Bibi. A. Yesari, İstanbul Hatırası, İst., 1987, s. 133, 134; A. Giz, Bir Zamanlar Kadıköy, ist., 1988, s. 57.
MEHMET YENEN
KOÇU, REŞAD EKREM
(1905, İstanbul - 6 Temmuz 1975, İstanbul) Tarihçi.
Ekrem Reşad Bey ile Hacı Fatma Hanım' m oğludur. Babası Ekrem Reşad Bey (1877-1933), Yemen ve Sivas defterdarlıklarında, son yıllarında İstanbul Şehremaneti muhasebeciliğinde bulunmuş olan Abdullah Reşad Bey ile Osman Paşa kızı Melek Ha-nım'ın oğlu idi. Ekrem Reşad Bey, İstanbul' da çıkan Tarik, Malûmat, Ceride-i Havadis gazetelerinde çalışmış, daha sonra Konya'da Sanayi Mektebi müdürlüğüne a-tanmış ve Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar bu görevde kalmıştır. Ekrem Reşad Bey, Konya'da yaşadığı yıllarda, Babalık gazetesinde de çalışmıştır. İstanbul'a döndüğünde, 1925'ten ölümüne kadar Cumhuriyet gazetesinin memleket haberleri servisinin başında bulunmuştur.
Reşad Ekrem'in annesi ise, şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Eski Zağra esnafından Emin Paşazade Şevket Bey'in kızı idi. R. Ekrem'in annesine çok büyük sevgi ve saygısı vardı. Bu hislerini yazıları a-rasında sıkıştırılmış cümleler ile de belirtirdi. Ayrıca çocukluğunun ilk yıllarının Boğaziçi'nde bir yalıda geçtiğini de bazı yazılarında anlatmıştır. Yazılarında Konya'ya dair bir hatıraya rastlanmaz veya varsa da bizce görülememiştir. Halbuki bütün aile bir süre Konya'da yaşamıştı.
Babası İstanbul'a döndüğünde, Göztepe'de Kayışdağı Caddesi üzerinde, bahçe içinde ahşap bir köşk almıştı. Reşad Ekrem, Fahrettin Kerim Gökay'ın(->) köşkünün hemen yanında olan bu köşkte uzun yıllar yaşadı. Babasının ölümünden sonra
annesi ve ablası Emine Halet Hanım ile burada ömrünü sürdürdü. Pek fazla bir ilişkisi olmayan diğer bir kız kardeşi ise İzmir' de evli bulunuyordu. Reşad Ekrem her gün Göztepe'den İstanbul'a inerek, öğretmenlik yaptığı okullara gitti veya şehir incelemeleri yaptı. Çok sevdiği Ahmed Ra-sim(->) ile edebiyat fakültesinde hocası Ahmed Refik Altınay(->) gibi o da büyük ölçüde içkiye düşkündü. Muallim Naci'nin mısraları ile: "Gönlüme sakîyi mimar eyledim meyhanede" felsefesini benimsemişti ve bu görüşe göre de yaşantısını sürdürdü.
Ablasının ölümünden sonra Göztepe' deki köşk satıldı. Fakat Reşad Ekrem o çevreden kopamadı. Önce Ziverbey Cad-desi'ne açılan ara sokaklardan birindeki bir apartmana, sonra da eski köşkünün arsasının karşısında ve az yukarıda başka bir apartmanın üst katındaki bir daireye geçti. Yıllardır hasta olduğunu ve artık fazla yaşayamayacağını söylerdi. Eylül 1965'te yani ölümünden tam 10 yıl önce bir gazeteciye "Şu fani dünyadan pek ani göçe-cekmişim gibi geliyor bana. Eh yaş 60, amma ben bunun çok çok üstünde ihtiyarladım, kendimi hallice hissetmiyorum..." diyordu. Emekli olduktan sonra, bu ufak apartman dairesine kapanmış, kâğıtları, notları, kitapları, dosya ve hatıraları arasında çalışıyordu. Son nefesini de burada verdi. Göztepe istasyonu yanındaki Tütüncü Mehmed Efendi Camii'nden 9 Temmuz 1975 Çarşamba günü kaldırılan cenazesi, Sahrayıcedit Mezarlığı'nda son istirahatgâ-hına bırakıldı.
Reşad Ekrem, Osmanlı Devleti'nin son, Cumhuriyet'in ilk yıllarında, aydın bir babanın oğlu olarak büyüdü ve yetişti. 1931' de İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden mezun olduğunda buradaki Osmanlı tarihi kürsüsü, tarihçi Ahmed Refik Altınay tarafından idare e-diliyordu. Genç Reşad Ekrem'in, tarihi herkesin zevk alarak okuyacağı bir şey ha-
Reşad Ekrem Koçu
Ara Güler
KOÇU, REŞAD
42
43
KOL GEZMEK
R
U
line getirmesinde herhalde hocasının da tesiri olmalıdır. Mezun olduğunda, edebiyat fakültesinin tarih bölümünde asistan olarak görevlendirilmişti. Fakat burada daha ilerlemesi mümkün olmadı. 1933'te yapılan yenilik ile pek çok öğretim üyesi ve yardımcısı Darülfünun dışında bırakıldığında, o da hocası Ahmed Refik ile birlikte üniversiteden ayrıldı.
Reşad Ekrem, emekliliğine kadar istanbul okullarında, son olarak da Vefa ve Per-tevniyal liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Bu görevinin yanında, İstanbul'un dergilerinde, pek çoğu artık çıkmayan gazetelerinde yüzlerce, hattâ binlerce makale yayımladı. Geçimini büyük ölçüde kalemi ile sağladığından, durmaksızın, dinlen-meksizin yazdı. Yazdıklarının tam veya tama yakın bir bibliyografyasını derlemek kolay bir çalışma değildir. Yapılması gerekli olan bu iş için büyük dikkat ve sabır gerekli olduğu da unutulmamalıdır.
Bütün yazdıklarında tarihi gerçekleri değiştirmeksizin, kaynaklardaki bilgi ve tasvirlerin bir araya getirilmesi, bunların bir hikâye örgüsü içinde ustalıkla toplanması suretiyle meydana getirilmiş Esirci-başı, Forsa Halil (1962) gibi tarihi romanlar veya belirli bir tarihi şahsiyeti kuru bir tarih halinde değil, canlı bir varlık olarak anlatan romanlaştırılmış tarih (Patrona Halil [1967], Kabakçı Mustafa [1968], Kösem Sultan) monografyaları yazdı.
Fakat Reşad Ekrem'in bir özelliği, Osmanlı tarihinin basılı kaynaklarını ve yakın geçmişteki gazeteleri büyük bir dikkatle tarayıp, bunların içinden çeşitli türde meraklı olayları, hikâyeleri pek akla gelmeyecek ayrıntı ve yaşantıları çıkarmış olmasıdır. Bunları yazarlık hayatı boyunca geniş ölçüde kullandı, bazılarını da kitap halinde yayımladı (Kızlarağasmm Piçi [19331, Hatice Sultan ve Ressam Melling [1934], Eski İstanbul'da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri [1947], Erkek Kızlar [1962], Dağ Padişahları [1962] gibi). Bu çeşit yüzlerce yazı dizisi ise, gazete sahifelerin-de gömülü kaldı.
Reşad Ekrem, bazı Osmanlı dönemi kaynaklarım bugünkü dile aktarıp, onları herkesin okuyup zevk alabileceği bir hale getirdi. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'-sinin ilk 5 cildini hayli kısaltılmış olarak bu surette özetlediği gibi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki elyazması Aşçı Dede' nin Hatıraları'm, Seyyid Vehbî'nin Surname'sini, Haşmet'in Vilâdetname'si-ni kolay anlaşılır bir dille kısaltarak yayımladı. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'Tiden, evvelce yapılan baskıda bulunmayan, elyazmalarmdan derlediği parçalardan yaptığı çok uzun bir tefrika ise ne yazık ki kitap halinde yayımlanmadan bir günlük gazetenin sahifeleri içinde kaldı. İstanbul ve Türkiye'den bahseden bazı Fransızca seyahatnameleri de kısaltarak resimli ince kitaplar halinde bir dizi olarak bastırdı. Bunlardan ilki İtalyan yazarı Edmondo de Amicis'in(->) kitabı oldu. Reşad Ekrem, halka zevkle okuyabileceği, ağır bilgiler ve notlar ile yüklenmemiş, fakat ciddi ve hattâ içinde ilgi çe-
D
K
Bugün dalkavukluk bir ruh ve tıynet meselesidir; iş, meslek olmaktan çıkmıştır. Tanzimattan evvelki devirde ise, dalkavuklar, kâhyalan, nizamnameleri ve narhları olan bir esnaf zümresi idi. Topkapı sarayı arşivinde Birinci Mahmut devrine ait kime hitab ettiği belli olmayan bir arzuhal bulunmuştur ki bugünkü yazı dilimize çevrilmiş sureti şudur:
"Devletli, inayetli, merhametli efendim,
"Kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir: Her sene Ramazanı Şerif geldiğinde, İstanbulda, davetli davetsiz iftarlara gideriz; ulemanın, ricali devletin ve sair büyüklerin, mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, şerbetler, türlü türlü reçeller, tavukgöğüsleri, elmaspareler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, süzme aşureler, hoşaflar yer ve içeriz; üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lâkin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceğimiz aşikârdır. Kadîm nizam ve kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmasını, uygunsuzların içimizden tard edilmesini, tavır ve hareketleri hepimizin makbulü olan Şakir Ağamn cümlemize kâhya tayin olunmasını ve eline memuriyetini bildiren bir kıt'a ruhsatname ihsan Duyurulmasını niyaz ederiz. Emir ve ferman devletli inayetli efendim Sultanım hazretlerinindir. Dalkavuk kulları".
Bu kıymetli vesikanın altına da şu şayanı dikkat satırlar yazılmıştır: "Dalkavuklar kibar ve rical huzuruna girdiklerinde etek öperler. Oturacakları yer, trabzan yanındaki küçük minderdir. Vazifeleri, hane sahibi olan zatın mizaç ve tabiatına uygun şekilde konuşmak, meclise neşe vermek, keder verici sözlerden, zikri müstekreh tabirlerden ve küfürlerden gayetle sakınmaktır. Hane: sahibi ne söylerse fevkalâde yardakçılıkla tasdik edecekler ve asla aykırısında söz söylemiyeceklerdîr. Verilen ihsanı gizlice alacaklardır, verilen paranın-çokluğu ile meslekdaşları arasında öğünmiyeceklerdir". Yine bu vesikada bulunan bir "dalkavuk narhf'ndan, dalkavukluğun sadece söz ile bir velinimete yardakçılık olmadığını öğreniyoruz. Dalkavuk, vücudunu da eğlence âleti yapmış bir zavallı, bir biçaredir; hattâ dalkavukluk tehlikeli meslektir. Yapılacak çeşitli eğlencelere göre dalkavuklara konulacak narh da şudur:
Dalkavuğun burnuna fiske vurma (fiske başına) ,'.,. 20 para
Başına kabak vurma 20 "
Yüzünü tokatlama (tokat başına) ...30 "
Oturduğu minderden ve setten aşağı yuvarlama 30 "
Merdivenden aşağı yuvarlama , 180 "
(Bir yeri incinir, kınlırsa tedavi ve cerrah parasını lâtife eden verir)
Çıplak başına tokat atma (tokat başına) , 45 "
Elinde beş on kıl kalmak ve dişlerini leylek gibi
çatırdatmak şartiyle sakal zelzelesine ! 60 "
Sakal boyanmasına 60 "
Sakalın yarısı veya cümlesi arpa boyunca kırkılırsa, latifeyi
yapan dalkavuğun üç aylık nafakasını verir. Bu nafaka ayda
30 kuruştan 90 kuruştur
Dalkavuğun kafasına iri bir yumruk indirme (yumruk başına) ........ 40 "
Ellerine ve ayaklarına domuz topu bağlama 40 "
Yüzüne mürekkep ve kömür ile kara sürme ,...:..... 37 "
Kuyruğu dışarıda kalmamak üzere bir fındık sıçanını ağzının
içine kapatma 400 "
Sakız dolabı (bostan dolabı) na bağlanarak su içinde bir
mikdar durdurulmak şartiyle bostan kuyusunda bir devrine 600 "
Bu lâtifede'birden fazla her devir için ayrıca 100 para verilir. Dalkavuk boğulur ölürse cenaze masrafı latifeyi yapana aittir. Bir tarafının özengisi olmıyarak haşarıca bir hayvana bindirilip
temaşasından hoşlamlırsa 300 "
Bir salkım üzümün sapı ile beraber yedirilmesi 40 "
R. E. Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, ist., 1952, s. 3-5
kici yeni görüşler de bulunan tarih araştırmaları da sundu. Fatih Sultan Mehmed (1965), Yeniçeriler (1964), Osmanlı Padişahları (1960) ve Osmanlı Tarihinin Panoraması (2 c., 1964) gibi eserleri, bu hususta başlıca örneklerdir. Bunların dışında Cumhuriyet gazetesi ilavesi olarak basılan "Türk İstanbul" (1953), "Osmanlı Ta-
rihinin Panoraması" (1954), Sümerbank'ın kültür yayınları arasında yayımlanan, Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü (1967) gibi, eski dönemin merak edilen pek çok şeyi hakkında meraklan kolayca aydınlatan, faydalı ve ansiklopedik eserler de ortaya koymuştur.
Reşad Ekrem büyük, ağır ilmi yayınlara
pek heves etmedi. Bilgisi ve yetişmesi bu hususta yeterli olmasına rağmen, sadece kalınca bir cilt teşkil eden Osmanlı Muahedeleri ve KapitülasyonlarO934) ile istanbul Enstitüsü Dergisi'nde Bostancıba-şı Defterleri'nden 1814-1815 yılına ait olan bir tanesini yayımladı, islam Ansiklopedisi' nin Türkçe baskısında da "Ali Paşa Heki-moğlu", "Ali Paşa Sürmeli" maddelerini yazdı. Topkapı Sarayı'nın bölümlerini içlerinde geçen yaşamdan ile anlatan Topkapu Sarayı (ty) (1960 ?) kitabı ise herkesin zevkle okuyacağı ve faydalanacağı bir tarihçedir. Aynı konu üzerinde Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından basılan İngilizce A Guide to the Topkapı Palace Museum ise sadece basit bir kılavuzdur.
Reşad Ekrem istediğinde iyi resimler yapan, fakat genellikle nahif üslubu tercih eden bir ressam ve Acı Su (1965) başlıklı şiir kitabında da görüldüğü gibi serbest nazmı başarıyla kullanan bir şairdi de. Çocuklar başlıklı küçük kitabı ise, romantik, belki bazı kısımları gerçek hikâyelerden oluşmuştu.
Tarihçi olarak yetişmesinde Ahmed Refik'in büyük tesiri olmuştu. Onun büyük şehrin bütün özelliklerini tanımasında ise Türk edebiyatının ünlü kalemlerinden Ahmed Rasim'in geniş ölçüde payı oldu. Reşad Ekrem, onun, İstanbul'un Osmanlı Dev-leti'nin son yıllarındaki hayatını anlatan ve bu şehre olan sevgisini aynen almış, bunu Ahmed Refik'ten kendisine geçen edebi tarihçilik ile zenginleştirerek, İstanbul' un "nev-i şahsına mahsus" bir tarihçisi olmuştur. Bu şehre olan sevgisini, onu her şeyi ile ölümsüzlüğe kavuşturmak isteği, 1944'te istanbul Ansiklopedisi'm fasikül-ler halinde yayımlamak ile gösterdi. Reşad Ekrem, dünya yayın hayatında ilk olarak denenen bu girişiminde, bir şehri her şeyi ile ansiklopedi sahifelerine sığdırmayı tasarlamıştır (bak. İstanbul ansiklopedileri).
Ansiklopedi, Ankara Caddesi'nde (Babıâli), vilayetin yanındaki Naili Mescit'in az aşağısında bulunan ve hâlâ duran eski bir binanın zemin katındaki bir büroda hazırlanıyordu. Bu yayın Cemal Çaltı adındaki bir kereste tüccarının maddi yardımıyla gerçekleşmişti. Burada, bilhassa akşamüstleri, İstanbul'un tarih, edebiyat ve eski eserleri ile ilgili aydınları toplanıyor, birkaç saat süren sohbetlerden sonra, hep beraber o yıllarda henüz yıkılmamış Ba-hkpazarı'na gidiliyor ve konuşmalar içkili akşam yemeğinde de sürüyordu.
Ansiklopedinin maddelerinin çoğunu kendi yazan Reşad Ekrem, bunları kendi adıyla veya takma adla imzalıyordu (Ahmet Bülent Koçu gibi). Maddeleri süsleyen resimlerin bazıları da onun kaleminden çıkmıştır. Başkalarına hazırlattığı resimlerde de önerileri ve katkıları oluyor, hattâ bazen bunların taslaklarını bizzat çizerek ressama veriyordu. İlk istanbul Ansiklopedisi ancak 34. fasiküle ulaşabildi ve durdu. Bu ilk denemeden sonra Reşad Ekrem, tüccarlardan Mehmet Ali Akbay'ın yardımıyla 1958'de ikinci defa girişimde bulundu. Bu defa büro Sirkeci'de bir handaydı. Önceleri hayli hızlı giden yayın, sonra
ağırlaştı ve 10. cildinden sonra da hemen hemen durdu. Ecel geldiğinde çok büyük tasarlanan bu eserin 11. cildinden birkaç fasikül çıkmış, ancak "G" harfi maddelerinin ortalarına erişilmişti.
Bu satırların yazarı, 1945 yazında, Beyazıt'ta Kitapçı Nişan'ın dükkânında, o sırada Çatalca'da yedek subay olarak ikinci defa askerliğini yapan Reşad Ekrem'le tanıştığında, bu ölçülerde tutulan ansiklopedinin bitirilmesi hususunda ne düşündüğünü sormuş ve "Tabiidir ki bitireceğim, daha gencim" cevabını almıştı. Bazı maddelerin normal ölçülerin dışına çıkması, ansiklopedinin uzamasına ve basımın ağırlaşmasına yol açmış, maddi güçlükler de a-raya girince, Reşad Ekrem başlardaki iyimserliğini iyice kaybetmişti. Aradan geçen yıllar içinde Hammamizade İhsan, Muzaffer Esen, Sermet Muhtar Alus gibi dostları da birer birer bu dünyadan ayrılmıştı.
Evinde yüzlerce zarfta, ansiklopedide çıkacak maddelerin notları, resimleri ve çeşitli malzemesi toplanmıştı. Son yularda ü-mitsizliğe düşen Reşad Ekrem Koçu, bunları oturduğu apartmanın önündeki küçük düzlüğe yığıp yaktıracağını söylüyordu. Gerilerde kalan bir büyük devletin başkentinde yaşanılan hayatı, geçmişteki her tabaka ve inançtan insanlarını, yapılarını en iyi tanıyanlardan olan Reşad Ekrem çok şey yazdı, fakat ne yazık ki ömrünün eserinin tamamlandığını göremeden hayata gözlerim yumdu. Bir dostuna 1964'te yerdiği bir kitabın içine "Hâk-i siyeh içre kaybolacak dâne miyim ben demiş şair" cümlesini yazmıştı. Şurası gerçek ki Reşad Ekrem Koçu, "Hâk-i siyeh içre kaybolacak dâne" değildi.
Reşad Ekrem Koçu hiç evlenmemişti. Bu bakımdan oldukça derbeder bir yaşamı vardı. Son yıllarda Mehmet adındaki Anadolulu bir çocuğu resmen evlat edinmiş, o-nun kız ve erkek iki kardeşini de yanma getirtmişti. Ölümünden sonra Mehmet Koçu, ansiklopedinin bir depoda duran fasi-küllerini tasfiye etti. Arkasından da evde toplanan not ve dokümanları Niyazi Ahmet Banoğlu'nun aracılığı ile Tercüman gazetesi arşivine sattı. Bu arşiv de dağıtılıp satıldığına göre bugün ne olduğu bilinmez. Zaten az sonra Mehmet Koçu'nun da öldüğü duyuldu. Böylece Reşad Ekrem Koçu' nün bıraktığı her şey karanlıklarda kayboldu. Onun 19. yy gazetelerinden büyük bir sabırla toplayarak defterlere geçirdiği, i-namlmaz bazı polis olayları vardı; hamamlara dair zengin bir arşiv oluşturmuş, hattâ bunu özet olarak bir konferans halinde takdim etmişti. Bunların şimdi nerede ve kimlerin ellerinde olduğu bilinmez.
Reşad Ekrem Koçu, sağlam bir Osmanlı dönemi Türk tarihi formasyonu görmüş, tarihin bilmen tarafını iyice kavramış, fakat bununla beraber, edebiyatçı tarafı da olan bir yazardı. Aynı yıllarda günlük gazetelerde tarihi romanları çıkan M. Turhan Tan ve İskender Fahrettin Sertelli'den, gerek tarihi bilgilere sadık kalmak açısından, gerek üslup bakımlarından kıyaslanmaz derecede üstün idi. Reşad Ekrem Koçu, tarihi kuru bir anlatımdan çıkararak,
zevkle okunan bir "anlatım" haline getirmesini bilen, tarif ve tasvirlerinde gerçekleri titizlikle göz önünde tutan ve bütün bunları Türk diline hâkimiyetini belirten bir üslup akıcılığı içinde okuyucuya sunan bir edip-tarihçi ve bunların da üstünde bir İstanbul hayranı idi.
Bibi. S. Eyice, "Aramızdan Ayrılan Bir istanbul Tarihçisi: Reşat Ekrem Koçu", Pirelli Dergisi, XIII, S. 134 (Kasım 1975), s. 8-9; ay, "Tarihçi ve FoLklorist Reşat Ekrem Koçu", TFA, S. 322 (Mayıs 1976), 7641-7643, (önceki yazının tekrarıdır).
SEMAVİ EYİCE
KODİNOS, GEORGİOS
bak. PSEUDO-KODİNOS
KOĞACI DEDE TEKKESİ
bak. ABDÜSSELÂM TEKKESİ
KOL GEZMEK
"Kola binmek", "kola çıkmak", "sıra kolu" olarak da bilinir. Sadrazamın, yeniçeri a-ğasmın, İstanbul kadısının, kaptan-ı deryanın, ihtisab ağasının, asesbaşı, subaşı, böcekbaşı gibi kolluk amirlerinin İstanbul'da yaptıkları genel güvenlik ve çarşı pazar denetimlerine deniyordu. Tanzimat'a (1839) kadar süren bu geleneksel denetim, yerini devriye ve belediye zabıtası kontrolüne bırakmıştır.
İstanbul'da başta sadrazam olmak üzere yeniçeri ağası, bostancıbaşı, İstanbul kadısı, sekbanbaşı, asesbaşı, kaptan-ı derya, sadrazamın başkentte bulunmadığı zamanlarda sadaret kaymakamı, kentin genel güvenliğinden ve gereksinimlerinin düzenli biçimde karşılanmasından derece derece sorumluydular. Kent, hemen her gün kol gezme ve kulluk hizmetleriyle taranırdı. Kol gezmek, yaya veya adı, daha dar bir çevrede yapılan denetimlerdi. Buna karşılık kola Dinmelerle bütün kent, çoğu kez sadrazamın başkanlığındaki kalabalık bir görevli grubunca denetlenirdi. Geceleri de "sıra kolu" denen kontroller yapılmaktaydı.
Vezirazam, haftada üç gün, kentin belirli semtlerim gezmek ve özellikle narh ve kalite kontrolleri yapmakla yükümlüydü. Yasa gereği çarşamba divanından(->) sonra da kola çıkması zorunluydu. Çoğu padişah ise, sadrazamların kola çıkmalarım yeterli görmeyerek tebdil gezerler, saptadıkları olumsuzlukları hatt-ı hümayunla ilgililere bildirirlerdi. Fakat, İstanbul'u asıl titreten, sadrazamın genellikle ayda bir çıktığı büyük kol denetimiydi. İnciciyan, bu denetimlerde şehrin her semtinin gezildi-ğini, kapı ve daire halkı dışında pek çok görevlinin de sadrazama eşlik ettiklerini yazmaktadır. Büyük kol aynı zamanda bir tür gövde ve güç gösterisiydi. Sadrazamla birlikte yeniçeri ağasının, İstanbul kadısının, ihtisab ağasının da katıldığı büyük kola sabahleyin çıkılırdı. En önde atbaşı giden yoldaşlar ya da kılavuz çavuşları, bunların arkasında kol düzenine göre süpürge sorguçlu subaşı, perişanî sarıklı a-sesbaşı, süpürge sorguçlu çardak çorbacısı, İstanbul kadısı kethüdası, mücevveze-li dergâh-ı âli çavuşları, selimî kavuklu ve
KOLAYLI, TEVFİK
44
45
KOLERA SALGINLARI
divan rahtlı atlı çavuşbaşı, örf denen görkemli sangı ile İstanbul kadısı, selimi kavuklu ve divan rahtlı ata binmiş yeniçeri a-ğası, kapı kethüdaları, iki yanda ikişer sıralı, üsküflü ve seraser kuşaklı kol oğlanla-n ile mumcular, satırlar, aralarında saraçba-şı, terazici, daha geride perişanî sarıklı, orta kuşaklı ve elinde değneği olan ihtisab ağası, bostancılar odabaşısı, selimi kavuklu, erkân kürklü ve divan rahtlı atta sadrazam, yanında süpürge sorguçlu muhzır ağa, ellerinde ve omuzlarında ceza araçları olan muhzır yoldaşları, daha geride ket-hüdayerleri, cebeciler, topçular bulunur, bu korkutucu kortej, yer yer durur ve sadrazamın buyruklarına göre denetimler yapılır, gerekiyorsa ceza uygulanırdı. Sadrazam bir yerde durunca çavuşlar dışında atlılar hemen inerlerdi. Yeniçeri ağası, ihtisab ağasından, kolun simgesi sayılan değneği alıp sadrazama verirdi. Ceza belirlemede ve uygulamada sadrazamın yetkisi, idama değin sınırsızdı. Narh kontrolleri, fırın, ekmek, kasap, aşçı, başçı denetimleri, ölçü aletlerinin yoklanması, sokakların, çarşı içlerinin temizliği, esnafın kılık kıyafeti, yük hayvanlarına eziyet edilip edilmediği, saçaklar, mecralar, çeşmeler vb her şey, büyük kol denetimlerinin kapsamındaydı. Kol sırasında sadrazam sormadıkça kimse konuşmazdı. Et ve kasapla ilgili sorulara yeniçeri ağasının cevap vermesi kanundu.
Sadrazam "küçük kol" da denen kola binmelerde, yine erkân kürkü giyer, ağır takımlı ata binerdi. Alayın en önünde subaşı ve asesbaşı kendi maiyetleriyle yer a-lırlardı. Çardak çorbacısı ile istanbul kadısı kethüdası daha arkada yan yana yürürlerdi. Bunların gerisinde de dergâh-ı âli çavuşları, çavuşbaşı, sonra tek başına İstanbul kadısı, divan rahtlı atında yeniçeri a-ğası, yanlarda ikişer sıralı mumcular, bunların önünde ocak kapı kethüdaları aralarında ise kol oğlanları bulunurdu. Daha arkada da sağında ihtisab ağası ve muhzır ağa, solunda bostancılar odabaşısı, terazici olduğu halde sadrazam yer alır, arkasında muhzır yoldaşları denen muhzır ortası yeniçerileri her biri "alât-ı darb ü ta' zir" denen falaka ve değneklerle yürürlerdi. En geride ise kethüdayerleri, cebeci ve topçu çavuşları, vezirazam ağaları karışık ilerlerlerdi.
Küçük kol ve çarşamba divanının uzantısı olan kola binmeler genellikle Paşa Ka-pısı'ndan başlar, Salkımsöğüt-Aydınoğlu Tekkesi-Hoca Paşa Çarşısı-Meydancık-Bahçekapusu-Gümrükönü-Odunkapusu-Unkapanı ve Kovacılar yolu ile Fatih'e çıkılır, Fatih Camii'nde öğle namazı kılındıktan sonra Saraçhane-Şehzadebaşı-Vezneci-ler-Hasan Paşa Ham-Divanyolu-Irgat Pazarı-Valide Hamamı-Atmeydam Başı, Ayasof-ya Çarşısı içinden geçilerek Paşa Kapısı'n-da sona ererdi. Kola binmelerde, kulluklar da denetlenir, yoksullara padişah adına a-tiyelerde bulunulurdu.
1677'de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa' nm başlattığı bir geleneğe de "büyük kol" denilmekteydi. Dini bayramların 3. günü sadrazamın ziyaret amacıyla yaptığı bu ge-
zi sırasında da denetim söz konusuydu. O gün sadrazam, Eyüb Sultan Camii'nde ikindi namazı kıldıktan sonra kola binme düzenindeki gibi hareket eder, yanında rei-sülküttab, ocak kethüdası, başçavuş, sadrazam silahdarı, çuhadan, tezkireci efendi, telhisçi, kapıcılar kethüdası, bölük ağaları ve kethüdaları da bulunduğu halde ilerler, Eski Odalar'ın(-») önüne gelince 61. cemaat solak ortası odabaşısımn sunduğu şerbeti içer ve odabaşına altın ihsan eder, Vezneciler'e gelindiğinde yeniçeri ağası i-le ocak mensupları ayrılırlar, sadrazam da kendi maiyetiyle Paşa Kapısı'na dönerdi.
İstanbul kadısı ihtisab ağası ile kola çıktığında öncelikli olarak divan kararlarını esnafa tebliğ ederdi. Kol gezerken saptadığı her uygunsuzluğun ya da suçun cezasını hemen uygulayarak ihtisab ağasına ve ilgili esnaf örgütüne havale ederdi. Galata, Eyüb, Üsküdar kadıları da kendi yetki bölgelerinde kola çıkıp fiyatları, üretim koşullarını denetlemekteydiler (bak. Bilad-ı Selase; İstanbul Kadılığı).
İhtisab ağası, sadrazam ve İstanbul kadısı ile çıktığı kollardan ayrıca kendisi de maiyetiyle her gün kol gezerdi. İhtisab kanunnamesinde "ihtisab ağası bulunanlar, ekser evkatda kol ile gezib her ne kadar terazi ve kantar ve arşın ve endaze ile ahz u ita eder esnaf var ise cümlesinin vezn ve dirhem ve endaze ve arşınlarına bakıb noksan olanları iktizasına göre falaka ve değnek ile ta'zir ve tekdir ve değnek darbından ziyade te'dibe müstahak olanları, ihtisab ağası mahbesine irsal eder..." koşulları yer aldığından buna göre davranılır-dı. İhtisab ağasının maiyetim oluşturan kol oğlanları, zabıta ve vergi memurluğu görevleri yapmaktaydılar. Bunlar da ikişerli-üçerli gruplar halinde her gün çarşılarda gezerler, hem denetim yaparlar hem de dükkân ve hanlardan kepenk açma parası, ihtisab akçesi toplarlar, yolsuzlukları da ihtisab ağasına bildirirlerdi.
Kaptan-ı derya, donanma ve Tersane halkından oluşan maiyetiyle Galata, Kasımpaşa semtlerinde kola çıkardı. Kasımpaşa semtinde her zaman çok sayıda gemi ve gemici bulunduğundan, bunların denetimleri ve kent güvenliğim bozucu hareketlerinin önlenmesi için de 35 kaptan, azep, levent ve kalyoncu askerlerle kol gezerlerdi.
Yeniçeri ağasının yanında ocak zabitleri ve yeniçeriler olduğu halde kol gezmesi, kent disiplinini sağlamak amacına dönüktü. Ayrıca ocağın dört yayabaşısı ve dört bölükbaşısı cumadan başka her gece kol gezerler, yakaladıkları suçluları Ağa Ka-pısı'na(->) teslim ederlerdi. Bu denetimlere "sıra kolu" deniyordu. Yeniçeri yasalarına göre sıra kolu yatsıdan sonra Atpazan'n-dan başlar, l yayabaşı ve l bölükbaşı yönetimindeki dört ayrı koldan biri Ayasofya Camii ve Topkapı Sarayı cihetine, biri Edir-nekapı'ya, üçüncüsü Yedikule'ye, dördüncüsü de Kadırga Limanı'na doğru denetim ve yoklama yapardı.
Kol gezmelerde bir gelenek ve gereklilik olarak suçüstü cezası uygulanması söz konusuydu. Bununla halk ve esnaf korku-
tulurdu. Cezalar, seri değil örfiydi. Dayak, falaka ve türlü eziyetler uygulanırdı. Geceleri yapılan sıra kollarında, önceden alınan duyumlara göre kaçak çalıştırılan meyhanelere, fuhuş yerlerine, yine kaçak insan barındırılan bekâr odalarına baskınlar yapılır, bu yüzden bazen silahlı çatışmalar bile olurdu. Gece fenersiz kola yakalanmak suçtu. Bunlar ve kuşkulu görülenler toplanıp hamamcılara teslim edilir, hamamcı da bunları sabaha kadar külhanda ücretsiz çalıştırırdı. Ertesi sabah, is, kurum, kül ve kir içinde salıverilenleri görenler alaya alırlar, "külhani", "külhanbeyi", "hamam külhanisi" derlerdi ki külhanbeyi deyimi bundan kalmıştır.
Geleneksel biçimleriyle Yeniçeri Oca-ğı'nın kapatılmasına kadar uygulanan kol gezmeleri, bu tarihten sonra yerini yeni yöntemlere bırakmıştır. 1827'den sonra İhtisab Nizamnamesi'nin getirdiği esaslara göre denetimler yapılmaya başladığı gibi, 1845'te Zabtiye Müşiriyeti'nin oluşturulması ile zaptiye (polis) denetimleri, 1854'te şehremanetinin kurulmasından sonra da belediye zabıtası kontrolleri başlamıştır. Bununla birlikte sadrazamların İstanbul genelindeki denetim sorumlulukları 19. yy' in sonlarına değin sürmüştür.
Dostları ilə paylaş: |