ATÂULLAH EFENDİ (Şanizâde Mehmed)
— On sekizinci asır sonları ile on dokuzuncu asır başlarında yaşamış çok değerli bir tabip, ayni zamanda seçkin matematik bilgini ve edifo; Hicrî 1223 -1236 ve milâdî 1808 -1821 yıllan vak'alarmı ihtiva eden ve «Şânîzâde Tarihi» diye dört ciltlik bir eser bırakmış devlet vak'anüvisi; 1771 de doğdu; Medine kadılığına kadar yükselmiş ulemadan Hacı Mehmed Sadık Efendinin oğludur; Şanizâde» ligi şâne-tarak kelimesinden gelip dedesi tarakçı imiş.
Tahsilini Süleymaniye Medresesinde yapmış, sonra o zamanlar yeni açılan mühendis-haneye girmiş, oradan da parlak muvaffakiyetle zamanının emsali az seçkin münevverlerinden biri olarak tanınmıştır. Müderris olmuş, orijinal eserleri ile nazarı dikkati çekmiş, bir arada hekimbasılığa tayini düşünülmüş ise de İkinci Sultan Mahmud üzerinde büyük nüfuz sahibi olan Nişancı Halet Efendi engel olmuştu. O devirdeki Türk tababetinin kâzip şöhretlerinden hekimbaşı Behçet Efendi tarafından daima tehlikeli bir rakip olarak görülmüştü; sohbeti çok tatlı bir meclis adamı olan Şanizâde Atâullah Efendi bu iştirkaab ile alay eder:
— Behçet Efendi hekimbaşı ise ben de başhekimim!.. dermiş.
1819 da vak'anüvis Aymtab Âsim Efendinin ölümü üzerine bizzat İkinci Sultan Mahmud tarafından vak'anüvis tayin edildi; Şanizâde evvelâ tutlcağı vekayinâmeye bir mukad-
ATÂULLAH EFENDİ
1260
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 1261
ATAY (Falih Rıfkı)
deme kaleme alarak Padişaha arz etti, bu yazıyı çok beğenen Sultan Mahmud:
— Vekayinâmenize benim cülusumdan
başlayınız!., dedi.
O sırada Şeyhülislâm bulunan Halil Efendi vak'anüvisliğe kendi mektupçusu Sahhaf-larşeyhizâde Esad Efendiyi tayin ettirmek istiyordu, teklifinin reddi ile Şânizâdenin tayinini Atâullah Efendinin bu memuriyete talip olmasından bildi ve bu değerli adama karşı husumet beslemeğe başladı; hattâ vak'anüvis Efendinin protokol icabı -kendisini ziyarete geldiğinde asık bir yüzle karşıladı:
-
Senden bugünlerde herhangi bir ta
raftan yazıya müteallik bir şey istediler mi?
diye sordu. Atâullah Efendi şaşırdı:
-
Hay ola efendim...dedi.
-
Şevketli Efendimiz senin vak'anüvis
liğe kadar tek olduğunu nereden biliyor?..
O zaman Atâullah Efendi dayanamadı:
— Benim Âsim Efendinin vefatından ha
berim bile yok,.Padişahımız hatırlayıp tayin
etmiş, kulunuz Şânizâde Atâullah Efendiyim,
şimdiye kadar hâkipâyi hümâyûnu şahaneye
dört kıt'a kitap telif edip takdim etmiş idim!.,
dedi.
Şeyhülislâm fena halde bozuldu, soğuk bir eda ile:
— Allah mübarek eyleye!.. dedi.
Vak'anüvisliği 1826 yılına kadar devam
etti; o tarihte düşmanı hekimbaşı Behçet Efendinin tezvirleri ile azledilerek yerine Sah-haflarşeyhizâde Esad Efendi tayin edildi. 0-nun azlinden pek az sonra «Vak'ai Hayriye» oldu; Yeniçeri Ocağı kanlı bir şehir muharebesi i\q kaldırılıp yeniçeriler şiddetle takip ve imha edilirken bu asker ocağına pek sıkı hatıralarla bağlı bektaşilik tarikatinden bir fermanla kaldırılmış, îstanbuldaki bütün bekta-şi tekkeleri kapatılarak bektaşiler Büyükşe-hirden çıkarılmağa başlanmıştı. Hekimbaşı Behçet Efendi yine başta gelmek üzere Şâni-zâdeyi çekemiyenler bunu fırsat bildiler ve İkinci Sultan Mahmuda bir jurnal verdiler; -devrin seçkin ulemasından Melekpaşazâde ile Şânizâde Atâullah Efendi, seçkin âlimlerden ismail Ferruh Efendinin Ortaköydeki evinde sık sık toplanırlardı, bazı gençler de gelirdi, kendileri bu toplantılara «Ortaköy Cemiyeti İlmiyesi» adı vermişlerdi, pek ciddî ilmî sohbetler olurdu, üç üstad geniş ansiklopedik
bilgiye sahip olduklarından meclislerine iştirak eden gençler hakikaten feyiz alırdı, mahut jurnalda bu Ortaköy cemiyeti ilmiyesi gençleri dinsizliğe ve ahlâksızlığa sevkeden gizli bir Bektaşi Tekkesi gibi gösterildi. Kadri Bey Manisaya, İsmail Ferruh Efendi Bursaya, Şânizâde Atâullah Efendi de Tire'ye sürüldüler (B.: Ferruh Efendi, İsmail, Kadri Bey, Melekpaşazâde; Behçet Efedi, Hekimbaşı; Ortaköy Cemiyeti İlmiyesi). Şânizâde o yıl içinde menfasında teessürden vefat etti. Arapça, farsça, ve fransızcayı anadili gibi bildirdi.
Musiki ilminde de derin bilgisi vardı, şiirler yazar, güzel resim yapardı, en sağlam mânasiyle münevver adamdı; tıp ilminde ilk türkçe terimleri ö koymuş, kullanmıştır. Tıp üzerine «Mir'atül Etıbba» ve Mir'atül Eban» adındaki eserleri 1819 da Matbaai Âmire'de İkinci Sultan Mahmud'un emriyle basılmışlardan; anatomi üzerine «Mi'yârül Etıbba» ve fizyoloji üzerine «Usûlül Tabîa» adındaki eserleri de ölümünden sonra 1828 de Mısırda Bulak matbaasında basılmışlardır.
ATÂULLAH EFENDİ (Tefsirizâde Meh-
med). — On sekizinci asır ulemasından, şair ve hattat; sülüs ve nesih yazıyı Derviş Ali'den tahsil etmişti; mesleğinde İstanbul kadılığına kadar yükselmiş, (H. 1129) 1716 da yaşı sekseni bulmuş olarak ölmüş, Eyyubsultanda defnedilmiştir. Şu beyit kendisinindir:
Üstâdi sunu' nokta! müskîn hâlini Hüsnihat ile bir gün olur bir kitâb eyler
Nakşibendiye tarikatından ve cezbe sahiplerinden idi.
Bibi.: Mustakimzâde, Tuhfei hattâtin.
ATAY (Falih Rıfkı) — Edib ve muharrir; İstanbul matbuatının muasır Türk edebiyatını kuran üstad kalemlerinden birine sahip mümtaz sıması; derin ve uzak görüşü ile büyük bas muharrir, siyaset adamı; İstanbul Ansiklopedisi onun hal tercemesini nezâket ve asalet timsâli seçkin münekkid ve muallim Ali Nüzhet Göksel'in selâhiyetine bırakıyor. ***
«Eski Saat» adındaki eserinde ilk yazısını 1910 da neşrettiğini söyler; Falih Rıfkı Atay o günden bu yana kadar geçen kırk sekiz yıldanberi aralıksız olarak fıkra, makale, musahabe, polemik yazılar ve seyahat eser-
leri yazdı. Edip ve poîetikacı, bütün yazılarındaki sanat, dil ve inkilâb konuları üzerindeki düşüncelerinden yaşadığı devrin fikir hareketlerini tâkib etmek mümkündür.
Fâlih Rıfkı Atay (Resim: S. B.)
Fikirleri ve takip ettiği poletika-yı sevenler ve sevmeyenler, Falih Rıfkı hakkında birbirine uymaz duygu beslerler,
fakat onun dili ve
ü s l û b u ü z e r i n d e daima anlaşılmıştır, dil üslûbunu herkes beğenmektedir. Türkçe-yi en güzel konuşanlardan biridir; canlı, hareketli ve ihtiraslı.. Türkçenin estetiğini bilir, kelimeler onun cümlesi içinde ışıl ışıl yanar, kelimelere özellik verir. Gerçek sanatkârdır.
Bütün Türkiye aydınlannca tanınmış Falih Rıfkının yetişme hayatı şöylece başlar:
1894 de İstanbulda doğdu, ilk tahsilini bir sibyan mektebinde yaptı. O zamanlar öğretim sistemi tamamiyle ezberciliğe dayanırdı, bu okullarda Kur'an ve din dersleri okunur, dersler hafızaya mal edilir, en küçük yanlış büyük suç sayılırdı. Küçük Rıfkı ilk mektebinde, belki de falakada, fakat muhakkak ki hoyrat ellerden yediği bir dayak yüzünden ayrılır. «Rehberi Tahsil» rüşdiyesinde tarihe ve edebiyata merak sarar, bu okulda Hayri Bey adındaki tarih hocası talebelerine gizli gizli Mizacını Murad Beyin tarihinden fıkralar anlatır, çocuğun kafasında yeni yeni fikirler doğar, çalışmak arzusu ruhunu derin bir ihtiras hâlinde sarar. Rüşdiyeden şehâdetna-me alınca Mercan İdadisine girdi, o tarihte Hüseyin Cahid bu idadinin müdürü, şâir Celâl Sâhir de edebiyat muallimidir. Falih Rıfkı Mercanda şiirler yazmağa başlar, okul dışı kitaplar okur, arkadaşları ile edebî münakaşalar yapar, yasak olduğu için gizli okuduğu Fikret'in «Sis» i ve «Tarihi Kadîm» i genç ruhunda yepyeni ufuklar açar. O zamanlar İkinci Abdülhamidin istibdad idaresinin son ağır yıllarıdır, Falih Rıfkının Fikretten ve
Namık Kemalden aldığı isyan ateşinin kıvılcımlarıdır ki ilerde yapacağı mücadelenin ruhundaki zeminini hazırlamıştır. Falih Rıfkı o yıllarda şâirdir, son derece şayanı dikkattir, ruhu mücadeleye hazırlanırken, daha bir orta tahsil genci olduğu halde gerçek sanatı kavramış, şiirlerinde Fikret ile Kemalden ziyade Ahmed Hasimin tesiri altında kalmıştı. Mercan İdadisinde iken yazdığı şiirlerini hocası Celâl Sâhirin delâleti ile «Serveti Fünun» da neşretti, bir kısmını da 1911 de «Tecelli», 1921 de «Kadın» dergilerinde yayınladı. Mercan İdadisini bitirdikten sonra İstanbul Darülfünununun Edebiyat Fakültesine girdi. Orada Ruşen Eşrefle tanıştı; edebiyatla alâkası çok arttı. O zamanlar da Fakültede Edebiyat dersini şair Mehmed Akif okutuyordu.
Falih Rıfkı bu hocasını sevmedi, eserlerini beğenmedi, ve bu duygusu bugüne kadar devam etti. Genç öğrenciyle hocası arasında apayrı bir san'at, bir hayat anlayışı farkı vardı.
Darülfünunu bitirdikten sonra bir müddet «Çarkçı Mektebi» nde türkçe ve edebiyat muallimliği yaptı, kısa bir zamanda mektubî kaleminde çalıştı. Talât Paşa onu kalemi mahsusa aldı. Paşa ile Bükreşe bir seyahat yaptı. Oradan «Tanin» e yazılar yazdı. Falih, memu-muriyet ve muharrirlik yıllarını boş geçirmedi. Çok okudu. Fakat daha Hâşimin, Fikretin, Cenabın, Halid Ziyanın tesirlerinden kurtulamamıştı. O da tıpkı «Mavi ve Siyah» Ahmed Gemili gibi yazmak ve meşhur olmak ihtirası içinde çırpınıyordu/
«Tanin» e girişi de şöyle oldu:
1912 de «Çerkeş» de subay olan ağabe-yisinin yanına gitmişti, orada iken İttihat ve Terakki kabinesinin düştüğünü duydu. Bu in-kilâp fırkasının is başından çekilişi onu çok üzdü. «Tanin» e bir mektup yazarak durumu protesto etti. İşte bu yazısından sonra «Tanin» in yazı ailesi arasına katıldı. Haftada bir «İstanbul Mektubu» başlıklı yazılar yazdı. Bu yazılarda dil bir dereceye kadar sade, üslûb daha teşekkül devresinde olduğu için tam şah-sileşememişti. Fakat yazılarında inkılâp düşmanlarına karşı daima cephe aldığı görülür.
Balkan muharebesinde Edirnenin geri alınması üzerine oraya gitti, Tanin gazetesine «Edirne Mektupları» nı yazdı; ondan son-
ATAY (Falih Rıfkı)
— 1262 —
ÎSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 1263 —
ATAY (Falih Rıflu)
ra da Tanin muharrirliğinde devamlı olarak kaldı.
Birinci Dünya Harbi sıralarında ihtiyat
zabitlik vazifesini Süriyede 4. Ordu .kumanda
nı Bahriye Nazırı Cemal Paşanın karargâhın
da geçirdi. İlk kitabı olan «Ateş ve Güneş» i
burada hazırladı. '
Cemal Pasa İstanbula dönünce, Falih de beraber geldi. Mütareke yılları sırasında «Ak-Şam» gazetesindeki fıkra, polemik ve nihayet siyasî makaleleriyle ilk şöhretini yaptı. O kara günlerde Türk milletinin nabzı Falih Rıf-kının Aksam'daki fıkralarında, Yakup Kadrinin İkdam gazetelerindeki yazılarında vuruyordu. 1922 den 1950 ye kadar mebusluk yaptı; şimdi «Dünya» gazetesinin sahiplerinden biri ve bas yazarıdır.
Onun yazdığı çesidli yazılar arasında en muvaffakiyetli yazıları polemiklerdir denebilir.
Yakup Kadri, Kara Osmanoğlunun Ah-med Hâşim hakkında yazdığı bir kitapta, «belki bir Falih Rıfkıda kuvvetli polemik nesrinden dolayı bir rakip görmüştür.» diyor. Falîh Rıfkı ise, «bugün de diyorlar ki» adındaki eserinde: «Kafamı en fazla harekete getiren, daha doğru bir tâbirle kafamı en fazla canlandıran münakaşalardır. Polemik yaptığım vakitler ne heyecansız ne de mevzusuz •kalırım.» diyor. Evet, kısa bir yazı içinde kuvvetli bir mantığa dayanan zengin bir fikir coşkunluğu ile birini veya bir fikri yermek istediği zaman, fikirleri veya şahısları didik didik eder, okuyucuyu bir üslûp ve dil güzelliği içinde büyüler, fikirlerini kabul ettirmeye muvaffak olmasa bile muhakkak ki okuyanı der.'n derin düşünmeye, o konudaki kendi düşüncelerini de hesaba katmaya sevkeder. Çok defa bu çesid yazıları pek sert ve ağır olurlar.
«Eski Saat» adındaki eserinde siyasî, ve sosyal dâvalar üzerindeki kavgalarının bir kısmına ait yazılarını almıştır; «Roman» adındaki eserinde de bu türlü yazılarının en kuvvetlilerinden örnekler vardır. Bu yazıların, çevre, parti ve şahıslar üzerindeki tesirini anlamak için Atatürkün şahitliği her halde çok kuvvetlidir, Ankara Palasta Falih Rıfkıyı kral Faysal'a takdim ederken: «Münakaşacı, kuvvetli muharrir lerimizdendir.» demişti. Faysal:
— Size karşı mı münakaşa eder?
Diye sorunca Atatürk:
— Yok canım, bizim düşmanlarımıza
karşı..
Demiş ve Falih Rıfkıya dönmüştü:
— Hatırında tut... Senin o Fethiye karşı
açtığın mücadele yok mu.. Hani bana karşı
yapayım desen tahammül edemem!..
Edebiyatımızda en yüksek polemik örenği veren iki yazarımızdan biri Ahmed Hâşim, diğeri Falih Rıfkıdır. Yıllardan beri bu yazı çeşidi üzerinde bu değerde daha üçüncü bir mu-halrir yetişmedi. Fakat onun edebiyatla en çok ilgili eserleri seyahat kitaplarıdır. Ancak bu eserlerinde de gezdiği yerlerin hayat akışını anlatırken, bunları Atatürk inkılâbına göre ayarlar. Bu bakımdan eserleri yer yer objektif olmaktan uzaklaşır. Fakat bu eserler, Evliya Çelebi ile başlayan ve gittikçe bir san'at kolu haline giren ve Cenab Şehabeddin-le Avrupai bir değer ve karakter taşıyan seyahat edebiyatı, Falih Rıfkmın eserleriyle büsbütün olgunlaşmıştır.
Onun ilk kitabı olan «Ateş ve Güneş» İkinci Dünya Harbinde Suriye ve Filistin cephesine ait yazdığı bir harb ve ıztırap edebiyatıdır. Bu eserde üslûp tam şahsiyetini bulmuş denemez, Cenab'm alacalı üslûbu bu eserde de tesirini hissettirmektedir. Falih Rıfkmın tabiî üslûbu, o tamamiyle gramersiz serbest cümle yapısı bundan sonraki eserlerinde da' ha açı-k görünür.
Bu serbest cümle kuruluşu, türkçenin estetiğine daha uygun geliyor. Gramer, cümleyi kalıplaştırıyor, sanatçıyı kumandası altına alıyor.
Falih Rıfkı'nın bu çeşit yazıları için, bir ilim ve siyaset adamının «Çarpık cümle» diye alay etmesine karşılık, bugünkü genç ne-sircilerin cümle kuruluşunda, dillerinin sadeliğinde Falih Rıfkı'nın tesiri büyük olmuştur. O daha tam şahsiyetini kazanamadığı devirlerde bile muvaffakiyetli yarınları müjdeleyen nesri için, Cenab Şehâbeddin, «ezcümle tanıdığım Falih Rıfkıyı yarının en büyük naşiri olarak tahmin ediyorum.» diyor. Ha-lid Ziya da «... meselâ naşirler arasında bir hususiyeti müstesnaya mâlik" addettiğim Falih Rıfkı...» diyor. Falih Rıfkı'nın İstikbalini önce bunlar keşfettiler. Fakat o yalnız üs-lûbcu bir edip olarak kalmak istemedi, Reşad
Nurinin dediği gibi o, «hem bir edip hem de büyük bir gazeteci» oldu. Memleketin politika hayatına karıştı ve bu yüzden lehinde ve aleyhinde en çok yazı yazılanlardan biri oldu. Falih Rıfkı'nın eserleri arasında üzerinde en çok söz edilen ve geniş halk yığınlarına kadar dedikodusu yapılan eseri, «Zeytin Dağı» dır. Bu eser, yazarın Filistin ve Süriyede Cemal Paşanın karargâhında çalıştığı Birinci Dünya Harbi yıllarına ait hâtıralar, müşahedeler ve tenkitleriden meydana gelmiştir. Eserin aleyhinde bulunanlar, Cemal Paşanın nimetlerini gördüğü halde Paşanın aleyhinde yazmasını ileri sürüyorlardı. Oysa ki muharrir bir yazısında «Cemal Paşanın karargâhına bir yedek subay olarak girdim, oradan yine bir yedek subay olarak çıktım.» diyor. Fakat şimdiye kadar onun aleyhinde bulunanların bir çoğu ayni fikri beslemekte devanı ediyorlar. Bu düşünce ile eseri okuyan Hüseyin Cahid Yalcın, «Fikir Hareketleri» dergisinde «Zeytin Dağı» için yazdığı bir tenkit yazısında «Cemal Paşayı en iyi ve en dfığru anlatan Paşanın gerçek şahsiyetini objektif olarak açıklayan bu eseri, Türk edebiyatı için bir kazanç.» sayıyor.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu da «Kadro» dergisinin dördüncü sayısında bu eser için, «Cihan Harbi mevzuu hâlâ üstünde dumanı tüten en taze ve en sıcak mevzulardan biridir. Buna dair en güzel kitap, daha geçen yıl Almanyada çıktı. «Garb Cephesinde bir şey yok..» Buna dair ikinci eserin doğuşu şerefi de bizim memlekete düştü. Onun içindir ki, bu eser bizce enternasyonal bir kymeti haiz olmak lâzım geliyor.» demektedir.
Diğer seyahat eserleri arasında İngilizleri bize tanıtan «Taymis Kıyıları» için de Burhan Âsaf ayni derginin otuz ikinci sayısında «Yakup Kadrinin «Sodorn ve Gamore» si gibi biz de, Avrupanm muhakemesini yapan' bizdeki nadir kitaplardan biridir.» diyor.
Diğer seyahat eserleri de şunlardır «Tuna Kıkıları», «Yeni Rusya», «Moskova - Roma», «Faşist Roma», «Kemalist Tiran, Kaybolan Makedonya», «Deniz aşırı», «Hind», «Yolcu Defteri», «Bizim Akdeniz», «Londra Konferansları Mektupları», bu eserler bazan yalnız olarak, bazan bir heyetle Avrupa, Amerika ve Asya memleketlerine yaptığı seyahat-lara ait notlarından meydana gelmişlerdir.
Eserleri: «Ateş ve Güneş» (1918), «Faşist Roma», «Kemalist Tiran ve Kaybolmuş Makedonya» (1930), «Denizaşırı» (1931), «Yeni Rusya» (1931), «Moskova - Roma» (1932), «Roman» (1932) «Zeytin Dağı» (1932); «Eski Saat» (1933), «Londra Mektupları», «Taymis Kıyıları» (1934), «Bizim Akdeniz» (1934), «Tuna Kıyıları» (1938), «Hind» (1944), «Yolcu Defteri» (1946).
Son eserleri: «Çile» ve «Niçin kurtulmamak..», iki küçük kitaptır; muhtelif yerlerde intişar etmiş en son fıkralarından seçilerek vücud bulmuşlardır, bu iki eser de bilgi ile san'at ne çok güzel bağdaşmıştır. Güzel Türkçe, büyük mükemmeliyete ulaşmıştır.
Son yıillarda İsmail Hami Danişmend'in yazdığı «Ali Suavi» kitabından sonra Falih Rıfkı da Süavi için küçük bir eser hazırladı. Fakat iki eserde de mübalâğa vardır, âdeta zorla Süavi'yi tanzimatçılarm en ileri şahsiyeti olarak göstermek istemiştir. Bunlardan başka Atatürk hakkında da iki eseri vardır. Biri küçük «19 Mayıs» diğeri Atatürke ait hatıralar, Atatürkün şahsiyeti ve inkılâpları üzerinde yazılmıştır.
Ali Nüzhet Göksel
;*; ;S; >J;
Babası Hoca Halil Hilmi Efendidir. Kısa sürmüş olan memuriyet hayatı 1913 de Babı-âlide sadâret mektupçuluk kaleminde kâtiplikle başlamış, sonra Dahiliye Naziliği hususi kalemine Kâtip olmuş ve oradan ayrılmıştır. Birinci Cihan Harbinde İhtiyat zabiti olarak dördüncü ordu kumandanı ve Bahriye Nâzın Cemal Paşanın karargâhına verilmiş, İttihat ve Terakki Fırkasının en önde simalarından bu ziy kudret paşanın itimadını kazanmış, 1917 de, bilâhare «Zeytin Dağı» adındaki eserinde bütün dehsetiyle belirttiği bozgunda paşa ile beraber Suriye'den dönüşünde Bahriye Nâzın Cemal Paşanın hususi kalem müdürü olmuş ve ayni yıl Heybeliada Bahriye Çarkçı Mektebine edebiyat ve türkçe muallimi tayin edilmiştir. 1918 mütarekesinde üç arkadaşı ile beraber aksam gazetesini kurmuştur (B.: Akşam Gazetesi). 1929 da Halk Partisi namzedi olarak Bolu Mebusu seçilmiş, 1946 seçimine kadar da yine o parti namzedleri arasında Ankara Mebusu olmuştur. Ankarada evvelâ «Hâkimiyeti Milliye» ve sonra «Ulus» gazetesinde kalemi ile Kemalizmin en kuv-
ATAYAN
— 1264 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 1265 —
AT CANBAZLARI
vetli sözcülerinden biri olmuştur. Bugün aydın bir hakikattir ki Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün hem itimad ve sevgi ve hem de büyük bir hürmet beslediği ender simalardan biridir. Atatürk bazan büyüklük sânından hürmet ettiği bazı kimseleri sevmemiş, pek çok sevdiklerine de hürmet göstermemişti (B.: Dünya Gazetesi).
İstanbul Ansiklopedisi
ATAYAN — Harbi Umumî Mütarekesinin işgal devrinde İstanbulda şöhret yapmış bir ermeni 'boksörü; çocukluğu ve ilk gençliği, rivayet edildiğine göre demirci çıraklığında geçmiş, 1919 -1920 yılları arasında Viktor Berjeles adında bir maceraperestin menecerliği ile boksörlüğe atılmıştır. En gürültülü maçını da devrin hafif sıklet Türk boksörlerinden Zeynel Akandere ile yapmıştı Bu maç Taksimde Sporting Palas'da üçer dakikadan on raund'da «knak aut» (yani hasımlarından biri yere serilmezse maç hükümsüz kalacak) şartiyle tertip edilmiştir. Orta hakemi bir İskoçyalıydı. Altıncı raundda Zey-nelin sağ şehadet parmağı üstünden kırılmış, fakat genç boksör müsaraaya- sonuna kadar devam etmiş, Atayan hasmını yere sereme-miştir. Atayan'ın hayatı hakkında başka bir bilgi edinilemedi (B.: Akandere, Zeynel).
ATCANBAZLARI — Büyükşehirde umumî ; nakil vasıtalarının bulunmadığı, hemen her evde bir at veya merkep beslendiği devirlerde, atcanbazları İstanbul esnafı arasında zengin iş yapan kimseler ola gelmiştir. (B.: Atpazarı).
İstanbu'lun i-ktisadî hayatını tanzim eden narh defterlerinde, intisap nizamnamelerinde, hayvan alım satımı isleri üzerinde de titizlikle durulmuş at dellâlları ve atcanbazlarınm dellâliye hissesi ve kâr hadleri tesbit edildiği gibi, özürlü ve sakat hayvanları sağlam diye satanlar hakkında ağır cezalar konulmuştu. Atcanbazları da diğer esnaf gibi zincirleme kefalete bağlıydı.
On yedinci asır ortalarında Sultan İbra-himin cülusunun tezine,, Adanalı Abdürrahim Efendinin İstanbul kadılığında tanzim edilmiş bir narh defterinde atcanbazları müslü-man ve kipti olmak üzere iki sınıfa ayrılmış ve 92 atcanbazımn adı kaydedilmiştir ki dikkate değer:
«Ali Bey ibni Mehmed, Kethüdayı can-bazan, elhac Yusuf, ibni elhac Ahmed Binbaşı, Cafer Bey, Atpazarı Mahallesinden İnce Ahmed Beşe, Manisalı Receb Bey, Hasan bin Hüdaverdi, Otlakçı Ömer Beşe, Edirneli Ahmed, Hacı Pîri, Kırçeşmeden Süleyman Çelebi ve biraderi ,Mustafa Çelebi, Derviş Bey, Mehmed Çelebi, Kadızâde Mustafa, Mehmed Beşe, Kemarltmdan Boşnak Mehmed Bey, Kebkebcioğlu Mehmed Bey, Kethüdakadm mahallesinden Solak Mehmed Çelebi, Kara-gümrükten Ali Beşe, Mahmud Çavuş, Sarı İbrahim, Kara Şaban Bey, Derviş Beşa, Davud-paşadan Arslan; Çilingirzâde damadı Süleyman Bey, Yenibahçeden Topçu Mustafa, Arslan Bey, Ömer Çelebi, Veli Bey, Yeniçeri Hızır Beşe, Mahmud, Hacı İbrahim, İsmail ve biraderi Mahmud, Nakkaş Baba Mehmed, Hasekiden Uzun Yusuf; Yeniçeri Kemankeş Mustafa Çelebi, Aksaraydan Sipahi Mustafa Çelebi, Hüsam Çelebi, Mehmed Bey; Sultanselim-den«* Yeniçeri Mustafa Çelebi, Köle Receb, Alipaşadan Yeniçeri Halil Çelebi, Tahtakale-den Bayram Bey, Mehmedağadan San Solak-başı oğlu Abdülkadir Çelebi, Kovacidede mahallesinden Kapıcı Halil Çelebi, Altay çeşmesinden Debbağ mahallesinden Şeydi Yusuf, Zincilikuyudan Yedekcizâde Mehmed Çelebi, Eğri-kapıdan Kollukçu Halil Çelebi, Edirneka-pısı kurbinde Acıçeşmeden Küçük Osman Bey, Sultanhamammda Kanburî Hacı Hüseyin; Altay çeşmesinden Osman Beşe, Sultan-hamammdan Şaban Çelebi, Lûtfipaşadan Solak Ömer Bey, Şehrenıininden Arabacı Mustafa Beşe, Solak Mehmed Bey, Küçükpazarda Hacıkadın Hamamı mahallesinden İzmirli Mehmed Çelebi, Yatağan mahallesinden Al-lahverdi; Avratpazarından Abdi Bey, Kesme-kayadan Hacı Osman, Eğrikapıdan Allahver-, di; Buhariden Odabaşı Hasan Beşe, Dikilitaştan Ali Çelebi, Akseki mahallesiden Kazaz Ahmed, Saraçhane Mahallesinden Şişko Meh, med Çelebi; Keskindededen Gülâbi Hacı Osman, Receb Bey.
«Kıpti taifesinden olup canbaz olanlardır: Yahşi bin Arslan; Sofular Mahallesinden Hüseyin Çelebi bin Nazlı, Atpazarmdan İlyas Sofu, Yusuf bin Ishyan, Ahmed bin Çadoş, İlyas, Hasan Çelebi bin Kulaca, Mısır bin Bulut, Kulaca, Malkadm oğlu, Sofulardan Hızır
Bâli, Cebeci Mustafa, Atpazarmdan Altıparmak Hasan, Kocamustafapaşadan Piyâle.
«Hergele meyânecileri (simsarları) Hacı Yusuf, Nazir Bey, Piri Beşe, Hasan Bey, Mehmed Çelebi, Ahmed Beşe; Hasan Beşe, Mahmud Çavuş; Şahin.
«Balâda mezkûr olan canbaz taifesinin kıptileri vesairleri ve gönüllü hergele meyânecileri ve gayrı iki yüz neferden ziyade olup lâkin ekserisinin taaddi ve fesatları ile nice müslümanlara gadir olmağın fesad ile mütte-hem olanlar içlerinden tard ve ihraç olunup salâh ve istikamet ile muttasif olanlarının kipti olmıyanlardan ancak yetmiş nefer (defterde 69 isim vardır) ve kipti olanlardan ancak dört nefer canbaz ve mutadı kadim üzere on nefer (defterde 9 isim vardır) hergele me-yânecisi kaydolunup kendi beyinlerinde kethüda ve binbaşı ve nazırları maarif e tiyle müstakim ve perhizkâr altmış nefer meyâneci tayin ve kaydetmelerine ruhsat verilip badel-yevm Atpazarında yüz elli nefer Mmesnede istikamet üzere bey ü şirâ etmeğe karar verildikten sonra her biri aharın nefsine ve zararına kefil olup içlerinden birinin deyni zuhur ettikte her biri imdada taahhüt edip ve yerleri mahlûl oldukta kethüda ve binbaşı ve nazırları İstanbul Efendileri reyi şerifle-riyle bir müstakim kimesneye vereler. Mutadı kadîm üzere meyâneciler at başına satandan on akçe alup dördünü miriye altısını kendileri alup müşteriden bir şey taleb etme-yeler.
«Davar satan keferede oldukta satan kethüdaları iki akçe ve yasakçılar dahi iki akçe almak resmi kadîm imiş; hâlen dahi ol minval üzere alıp ziyade bir habbe ve bir şey talep etmeyeler.
«Davar askerî oldukta mutadı kadîm üzere meyâneci ve yasakçı taarruz etmeyeler.
«Ve iki canbazm şirket üzere davar almayıp ve kepek ile davar beslemeyip ve sakatı sağ deyû satmayıp ve koca davarın yelesin ve kuyruğun kesip taydır deyû satmayıp ve aynacılık edip biri davara binip ve biri dahi müşteri şeklinde olup halkı aldatmıya-lar.
«Ve pazara girmeden köşe ve sokak başlarında karşılayıp davar almayalar.
«Velhasıl bir tarik ile taaddi ve fesad etmeyler deyû tenbih olunmuştur».
Sermed Muhtar Alus, Akşam gazetesine bir makalesinde geçen asır sonlarının atcan-bazlarından şöyle bahsediyor:
Canbaz, mecazî mânada kurnaz, hilekâr hakkında dahi kullanılır a. O adamlara bu ismin takılması, ekserisinin hinoğlu hin, dubaracı olmalarından dolayıdır, derlerdi. Aralarında dürüst, doğru özlü ve sözlüleri de çok ise de meşhur darbı mesel malûm: «Kurunun yanında yaş da yanar».
«O devir canbazlarının hepsi mintarafil-lâh iri kıyım, tâbbeci kalıbı enseli, pırasa bıyıklı, tosun tavırlı idiler. Başlarında sol kaşa yıkık, vişne çürüğü fes; sırtlarında kenarları harçlı kısa ceket, kışın geniş yakasının içine tavşan postu kaplanmış gocuk; kavuşturma yelekte altın saat köstek; ayaklarında diz kapaklarının yukarısını aşan çizmeler.
«Reklâm olsun diye brik denilen yüksek, dört tekerlekli arabaya satılık beygirlerini koşup makaraları olan Fatih'ten, Tophaneden, Beşiktastan dörtnalayı tutturarak kalabalık' caddelerde, meydanlarda kelle götürür gibi giderler; ramazanları Şehzadebaşı piyasalarında, baharları Kâğıthane gezintilerinde, sair günler Beyoğlu Caddei Kebirinde çarh çevirirler; afili afili, bir omuz kalkık, öbürü inik, şark sark kırbaç şaklata şaklata:
— Destur!.. Varda!.. Sayhalarını savu-
rurlardı.
Brik'in makasları bastıkça hasar, hani-diyse biribirine yapışacak hale gelir. Zira o koca gövdeliden başka arabada çam yarması dört ihvanı da mihman.
«Bazıları cakayı daha ileri götürür, atların hamutlariyle okun halkalarına, kibar harcı zincir takarlar, şıkırtılar etrafa yayılırken hangi- hazret çıkageliyor diye herkes meraka düşerdi. Karşıdan gözüküp tozu dumana katınca millet yaya kaldırımlarına kaçar, açık kapalı dükkânlara dalar, orada dikilip ağzı açık bakarlar. At meraklıları hemen:
— Maşallah, maşallah, ne küheylânlar!
Allah sahibine bağışlasın. Kadir ve kıymet
bilenlere nasib olurlar inşaallah!... gibi sözleri
esirgemezler.
«Otomobil çıkıp araba modası geçtikten sonra o beygirlerden hiçbiri ortalıkta görülmez oldu. Ne canlı, ne şatafatlı, ne harikuladeleri vardı. Kâğıthane hayırlarından, o
ATEŞ (Ahmet)
— 1266 —
İSTANBUL
Dostları ilə paylaş: |