmiş:
- Öğretmenlerime "Komünist" diyorlar. Verin bakalım şunların dosyalarını bir de ben göreyim. Neymiş gerçek öğreneyim...
Birkaç dosya çıkarıp vermişler, incelemiş. Sonra "Allahaısmarladık" deyip ayrılırken, kendisini kapıya kadar geçiren Müsteşar belki de şaka yollu şöyle demiş:
- Efendim, kendi dosyanızı da görmek istemez miydiniz?
Yine söylenti olarak duymuştum. Ecevit, Başbakan olduğu zaman ona bazı bilgiler getiresilermiş. Bilgi, Süleyman Bey'in neler yaptığı, gününü nasıl geçirdiğiyle ilgiliymiş. Bülent Bey, verilen raporu elinin tersiyle itmiş:
- Bir muhalefet liderinin ne yaptığı, kimlerle konuştuğu beni ilgilendirmez. Lütfen böyle bilgileri bana vermeyin bundan sonra. Bülent Bey'le, İbrahim Bey'le ilk karşılaşmamızda bunu bir sormak istiyorum doğrusu...
Ecevit, Özgür İnsan'a yazdığı yazıda "faşizm kesin yenilgiye uğramıştır" diyor.
Taaa 14 Ekim seçimlerinden beri, faşizmi geriletme savaşı verilmektedir. Türkiye'de demokrasinin yaşamasını isteyen sol, bu konuda başarılı sınav vermiştir. 12 Mart'ın geride bıraktıkları, bundan alınması gereken dersler büyük ölçüde kavrammış gibidir.
12 Mart faşizmi, tortular da bırakmadı mı? Bir af, Anayasa Mahkemesi kararları da içinde olduğu halde, tamı tamana gerçekleştirilemedi. Kıyımevlerinden hâlâ siyasal hükümlüler yatıyor. 12 Mart işkencecilerinden hesap sorulmadığı gibi, cephenin işbaşına gelişini fırsat belliyenler, baskılarını yoğunlaştırdıkça yoğunlaştırdılar. 12 Mart'ın izleri silinmemiş pek çok solcuyu oyuna getirme yolları aradılar, arıyorlar.
Türkiye'de yasal örgütler çeşitli baskıları altında hâlâ. Örneğin TÖB-DER üyelerine uygulanan kıyım, karı-koca öğretmenleri değişik illere sürmeler, sürüp gidiyor hâlâ.
Bazıları da il içinde değişik okullara sürülüyorlar. İl içinde sürgünü anlayamamıştım baştan. Meğer, yolluk vermemek içinmiş. Eziyet olsun da bir yerine üç dolmuşla, evinden okuluna gidebilsin de... Yolluk için para kalmamıştır.
*
Pazar günü Düzce'deki TÖB-DER seminerindeydim. Prof. Sadun Aren, kapitalizmin bilimsel eleştirisini yaparken, salonu dolduran yüzlerce öğretmen soluklarını tutarak dinlediler. Sigara dumanlı salondan kimse çıkmadı konuşma bitene dek.
Konuşmasını fıkralar, olaylarla süsledi Prof. Aren, bir de masal anlattı:
- Ülkenin birinde bir padişah, bir de padişahın kızı varmış. Yoksul bir çobana âşıkmış padişahın kızı. Kendisiyle, köpeğiyle haberler göndermiş çobana. "Buluşalım" demiş. Üzüntüsünden ağlamış, göz pınarlarından akan yaşlardan bir göl olmuş. Çoban bir kayık yaparak kürek çeke çeke sevgilisine gelmiş. Fakat bir kuş, bunu görüp padişaha gitmiş, haber vermiş buluştuklarını... Masalı dinleyenlerden biri, masalın burasında "kuş konuşmaz" demiş, "olmaz öyle şey..." Sadun Aren, devam ediyordu:
Dostları ilə paylaş: |