istemez askeri mahkeme ve hakimlerinin önüne çıkarttılar. Bu hâkimler ise,
yüzde doksanı kendi vicdanlarına ve mevcud kanunların müeyyidelerine
göre ha
2404
2405
2192
reket ettiler. Bu hâkimler Nur talebelerinde ve Nur Risalelerinde hiç bir suç
ile ilgilerini bulamayınca, hemen hemen her yerde masum Nur talebelerini
serbest bıraktılar ve Nur Risalelerini sahiplerine iade ettiler. Sadece 2
Mayıs 1960 gününden, 30.12.960 gününe kadar yedi ay içinde kırkbir
askeri ve sivil mahkemelerden beraet kararları sadır oldu. Yani bu adliyeler
-Yassıada'da özel teşkil ettirilen vicdansız, Yahudî ruhlu mahkeme
heyetinden başka- Milli Birlik Komitesinin emirleri doğrultusunda değil,
adalet ve mevcud kanunların icabına göre hareket ettiler.
SİVAS KAMPI
Milli Birlik Komitesi denilen adamların bir zalimane icraatları da Sivas
kampıdır. İnönü'nün işaret verdiği istikamette, 1960 yılı içinde Sivas
vilayetinde bir esirler kampını açtılar(191) ve buraya Türkiye’den ve bilhassa
Doğu vilayetlerinde meşhur din adamları veya şöhretli kişileri sebepsiz,
kanunsuz bir şekilde, sırf ihtiyat namı altında alıp alıp getirdiler. Onlarca
güya bu adamlar; İhtilalle gerçekleştirdikleri menfi yıkıcı icraatlarına engel
teşkil edecek kişiler imişler de, memlekette herhangi bir karışıklık olmasın
diye zalimane bir tedbirleri idi. Bu esirler kampında toplattırılan bu masum
insanları aylarca sebebsiz durdurdular. Sonunda da "Bu bir şaka idi, kusura
bakmayın" der gibi hepsini serbest bıraktılar.
NİHAYET KABİR CANAVARLIĞI
Her şey yapıldı, sözde her bir tedbir uygulandı, çok mühim bir şey daha
vardı onlara göre... Bediüzzaman'ın kabrini gizlice yıkıp, na'şını Urfa'dan
alıp, meçhul bir semte götürmek işi kalmıştı. Bunu da yapsalar, artık
Türkiye'de sözde inkılablar adına büyük bir iş, bir başarı
gerçekleştireceklerdi. Ondan sonra artık din namına hiç kimse bir şey
diyemiyecek ve bir şey konuşamıyacaktı.
Milli Birlikçiler gizli gizli bu meseleyi de müzakereye aldı. Türkeş efendi
de bunların içinde idi. Planlar düşünüldü, Urfa'dan belli bazı bedbaht
insanlar tarafından da şikâyetler yazdırttırıldı. İhbarlar ettirildi.. ve nihayet
planladıkları projenin tatbik safhasına gelinmişti. Plan şu idi: Konya daki
Bediüzzaman'ın kardeşi Abdülmecidin ağzıyla bir dilekçe yazdırılacak, ona
imza ettirilecek ve bu dilekçe Türkiye siyasetinde hükmetmekte olan Milli
Birlikçilere verilecek.. Bunlar da bu dilekçenin gereğini yerine
getireceklerdi.
2405
2406
(191)Sivas kampından başka, bir kamp daha vardı. Balmumcu kampı...
Burası DP İktidarı içinde brokrasi işlerinde vazife almış belli kimselerle
doldurulmuştu.
2406
2407
2193
ZORAKİ DİLEKÇE VE MOLLA ABDÜLMECİD'İN HİKÂYESİ
1962'de bizzat Abdülmecid Efendi'yi Konya'daki evinde ziyaret ederek
dinlemiştim. Evine bir arkadaşla, Hüsmen Hoca ile birlikte gitmiştik.
"Urfalıyım" deyince, mübarek yaşlı, mahzun Molla Abdülmecid Efendi, ben
hiç sormadan hikâyeyi tafsilâtıyla anlatmaya başlamıştı:
"1960 ihtilalinden iki, iki buçuk ay sonra idi. Bir gün eve iki sivil polis
geldi: "Sizi vilayetten istiyorlar" dediler. Düşündüm, benim vilayetle ne
işim var?.. Fakat gitmemezlik de yapamazdım. Kalktım, gittim. Konya
Valisi makam odasında oturmuş bir kaç general vardı. Bunlar -sonradan
öğrendim- Konya askeri valisi, Urfa askeri valisi General Necdet Yalçın,
Isparta valisi ve zamanın kara kuvvetleri komutanı orgeneral Cemal
Turaldı. Bana yer gösterdiler. Oturdum. Merhabalaşmalardan sonra, Cemal
Tural söze başladı, dedi ki:
"Urfa'daki ağabeyin Said-i Nursî'nin mezarı başında çok izdihamlar, ayinler
oluyormuş. Hükûmet bu işi hoş görmüyor. Buna dair Urfa'dan çok
ihbarlar, şikâyetler geliyor. Bu arada ziyaretçi ismi altında başka ülkelerden
casuslar da geliyor" dedi.. ve "Hülâsa: hükûmet, onun mezarını Urfa'dan
kaldırmak istiyor, başka yere nakledecektir.” dedi.
"Fakat hükûmet bu işi yaparken kendi adına değil, senin adına, senin
müracaatına bina edecek. Kanunda da yeri vardır. Bilmem hangi maddenin
14. bendi vardır. Bu maddeye istinaden senin adına bir müracaat dilekçesi
hazırlanmıştır. Bunu imza edeceksiniz!." dedi.
Ben: "Siz onu nereye götürseniz de aynı ziyaretçi izdihamı olacak. Yine
her taraftan ziyaretçiler gelecek!..” dedim.
Cemal Tural: "Hükûmetin düşündüğü başkadır.. Lütfen imza edin!" dedi.
Baktım ki, direnmelerim fuzulî olacak. Dilekçeyi bana her halukârda imza
ettireceklerdir. Kalktım, imza ettim. Müsaade isteyip çıkacağım sırada,
bana: "Evden uzağa ayrılmayın, seni yine çağırabiliriz." dediler. Oradan
ayrıldım, mahzun ve perişan bir şekilde eve döndüm"
URFA'DAKİ DURUM
Konya'da tertiplenen bu planlar ve işler olurken; Urfa'da da hazırlıklar
başlanmıştı. Bir gün akşamdan itibaren Urfa'nın etrafına; belli noktalarına
2407
2408
tanklar, zırhlı araçlar yerleştirilmiş, lazım gelen askerî tertibat alınmıştı.
Şehrin içinde de, yatsıdan sonra belli bir cadde hariç halkın dolaşmasına
izin verilmiyor.. hatta emniyet kuvvetleri olan polis ve bekçiler de
karakollara hapsedilmiş gibi çıkıp dolaşmalarına izin verilmiyordu.. Her
tarafta silahlı askerler, her köşede nöbetçiler, caddelerde de zırhlı araçlar...
Urfa ha
2408
2409
2194
kı bu durumdan hiç bir şey anlamıyor.. Hatta Urfa'nın kalesine de askerler
yerleştirilmiş, Dergâh camiinin etrafı zırhlı araçlarla kuşatılmış vaziyette.. O
tarafa hiç kimse bırakılmıyor..
Takvim 11 Temmuz gecesi ve 12 Temmuz sabahı 1960-10 Muharrem
1380(192) aşure gününü gösteriyordu. Gece saat bir buçukda bir yüzbaşı
nezaretinde evvela türbenin o zamanki itibarıyla batı tarafındaki mezarlığa
bakan penceresinin demir parmaklıkları keskilerle kesiliyor ve oradan
türbeye girilmiş rengi veriliyordu.
Aslında bu bir oyundu. Çünki aynı gece Urfa müftüsünü, Dergâh imamını
ve müezzini de oraya getirmişlerdi. Yani normal olarak cami kapısını
anahtarlarıyla açarak içeri girmişlerdi. Fakat öyle bir şekil vermişlerdi ki
güya meçhul kimseler tarafından, arkadan mezarlığa bakan daracık üst
penceresinden türbeye girilmiş ve na'ş kaçırılmış gibi...
Türbenin mermer taşları kırılırken; Urfa Müftüsü Eyyüp Sabri, Dergâh
camii imamı Bahaeddin Hoca ve müezzin Durak da hazır bulunduklarına
Bekçi Hanif Kaya şahidlik yapmaktadır. "Ben o saatte Dergâhın üst
tarafındaki kayalık mağara gibi yerde oturmuş, manzarayı seyrediyordum"
diyor.
Bazı rivayetlere göre, Üstad'ın -henüz kabri yıktırılmadan önce- mezkûr
müftü, imam ve müezzinin ve bir de o sıra Dergâhın yanında otobüs
garajını işleten alevi meşrepli Maksud Çavuş isminde biri varmış.. Bu
adamlar birlikte "Bediüzzaman’ın türbesi başında Nur ayini yapılıyor" diye
askerî hükûmete şikâyetlerde bulunmuşlarmış.
Eğer bu hadisenin aslı varsa, mutlaka, Üstad'ın kardeşi Abdülmecid
Efendiye adı geçen zoraki dilekçe imza ettirildiği gibi, bunlara da icbar
neticesinde imzalattırılmıştır sanırım. Yahut da mezkur adamlardan
bazısının karakteri de o işe müsait gelmiş.
KABİR CANAVARLARI
Eski tarihlerde geceleyin mezar soyanlara "Nebbaş" diye ad koyarlarmış.
Amma eskideki nebbaşlar sadece kabirdeki altın gibi eşyayı çalmak için o
işi yaparlarmış. Fakat bizim resmî nebbaşlar, kabrin içinde ölü ile beraber
gömülen eşyayı soymak ve çalmak değil, bizzat ölünün kendisini çalmak,
cenazeyi kaçırmak şeklinde tarihlerde emsali olmıyan bir soygunculuk, bir
nebbaşlık, bir kabir canavarlığı tarzında kendini göstermiştir.
2409
2410
(152) Hazret-i Üstad Urfa'nın Dergah toprağında miladî hesaba göre üç ay,
ondokuz gün kalmış oluyor.Fakat hicrî takvime göre üç ay 22 gündür.
Çünki 25 Marttan 11 Temmuz gecesine kadar tam yüz ondokuz gündür.
A.B.
2410
2411
2195
KABİR NASIL YIKILDI?
Az ilerde nakledeceğimiz, aynı hadisede bulunmuş bir askerin ifadesine
göre; masum erlerin eline keski ve çekiçler verilerek "Haydi kırın!..” diye
emir vermiş subayları...
Erler gecenin sessizliğinden mübarek, muhterem ve masum kabrin
mermerlerini çözmeye başlıyorlar. Kabrin içinden çıkartılan sandık, yer yer
çürümüş olduğu için; yeni ve galvanizli bir saç sandık ve bir tutya tabut
hazırlanmış getirilmişti.
N.Şahiner'in bizzat Muş'lu boksör Yusuf'tan dinleyerek naklettiğine göre,
eskimiş ve çürümüş sandıktan çıkarılan cesed, hiç bozulmamıştı. Oraya
getirilmiş bir sivil doktor, yeni sandığa konan Üstad'ın cesedini ilaçlıyor ve
etrafına kepek sıkıştırıyormuş.
Başka bir rivayet
Urfalılardan bir çok kimsenin dilinde dolaşan ve fakat kesin bir şâhid ve
müeyyideye dayandığını tesbit edemediğimiz bir rivayet şekli de: Kabri
yıktırmak için getirilen erlerin başındaki yüzbaşı kabrin yıktırılması için
emir vermiş. Erlerden birisi, bu işi kesinlikle yapmıyacağını ve
yapamıyacağını söylemiş. Bunun üzerine yüzbaşı süngü ile o eri orada
şehid ettiğini söylerler. Hatta Dergâhtan itibaren ta askeriye şehid
mezarlığına kadar yer yer o sabah kanların damlamış olduğunun izlerini
görenlerin de olduğunu söylerler.
KONYA'DAN URFA'YA GETİRİLEN ABDÜLMECİD EFENDİ
Urfa'ya nasıl getirildiğini de, bana yine o günü evinde ziyaretim esnasında
anlatan Molla Abdülmecid Efendi, bu macera ve hikâyeyi de şöyle anlatıp
tamamlamıştı:
"Konya'da vilayete çağrılarak, hazırlanmış dilekçeyi imza etme
hadisesinden sonra evime dönmüştüm. Tenbih ettikleri şekilde evden
ayrılmadım. Hep evde bulundum. Bir gün ikindi olmuştu, namazı kıldım.
İki polis geldi, beni vilayete götürdüler. Ordan da Konya askeri hava
meydanına götürüldüm. Uçağa bindirdiler. Benim tam yanıma Kara
Kuvvetleri Komutanı Cemal Tural oturdu. Urfa valisi General Necdet
Yalçın ile, Diyarbekir Kolordu kumandanı da uçağa bindiler. Uçak
havalandı. Cemal Tural benimle konuşmak istiyor, elindeki haritaya
bakarak: "İşte Hocam, şimdi falanca yerin veya vilayetin veya kazanın
üstündeyiz" diyor ve bana karşı çok yumuşak ve mültefit davranıyordu.
Pervaneli uçakla Urfa'ya gelinceye kadar, vakit gece olmuştu. Araba ile
askeri garnizona getirildim. Cemal Tural beni oradaki bir albaya teslim
2411
2412
ederek, istirahatim, yemek işi ve rahatça namaz kılmam için ona tenbihatta
bulundu.
Biraz istirahat ettikten ve namazımı kıldıktan sonra, beni araba ile bir yere
götürdüler. Gözlerim geceleyin iyi görmediği için, neresi idi bilemiyorum.
Bir avlu, etrafı eyvanlarla çevrili, hanâ benzer bir yer idi. Orada bazı subay
ve askerler de vardı. Bir sivil adam, bir tabuta kepek koyuyor, ilaçlıyordu.
O adam meğer doktormuş.
2412
2413
2196
2413
2414
2197
AĞABEYİN'DİR İSTERSEN BAK
Tabutu hazırlamakla meşgul olan sivil doktor ve oradaki subaylar bir ara
bana: "İşte ağabeyinin na'şı, istersen bak!" dediler.
Ben parmağımla na'şe hafifçe bir dokunuverdim. Pamuk gibi yumuşak idi.
Yüzünü açıp bakmadım, bakamadım... Ah! Ne için bakmadım?..
Tâbut kepeklendi, ilaçlandı ve bitti. Kapağını kapayıp iyice lehimlediler.
Benim Konya'da imza edip teslim ettiğim dilekçeyi de şeffaf bir mika içine
konulmuş olarak tabuta astılar.. Ve tabutu askerler omuzuna alıp kapıda
bekliyen askeri bir cemseye koydular. Beni şoför mahalline aldılar. Urfa
tayyare meydanına geldik.
TABUT UÇAĞA SIĞMAYINCA
Tabutu uçağa koymak için harekete geçildi. Fakat mevcud uçağın kapısı
dar olduğundan, ne yaptılarsa tabut ve sandık içeri girmedi. Bu duruma
çok hiddetlenen Cemal Tural: "Neden bu işin hesabını kitabını yapmadan
hareket ediyorlar? Neden sandığa Tabuta- göre bir uçak getirmiyorlar?..
diyerek bağırdı, çağırdı. Emir verdi: "Acele bir ikinci büyük uçak gelsin!."
dedi. Urfa Tayyare meydanında, Cemal Tural ve birkaç yüksek rütbeli
subaylarla bekledik.
BİR ALBAY'IN BİLGİÇLİK TASLAMASI
Biz meydanda gelecek ikinci uçağı beklerken, albayın birisi bilgiçlikler
taslayarak, Üstad aleyhinde ileri geri konuşmaya başladı. Ben de cevab
vermeye çalıştım. Konuşmamızı duyan Cemal Tural, albaya hiddetle
bağırdı: Bu şeylerin şimdi sırası mı? Adamcağız ölmüş gitmiştir. Şimdi
buradaki kardeşinin zaten acısı ve kederi kendisine yetmektedir.. Ne
istiyorsunuz adamdan?.." diyerek o albayı susturdu.
İKİNCİ UÇAK ÇOK GEÇ GELDİ
Beklediğimiz ikinci uçak çok geç geldi. Cemal Tural bağırıp duruyordu.
Nihayet uçak geldi. Amma zaman kuşluk vakti olmuştu. Gelen uçak büyük
idi. Tabutun bir tarafını bizzat Cemal Tural tutarak, uçağa yerleştirdiler ve
havalandık. Tahminime göre altı yedi saat bir yolculuk sürdü, ikindiye
yakın bir zamanda Afyon'a indik. Tabii oranın Afyon olduğunu kendileri
söylemişlerdi.
AFYON'DAN SONRAKİ YOLCULUK
Uçağımız Afyon'a indikten sonra, tabutu çıkarttılar, askeri bir kamyonete
yerleştirdiler. Ben de yine şoför mahalline bindim. Arkamızda da bir
2414
2415
2198
iki jeep ve kamyonetler dizildi. Yola koyulduk. Dağlık bir bölge idi.
Nereye gittiğimizi, hangi tarafa gittiğimizi bilmiyordum, sormuyordum
da... Adeta bu durumlar karşısında şaşkın bir durumda idim.
Gitgide tahminen yedi saat kadar gittik, gecenin geç saatlerinde bir yere
vardık, orada durdular. Durduğumuz yerde bir kaç er ve astsubaylar vardı.
Bir kabri kazmış bizi bekliyorlarmış. Hemen acele, acele tabutu indirdiler
ve o hazır kabre koydular, üstünü toprakladılar. Onlar bu işle meşgul iken,
ben sağa sola baktım, gözlerim iyi görmemekle beraber, orası bir dağın
yamacına benziyordu. Bir metre kadar yükseklikte olan bir sur etrafında
vardı. Surun üstüne çıktım, etrafıma baktım, hiç bir ışık görünmüyordu.
Her taraf kapkaranlıktı.
Tabutu gömdüler. İş bitti. Bir astsubay bana: "Hocam, siz bu gece burada
mı kalmak istersiniz, yoksa evinize mi dönmek istersiniz" dedi.
Ben düşündüm, burada kalıp da ne yapayım? dedim: "Eğer beni evime
gönderirseniz evime gitmek isterim". Ah niye kalmadım?.. Belki kalmış
olsaydım, hiç olmazsa o yeri tanımış olurdum!
Astsubay: "Peki hemen sizi gönderelim.” dedi. Az sonra siyah bir otomobil
geldi. Şoförü askerdi. Bindim ve yürüdü.
BU IŞIKLAR NERENİN?
Siyah otomobille tahminen bir, birbuçuk saat kadar gittikten sonra, ışıkları
yanan bir şehre yaklaştık. Şoföre sordum, "Bu ışıklar nerenin? Burası hangi
şehir oğlum" dedim.
Asker: "Burası Eğridir efendim" diye cevab verdi. Böylece yolumuza
devam ettik. Sabahleyin saat sekiz dokuz sıralarında Konya'ya evime
dönmüş oldum.(193)”
Bu konuda bir rivayet daha vardır. Oda şöyledir:
O sıra Urfa Jandarma Alayında askerliğini yapmakta olan, Kayseri
Sarıoğlan küpeli köyünden Mehmet Adıgüzel (Şimdi halen Almanya
Berlinde işçi) yine Berlinde Türk işçisi Arslan Taş Hocaya demiştirki:
“Ben o gece nizamiyede nöbetçi idim. Bazı arkadaşlarımızı Türbeyi
açtırmak için götürmüşlerdi. Sonra tabutun içinde bulunduğu kamyonet
yanımızdan geçip gitti. O gece askerler arasında dolaşan fısıltı ise, Said-i
Nursinin na’şının Urfadan götürülmediği ve Urfanın bir başka yerine
gömüldüğü tarzında idi.”
2415
2416
İşte kabir canavarlarının gece soygunculuk hikâyeleri ve işte Hazret-i
Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi'nin meçhul olan mezarı ve macerası
bundan ibârettir.
(193)N.Şahiner, Muzaffer Aslan kanalıyla Molla Abdülmecid Efendi'den
yaptığı nakil ve rivavet ile, bizim bizzat ve şahsen dinlediğimizin arasında
mühim noktalarda bazı farklar ve muhalefetler vardır. Amma meselenin aslı
ve kökeninde müttefikiz. A.B.
2416
2417
2199
KABİR MEÇHûLMÜ KALAAK
Bu kabir, acaba bir gün gelir bu meçhullükten ve gizlilikten çıkacak mıdır,
çıkmayacak mıdır, bilemiyoruz. Amma çıksın çıkmasın, hakikat da fazla
mühim değildir. Çünki bu kabir sahibi olan o Hazretin kendi sağlığında
buyurduğu gibi "Nerede olursa olsun, okunan fatihalar ervaha gider"
yanına gitmek şart değildir.
Evet, kabir, insanın hatırasının'bir alametidir, bir nişanıdır. Bir tekrim
remzidir. Yoksa kabir ile fazla bir işimiz yoktur. Onun bize bıraktığı
mukaddes yadigârı olan Kur'anın tefsiri, hakikatlarının şârihi muazzam,
bâkî ve ebedî Risale-i Nur eserleri vardır. Onun müellifi olan Hazret-i
Üstad Bediüzzaman, bu eserlerin satırları arasındadır. Satırları arasında
olduğunu bizzat kendisi söylemiştir. öyle ise, onunla her zaman görüşüyor
ve dersimizi alıyoruz, Elhamdülillah!..
RİSALE-İ NUR VE NUR TALEBELERİ ALEYHİNDE DÜZENLENEN
KANPANYALI TAARRUZLAR
27 Mayıs ihtilalinden hemen sonra, Nur talebelerine ve Risale-i Nur
eserlerine karşı yapılan zulümlü tecavüz ve taarruzların genel haritasına
dair bir ta'rifeye az üstte kısacık temas edildi.
Bunun dışında olarak; 10 Kasım 1961'de İnönü'nün Başbakanlığında ve
ihtilal gölgesinde kurulan kabine ile birlikte, Nur talebeleri aleyhine planlar
düzenlenmeye başlandı.
1962 başlarında ilk iş olarak, Türkiye'deki Nur talebelerinin sayısını tesbit
etmek oldu. Her yerden raporlar istendi. Toplanan raporların neticesi
İnönü'yü çok şaşırtmıştı. Çünki gelen raporlarda, Türkiye'de Nurcuların
sayısı beş milyon olarak gösterilmekteydi. Bunların fedaî kısmı ise, yediyüz
bin!..
Bunun üzerine müzakereler başlandı "Ne yapalım, ne edelim?" diye..
Günlerce, belki aylarca müzakereler yapıldı.
Bir fikir: "Nurcuların umum ele başlarını çeşitli bahanelerle kamplara
dolduralım" şeklinde idi(194).
Fakat bu iş, pek kolay olmıyacaktı. Bu fikir tezine karşı çıkanlar oldu.
Çünki Türkiye'de demokrasi diye bir şeylerden söz ediliyordu artık...
Nato'ya bağılılıktan da dem vuruluyordu...
2417
2418
(194) İhtilal başlarında bu fikir Cemal Gürsel'den şöyle geliyordu: "Bütün
yobazları (yani Nurcuları) kamplara dolduralım.”
2418
2419
2200
Netice-i karar:
"Risale-i Nur ve Nur talebeleri aleyhinde neşriyat yapalım, iftiralar
yağdıralım. Bediüzzaman'ın manevî şahsiyetini halk nazarında çürütmeye
matuf yalanlar uyduralım" planı ve kararı üzerine ittifak sağlandı.
Emekli General Saadettin Evrin bu işin koordinesiyle vazifelendirildi.
İlahiyat fakültesinden de bir doçent ve bir asistan ayarlandı. Her çeşit plan
ve projeler -İlahiyat fakültesi merkez olarak seçilecek- orada yürütülecekti.
Diyanete mensub bir vaiz de bu işin içine alındı.
Merkezi Ankara olmak üzere, taşra işini yürütecek ve destek sağlıyacak
belli bazı şahsiyetler de ayarlandı. İzmir'de bir doktor, İstanbul Hukuk
Fakültesinde bir asistan ve Şark bölgesinde de bir general
vazifelendirildi.İsimlerini yazmadığımız şahısların tek tek isim ve ünvanları
ve yaptıkları faaliyet ve proğram işleri, tamamen merhum Eşref Edip'in
1964'de kaleme alıp neşrettiği "Risale-i Nur muarızı yazarların isnadları
hakkında ilmî bir tahlil" adlı kitabında mevcuttur, görülebilir.
Saadettin Evrin Paşa o sıra aynı zamanda Diyanet Reisi baş muavinidir.
KAMPANYA BAŞLIYOR
Saadettin Evrin Paşa'nın başkanlığnndaki heyet, ilahiyat fakültesinde
hazırladıkları sahte bir broşürü, Saadettin Evrin ile CHP'li devlet bakanı
tarafından o zaman Diyanet reisi Muhterem Hasan Hüsnü Erdem Hocaya
da imza ettirmek üzere kendisine gittiler.
Hadise şöyle cereyan etti: Saadettin Evrin Paşa ile mezkûr Devlet Bakanı,
Diyanet Reisi Hasan Hüsnü Efendiye o sahte ve ma'hud broşürü
götürüyorlar. "Bunu imza et!" diyorlar.
Reis Hasan Hüsnü Erdem, öylesine sahte ve kabih ve rezil bir şeye imza
atamıyacağını, çünkü o tarihe kadar Diyanet riyaseti camiası olarak Risale-i
Nur hakkında bir çok müsbet raporlar verdiğini ve bu raporların bazılarına
kendisinin de imzasını attığını, bu yüzden böyle bir şeye imza atmak
demek, Diyanet Riyasetinin âlemde rezil olmak demek olacağını
söyliyerek, imza etmekten imtina' edince, bu defa Hasan Hüsnü Efendi
istifaya zorlandı ve istifa etti.
Nihayet kimseye imza ettiremedikleri o sahte ve rezil büroşür, imzasız
olarak neşredildi. İsmi ve cismi olmıyan hayalî bir matbaanın ismi de
verilerek yayınlandı. Hem de binlerce insanın adreslerine bedava yollandı.
2419
2420
Bize de gelmişti o sahte broşür... onu kim gördü ise, görür görmez sahte
olduğuna ve dinsizlerin bir iftirası olduğuna hemen kanaat getirdi. Bu
ma'hud müfteri broşür zerrece Risale-i Nura menfi cihette te'sir etmediği
gibi, onu
2420
2421
2201
neşredenleri dünyada da rezil ve perişan etti. Hatta neşrettiklerine pişman
etti. Çünki bu broşür, tek-tek ilmi izahlarla iftiralarını ilmen çürüten
cevablar verildiği gibi, Risale-i Nuru daha da çok parlattı. Her taraftan
nazar-ı dikkat risaleye çevrildi. Merakların tahrikine vesile oldu.
Çok kısaca temas ettiğimiz bu ma'hud plan, fakat son derece ahmakane ve
rezilce olan hadisenin detaylarını, merhum Eşref Edip Fergan'ın kaleme alıp
1964'de neşrettiği yüz on iki sahifelik "Risale-i Nur Muarızı Yazarların
İsnadları
Hakkında İlmi Bir Tahlil" adlı kitabına havale ederek burada uzun
tafsilattan sarf-ı nazar ettik.
Bu kitapta, yani Eşref Edibin cevab olarak yazdığı mezkûr kitapta, o
ma'hud iftira kampanyasına dahil olanların tek tek isim ve ünvanları,
yaptıkları iftira ve yalanların şekil ve mahiyeti.. ve o iftiralı isnadların
tümüyle baştan sona kadar yalan ve iftira olduğunu tarihiyle zamanıyla,
vesika ve belgeleriyle ispat edilmiştir. Biz de ona havale ediyoruz.
TAHRİF TERANESİ VE MENŞEİ
Risale-i Nurların te'lif, tertip, tanzim ve tasnifine ait mevzuu Üstad'ın Barla
hayatı kısmında, yaptığımız araştırma ve sunduğumuz belgeler gibi, binler
delil ve bürhanlarla Risale-i Nurun harika bir eser olduğu ve Kur'anın malı
olarak onun mertebe-i arşiyesinden inen ilhamlar olup, Kur'ana ayine
olduğu şeksiz ve muhakkak ispat edilmiştir. Dünyanın ilim ve irfan
sahasından bir güneş gibi doğan Nur Risalelerinin dünya çapındaki azametli
intişarı ve harikulade fütûhat ve tesiratı karşısında, ilim ve akıl meydanında
zillet ve mağlubiyete düçan olan denî ve rezil ehl-i dalalet, Nurun bu harika
te'sir ve intişarını engellemek, durdurmak veya hiç olmazsa bulandırmak
için her bir denî çareye, her bir alçaklığa ve her bir rezil iftiraya tevessül
edegeldikleri hadiseler ve delillerle ortaya çıkmış ve ispat edilmiştir.
Nurun ilk zuhûr günlerinden ta günümüze kadar hep hükûmetleri iğfal
etmek suretiyle, onun kuvvetini engellemek için, kanunların lastikli ve
eğilimli ve esnek taraflarını istimal ile, Nur müellifini ve fedakâr sadık
kahraman talebelerini defalarca hapislere, zindanlara tıktılar. Fakat o
Dostları ilə paylaş: |