İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə15/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   75

ANSİKLOPEDİSİ

— 1267 —


ATEŞ BALIĞJ


vakitler pek çirkin adlı Tepeye bir solukta çıkarlar; beyaz köprüler içinde kalırlar, derhal brik'ten biri atlıyarak havlu ile terlerini siler, üstlerine örtüler örterdi.

«îki üç gün geçmez, bir de bakarsın ki canbaz efendi bu sefer de, yine o kıratta doruları sürmede; öteki yağızları bilmem hangi mahdum veya damad beye satmış. Kaç lira mı? Dediğim gibileri 200, 250, hattâ 300 altından aşağı değil.

«Nereden mi getirirlerdi? Arada bir Rus-yaya, Macaristana, Romanyaya sefer ederler. Bu işin erbabı olduklarından, alırken sıskalığa, gösterişsizliğe aldırış etmezler; elverir ki sağlam, illetsiz, hilesiz olsunlar. Burada bol-yemle, kuru üzümle, hattâ şarapla besliyerek semirtirler. Fıstık gibi oldu mu müşterisi tümen tümen.

«Aslı var mıdır bilmem. Alnının akıtması dudağının altına varan, ayaklarının dördü de sekili (beyaz kıllı) olan, yani uğursuz sayılan alâmetleri koyulu açıklı saç boyasiyle boyandıkları rivayetini de duyanlardanız..

«Bu canbazlarda binek beygirleri de bulunursa da asıl a-ksatayı yapanlar ayrı idi. Onlar da hemen hemen aynı kılıkta, aynı gidişatta, fakat mostralık atlarının takım takla-vatı bambaşka. Baslıkta gümüşten süsler, ipek püsküller; dizgin ipekle karışık iplikten örme; Çerkezkârî eğerde koca -koca kuburluk, gerisinde Tekirdağı karpuzu kadar iki ur; belleme tiftikten, gepgeniş ve saçak saçak: üzengiler Arapkârî, yani altı yayvan, kavisli, dört kenarı sivri.

«Şecereli Arap kısraklarının, yabancı karışık yarım kanların üzerlerine çöküp, yine reklâm niyetiyle, ötekiler gibi kalabalık yerlerde, seyir ve seyranlarda dolaşırlar, kısrağı oynata oynata, şaha kaldıra kaldıra, hendeklerden atlata atlata dört dönerlerdi.

«Bu gibilerde kıymetli hayvanlar yok değildi, fakat nâdir, düşeş kabilinden; hem de ateş pahasına, torba dolusu liraya. Zaten nadide binek atına fazla meraklılar, sahibolmak isteyenler azdı; yüksek tabaka bir iki 'kişiden, birkaç paşazadeden ibaretti. Onar da ahbaplarından, babalarının dostlarından Halep, Musul, Bağdad gibi vilâyetlerin valilerine, kumandanlarına başvururlar, o paşalar da «hukuk ve muveddeti kadîme» ye binanen etrafa adamlar salarak, münasibini bulup buluş-

turup arzuyu yerine getirir; yalnız hayvanın bedelini değil «İstanbuldakilerin hiç değilse üçte biri», îstanbula kadar yol masrafını da sineye çeker; cevaben çızıkürdığı «nemikai senâverî» ye «Zâti biraderi ekremîlerine bir bergüzarı naçiz olsun», yahut «Nuru uyûnu-muz mahdum veya damadı samîleri ferzendi necibimize bir hediyei âcizî teşkil etsin» satırlarını ilâve ederek beleşten yollayıverirlerdi».


Ahmed Ateş (Resim: Nezih)
ATEŞ (Ahmed) — İstanbul Üniversitesinin Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden; Konyalı Ateşzâde Mustafa Efendinin oğludur; babası demir ve şose yolları müteahhidi idi, işi icabı çok dolaştığı için Ahmed Ateş, 1917 de, Nizib'in Akçeköy nahiyesinde doğdu. Kendisinden altı sene evvel dünyaya gelmiş olup sabî iken ölen büyük kardeşinin nüfus kaydı silinmediği için Aile ikinci evlâdının kaybettikleri oğullarının yerine koydular; bundan ötürüdür ki resmî doğum tarihi 1911 görünür. İlk tahsilini Adana, mer'aş ve Pazarcıkta yaptı, orta tahsiline Malatyada 'başladı, Konya Lisesinde bitirdi, 1935 de liseden mezun olup İs-tanbulda Yüksek Öğretmen Okuluna girdi ve Edebiyat Fakültesinin Türk dil ve edebiyatı, Arab ve Farisî filolojileri derslerine devam etti. 1938 de seçkin mesaisiyle yardımcı asistanı oldu, 1939 da Fakülteyi bitirerek Arab ve Farisî filojileri kürsüsüne asistan tayin edildi. Bu sırada bilhassa rahmetli Ord. Prof. Şerafeddin Yaltkaya ile Prof. H. Ritter'in derslerinden istifade etti. Cahiliye devri Arab şairlerinden Al-Nâbiga hakkındaki tezi ile 1943 de doçent oldu. 1953 de Arab ve Fars filolojisi Profesörü seçildi. 1955 de de Arab Edebiyatı sahasındaki çalışma ve yayınları dolayısiyle Samdaki Arab Akademisine muhabir âza seçildi. 1957 de İran Maarif Natırlığı tarafından «Spas Güzârî» nişaniyle taltif edildi.

1954de İstanbul Fetih derneği tarafın-

kurulan İstanbul Enstitüsünün müdürlüğüne seçilmiş bulunan Ahmed Ateş, bu ilmî müessesenin başında 1957 yılına kadar üç sene kaldı. Bir enstitü mecmuasının tesis ve neşrinde, İstanbulu ilniî olarak ele alan bir takım eserlerin tahakkukunda büyük gayret gösterdi; İstanbul Enstitüsünün statüsü kurucu cemiyet tarafından değiştirilinceye kadar bu mesaisine devam etti.

Uzun zamandanberi de İslâm Ansiklopedisinin tahrir heyetine dahil bulunmaktadır.

•" 1940 da lise edebiyat muallimlerinden Fikret Hanımla evlenmiştir; iki erkek evlâd sahibidirler. Hususî hayatında çok mazbut aile reisi olan Ahmed Ateş'in şahsına ait tek keyf inhimaki amatör fotoğrafçılıktır. İstikbal için çok şeyler vâdeden genç profesörün başlıca eserleri şunlardır:

Metin tenkidi hakkında {Türkiyat Mecmuası 1939); XII-XIV. asırlarda Anadoluda farsca eserler (1942); Sindbâdnâme (1948); Tercemanül belâge (1949); İbni Sina'nın aşkın mahiyeti hakkındaki risalesi (1953); Mevlûd (Ankara, 1955); Farca Grameri (1957, 2. baskı).

ATEŞ BALIĞI — İstanbul sularından geçen en makbul ve nefîs balıklardandır; asıl adı .sardalya balığı ki, ateş adını, aşağıda tarif edileceği veçhile geceleyin balıkçı kayıklarında ateş yakılarak avlanmasından almıştır. Aşağıdaki malûmat Karakin Deveciyanın «Balıkçılık» adındaki eserinden nakledilmiştir:

«Ateş balığı, Eylülden itibaren Çanakkale Boğazından Akdenize çıkar; bütün kışı Akdenizde geçirir; Nisanda yumurtasını atar,



Ateşbalığı (K. Deveciyandaa)

Mayısta zayıflamış olduğu halde Marmaraya girer, Karadeniz Boğazına giderse de Boğaz fenerleri hizasından ileriye geçmez. Karade-nize girmez.

Sırtı yeşil zemin üzerinde mavi benekli ve yanları mayi zemin üzerine beyaz yaldızla kaplıdır, karnının altı ve yanakları gümüş gibi parlak, gözbebeğinin etrafı beyazdır. Alt

çenesi uzunca ve yukarıya doğru kapanır, ağzı körüklüdür. Yelesi müselles şeklinde olup kılçıkları yumuşak ve 15-16 tanedir; kulak kapaklarının altında bulunan kanadları da keza 15-16 kılçıklıdır. Karın kanadı, yanka-nadlarmdan daha küçük, yedi kılçıklıdır ve vücudunun tam ortasmdadır; makad kanadları uzunca, 16-17 kılçıklıdır; kuyruğu uzun ve çatallıdır.



Ateşbalığı avına çıkacak sandal (Resim: Nezih)

Ateş balığı tersi balığına çok benzer, öylesine ki tersi'ye ateş balığının azmanıdır diyenler vardır; fakat, sardalya hem nefaset bakımından çok üstündür, hem de seyir zamanı ve av yerleri ayrıdır, tersi'ye nisbetle çok küçüktür, daha yassıcadır, karnı daha beyaz ve renkli bir yan çizgisi vardır. Çok nazik ve gayet lezzetli bir eti olan ateş balığı (sardalya), kulak yarıkları geniş olduğundan, denizden çıkar çıkmaz ölür, birkaç saat sonra da yumuşar ve lezzet ve nefasetini tamamen kaybeder, bundan ötürüdür ki ya taze taze yemelidir yahut mümkün olan süratle tuzlama-lıdır.

Pulları vücudunun kıt'asına nisbetle hem büyük, hem de çoktur ve vücudundan pek kolay ayrılır, denizde büyük balıkların hücumuna uğradıkları zaman pullarını bırakıp düşmanının gözlerini kamaştırmak suretiyle kaçtıkları söylenir.

Çanakkale Boğazı ile Akdenizde tutulan ateş halikları büyüktür; Boğaziçi ile Marma-rada tutulup İstanbul balıkhanesine getirilenler ise ufaktır; boyları 10 -15 santim arasındadır; fakat lezzetçe diğerlerinden kat kat üstündür. İstanbul suları ateş balığı, sardalya sanayiinde dünya ölçüsünde bir şöhrettir; dünyanın hiç bir denizinde bu kadar nefîs ve leziz sardalya çıkmadığı balıkçılık âleminin kabul ettiği bir hakikattir.

Ateş balığının tazesine, İstanbul balıkhanesi ıstılahında ve balıkçı ağzında terhos, küçüğüne terhos vonosu denilir; sardalya, tuzlanmışının adıdır; fakat halk ağzında ateş ba-

ateş balığı

1268 —


İSTANBUL


lığı denilir; sardalya adının tazesi hakkında kullanıldığı da görülür.

Ateş balığı dalyanlarda, yahut ığrtb ağ-lariyle, veya sureti mahsusada yapılan manyat ve ateş ağlariyle tutulur.

Hazirandan itibaren semizlenmeğe başlayan ateş balığının av mevsimi, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarıdır; bu aylarda Boğazi-çinde, Marmara körfez ve adalarının sahillerinde, ekseriya ateş kayıklariyle ve çok bol olarak tutulur.

Ateş vasıtasiyle ateş balığı avı için iki kayık lâzımdır; bunlardan 'birisi üç veya dört çifte büyük bir kayık olup ağları taşıdığı için «ağ kayığı» denilir. İkincisi iki çifte bir kayıktır ve ateş bu ikinci kayığın kıçında yakılır ve bundan ötürü de «ateş kayığı» adını alır.

Karanlık gecelerde ateş balığı yakamoz yapar; bu yakamoz derin sularda farkedilmez, fakat en çok 1,5 kulaç derinliğindeki sığ sularda yakamoz kolaylıkla görülür ve balıkçılar balığın yerini keşfeder. Ağ kayığı balıkların bulunduğu yere yanaşıp ağı denize biralar bırakmaz ateş kayığı meşalesini yakıp ağın üzerinden birkaç defa ve muhtelif istikamette gelip geçer. Balıklar ateşi takip ettiklerinden, ateş kayığı ağın üstünden geçtikçe balıklar ağa takılırlar. Ağ kayığında bulunan reis, yakamozdan kâfi miktarda balığın ağa düştüğünü görünce, hemen ağ denizden çekilir, balıklar silkilmek suretiye sandalın içine aktarılır ve yer değiştirilerek ava devam edilir.

Ateş balığı avı için kortine denilen iki çifte bir kayık daha vardır; bunun aği ufaktır, bir kayık ile hem ağ dökülür, hem de ateş yakılıp balıklar ağa doğru fışkırtılır.

Ateş balığı, pek nâdir olarak gündüzünde manyat ağlariyle avlanabilir. Manyat ağları ile tutulan ateş balıkları, bu balığın İstanbul sularında tutulan en inceleridir ve gayet makbuldür.

Ateş balığı, mevki ve semte göre büyük veya küçük kıt'adadır; kullanılacak ağın gözleri balıkların başlarına münasip olmak lâzımdır, böyle olmazsa, balık katiyyen tutulmaz.

Birinci Cihan Harbinden evvel, İstanbul Balıkhanesi Müdürü Karakin Deveciyan Efendinin kaydına göre, {İstanbul balıkhanesine

her yıl 300,000 kilo kadar ateş balığı gelmekte ve bunun yarısı tuzlanıp yarısı da taze olarak sarf edilmekte idi, yine o zamanlar ufak kıt'ada olanının kilosu ortalama 60 paraya, büyüklerinin kilosu 100 paradan üç kuruşa kadar satılmakta idi. 1946 temmuzunda ateş balığının kilosu 160-250 kuruş arasında; 1959 temmuzunda ise 750 -1000 kuruş idi.

Tuzlanacak balığın semiz olması lâzımdır; bunun için de tuzlayıcılar, Ağustostan sonra tutulan balıklara rağbet ederler; bunların kulak ve barsaklarmı çıkarmaksızın fıçılara sîra ile dizip bir kat tuz bir kat balık olmak üzere tuzlarlar. Balık, tuzlandıktan üç ay sonra yenilebilir; fakat eskidikçe kokusu ve lezzeti artar; haddinden fazla eskirse de pek tuzlu olur.

Kutular içinde pişmiş sardalya konservesi için Gelibolu ve Lâpsekide (H. 1311) 1895 e doğru birer fabrika açılmıştı; oldukça iş görmekte, yaptıkları kutu sardalyaları İstanbul, İzmir, Beyrut ve Selanik gibi İmparatorluğun büyük şehirlerinde rağbet görmekte, hemen tamamen sarfedilmekte idi. Fakat ateş balığının bol çıktığı zamanlar, bu fabrikaların alım takati mahdud olduğundan, fiat fevkalâde düşmekte, hem balıkçı, hem de hazine zarar görmekte idi. İstanbulda; büyük sardalya fabrikalarının kurulması, en nefîs balıkları işleyeceğinden, dünya ölçüsünde şöhret temin etmesi muhakkak bir büyük iştir, fakat ne kadar hazin bir hakikattir ki, Cumhuriyet devrine kadar, İstanbul, yıllarca Avrupa mamulâtı kutu sardalyaları istihlâk etmiştir.

Kutu sardalyaları şöyle yapılır:

«Balıkçıların, karaya çıkardıkları ateş balığının sağlamlarını ayırarak süratle fabrikaya teslim ederler. Fabrikalarda ellerinde birer bıçak bulunan ameleler balıkların başını kesip barsaklarmı çıkardıktan sonra ya salamura yahut tuza atarlar. Bir müddet salamurada ve tuzda kaldıktan sonra yıkanır ve hususî tel kafeslerde'güzelce süzülüp kurutulur; sonra ufak iskaralara dizilerek kaynar zeytinyağı içinde bir iki dakika pişirilir. Yağı süzülüp balık soğuduktan sonra kutulara istif edilir, ağzına kadar çiy zeytinyağı doldurulur ve kutular lehimlenir. Kutuların kapakları lehimlenirken yağ ısınıp cismen genişleyeceğinden, kapakların üzerinde birer küçük

Kanunî Sultan Süleyman devrinde Atmeydanı düğününde Çanak yağması (Halûk Y. Sehsüvaroğlunun «Asırlar boyunca İstanbul» eserindeki minyatür kopyası)


Türkiye Klişehânesi

Nurgök Matbaası



ansiklopedisi

ateşçi



delik bırakılır; kapak lehimlenirken yağ bu delikten taşar, sonra üzeri silinerek bu delik de ayrıca lehimlenir. Kutular ağzına kadar yağ ile dolduğundan içinde havadan eser kalmamakla beraber, son bir ameliyat olmak üzere kutular bir kazan içine istif edilerek 2-3 saat kadar kaynatılır» (Karakin Deveciyan, Balık ve Balıkçılık).

Taze olarak yenilen ateş balığı ıskarada pişirilir; İstanbulda Temmuz ayı da, tereddütsüz, ateş balığı ayıdır; bu ay içinde bütün lokanta listelerinin başında ateş balığı (sar-dalya) bulunur; artık hemen hiç kalmamış olan meyhanelerin ve bilhassa Balıkpazarı meyhanelerinin baş mezelik balığı idi.

Ateş balığının, ağız tadına düşkün İstanbullular indinde en makbulü, Boğaziçinde Bebek koyu ile Çengelköy sularında avlananlarıdır.

ATEŞBAZ SOKAĞI — Samatyanm Hacı-hüseyinağa mahallesi sokaklarmdandır. Sa-matya caddesi (Samatya - Yedikule "tramvay yolu) nden, iki araba, genişliğinde, toprak olarak başlar. Düzensiz bir meyille iner. sağda Çarkçı sokağı kavşağından sonra bir meyille iner, sağda Çarkçı sokağı kavşağından sonra darlaşıp »bir araba enine inerse de Büyükku-leli Sokağı ile olan kavşağında, yani bitiminde, yine iki arabaya yakın genişliktedir. Çok bozuk, bakımsız

İsmail Ersevim

ATEŞBÖCEĞİ SOKAĞI — Şişlinin Feriköy, Taksimin Hacıahmedefendi mahallelesi arasında ıbir sınır sokaktır. Kurtuluş tramvay yolu civarında Ermeydanı sokağından gerideki kırlara doğru uzanır. Kırkâhyası, Yeniâlem, Lokumcu, Omuzdaş, Beyzade ve Alkaranfil sokaklariyle birer kavşağı olan Ateşböceği Sokağı henüz tanzim edilmemiş bir yol olup sağ kenarında bir sıra ahşap evler uzanır, az meyilli bir deveboynu vücuda getirerek vâdimsi bir çukura inip karşı sırtlara tırmanır. (Haziran 1947).



İsmail Ersevim

ATEŞÇİ — îstanbulun eski büyük gedikli meyhanelerinde, vazifesi, müşterilerin çubuklarını yakmaktan ibaret olan meyhane uşağı M «Ateş oğlanı» da denilir; hemen istisnasız, eli ayağı düzgün ve hattâ gayet has-nâ ve müstesna mahbub oğlanlardan seçilirdi. Büyük gedikli Selâtin meyhanelerinde bu dilber ateş oğlanları bilhassa süslenerek hizmete koşulurlardı, başlarında mavi püsküllü al Cezayir "fesi, kâkülleri fesleğen saksısı gibi. fesi kenarından kaşlar üstüne dökülmüş, sırma işlemeli ali kadife veya al çuhadan ceb-kenler, beyaz gömleklerin kolları sıvanmış, belde al kuşak, altında yine sırmalı al renkli şalvar, ayaklar yalın, yalın ayaklarda al kadife tasmalı takunyalar. Ateş oğlanlarının hemen hepsi rumdu, bilhassa mahbubları ile meşhur Sakız ve imroz adalarından getirtilir-lerdi.

Şâiri meçhul şu kıt'a Sakızadalı bir meyhane ateşçisi hakkında söylenmiştir:

gimşir na'linde aynalı tasma Ateşoğlam bir Sakızlı yosma, Hâki pâyin olduk ey perî peyker Ayağın canıma nâz ile basma..

İstanbul akşamcıları arasında ateşçi üzerine şu fıkra pek meşhurdur:

Esnaf şehbazı bir delikanlı her akşam meyhanede çakarmış. Bir sabah anası yanına gelip:

— Oğlum, işretten vazgeç desam bir


faydası olmıyacağını biliyorum, bari meyha
nede içme de ne yapacaksan evde yap! demiş.

Dalikanlıya bu söz tesir edip o akşam mezelik öteberi alarak eve gelmiş; anası aşırı memnun olarak derhal oğluna taze yemek yetiştirmek için mutfağa girmiş; oğlu da önüne. tepsiyi koyup birkaç kadehten sonra çubuğu doldurmuş, fakat ateş yok:

— Valide, bir ateş: diye seslenmiş.

— Peki oğul, şimdi getiririm! demiş.


Demiş amma dur pilâvın yağını haşlıya-

yım da götürürüm, çorbanın tuzunu koyayım da götürürüm deyip aradan bir saat geçmiş, hâlâ ateş gelecek. Oğul, çubuğu elinde beklemiş, beklemiş, bakmış ki gelmiyecek, şişeyi kapınca fırlamış, anası oğlunu sokak kapısında görünce:

— Oğlum, yine mi meyhaneye?! diye sormuş.

ATEŞÇİ

— 127'0


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

— İ27İ —

ateş gecesi




— Anacığım, ben meyhaneye bunun için giderim, çubuğu doldurup da ateş! dedim mi ateşçi oğlanın: Geliyor! demesiyle ateşi lülenin üzerinde görürüm!

ATEŞÇİ — Büyük şehir İstanbulda yaşadığı halde ömürleri liman vapurlarının cehennemi 'kazan dairelerinde geçen ve bu şehrin tabiat güzelliklerinden ve türlü nimetlerinden nasip alamıyan deniz amelesine verilmiş isimdir.

Bu ağır işe dayanabilmek için genç olmak ve son derecede sağlam ve ayni zamanda çalâk ;bir vücud yapısına sahip olmak şarttır. Yaz ve kış, işleri başında yalın ayak ve yarı çıplaktırlar; sırtlarında bir fanila, ayaklarında ya bir don yahut bir bez pantalon bulunur; çıplak ayaklarına geniş tasmalı takunya geçirirler, bazan başlarına bir kefiye giyerler; ocak başında ekseriya 'fanilayı da çıkarıp çıplak gövde ile çalışırlar. Ocak kapaklarım açınca, tutulacak yerlerine ıslak bez sardıkları uzun demir çubuklarla evvelâ ocak içini karıştırırlar, sonra gelberilerle yanmış kömür cürufunu ocaktan çekip yere dökerler ve kızgm cürufu su atarak söndürürler.

Vapurun büyüklüğüne göre kaç ocağı varsa bu ameliyeden sonra kapakları tekrar sıra ile açarak ocaklara kararınca kürek kürek kömür atarlar; ateşçi yamağı, ki umumiyetle ateşçiden bir kaç yaş küçüktür, kazan dairesinin üst kısmına çıkar; ateşçi aşağıda cüruf gerdellerini doldurur, yamak bir çıkrığa zencirle bağlı olan dolu gerdeli yukarı çeker, demir bir çubuk üstünde hareket eden bir makara - tekerleğe raptederek gerdeli vapurun kenarına kadar sürüp içindeki cürufu denize döker. Bir ocak temizlemede 40 - 80 gerdel cüruf çıkar; ateşçi yamağı gayet seri hareketle 40 - 80 defa gerdel çekip ocak dairesinden denize doğru gidip gelir, bu iş bitince, bir çalı süpürgesi ile yola dökülmüş pislik süpürülür. Ateşçilerin, kendilerine hâs o yarı çıplak kılıkta gerek ocak başında çalışmaları gerekse bu cüruf dökme işi bazı vapur yolcuları için bir seyir mevzuu olur.

Cüruf dökerken bazıları, dışarıda kar, buz da olsa, ağırlık verdiği için ayaklarından takunyaları da atıp yalın ayak gidip gelirler.

Ocak cürufu denize vapur limandan çıktıktan sonra, umumiyetle Ahırkapı ile Seli-

miye arasında seyrederken dökülür; Boğaziçi seferlerinde de dönüş seferlerinde de Boğaz ortasında seyrederken atılır.

Geçen asır üzerine muazzam ve zengin bir hâtıra defteri bırakılmış olan kandillili Aşçı Dede İbrahim Bey (B.: İbrahim Bey, Aşçı Dede; Aşçı Dedenin Hâtıraları).

İkinci Abdülhamid devrinin büyük âlimlerinden Üsküdarlı Deli Tahsin Efendinin hayatından bahsederken bir vapur ateşçisinden bahseder ki ne dudak bükülecek, ne gülünecek, ne ayıplanacak bir menkıbedir; kendisinden feyiz almak için yaşların ve hattâ Şeyhülislâm Efendinin bile derslerine koşup gittikleri 'bir filozofun ruh ulviyeti gösteren satırlardır:

«Hoca merhuma yetişen ihvanın malûmudur, bu zatın aşk ve muhabbetine, ilim ve irfanına diyecek yoktu. Bununla beraber oka-dar kalender ve rind idi ki Üsküdar vapurunun ocağına kömür atan yüzü gözü kapkara kendisi maskara bir mahbube tutulup o ilim ve irfanı ile uzun zaman o çocukla beraber vapurda kömürcülük etmiştir» (B.: Tahsin Efendi, Üsküdarlı Deli).

Şâir Şükûfe Nihal Hanımın «Ayna» adındaki romanı bu vapur ateşçilerinin ağır hayatından mülhem olarak yazılmıştır. Bu ateşçilerin çoğu, bir roma kahramanına yakışacak müheykel vücuda sahiptirler, hattâ erkek güzelidirler. Fakat o demir gibi vücutlar ve güzel yüzler pek çabuk yıpranırlar; değme genç adam vapur ateşçiliğine tahammül edemez.

ATEŞ GECESİ — Hıristiyanların, bilhassa nım ortodokslarının icra ettikleri bir yortudur ki, hassatan Tanzimattan sonra geçen asır ortalarından Cumhuriyet İnkılâbına kadar İstanbulun rumlar tarafından iskân edilmiş semt ve mahallelerinde pek coşkun eğlencelere vesile olur; Türklerden de uçarı külhaniler ve rindemeşreb zevk ve safa düşkünleri, ateş gecelerinde rum dilberleriyle ülfet ve sohbet fırsatını kaçırmazlardı.

İstanbul rumları, ateş gecesini 24 Haziranda yaparlardı; meydanlarda, büyükçe gazino avlularında büyük bir ateş, umumiyetle köhne bir kayıp yakılır etrafında işret ve cün-büş ile raksedilir, genç kızlar ve delikanlılar ateşin üstünden atlarlar, bu ateşten atlama

uğur sayılırdı. Ateg gecesi, Hıristiyan azizlerinden Ayios Yuanis (Sen - Jan = Hazreti Yahya) adına yapılırdı; Emrullah Efendi merhumun «Muhitül Maarif» inde verdiği malûmata göre bu yortunun menşei, hıristiyanlık-tan çok eskidir; eski Hind ve İranın ateşpe-restlik âdetlerinden biridir; Arab müverrihleri ateşperesttik bayramına «Mihri Can» demişler, onlardan İspanyollara «Magra Jan» şeklinde bozularak geçmiş ve ateş gecesine alem olmuş, Mr taraftan da Sen - Jan (Hazreti Yahya) adına nisbet edilmişti. Yahudiler de, Kamış Bayramının bittiği gün ateş yakarlardı, hahamların eski urubaları ve kemerleri alınır, parçalanarak bunlardan kalın bir fitil örülür, bunlarla meşaleler yapılır, meş'aleleri dinî vazifelerinde taassubları ile tanınmış kimseler yakarak ve dinî manzumeler, ilâhiler okunarak dolaşırlardı.

îstanbulda, ateş gecelerinde, fartı işret yüzünden, yer yer vak'alar çıkardı; hattâ bazen kan da döküldüğü olurdu. 25 Haziran 1306 (M. 1890) tarihli Sabah gazetesinin şehir havadisleri arasındaki şöyle bir fıkra vardır: «Pazar gecesi mileli hıristiyaniyenin ateş geceleri olmak hasebiyle leylei mezkûrede gerek Beyoğlunda gerek şehrimizin muhtelif yerlerinde ahalii mezkûre gecenin altısına kadar icrayi âyin eylemiş ve hiç bir vukuat olmamıştır».

Aşağıdaki manzume de, geçen asır ortalarının rind şairlerinden Ayni tarafından, Yanko adında dilber bir meyhaneci çıraği hakkında lâtife yollu yazılmıştır:



Ateş Gecesi meclisi nur eyledi Yanko Saki! kadehe badeyi bu sevkile yan ko

Damadı melâmetzede ol pîri mugaane Bintülinebi haclegehi câme ayan ko

Zünnâr seri zülfine bend olduğu günde Bir muğbeçenin askına can oldu piyanko

Yine bu şair, o zamanlar pek meşhur olan Kuruçeşmenin ateş geceleri üzerine şu beyti söylemiştir:



Döktü çegmim gami keysû ü ruhinle hûnâb Kuruçeşme sebi ates.de bulur âbile tâb

. Ahmed Rasim de, Malûmat'a yazdığı şehir mektuplarında, İkinci Abdülhamid devrinin Makriköyündeki (Bakırköy) bir ateş gecesini şöyle tasvir ediyor:

«Ateş gecesi. Bu münsabet köyü hıncahınç doldurdu. Trenler züvvar ile malâmal olarak geldi. Kumpanya yine düdüğünü öttürdü.

«Zeytinlik sahili dilnişininde terennüm-sâz olan ve meşhur udî İbrahimin nağamatı lâtifesiyle tarzı ihsası bir kat daha ruha dokunan Arab çalgısı yalelliler, mavelliler, şef-gonilerle raksâveri vicdan oluyor. Bu musiki devri makamat noktai nazarından kulaklarımıza yabancı gelmiyor. Usulde darbukanın icaddettiği bir nevi hoş darbeler harekâtı rak-siyeyi daha ziyada tanzim için ihdas olunmuş olsa gerek. Elhanı Arab, o girintili, biter gibi görünürken bir daha uyanan mütekerrer nağmelerle âdeta kanaatden, ziyade tamaha hizmet ediyor.

«Dün hava biraz rüzgârlı olduğu için terlemek gibi insanı iz'aç eden sıkıntılar yoktu. Hava, Mdeperestân için bir küşayişi lâtif içinde kaldığından saat sekizde kadeh çevirenler on ikiye doğru birer birer dökülmeğe başladılar. Fakat ne temaşa! Bakılmakla doyulmaz. İskemle üzerinde sızanlar müstesna olmak üzere iç kuşağını üstüne bağlayanlar, omuz kaldıranlar, bıyık buranlar etrafı göreyim diye gayret ettikçe göz kapağına tahammül eden aci'bütte'sir ve garibünnüfuz bir kuvvetin saikasiyle kürei ayının yalnız beyaz cihetini gösterenler, saatlerce saata baktığı halde tren vaktini bir türlü hesap edemiyenler, kimbilir ne türlü bir hâtırai yâr ile ağlayanlar, koşma, semai, divan isteyenler güzelce eğlendiler. Vasil, kemence deyince namı hatıralarda, gönüllerde ayrı ayrı iştiyak ve ta-rab uyandıran bu üstad yanında refiki Hristo Usta, lavtacı Ovrit vesaire olduğu halde Sa-kızağâcmda İspiromm dükkânın, karyenin en müferrah, en salibi aram olan dili üzerinde icrayi ahenk ediyor. Vasil, feyzi mahsusi musiki perverânesini, musikii osmânîde haiz olduğu kuvveti, kudreti, musikimize bahşeyle-diği tavrı lâtif, bize yadigâr bıraktığı teren-nümatı şairânesi en güzide, en âli hissiyat ile mâli olan peşrevi ile burada tabiatın şu seva-hilde en ziyade mekşuf olduğu panoraması huzurunda neşrü is'bat ederek taksimleri ile dinleyenleri neş'eyab ediyor. Vasil indinde bir şairi musikidir. Dün gece, üstadı olduğu musikinin kendi ruh ve kalbi üzerinde uyandırdığı hissiyata mağlûb olarak gece yansına ka-

A^TEŞ İSTİDASI

1272


Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin