Kur'AN'da tevhiD



Yüklə 1,67 Mb.
səhifə8/39
tarix07.01.2019
ölçüsü1,67 Mb.
#90829
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   39

7- Yunııs Peygamber

Kur'an-ı Kerim'de adından-kendisini balık yuttuğu için -”Zünnûn” ve “Sahibi'l-Hût= Balık sahibi” olarak da bahsedilen 378 Yunus (a.s.), kavmini uzun süre Tevhid dinine davet etmiştir. Faliat kavmini Tevhid akidesine inandıramayacağma kanaat getirerek öfkeli olduğu halde, on­lara isabet edebilecek bir musibetten kendisini kurtarmak için onları terkedip gitmişti.

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yunus'un kıssasına dört yerde işaret edilmiş ve bu konuda aydınlatıcı bilgiler verilmiştir:

Doğrusu Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.” “Hani o dolu bir gemiyle kaçmıştı.”

Gemi de onlarla karşılıklı kur'a çektiler de yenilenlerden oldu.” “Yunus kendisini kınarken onu bir balık yuttu.” 379“... O, öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırma­yacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: Senden başka hiç bir ilah yoktur. Gerçekten ben zalimlerden oldum!” diye niyaz et­ti.”380

Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecekleri güne kadar onun (balığın) karnında kalmış olurdu.”381

Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtar­dık. İşte biz, mü’minleri böyle kurtarırız.”382

(Yunusu balığın karnından) halsiz bir vaziyette dışarı çıkardık.”

Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik.”

Onu, yüzbiri veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.”

Sonunda ona iman ettiler; bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar yaşattık.” 383

Yunus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) her­hangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de imanları da kendilerine fayda verseydi! Onlar iman edince, onlardan dünya hayatındaki rûsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.” 384

Sen (Ey Muhammed!) Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sa­hibi (Yunus) gibi olma.”385

Müfessirlere göre Hz. Yûnus (a.s.) Allah'tan gelecek azap hakkın­da ümmetine haber verdikten sonra, ümmetinin inatçılığına ve sapık­lığına dayanamayarak, Allah tarafından hicret izni gelmeden, bulun­duğu yeri terketmişti. Bu müstesna bir vaziyetti ve (Hz. Yunus (a.s.)’ın kavmi olan) Asurlular günahlarından pişmanlık duyarak tevbe edince Allah'ta onları affetti.386

Burada Allah katında bir milletin helak edilmesine karar verildik­ten sonra, yani “azap gelip çattıktan sonra, bir kavmin iman etmesi ken­disine fayda vermez” ilahi kuralının Yunus (a.s.)’ın kavmi üzerinden ne­den kaldırıldığı meselesine işaret etmek yerinde olacaktır sanırız:

Allâme Âlûsi meşhur “Ruhu'l-Meânî” isimli tefsirinde bu kıssayı şöyle anlatıyor: “Hz. Yunus (a.s.) Musul bölgesinde yaşamlarını sürdü­ren Ninova halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Bu kavim Allah'a şirk koşuyordu. Hz. Yunus (a.s.) onlan Tevhid dinine, yani tek bir ila­ha kulluk etmelerini ve diğer bütün putları terketmelerini tebliğ etti. Fakat onlar Hz. Yunus (a.s.)'ı yalanladılar. Bunun üzerine Hz. Yunus (a.s.) onlara: “Sizlere üç gün sonra Allah'ın azabı gelecek” dedi. KendiSi de üçüncü gün gelmeden, gece yarısı bulunduğu şehirden çıkıp git­ti. Azabın vuku bulacağı vakit gelip çatınca, halk Hz. Yunus (a.s.)'ın ken­dilerine vadettiği azabın hakikaten gerçekleşeceğini anladılar. Bundan dolayı telaş içerisinde Hz. Yunus (a.s.)'ı aramaya başlamışlardı. Fakat onu bulamayınca -yanlarında çocukları ve hayvanları olduğu halde şehri terketmiş ve çöle çıkmışlardı. Orada Allah'a iman ederek yaptıkların­dan ötürü Allah'a tevbe etmişlerdi. Allah da onlara şefkat ederek tevbelerini kabul etti.”387

İmam Fahruddin er-Râzi de bu konudaki düşüncelerini şöyle dile ge­tirir: “Hz. Yunus (a.s.)’ın hatası, Allah-û Tealâ'nın “Senin davetini ya­lanlayan kavme azap edeceğim” şeklindeki emrini, azabın mutlak su­rette vuku bulacağı şeklinde algılamış olması ve sabretmeyerek kavmi­ni bırakıp gitmesidir. Oysa onun kavmini (Tevhid) e davete devam et­mesi farz idi. Fakat Allah-û Tealâ'nın kavmini helak etmemesi söz ko­nusu olup, bu konuda kesinlik sözkonusu değildi.” 388

Allah-û Tealâ, Hz. Yunus’un kıssası ile müslümanların üzerinde ehemmiyetle durmaları ve dikkat etmeleri gereken bir noktayı haber ve­riyor. Bu önemli nokta, Tevhid önderlerinin çekecekleri meşakkat, sı­kıntı, işkence, zulüm, baskı vs. ne kadar şiddetli olursa olsun insan­ları ilahi hikmet uyarınca Allah zül celâl'in hükmünün gelip-çatacağı ana kadar İslam akidesine çağırmaları ve bu hususta sabır gösterme­leri, sebat ve tahammül etmeleri olgusudur. Hayatları boyunca bütün insanlığı şirk ve cahiliyenin karanlığından İslâm'ın aydınlığına, tağutların zulmünden Allah'ın adaletine, küfrün kokuşmuşluğundan Allah'ın dininin yüceliğine, batıl zihniyetten dini mübinin tertemiz dü­şüncesine ulaştırmak için olanca güçleriyle mücadele etme gerçeğidir. Kısacası insanlann kalplerindeki cahili bütün tortulan silip süpürerek yerine İslâm akide fidanını, yani Tevhid düşüncesini yerleştirmek için bütün şartlarda cehd ve gayret içerisinde olmalarıdır.

Bu çok büyük bir meşakkattir. Fakat gerçek bir dava adamının çe­keceği en büyük meşakkat ilahi hikmet uyarınca Allah'ın hükmünün gelip çatacağı vakte kadar sabır ve tahammül göstermesi meşakkattir. Yolda pek çok meşakkatlerle karşılaşılır. Yalanlama ve işkence bir meşakkattir. Bâtılın şişip kabarması meşakkattir. İnat ve döneklik bir meşakkattir. İnsanlann bâtıla aldanıp gözleriyle gördüklerine inanma­ları bir meşakkattir. Bütün bunlara rağmen ruhun dizginini tutup hiç gevşemeden, şüphe duymadan Allah'ın hakiki vaadine güvenip dayanarak ne gibi meşakkatlerle karşılaşılırsa karşılaşılsın tereddüt etmeden yolda yürümeye devam etmek bir meşakkattir. Bütün bunlar son derece büyük, yorucu ve yıkıcı çabaları gerektirir. 389

Demek oluyor ki, Tevhid daveti uzun ve yorucu bir gayreti, büyük bir azim ve fedakarlığı, yüce bir sabin sebatı gerektiren zahmetli bir ey­lemdir. Bundan dolayı bu davete soyunan Tevhid erlerinin bıkıp usan­maması, yolun yarısında davayı terketmemesi ve ilâhi hikmet gereğin­ce Allah'ın hükmünün gelip çatacağı ana kadar Tevhid davetini bırak­maması lazımdır. 390



8- Hz. Yûsuf Ve Tevhid Daveti

“İncil ve Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş olan çağımızın araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hymksos” (ço­ban) kralları arasında yer alan Apophis'in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya koymuşlardır. Zira bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yu­suf'un ki ile denk gelmektedir.

“Mısır'ın başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün Kahire'nin güneyinde yaklaşık 24. km'de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18 yaşlarında iken gelmişti. 2-3 sene, Mısır kiralının sarayında kaldı ve 8 sene de zindanda. 30 yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve 80 ya­şına kadar rakipsiz Mısır tahtında kaldı (...) İncil'deki kayıtlara göre Hz. Yûsuf 100 yaşına geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrailoğullarına, Mısır'dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet et­ti.”391

Ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız Hz.Yûsuf kıssası Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı olarak zikredilmiştir. 392 Ancak konumuzla doğru­dan ilgili olan Hz.Yusuf un Tevhid daveti Kur'an'da şöyle dile getirilir:

Ey mahpus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma ilahlar mı da­ha hayırlıdır, yoksa herşeyden üstün, kahredici olan Allah mı?”

Allah'ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı, put­lardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir de­lil indirmeiniştir. Hüküm vermek ancak Allah'a aittir. Kendisinden başkasına değil, ancak O'na tapmanızı emretmiştir. Bu dosdoğru din­dir. Fakat insanlann çoğu bilmezler.” 393



Hz. Yûsuf (a.s.) bu mesajı, zindanda olduğu sırada hapiste beraber bulunduğu köle arkadaşlarına tebliğ etmişti. Hz. Yûsuf un bu esnada sunduğu Tevhid davetinden çıkaracağımız bir çok önemli dersler vardır. Şimdi bunları genel hatları ile ele alalım:

1- Hz. Yûsuf bir peygamber sıfatına sahip olduğunun bilincinde olarak, zindanda bile olsaTevhid dininin mesajını etrafındakilere yay­manın sorumluluğunu taşımış ve hapishane hayatı gibi olumsuz şart­larda dahi bu görevin gözardı edilmemesi gerektiğini pratik yaşantısı ile göstermiştir. Bu demektir ki, bir müslüman bulunduğu konuma bak­maksızın, yerin yedi kat dibinde de olsa bu daveti tebliğ etmekle yüküm­lüdür ve bu konuda hiç bir mazeret Allah katında kabul görmeyecek­tir.

2- Hz. Yûsuf (a.s.) başına gelen zindan musibetine sabrederek, bu­lunduğu konumu İslâm'ın lehinde kullanmayı çok iyi bilmiştir. Bilin­diği üzere, “yerine ve zamanına göre haraket” ile “yerinde ve zamanın­da faaliyet” İslâm'a davet metodunun iki önemli meşelisini teşkil eder. Davetin neticeye ulaşabilmesi, müsbet bir sonuç verebilmesi için yer-zaman faktörlerine dikkat ve itina gereklidir. Davetçi, daveti sunduğu mekânın şart ve imkanlarını çok iyi bilerek orada nasıl hareket edece­ğini, hangi metodlarla davetini sunacağım, davetin hangi mesele ve merhalelerinin bu yer için uygun olacağını hesap etmek mecburiyetinde­dir.394

3- Buna bağlı olarak Hz. Yusuf un Tevhid'e davet usûlü bize bir in­sanın, tıpkı Yusuf peygamber gibi eğer halis niyete ve gerekli bilgeliğe sahipse mesajı tebliğ etmek üzere durumunun gerektirdiği bir meto­du izleyebileceğini gösterir. İki adam ona itimad ederek kendisinden rü­yalarını yorumlamalarını isterler. 395 Buna verdiği cevapta şöyle der: “Rüyalarınızı yorumlayacağım, fakat ilkin size, bana rüyaları yorum­lama gücü veren bilgimin kaynağını haber vereyim.” Bu suretle onla­rın taleplerini avantaj olarak kullanarak kendi itikadını onlara vaze­der. 396 Ayrıca onlara bu kısa, fakat özlü bir aydınlatıcı ifadelerle İs­lâm dininin ana hatlarını çizivermiştir. Aynı zamanda Yûsuf bu beya­nı ile şirki, putperestliği ve cahiliyeti ayakta tutan sütunları temelin­den sarsmış 397 Tevhid'in yüceliğini ve gerçekliğini beyan etmiştir.

4- Davette muhatabı tanıyarak, duruma göre tebliğde bulunmak önemli bir gerekliliktir. İnsan olması yönüyle davete muhatap olanlar, bizzat içlerindeki duygu ve hisleriyle hareket edecek, psikolojik motif­lerin etkisi altında kalacaklardır. Davetçi bu duygu ve hisleri tespit ede­rek muhatabında psikolojik etki icra edecek şekilde hareket ve davra­nışlarda bulunmalı, tebliğini buna göre sunmalıdır. Fikir, davranış veya yaşayışın ıslahı için her şeyden evvel bu fikir ve inanışa bağlanış de­recesi, o fikir ve inanışın mahiyeti hakkında bilgi sahibi olmak, muha­tabın içerisinde yaşadığı sosyal ve kültürel muhiti, kişi tabiatına yan­kıları olan coğrafi ve tarihi şartlan, tebliğe muhatap kaldığı anda mu­hatabın içerisinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi iyi tanıyarak 398 orta­ma göre davranmak zorundadır.

Bir Tevhid önderi olması hasebiyle Hz. Yusuf (a.s.) yukarıda sunma­ya çalıştığımız davet stratejsinin farkında olarak, bize mesajı sunarken takip etmemiz gerken doğru usûlü de öğretmiştir. Hz. Yusuf, hemen işin başında amele ilişkin ayrıntıları ve itikadı düzenlemeleri sunmamış, iman edenle etmeyeni, yani Tevhid ile şirki birbirinden ayıran en temel esas üzerinde durmuştur. Daha sonra sağduyu sahibi bir kişiyi iknada başarısızlığa uğramamak için de mesajı gayet akli bir tarzda sun­muş ve ortaya sürdüğü deliller bu iki kölenin zihninde derin tesirler uyandırmıştır: “Hangisi daha iyi? Çeşit çeşit tannlar mı, yoksa bir tek Kadir-i Mutlak Allah mı?” Köleler, kendi şahsi tecrübelerinden bir tek efendiye hizmet etmenin, birçoğuna birden hizmet etmekten daha iyi olduğunu bilmekteydi. Dolayısıyle Âlemlerin Rabbine hizmet etmek du­rurken, O'nun kullarına hizmet etmek daha iyi olamazdı. Dahası Hz. Yusuf (a.s.) onları doğrudan imanı kabule ve itikatlarını redde davet et­memiş; oldukça hikmetli bir yol tutarak önce şuna dikkatlerini çekmiş­ti: “Bizi ve tüm insanlığı kendisinden başkasına köle etmemesi Allah'ın bir lütfudur. Ancak insanların çoğu O'na şükretmez. Yalnızca O'na kul­luk etmek yerine kendilerine tanrılar icat ederek onlara taparlar.” Zikre şayan bir şey daha vardır ki, teklif ettiği imanın miyarı hikmeti esas almaktadır, herhangi bir icbar söz konusu değildir, “Sizin servet tanrısı, sağlık tanrısı, bolluk tanrısı, yağmur tanrısı vs. diye isimler­den ibarettir sadece. Her şeyin gerçek sahibi, sizin tüm ka'inatm Rabbi ve yaratıcısı olarak kabul etmeniz gereken yüce Allah'tır. Allah hiç bir şeye, hiç kimseye uluhiyet adına ne bir yetki vermiş, ne de böyle bir şeyi tastik etmiştir, Aksine tüm kudretleri, tüm hak ve yetkileri ken­dine hasretmiştir ve emretmiştir: “Yalnız bana kulluk ve itaat edin.”399



9- Musa Peygamber

Kitapta Musa'yı da an. Çünkü o, ihlas sahibi idi ve İsrail oğulları­na gönderilmiş bir peygamberdi.”400

(Ey Muhammed!) İnanan bir millet için sana Musa ve Fir'avn ola­yını olduğu gibi anlatacağız.”401

Musa (a.s.)'ın Tevhid mücadelesi Kur'an-ı Kerim'in birçok surele­rinde, çeşitli şekil ve üslûplarla zikredilmiştir. Bu mücadele özellikle iki noktada odaklanmıştır:



a- Hz. Musa'nın Fir'avn ile mücadelesi,

b- Hz. Musa'nın İsrail oğullarıyla mücadelesi.

Şimdi bu iki mücadeleyi ayrı ay­rı ele alıp incelemeye çalışalım: 402



a- Hz. Musa'nın Fir'avn İle Mücadelesi:

Hz. Musa (a.s.)’nın Fir'avn ile arasında geçen Tevhid mücadelesi, bir insanın zalim bir kralla, bir peygamberin büyük bir zorba ile arasın­da cereyan eden basit bir hadiseden ibaret değildir. Aksine, her vakit ve her an ortaya çıkabilen, her zaman ve mekânda tekrar edebilen ger­çekçi olaylardandır. Tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın çatışması, Rahma­nın ordusuyla Şeytan'ın ordusunun ezici savaşıdır. Allah dostlarıyla Al­lah düşmanları arasındaki bu mücadele mevcudatın yaratılışından, in­sanları ıslah etmek üzere davetçilerin, nebilerin ve resullerin hayat sah­nesine çıkmasından beri devam etmektedir.403

Yusuf (a.s.) ile Kenan ilinden Mısır'a geçen ve orada yerleşen İsrailoğulları, uzun mutluluk yıllarından sonra sosyal ve siyasal üstünlük­lerini yitirdiler. Mısır'ın yerlileri olan Kıptilerin emrine girdiler.

“Kiptiler, yıldızlara ve putlara tapıyorlardı. Bu soyun hükümdarı, Fir'avn'lar, İsrailoğullarını hor görüyor, esir gibi kullanıyorlardı. En ağır işlerde çalıştırıyorlardı.

“İsrailoğulları gördükleri zulümden kurtulmak için eski yurtları olan Filistin'e dönmek istiyorlardı. Ancak Fir'avn'lar buna engel oluyor­lardı. Öte yandan onlara normal bir vatandaş muamelesi de yapmıyorlardı.

“İsrailoğulları gerçekten zor günlerdeydi. Bunalmışlardı. Allah ken­dilerine yardım etmeyi istedi.” 404 Bu gerçeği Allah-ü Tealâ Kur'an'da şöyle dile getiriyor:

Biz memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önder­ler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek, Fir'avn, Hâman ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.” 405

Fir'avn memleketin başına geçti ve halkını fırkalara böldü. İçlerin­den bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadın­larını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozguncunun biriydi.”406

Fir'avn gibi günahkâr, büyüklük taslayan 407, yoldan çıkmış bir fâsık,408 zâlim 409 ve tanrılık iddia edecek kadar azgın 410 bir müş­rik ile mücadele etme görevi Hz. Musa'ya verildi.

Musa (a.s.)'ın doğumu, çocukluğu, Fir'avn'ın sarayındaki olağa­nüstü yaşamı Kur'an-ı Kerim'de bütün ayrıntılarıyla zikredilmiştir. Özellikle A'raf, Kasas ve Taha surelerinde bu konuya geniş yer verilmiş­tir. Ancak biz, konumuzla doğrudan ilgili olduğu için Hz. Musa'nın Tev­hid mücadelesi üzerinde duracak ve bu konuda Kur'anî öğretilerin or­taya koyduklarını sunmaya çalışacağız.

Musa ve Harun iki kardeş peygamberdi ve görevleri de birdi. Harun (a.s.)'ın peygamberliği, Musa (a.s.)’nın dileği neticesinde gerçekleşti. “Kardeşim Harun, o, dil bakımından benden daha iyi konuşur. Onu da benimle beraber, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Zira ben, beni yalanlayacaklarından korkuyorum.”

(Allah) dedi: Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öy­le bir yetki vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde onlar size asla erişeme­yecekler. İkiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz!” 411 Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi: “Fir'avn'a gidin! Doğrusu o tuğyan etmiş/azmıştır.” 412 “Fir'avn'a git! Çünkü o azdı.”413

Hz. Musa (a.s.) Fir'avn ile karşılaşmaktan endişe duyuyordu. Çün­kü o, daha önce Fir'avn'un memleketi olan Mısır sokaklarında gezer­ken iki adamın kavga ettiğini, birbirlerine girerek vuruştuklarını, bi­rinin diğerine baskın gelerek ezdiğini görmüş, ezilen kişiyi ezenin zul­münden kurtarmak için güçlü olana bir tokat atmış, fakat -niyeti öl­dürmek olmadığı halde- adamın eceli dolmuş olduğu için cansız yere dü­şerek ölmüştü.

Ne var ki, Hz. Musa'nın attığı tokat yüzünden ölen kişi Fir'avn'ın avanesinden bir kıpti idi. Haber Fir'avn'a intikal edince, ordusuna Musa (a.s.)’ın yakalanıp öldürtmesi için kendisine getirilmelerini emretmiş­ti. Durumun ciddiyetinin farkına varan Hz. Musa da Fir'avn'un zulmünden kaçmış, şehri terketmiş ve Medyen’e doğru yönelmişti. 414

İşte bundan dolayı Hz. Musa Fir'avn'a Tevhid davetini götürmekten çekiniyordu. Çünkü onun kendilerine karşı taşkınlık etmesinden kor­kuyordu.

“İkisi (Musa ve Harun) dediler ki: Rabbimiz, onun bize taşkınlık et­mesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.”415

Allah-û Tealâ’nın cevabı ise şöyle zikrediliyor. Kur'an-ı Kerim'de: “(Allah) buyurdu ki: Korkmayın, Ben sizinle beraberim, her şeyi görür ve işitirim.”416

Burada yüce Allah, peygamberleri Musa ve Harun'a Tevhid daveti­nin metodunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu hususu üç maddede özetlemek mümkün:



1- Öncelikle yüce Allah Tevhid davetine muhatap olan şahıslar, güç­ler, otoriteler, vs. ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, ne kadar tuğyankarlık/azgınlık yaparlarsa yapsınlar, ne kadar zalim olurlarsa olsun­lar... Tevhid erlerinin onlardan korkmamaları, çekinmemeleri gerekti­ğini belirtiyor. Çünkü o kuvvet, kudret sahibi, yüce ve büyük, cebbar-ı zü'1-celâl ve'1-kemâl, kulları üzerinde kahredici güce sahip olan, bü­tün evreni, canlıları, eşyayı bir tek “ol” emriyle yaratan, noksan sıfat­lardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla donanmış olan... Yüce Allah her an onlarla beraber... Her şeyi hem gören ve hem de işiten, her şeyden haberdar olan, sonunda her şeyin kendisine döneceği Allah onlarla be­raber olduktan sonra, bu dünyada güçlü gözükse bile ne yapabilir Fir'avn? Kızsa, azgınlık etse, köpürse de ne gelir elinden? 417

2- Tevhid davetçisi öncelikle kendi akidelerinin temellerini izah et­melidirler. Nitekim Hz. Musa ve Harun kendi akidelerinin temellerini izah etmekle emrolunmuşiardır:

Haydi varın ona deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz.” 418 Davetçi daha ilk anda Tevhid akidesini sunmalıdır muhatabına. Kendisinin ve tüm kâinatın bir Rabbinin olduğunu, O'ndan başka ilah bulunmadığını, yeryüzünde yegâne hâkim ve mutassanf olduğu­nu belirtmek zorundadır. Nitekim Hz. Musa'da, Fir'avn'a daha ilk an­da kainatın bir rabbinin olduğunu ve O'nun hem kendisinin, hem de bütün insanların Rabbi olduğunu belirtmiş, böylece de onun rablik id­diasının sahte ve bâtıl olduğunu açıklamıştır. Bu sahne Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirilir:

O (Fir'avn), ey Musa: Rabbiniz kimdir sizin?, dedi.”

Musa ona: Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriş­tirendir, dedi.”419

Musa (a.s.), Fir'avn'un sorduğu soruya Allah'ın sıfatlarından “yara­tıcı” ve “idare edici” sıfatlarını sayarak cevap veriyor. Çünkü bu sıfat­lar, Rabbimizin bütün mevcudata varlığını verip ve onu bugünkü şek­liyle yarattığını, ayrıca bu yarattığı şeylere neler yapmaları gerektiği fik­rini öğrettiğini belirtirler. Aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in Musa pey­gamberden söz ederek anlattığı Allah'ın bu vasıflan kâinatı idare eden Yüce Yaratıcının ulûhiyet eserlerini de en mükemmel şekilde özetlemek­tedir. Bütün varlıklara varlığını verip, bütün yaratıkları yarattığı şekil­de halkederek yaratılış gayesini gösteren vazifelerini bilmeyi de ihsan etmesi uluhiyetin eserlerinin en mükemmel ifadesidir. İnsanoğlu dik­katini toplayarak gücü yettiği nisbette çevresindeki şu büyük mevcu­data atfı nazar ettiği zaman büyük-küçük her varlıkta, en küçük zer­reden en büyük kürreye kadar, en basit hücreden en gelişmiş hayat şek­line kadar bütün canlı varlıklarda ibda edici kudretin eserlerini bütün çıplaklığıyla görür. 420

Hz. Musa, herşeyden önce bu perspektiften bakarak Fir'avn'a Tev­hid akidesini sunmayı bir gereklilik olarak görmüştü. Çünkü Fir'avn: “Rabbiniz kimdir ey Musa?” 421 Sözüyle her ne kadar kendisinin hal­kının tek ilahı olduğunu veya Mısır'da başka hiç bir şeye tapılmadığını kastetmemiş; bu sözü ile Alalh’ın elçiler göndererek emirler verme­si ve yeryüzündeki siyasi hükümranlığına müdahale etmesi olayını red­detmeyi 422 kastetmiş ise de, o kendisinin sadece Mısır'ın değil, teori­de bütün insanlığın siyasi anlamda yeryüzündeki rabbi, yani hakimi olduğunu iddia ediyordu. İşte bu iddianın önüne geçmek için Hz. Mu­sa ona, kendisine itaat etmesi için bir elçi gönderen başka bir varlığın, yani Allah'ın her varlığı yarattığını, her varlığa varlığını veren ve onu bulunduğu şekilde halkkedenin Allah olduğunu belirtmiştir. Ayrıca yü­ce Allah'ın insanı eşyadan herhangi bir şeymiş gibi yaratarak, yapma­sı gereken görevi bildirdiğini tebliğ etmiştir. Kısacası, bu tebliğin özü şu idi: Bir tek Allah vardır. Allah ki, herşeyi yaratan, sonra da doğru yola götüren Rabbimizdir.



3- Bu iki maddeye ilaveten tevhid önderleri kendi öğretilerinin ya­hut müslümanlarm selameti için yapmak istedikleri fiillerin mahiyetini, kısacası ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini açıklamak zorundadırlar. Hz. Musa ve Harun, Fir'avn'a gittikleri vakit ulûhiyet ve rububiyet noktasında Allah'ın birliğini belirttikten, kısaca Tevhid aki­desini özetledikten sonra kendi risaletlerinin mahiyetini açıklamışlar­dır:

Artık İsrailoğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme.” 423 Diyebiliriz ki, Hz. Musa (a.s.), Fir'avn’ın önüne iki mesajla çıktı: Bi­rincisi, Allah'a itaat etsin, İslâm'ı ve İslâm'ın özü olan Tevhid akidesi­ni kabul etsin; ikincisi, eskiden müslüman olan İsrailoğullanna yap­tığı baskı ve zulme son versin. 424



b- Hz. Musa'nın Îsrailoğulları İle Mücadelesi:

Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.), Allah-û Tealadan aldıkları gö­rev, talimat ve usûlle Fir'avn'a gittiler. Ona gerçek ilah, gerçek rab ve gerçek ma'budlanndan mesajlar sundular:

Ey Fir'avn! Ben alemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mucize ge­tirdim. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder.”425

Bunun üzerine Fir'avn, Hz. Musa'ya:

Alemlerin Rabbi de nedir? dedi.” 426 Musa:

Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz, bilin ki, o, göklerin, ye­rin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.” 427dedi.

Fir'avn, saltanatı ayakta tutmak ve Hz. Musa'yı da halkının yani İsrailoğullarının gözünden düşürmek, onun peşinden gitmelerini en­gellemek için çeşitli hile ve desiselere başvurma yoluna gitti. Bu hile ve desiselerin tabii soncu olarak çevresindekilere şöyle hitab etti:

Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.”428

Musa (a.s.)'ya da:

Benden başka tanrı edinirsen, ândolsun ki seni zindanlık ede­rim.”429

Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olcak? Biz ikinize de iman etmeyiz”430

Ve, “Ey Musa! Ben seni büyülenmiş sanıyorum” 431 dedi.

Fir'avn, kendi mevki-makam ve düzenini korumak için İsrailoğulla-rına Hz. Musa'yı sihirbaz olarak tanıtmaya başladı. Kendi meşhur si­hirbazlarını çağırdı. Onlardan Hz. Musa ile bir yarışma düzenlemele­rini ve onu yenmelerini istedi. Bununla Hz. Musa'yı ve onun Tevhid da­vetini halkın gözünde küçük düşürmek istedi. Ne var ki sihirbazlar Hz. Musa'nın Allah'tan aldığı mucizeler karşısında yenilerek secdeye ka­pandılar ve şöyle dediler:

Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik.”432

Sihibazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Musa (a.s.)'ya inanmaları Fir'avn’ın hakimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halktan Fir'avn korkusunu azaltmıştı. Bunun farkıma va­ran Fir'avn durumu kurtarmak için mü’minlere kızdı, hiddetle çıkış­tı, onlara ceza vermeye kalkıştı. Yerinden fırladı ve bağırdı:433

Ben size izin vermeden ona inandınız ha?”434

Ândolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve de­vamlı olduğunu bileceksiniz.”435

Fir'avn'un bu açık ve korkunç tenfidi Hz. Musa, Hz. Harun ve on­larla beraber olan mü’minleri yıldırmadı. Bilakis bu tehditler onların imanlarını kuvvetlendirdi. Çünkü Tevhid inancı, Allah'tan başka hiç bir otoriteyi tanımamak, hiç bir güçten korkmamak ve hiç bir tehditten do­layı yılmamaktır. Bu şuuru taşıyan muvahhid mü’minler Fir'avn'un kar­şısında şöyle haykırdılar:

Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin.”436

Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz. İnananların ilki ol­mamızdan ötürü Rabbimizin kusurlarımızı bize bağışlayacağını uma­rız.”437

Hem sihirbazların ve hem de halkın Tevhid akidesine yönelmeleri Fir'avn'ı iyiden iyiye çileden çıkardı ve onu fena bir şekilde azdırdı:

Beni bırakın da Musa'yı öldüreyim. O, Rabbına yalvara dursun. O'nun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”438

Fir'avn ve yandaşları bu olan-bitenden ders almadılar. Aksine Hz. Musa ve ona inananlara eziyet ettiler ve baskıyı arttırdılar. Zulmetti­ler onlara.

Musa (a.s.), Fir'avn ve yandaşlarının ıslah olmaz hallerini görünce Rabbine yöneldi. Suçlu bir millet karşısında kendilerine yardım elini uzatması için Rabbine yakardı.”439

Allah, Musa (a.s.)'nın bu yakarışına şöyle cevap verdi:

Kullarımı geceleyin yürüt! Şüphesiz takip edileceksiniz.”440

Denizden onlara kuru bir yol aç, batmaktan ve düşmanların yetiş­mesinden korkma, endişelenme!” 441

Musa (a.s.) İsrailoğullarını bir gece topluca Filistin'e doğru yola çı­kardı. O, mü’minleri Fir'avn'un zulmünden uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Fakat Fir'avn, Hz. Musa'nın milletini Mısır'dan çıkarmak üze­re yola çıkardığını haber alınca, ordusuyla derhal onları takip etmeye başladı.

Güneş üzerlerine doğarken onların ardına düştüler.”442

Fir'avn ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla (Hz. Musa ve milleti­nin) ardına düştüler.”443

Bunun üzerine vahiy geldi Musa'ya:

Deyneğinle denize vur!”444

Hz. Musa emre uydu. Deyneğiyle denize vurdu.

Hemen deniz ikiye bölündü. Her parçası yüce bir dağ gibiydi san­ki:”445

Musa (a.s.) Allah'tan şu emri aldı:

Denizi de açık bırak. Çünkü onlar bir ordu halinde boğulmuş ola­caklardır.”446

Fir'avn, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış!...” 447

Fir'avn ve ordusu denizde boğulmaktaydı. Fir'avn boğulacağını an­layınca şöyle bağırmaya başladı:

İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım. Ar­tık ben O'na teslim olanlardanım.”448

Bu ayet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, Fir'avn'un daha önce: “...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum” 449 ve Musa (a.s.)'a hitaben: “Andolsun, eğer benden başka bir ilah edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim.” 450 şeklinde söylediği sözlerle kastı, kendinden başka bütün ilahla­rı, özellikle de Allah'ı inkar etmek değil, gerçek maksadı Hz. Musa'nın davasını red ve iptal etmektir. Musa (a.s.), rububiyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp emretme ve nehyetme gücüne sa­hip medeni ve siyasi manaları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ila­ha davet edince, Fir'avn kavmine: “Ey kavmim, sizin için bu türden bir ilah olarak benden başkasını bilmiyorum” deca ve Hz. Musa'yı kendi­sinden başkasını ilah edinirse hapse atmakla tehdit etti. 451

Evet, Fir'avn ve ordusu denizde boğuldu. Fir'avn, bu hengâmede dal­galar arasında, boğulmakla yüz yüze, ölümle burun buruna gelince iman ettiğini, yani Allah'a inanarak Tevhid akidesini kabul ettiğini ilan etti. Fakat imanı ve tevbesi ona fayda vermedi:

Şimdi mi inandın? Oysa daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.”452

Rabbimiz çaresizlik içerisinde, başka tutunacak dalın kalmadığı bir anda başvurulan iman etme olayını kabul etmedi. Çünkü ye's ve ümitsizlik halinde iman etme makbul olamazdı. 453 Bunca zulüm ve bozgunu böylesi bir anda, boğulurken söylenen “inandım” sözü nasıl silerdi? Fir'avn ve yandaşları ilahi tokadı yedi. Hz. Musa ve beraberin­dekiler kurtuldu. Fir'avn ve yandaşları ise suda boğuldu. Zira bu de­ğişmeyen ve değişmeyecek olan ilahi kanundur. Mü’minler kurtulur kâ­firler helak olur. Fakat bir şartla: Tevhid davetinin açık-seçik, bütün netliğiyle insanlara sunulması. Bu şart yerine getirilmeden mü’minlerin galip gelmesi ve kâfirlerinde helak olması asla beklenemez.

Musa'yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk.”454

Musa (a.s.) bunca eziyetlere katlanarak milletiyle birlikte deniz­den geçmiş ve Mısır'a nisbetle daha tehlikesiz bir toprağa ayak basmıştı. Musa (a.s.)’ın mücadelesi bundan böyle kendi öz milleti İsrailoğullarıyla olacaktı. Musa (a.s.) ve İsrailoğullan Filistin'e doğru ilerlerken “Puta gönülden tapan bir millete rastgeldiler. Musa'nın milleti, O'ndan put istedi: “Ey Musa! Onların tanrıları gibi bize bir tanrı yap” 455 de­diler.

Musa (a.s.), asıl Tevhid mücadelesinin daha yeni başladığını hisset­ti. Olacak şey miydi Fir'avn belasından yeni kurtulmuş bir milletin Rabbinin öğretileriyle kuşanmış bir peygamberden, bir Tevhid önderinden kendilerine put yapmalarını istemesi? Bu yüzden milletine döndü ve on­lara şöyle hitab etti Hz. Musa:

Doğrusu siz koyu câhil bir milletsiniz.” 456 Putlara tapan kavme işaret ederek:

Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır. Allah, sizi âlemlere üstün yapmış iken size Allah'tan baş­ka bir ilah/tanrı mı arayayım?”457

Peygamber put yapar mıydı? Peygamber ancak put kırardı. Kişile­ri putlara tapmaktan alıkoyardı. Allah'a kulluk yapmaya çağırırdı. 458 Çünkü put, tanrı düşüncesinin karşıtıdır. Allah düşüncesi insa­nın içine dolmadan kişinin kendi kendisini aşması mümkün olmaz; ken­di kendisini aşamadan da bunalımlardan kurtulma olanağı yoktur insanın. Hem put nedir ki? Taş, .taş,'olmaktan çıkıyor; insanda olmu­yor. Taş insanın yerini tutamaz ki! Anımsamanın, saygı duymanın taşla hiç bir ilgisi yoktur. Heykel, saçmalığın taşlaşmasıdır; ilkelliğinde simgesi, 459

Bundan sonra Musa (a.s.) Mikafa davet edildi. Orada kendisine Tev­hid dininin esasları öğretilecekti:

“Musa ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böy­lece Rabb'in tâyin ettiği vakiti, kırk geceye tamamladı.”460

Musa (a.s.), kırk gün sürecek olan Mikat yolculuğuna çıkmadan ön­ce kardeşi Harun (a.s.)'ı yerine vekil tayin etti. Ve ona:

Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et, bozguncuların yoluna uy­ma” 461 dedi.

Allah Tealâ, Musa(a.s.)'ya Mikat'ta öğütte bulundu:

Öğüte ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için lev­halara yazdık: “Bunları kuvvetle tut, kavmine de emret, bunların en gü­zelini tutsunlar (bu en güzel buyruklar gereğince amel etsinler); size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl tarumar ettiğimi) göstereceğim.”462

Musa'nın ardından kavmi, ziynet takımlarından, canlıymış gibi böğüren bir buzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler...”463

Onlar buzağıya tapınırken Harun (a.s.) onlann yanında bulunuyor­du. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı.

Musa, öfkeli ve kederli olarak kavmine döndü ve: “Ben sizi geride bırakıp gidince ne kötü olmuşsunuz? Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?” dedi, levhaları atıp kardeşinin başından tu­tup kendine doğru çekti. Harun: “Ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın beni öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindire­cek şekilde davranma, beni bu zalim milletle bir tutma” dedi.464

Musa (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid'i bırakıp şirke düşmüştü. Allah'ı bırakıp buzağıya ibadet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Musa levhaları atıp karde­şinin başından tutarak kendine doğru çekti. 465 Bu hareket Musa pey­gamberin kapıldığı infialin şiddetini ifade eder. Attığı bu levhalarda Rabbi Zü’l-Celâlin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca nefsine hakim olamadı ve kendisini kaybetti. 466 Hatta denilmiştir ki, Hz. Mu­sa levhaları bırakınca onlar kırılmıştı. Anlaşılıyor ki Hz. Musa, asıl din olan Tevhid'in ihtilali karşısında esas meseleyi şiddetle (ve öncelikle) halletmek için tafsilata ait olan, içerik olarak insanlara hidayet ve rahmet prensiplerini ihtiva eden levhaları muvakkaten bir tarafa bırak­mış ve evvel emirde Tevhid'e taalluk eden büyük bir ihtilal karşısında 467 teferruatla uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Çün­kü Allah Tealâ şirk günahını affetmekle beraber 468, şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir. 469 Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. 470 Bu gerçeğin farkında olan Hz. Musa da kavminin, yani İsrailoğullarının öncelikle itikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam itikad/inanç/düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani inançtan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarında­ki cahiliye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledik­ten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.

Demek ki, buzağı putu meselesi Musa (a.s.)’ın Tevhid mücadelesin­de büyük karşı ihtilal, Elmalılı merhum'un deyimiyle Tevhid'in ihtila­liydi. Ancak Hz. Musa, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisin­den sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid er­lerine bir örnek, bir numune-i imtisal olarak bu vahim olay karşısın­da teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini ön­celikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhala­rı muvakkaten bir kenara bıraktı. Yeniden Tevhid dinine davet etme­ye başladı kendi kavmini. Beni İsrail'in tarihinden çıkarılacak en büyük ders işte budur...

Böylece israil oğullarının tarihinden ve Hz. Musa'nın Tevhid müca­delesinden bir nebze bahsetmiş olduk. Şimdi de Hz. Muhammed'in mü­cadelesinden bahsetmeye çalışacağız. 471

10- Hz. Muhammed (s.a.v.)

Hz. Muhammed (s.a.v.) in mesajını tam olarak anlayabilmek için ön­celikle O'nun kendilerine gönderildiği ve Kur'an-ı Kerim'in ilk hitap et­tiği “Arap Müşrikleri'nden söz etmek gerekir.

Arap müşriklerinin özellikle uluhiyet ve rububiyet konusundaki sapıklıklarını öğrenebilmek için Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman görürüz ki, onlar âlemlerin rabbi olan yüceler yücesi bir Allah fikrine sahiptirler. Allah'ın varlığını inkar etmiyorlar. Aksine O'nu alemlerin rabbi ve ilahı, duaları işiten ve ihtiyaçlarını gideren olarak tanıyorlar­dı. Lât, Menât, Uzza, Hubel ve diğer putları hakikatle kainatın yaratı­cısı, maliki, nzık vericisi, idare ve devamını elinde tutan olduklarına da inanmıyorlardı. Bu putların Allah yanında şefaatçileri olduklarına yahut kendilerini Allah'a daha da yaklaştıran birer şefaatçi oldukları­na inanıyorlardı. Allah'ın kendi ilahları da dahil olmak üzere, bütün alemlerin yaratıcısı, mâliki ve en üstün rabbi olduğuna inanıyorlardı. Kısacası, onlar Alah'ın varlığına inanıyor, uluhiyet ve rububiyet husu­sunda O'na boyun eğiyor ve O'na ibadet etmek, boyun eğmekten de çe-kinmiyorlardı. İlahları ve putları hakkındaki inançları ise, onların ge­rek kendilerini, gerek bu kâinatı yaratan, hepsini nzıklandıran, ahlâ­ki ve medeni yaşayışlarında doğru yola ulaştıran ve irşad eden varlık­lar oldukları merkezinde de değildi: 472

Onlara de ki: “Kimindir o yer ve ondakiler, biliyor musunuz?” “Allah'ındır” diyecekler. “O halde iyice düşünüp de ibret almaz mısınız siz?” de. Yine de ki: “Kim o yedi göğün rabbi ve o büyük arşın sahibi?” “Al­lah'tır” diyecekler. Sen de şöyle de: “Madem öyle ise, neden Allah'tan başkasına tapmaktan sakınmazsınız?” De ki: “Her şeyin mülkü elinde bulunan kimdir ki, daima O himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor? Söyleyin biliyorsanız!” “Allah'ındır” diyecekler. De ki: “O halde nasıl büyüleniyorsunuz?” 473

“O, sizi karada ve denizde gezdirendir. Hatta siz gemilerde bulundu­ğunuz, onlar bunları güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, yolcu­larda bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar. Artık çepeçevre kuşatılmışlardır. İşte tam bu sırada onlar Allah'ın di­ninde halis ve samimi kimseler olarak O'na dua ederler. “Andolsun der­ler, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz şüphesiz şükredenlerden olu­ruz.” Fakat Allah onları selâmete erdirince bakarsın ki yeryüzünde hak­sız yere taşkınlıklarda bulunuyorlar.”474

“Denizde size bir sıkıntı geldiği zaman Allah'tan başka bütün tap­tıklarınız kaybolur. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çe­virirsiniz. Doğrusu insan çok nankördür.”475

“Allah'ı bırakıpta kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: “Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyo­ruz.”476

“Bu putlar Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir, derler.”477

Arap müşrikleri taptıkları putların hayati işlerinde kendilerine yol göstereceğine de inanmıyorlardı.

“De ki: “Sizin ortaklarınızdan hakka götürecek var mı?” De ki: “Al­lah hakka götürür.”478

Bu soru sükutla karşılandı. Hiç biri cesaretle çıkıp da: “Lât, Menât, Uzza ve diğer ilahlar bizi akide ve amel yönünden en doğru yola iletir” diyemedi. Ayrıca: “Dünya hayatında bize adalet, emniyet ve selâmet esaslannı öğretir. Biz onların ilim kaynağından kâinatın hakikatini öğ­reniriz” de diyemedi.479

“Cahiliye Çağı” diye isimlendirilen devirde, Araplar arasında Hıris­tiyanlık ve Yahudilik gibi semavi dinlere mensup insanlar yok değildi. Fakat bunların adedi, sayılabilecek kadar çok az ve mahduttu. Bunlann dışında kalan büyük çoğunluk ise putperest (vesenî) idi. 480 Dün­yada hiç bir kimsenin taşa taş olarak tapınmadığı, 481 gibi Arap müşrikleri de putlara taparlarken kendilerine göre geçerli saydıkları bir takım nedenler buluyorlardı.

Kur'an-ı Kerim bu nedenlerin en başında şefaat düşüncesinin bu­lunduğunu zikreder.

“Allah'tan başka yalvardıkları şeyler, onlara şefaat edemezler.”482

Sadece bu dünyada değil, Ahirette de kendilerine şefaat edecekle­rine inandıkları putlara 483 aynı zamanda bütün tanrılara hakim, ulu bir varlık, bütün kainatın yaratıcısı olarak mevcudiyetine inandıkları Allah'a kendilerini yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”484

Mekke müşrikleri, daima dualarını Allah'a ulaştıracak, kendilerini O'na yaklaştırcak ve aracılık yapacak düşük derecede putlar tasavvur etmişlerdir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlik görevine başlamadan önce sadece Arap müşriklerinin değil, bütün dünyanın dini manzarası yü­rekler açışıydı. Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz ve iman­sız milletler ağaç, taş, altın, gümüş ve diğer maddelerden yapılmış çe­şitli vücut ve yüz hatlarına sahip olan heykellere taparlardı. Gerçi Hıristiyanlar tek Allah'a inandıklarını iddia ederlerdi, ama bu tanrıla­rının da bir oğlu vardı. Baba ve oğul tanrılarının yanısıra üçüncü tan­rı Ruhu'l Kuds idi. Tahsilini muhtemelen Suriye'de papazların yanın­da yapan Varaka b. Nevfel hariç, Mekke'de bulunan bütün Hristiyanlar köle idi 485. Bu köle ruhlu insanlar Allah'tan başkasına kölelik yaparak O'na şirk koşarlardı. Hz. İsa'yı tanrı olarak kabul ederlerdi. Oy­sa Hz. İsa Allah'ın kulu ve İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamber­di. O, Allah Teâla'nın birliğini tebliğ etmiş ve kendisinin de kulluğunu belirtmişti.486

Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlik görevine başlamadan önce tek tanrıya inandıklarını iddia edenler arasında Yahudiler de vardı. Fa­kat Yahudilerin tannsı da maddiyat ve fizikle ilgili olup pek çok insa­nî sıfatları haizdi. Bu tanrı icabında dolaşır ve insan kılığına girerdi. Bazan kullarından biriyle güreşirdi. Ayrıca bu tanımında Üzeyir adında bir oğlu vardı.487

Yahudiler: “Üzeyir, Allah'ın oğludur” dediler. Hristiyanlarda: “Me­sih (İsa) Allah'ın oğludur.” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikle­ri sözlerdir. (Sözlerini) önceden inkar etmiş (olan müşriklerin sözleri­ne benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çev­riliyorlar.”488

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirildiği sırada, bu dini toplumların dışında Mecusi (zerdüştler), yani ateşe tapanlar ile yıl­dızlara tapan Sabiiler de vardı.489

Bunun dışında, Kureyşliler ve diğer Araplar, Hz. İbrahim (a.s.)'e bü­yük bir hürmetle bağlı olduklarını iddia ediyorlardı. O'nun getirdiği din ve inançlara, aradan geçen uzun yıllarda hayli değiştirmiş olmalarına rağmen sahip çıkmaya çalışırlardı. Kendi dini ve sosyal örf ve adetle­rinin, Hz. ibrahim'in dininin bir parçası olduğunu sanırlardı. Araplar, Hz. İbrahim'in katı bir Tevhid uygulayıcısı olduğunu da biliyorlardı. Özellikle Kureyş kabilesi onun soyundan gelmek ve onun yaptığı Ka­be'yi korumakla övünür dururdu. 490 Fakat pratikte Hz. İbrahim'in mesajıyla çelişki arzeden bir hayatı yaşıyorlardı. Tabiatiyle bu bir pa­radokstu. Büyük saygı duydukları, ataları ve peygamberleri saydıkla­rı İbrahim peygamberinkinin aksi bir yolda gitmekteydiler. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, İbrahim peygamberin (a.s.) akidesini sık sık gündeme getirmiş ve müşrikleri, iddiaları karşısında şaşkın bir duruma düşür­müştür:

Hani, İbrahim babası (yerindeki) Azer'e “Putları ilahlar mı ediniyor­sun? Doğrusu ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyo­rum” demişti. İşte böyle İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakin sahiplerinden olsun. Gece üzerini örttüğünde bir yıldız gördü, “Bu benim rabbimdir” dedi. Ne zaman ki battı: “Batanla­rı sevmem” dedi. Doğarken ay'ı gördü: “Bu benim rabbimdir” dedi. Ne zaman ki battı: “Doğrusu rabbim beni hidayet etmeseydi, muhakkak şu sapık kavimden olacakmışım” dedi. Doğarken güneşi görünce:”Bu benim rabbim, bu daha büyük” dedi. Ne zaman ki battı: “Ey kavmim gerçekten ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım” dedi. Muhakkak ben yüzümü hanif (muvahhid) olarak gökleri ve yeri fıtratla yaratana çevir­dim, teslim ettim ve müşriklerden değilim ben.” Kavmi onunla tartış­maya girişti: “Beni hidayete erdirmişken, Allah hakkında mı tarüşıyorsunuz benimle?” dedi. “Rabbimin bir şey dilemesi dışında ben sizin O'na şirk koştuklarınızdan korkacak değilim; Rabbim ilmiyle her şeyi kuşat­mıştır, öyleyken düşünüp ders almaz mısınız?” “Hem nasıl olur da si­zin şirk koştuklarınızdan korkarım ben, siz hakkında hiç bir güçlü de­lil indirmediği şey (leri) Allah'a şirk koşmaktan korkmazken?...”491

Allah-û Tealâ, İbrahim (a.s.)’ın hayatında geçen bu olayı dile getire­rek Arap müşriklerine şöyle bir hatırlatmada bulunuyordu sanki: “Nasıl bugün peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ve izleyicileri Allah'ın hidayetiyle şirki reddetmişler ve yapay tanrıları bırakarak kâinatın tek sahibine teslim olmuşlarsa, daha önce İbrahim peygamber (a.s.) de ay­nısını yapmıştı. Ve nasıl bugün cahil insanlar Hz. Muhammed (s.a.v.)'le tartışıyorlarsa, daha öncede İbrahim'in kavmi aynı şekilde İbrahim'le tartışmışlardı. Ve dün İbrahim (a.s.)'ın kavmine verdiği cevabın aynı­sını bugün Hz. Muhammed (s.a.v.)'in izleyicileri karşısındakilerine vermektedirler.”492

Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed'in yeni bir inanç sistemi getirmedi­ğini, daha önce geçmiş peygamberler zincirinin son halkası olduğunu, Hz. Peygambere vahyedilen dinin geçmiş peygamberlerede vahyedildiğini 493, Hz. Muhammed'in Nuh, İbrahim ve İbrahim'in soyundan ge­len tüm diğer peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) yolundan git­tiğini, dolayısıyle Hz. Muhammed'i reddedenlerin, peygamberlerin yo­lundan saptıklarının ve yanlış yolda yürüdüklerinin bilincinde olma­ları gerektiğini defaaten beyan etmiştir:

“Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a, Sıbtlara (Ya'kub oğullarına), İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süley­man'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebur'u vermiştik.” 494 Kur'an'da kıssaları anlatılan peygamberlerden Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Şuayb, Hz. Hûd'un Tevhid mücadeleleri birbirine, Hz. Yusuf, Hz. Davûd ve Hz. Süleyman'ın durumları da tam olarak değilse bile, genellik­le birbirine benzemektedir. Kur'an'da en çok yer verilen Hz. Muham­med (s.a.v.)'in Tevhid mücadelesi ise çok daha kapsamlı ve ilgi çekici­dir. Ancak biz burada Hz. Peygamberin bütün hayatım, elimizde mev­cut siyer kitaplarının naklettiği gibi O'nun hayatı ile ilgili olayları bel­li bir üslûp ve kronolojik sıra ile anlatacak değiliz. Zira bu konumuzun çerçevesini aşar. Bizim burada üzerinde duracağımız nokta, Tevhid'in son peygamberi Hz. Muhammed'in Tevhid mücadelesi boyunca ortaya koyduğu Tevhidi düşünce ve pratiğe Kur'an vakası içerisinde, gücümüz nisbetinde zikretmek olacaktır.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in mücadelesi, esasta diğer peygamberlerin mücadelesinden farklı bir mücadele değildir. O'nun mücadelesi de hak ile batılın mücadelesi idi. Batılın her çeşidine karşı biricik haki­kat olan Tevhid adına savaşını verdi bütün hayatı boyunca. Suyun üze­rinde yok olup gidecek olan köpük misali 495 batılın ve hakkı batıl ile yok etmek için uğraşıp duranların 496 karşısında durdu.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in verdiği Tevhid mücadelesini anlayabilmek için Kur'an-ı Kerim'i tam olarak anlamak gerekir. Çünkü onun haya­tı Kur'an idi. Kur'an, onun mücadelesini bütün boyutlarıyla, en kap­samlı bir biçimde ve net olarak ortaya koymaktadır.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'e Kur'an tebliğ edilmeden kısa bir süre ön­ce o, şehir dışındaki bir mağarada inzivaya çekilmeyi alışkanlık hali­ne getirmişti. Mağaradaki inziva hayatını belirli aralıklarla tekrarlar, sonra Mekke'ye dönerdi. Ancak son seferki inziva dönüşünde bütün in­sanları bir sözü söylemeye ve ona inanmaya davet etti: “Ey insanlar! Lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur) deyin. Ancak o zaman fela­ha (kurtuluşa) erersiniz.”497

Hz. Muhammed, Tevhid'in en kısa ifadesi olan “Lâ İlahe İllallah” cüm­lesi ile Allah'tan başka hiç bir ilahın olmadığını ilan etmiş oluyordu. Bu davranışıyla kendinden önce gelmiş-geçmiş olan bütün peygamberle­rin insanları aynı temel esasa inanmaya ve ona göre yaşamaya çağır­dıkları gerçeğini tekrar etmiş oluyordu:

Senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki, ona: “Benden başka kulluk edilecek yoktur, yalnız bana tapın” demiş olmayalım.”498

Onlara: “Yalnız Allah'a kulluk edin” diye önlerinden ve arkaların­dan peygamberler gelmişti.”499

Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur.”500

Bu gerçeği aynca Peygamberimiz: “Bütün peygamberler topluluğu anaları ayrı, babaları bir olan kardeşlerdir ve dinleri birdir.” 501 sö­zü ile veciz bir şekilde dile getirmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.v.) Tevhid'in hakikatini bildirince, “kendisine gü­venilen ve sığınılan, sevilen ve tapılan, her şeye sahip olan ve itaat edi­len, yüceltilen ve bağlanılan Allah'tır; Allah'tan başka ulu ve hâkim yok­tur; O'na tevekkül etmek vaciptir; O'ndan başkasına sığınmak bâtıldır; O'nu sevmek farzdır; başkasını sevmek ise ancak O'nun izniyle olabi­lir; ibadet ve kulluk, ancak kendisine yapılır; sadece O, benim mâlikimdir; O'ndan başkasına ancak O'nun izniyle itaat ederim; yüceltilmeyi hakeden O'dur; O'na bağlanırım; beşer üzerinde mutlak büyüklük O'nundur; mutlak hâkim O'dur; emretme ve yasaklama yetkisi O'na ait­tir. O'ndan başka kimsenin; bir şeyi helal kılma ve haram kılma yet­kisi yoktur; O, yüce ve kemâl sahibidir; şanı yüce ve her türlü eksik­likten münezzehtir; O'ndan başka ilah yoktur” 502 deyince ve bu ha­kikatlere insanlığı davet edince oldukça sert bir tepkiyle yüzyüze geldi.

Mekke'nin ileri gelenleri, seçkinleri, aristokratlan, şaşkın bir vazi­yette bir araya toplanarak: “Vallahi başınıza büyük bir şey geldi” 503 demeye başladılar. Korku ve şaşkınlıkla Rasulullah (s.a.v.)'e ve ona iman edenlere büyük bir tepkide bulundular.

Allah Tealâ'dan aldığı “Oku” 504 emriyle, dinin temeli olan Tevhid ilkesinin dili ile risalet görevine başlayan ve bu vazifeyi ikinci ola­rak “Ey örtüsüne bürünen (peygamber) kalk ve korkut!” 505 emr-i ilâhisiyle etrafındakilere, yakın akrabalarından başlayarak kendi milletlerine, civar kabilelere, Arap yarımadasına ve nihayet bütün ci­hana yayan Hz. Muhammed (s.a.v.)506 kendisine karşı sürdürülen tehditlere, tepkilere, alaylara, hakaretlere, zulümlere, işkencelere ve baskılara aldırmadan yoluna devam etti. Çünkü O, daha önce de Lâ İlahe İllallah çağrısını gerçekleştirmeye çalışanlara karşı müşriklerin ellerinden geleni arkalarına bırakmadıklarını, onları davalarından vazgeçirmek için mal ve mülklerini harcamaktan çekinmediklerini ,507 peygamberin veya peygamberin davetinin takipçisi muvahhidlerin büyülendiğini ileri sürdüklerini,508 cinlendiğini,509 delir­diğini,510 şair olduğunu 511, büyücü olduğunu,512 öğretilmiş olduğunu,513 uydurduğunu,514 sapıttığını,515 yalancı olduğunu 516 iddia ettiklerini, dava adamını davasından vazgeçirmek için çeşitli tuzaklar kurduklarını,517 yurtlarından kovmakla tehdit ettiklerini,518 taşladıklarını,519 sürgün etmeyi planladıklarını 520 ve­ya yakmaya karar verdiklerini,521 bağırıp çağırdıklarını,522 ezi­yetler ettiklerini 523, yalandıklarını 524, aşağıladıklarını 525, es­kilerin masallarını anlatıyor dediklerini 526, insanlarla olan irtiba­tını kesmeye çalıştıklarını 527, başlarına gelen her türlü kötülüğün sorumlusu olarak peygamberi veya Tevhid tebliğcisini gördüklerini 528,bütün bunları yaparken de rastgele bir tavır içerisinde olmayıp, kendi bilgi ve tecrübelerine güvenip dayandıklarını 529 ve böylece on­larla alay ettiklerini 530 çok iyi biliyordu. 531

Muhammed (a.s.)’ın mücadelesi kuşkusuz en çetin Tevhid mücadelesiydi. Çünkü o, son peygamber, muhatapları ise topyekün bütün in­sanlık alemiydi. Hz. Muhammed (s.a.v.)'de önceki peygamberler gibi, ama açık, ama gizli Tevhid'i ilan etti. Sonra zihinleri, Tevhid'e ters dü­şen şirk çeşitlerinden temizlemeye çalıştı. Bir taraftan, her türden delilleri serdederek, öbür yandan da putlara hücum ederek, onların ken­dilerini bile savunmaktan aciz olduklarım, dolayısıyla da ilah olama­yacaklarını fiilen gösterdi. İman edenleri bekleyen parlak istikbali gözler önüne sererekmüjdeler verdi, böylece de onları destekledi. Yi­ne Tevhid mesajına kulak tıkayanların uğrayacakları korkunç akibeti, geçmiş milletlerin başından geçen kıssalardan örnekler vererek di­le getirdi ve aynı neticeye uğramaktan çekinmeleri için Tevhid'e gönül vermeleri gerektiğini bildirdi.532

Ne var ki, Tevhid hakikatine karşı müşrik/kafirlerin tepkisi büyü­dükçe büyüdü. Hz. Peygamber ve Tevhid ehli arkadaşlarına karşı ço­ğaldı. Zulüm, işkence, komplo ve baskılarını arttırdıkça arttırdılar. Bu tepkiler Hz. Muhammed'in en yakınlarından biri olan Ebu Lehep 533 başta olmak üzere Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Velid b. Muğire, Amr. b. Hişam, Ahnes b. Şerif gibi Mekke'nin aristokratları tarafından yönlendi­riliyordu. Onlar, Rasulullah (s.a.v.)'i ve ona iman edenleri davaların­dan vazgeçirmek için teşkilatlı ve sistemli tavırlar geliştirdiler. Mekke şehir devletinin parlementosu hükmünde olan Daru'n-Nedve'de topla­narak Muhammed (s.a.v.)'e karşı alınacak tedbirleri görüşüyor ve bu doğrultuda kararlar alıyorlardı. 534

Fakat Hz. Muhammed, bu tepkilere dişini sıkıp katlandı. Sabır ve se­batla mücadelesini sürdürdü. Ashabına hep sabır tavsiye etti...

Rivayetlere göre müşrikler Hz. Peygamber'in evinin önüne hayvan pis­liklerini getirip atarlardı. Ebu Leheb evinden ve komşularının evinden Hz. Peygamber'i taşlar ve taşlatırdı. Hz. Muhammed (s.a.v.) panayırlar­da halkı Tevhid'e çağırırken, arkasında dolaşır ve “Ey insanlar, bu be­nim kardeşimin oğludur ve yalancıdır, ona inanmayın, dediği doğru ol­saydı, herkesten önce biz inanırdık.” derdi.535

Hz. Peygamber Kabe'de namaz kılarken onun üzerine deve işkem­besi getirip koydular. Yine bir gün Kabe'de “Sen bizim ilahlarımı­za/putlarımıza ve dinimize şunu şunu diyen değil misin?” diyerek Hz. Peygamber'in üzerine çullandılar. Yine Kabe'de namaz kılarken Ukbe b. Ebi Muayt isimli azılı bir müşrik Hz. Rasül'ün elbisesini boğazına dolayıp sıkmaya başladı; fakat sahabesi O'nu kurtardı. Ebu Cehil, Hz. Pey­gamber'in başını taşla ezmeye kalktı. Yine bir gün Hz. Peygamber na­mazdayken Mekke şehir devletinin ileri gelenlerinden olan Velid b. Mu­ğire O'nu öldürmeye kalktı. 536 Rasulullah (s.a.v.)’ın yanısıra, özel­likle müslüman olan köleler, kimsesizler, zayıflar ve Kureyş'ten olma­yanlar çok ağır işkencelere uğradılar. 537

Kısacası, Rasul-i Ekrem (s.a.v.) on üç yıl süren Mekke dönemi bo­yunca hemen her gün hakaretlere, yalanlara, eziyetlere, zulme, zorba­lığa ve haksızlığa maruz kaldı. Fakat o, davasını tebliğ etmekten bir an olsun geri durmadı. Ve bu dönem içerisinde şiddete başvurmadı. Çün­kü o, rahmet peygamberi olduğunun bilincindeydi. İnsanlara Lâ İlahe İllallah hakikatini kavratmak için risalet sorumluluğunu taşıdığını çok iyi biliyordu. O'nun bir tek amacı vardı: Tevhid inancını insanlığa tebliğ etmek...

Kur'an-ı Kerim Mekke dönemi boyunca, tam on üç yıl bir tek dava­dan bahsetti: Tevhid, yani itikat davasından... Mekkî surelerin ana ko­nusu bütünüyle akidedir. Âfâk ve enfüste (iç ve dış alemde) bütün ger­çekleriyle Lâ ilahe İllallah tır, onun açıklanmasıdır.

Mekke'de nazil olan Kur'an ayetleri, insan varlığının sırrını ve insa­nın çevresindeki kâinatın niçin meydana geldiğini açıklıyordu. Ve insana şöyle hitap ediyorlardı: Kâinat nedir? Nereden meydana gelmiş­tir? Sonunda varacağı yer neresidir? Onu bilinmezliklerin bürüdüğü yokluk ummanmdan kim ortaya çıkarmıştır? Varacağı âkibet nedir? Sonra orada ne olacaktır? Ayrıca Kur'an ayetleri, insana hissetiği ve gör­düğü varlıkların niteliği ve hissedemediği fizik ötesi gaybm ne anlama geldiği konusunda bilgi veriyordu. Yine Mekki ayetler şu sorular üze­rinde insanın durup düşünmesini istiyordu: Esrarengiz sırlarla dolu olan bu mevcudatı yoktan vareden kimdir? Onu kim idare ediyor? Kainattaki bunca değişiklikleri kim yönetiyor? Kim bunları kendi fik­ri doğrultusunda yürütüp duruyor? Ve insana kâinatı yaratan Allah ile nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiğini, varlıklara karşı nasıl dav­ranması gerektiğini, ayrıca kulların diğer kullar ile nasıl bir davranış içerisinde olmaları gerektiğini ortaya koyuyordu. 538

Rasulullah (s.a.v.) tam on üç yıl boyunca Mekke-i Mükerreme'de yu­karıda kapsadığı içeriği zikretmeye çalıştığımız Kur'an ayetlerini insan­lara tebliğ etti. Dava yolunda ilerlerken ilk adımlarını Lâ ilahe İllallah (Allah'tan başka ilah yoktur) şehadetiyle atmasını kendisinden bizzat Allah Tealâ istemişti. Yine Yüce Rabbimiz, Peygamber (s.a.v.) den in­sanlara akidenin temeli olan gerçeği, yani hak olan Rablerini tanıtarak, O'ndan başkasına ibadet etmemelerini temin etmeye çalışmasını emir buyurdu. Rasuluîlah (s.a.v.) da bu ilahi hikmet doğrultusunda hare­ket ederek Mekke dönemi boyunca insanları, başka hiç bir şeye değil, sadece “Allah'tan başka ilah bulunmadığına şehadet etmeye” davet etti.

Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi Mekke'li müşrikler bu dave­te tepki gösterdiler. Bu tepkinin sebebi onların Allah'ın varlığını inkar ediyor olmaları veya Allah diye bir mefhumdan habersiz olmaları de­ğildi. “Kur'an'da Allah'ın Varlığı” konusunda ayrıntılı olarak açıklama­ya çalıştığımız gibi, onlar sadece Allah'ın varlığını kabul etmekle kal­mayıp O'nun, kendi ilahları da dahil olmak üzere, bütün alemin yara­tıcısı, maliki ve en üstün Rabbi olduğuna da inanıyorlardı. Onların Al­lah inancına sahip olduklarına bizzat Kur'an ayetleri şahitlik etmektedir. 539 Hatta ayetlerde belirtildiğine göre onlar, Allah adına yemin ederler, gökleri yaratanın, ayı ve güneşi kontrol edenin, yağmuru yağ­dıranın, insanı yaratanın Allah olduğuna inanırlar ve her şeyin Rabbinin Allah olduğuna iman ederlerdi: .

Allah adına yemin ederek...”540

Andolsun, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim bo­yun eğdirdi?” desen; “Allah” derler.”541

Onlara:”Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla dirilt­ti?” diye sorsan; 'Allah” derler.”542

Andolsun onlara, “kendilerini kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Al­lah” derler.”543

Mekkeli müşrikler putlara, Allah'ın varlığını inkâr ederek tapıyor de­ğillerdi. Aksine onlar putları, kendileri ile Allah arasında bir aracı olarak düşünüyor ve onları Allah'a ortak koşuyorlardı. Eğer onlar Al­lah'ın varlığına inanıyor olmasaydılar onlara müşrik değil, mülhid, gü­nümüzün deyimiyle ateist yahut tanrıtanımaz demek gerekirdi. Onlar Allah'ın varlğma inandıkları, fakat bazı konularda O'na ortak koş­tukları için “müşrik” sıfatını almışlardı.

Tarih kaynaklarımızın naklettiğine göre, Ebrehe Kabe'yi yıkmaya yel­tendiği zaman onun öncü kuvvetleri Abdu'l-Muttalib'e ulaşınca, O, Ebrehe'nin bulunduğu yere gitmişti. Abdu'l-Muttalib o kadar asil bir in­sandı ki, Ebrehe onu görünce çok etkilenmişti. Tahtından inerek onun yanına oturmuş ve kendisinden ne istediğini sormuştu. Abdu'l-Muttalib:

“Adamlarının sana getirdiği develerimi geri isterim” deyince Ebrehe:

“Se­ni görünce çok etkilendim, ama bu sözü duyunca gözümden düştün; biz atalarınızın dini merkezi, sizi izzetli kılan, insanlar içinde üstün ya­pan, inandığınız din icabı ibadet ettiğiniz evi, Kabe'yi yıkmaya geldik, sen ise bunu hiç düşünmüyorsun da develerini geri istiyorsun” deyin­ce, Abdu'î-Muttalib şu şekilde karşılık vermişti:

“Ben yalnız develerin sahibiyim ve ancak onları isteyebilirim. Bu eve gelince, onun bir Rabbi var ve o, bu evi koruyacaktır” demişti. 544

Yine tarihi kaynaklarımızın verilerine göre, Mekke'li müşrikleri Ebrehe'nin ordusu karşısında çaresizliklerini farkedince, bütün putları bir yana bırakarak, sadece Allah'a yönelerek dua etmişlerdi. Abdu'1-Muttalib'in, Kabe'nin kapısının iki yan dilmelerinden tutarak yaptığı şu dua gayet manidardır:

“Allah'ım, o kişi, o eve gidilmesini engelliyor, Sen de, onun, senin yur­duna girmesine engel ol. Onlar haçlarıyla üstün gelmesinler. Onların orduları senin yurduna yürüdüler, Yarın “Mukaddes Belde” yi çiğ­neyecekler. Uygun gördüğün emrini ver, artık.”545

Bütün bu veri (done) ler gösteriyor ki, Tevhid tebliği karşısında tepki gösteren müşrikler Lâ İlahe İllallah’ın manasını biliyor ve Rasulullah (s.a.v.)’ın Tevhid akidesinden kastettiği anlamı kavrıyorlardı. Çün­kü bu davetin ilk muhatapları Arap'tı ve Araplar kendi dillerinde “ilah” kelimesinin ne demek olduğunu, Lâ İlahe İllallah'ın hangi manaya geldiğini biliyorlardı. Uluhiyet makamı ile Allah'ın hâkimiyetinin kas­tedildiğinin farkında idiler. Ayrıca uluhiyetin birliği ve sadece yüce Al­lah'a mahsus olduğu hususunun esas manasının, kâinlerin, kabile şeyhlerinin, emirlerin ve idarecilerin elinde bulunan sultayı çekip-alıp, hepsini Allah'a teslim etmek demek olduğunu çok iyi biliyorlar­dı. Kalpler üzerindeki hâkimiyetin, duygu ve düşünce hâkimiyetinin, hayatın pratik alanlarına yönelik olan hâkimiyetin, mal ve idare hâ­kimiyetinin, ruh ve bedenlere hâkimiyetin bütünüyle Allah'a ait olması geretiğini biliyorlardı.

Yine onlar “Lâ İlahi İllallah” cümlesinin yeryüzündeki her tür hâ­kimiyet ve sultalara isyan manasına geldiğini, uluhiyetin özelliklerini gaspedenlere karşı çıkmak demek olduğunu, bu tür gasp esasları üze­rine kurulmuş olan idare tarzlarına karşı başkaldırı anlamına gel­diğini, Allah'ın izni olmaksızın kendi yanlanndan uydurularak ortaya koydukları yasalara göre yürütülen sulta ve otoritelere karşı çıkmak de­mek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Araplar kendi dillerini çok iyi bildik­lerinden Lâ İlahe İllallah davasının hakiki manasını iyi kavrıyorlardı. Onlar İsâmi davetin kendi durumlarına başlarındaki reisler ve otori­telerine karşı ne gayeler güttüğünden de habersiz değillerdi. İşte bun­dan dolayı İslâm davasına yahut da bu inkılâb hareketini o derece şid­detli bir şekilde karşıladılar. 546 Mekke müşrikleri/kâfirleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hak yolunda olduğunu ve kendilerinin bâtılı temsil ettiklerini de çok iyi biliyorlardı. Hem kendilerinin, hem savun­dukları davanın yalan olduğunun farkındaydılar. Ama cehalet, atala­rını körü körüne taklid etme, taassup, boş yere şeref ve namuslarını koruma ve menfaatlerini sürdürme kaygısı gibi sebeplerden dolayı Hz. Muhammed (s.a.v.)'e muhalefet ediyorlardı. 547

Aslında müşriklerin karşı çıktıkları, muhalefet ettikleri ve yok etmek için çetin savaşlara başvurdukları Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kendisi, fiziki/biyolojik bedeni değil, getirdiği fikir, hareket, düşünce ve yaşam biçimi, öz bir ifade ile La İlahe İllallah davası idi. İmam Süfyan-ı Sevri, Tirmizi ve Hakim'in Hz. Ali (r.a.)'den naklettikleri şu hadis bu tezi­mizi destekler mahiyettedir;

“Ebu Cehil bir defasında Rasulullah (s.a.v.)'a şöyle dedi: “Biz seni de­ğil, senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz.”548

Demek oluyor ki, Rasulullah (s.a.v.) ilahi hikmetin gereği olarak, on üç yıl kadar süren Mekke dönemi boyunca bir tek davadan, yalnızca bir konudan sözetti: La İlahe İllallah. Daha açık bir ifade ile söy­leyecek olursak O'nun daveti bir tek noktada odaklanıyordu: İlâh ola­rak Allah'ın birlenmesi...549

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hz. Muhammed kendisinden önce gelmiş-geçmiş bütün peygamberler gibi, insanlara sağlam bir inanç sis­temini tebliğ etmek için gelmiş 550 ve bu amacı gerçekleştirmek için bütün gücüyle gayret sarfetmiştir. O (s.a.v.), içkinin su gibi içildiği, fa­hişeler için kırmızı bayrakların dikildiği, sayıları üç yüzü aşan putların bulunduğu cahili bir toplumda yaşıyordu. 551 Buna rağmen Hz. Re­sul (s.a.v.) ilk etapta bu kötülüklere karşı mukavemet etmiyor, onları yıkmak için kaba kuvvete başvurmuyordu. Çünkü O (s.a.v.), Kur'an-ı Kerim'in akide konusuna büyük önem verdiğini biliyordu. Aynı zamanda Hz. Peygamber, yeryüzünde yaşayan insanın hayat tarzının bütünüyle inandığı akideye bağlı olduğunu biliyordu. Bunun sebebi ise, beşer ruhunun hakikatini ve yapısını çok iyi bilen, Lâtif ve Habir olan Yüce Allah'ın, akidenin, insanın çeşitli çabalarını yönlendiren ana unsur olduğunu bilmesidir. 552 Bu nedenle o (s.a.v.) bütün güç ve gay­retini güzel öğüt ve hikmetle ilâh olarak Allah'ın birlenmesine davet ko­nusu üzerinde yoğunlaştırdı. Hz. Muhammed (s.a.v.) yalnızca Mekke'de değil, Medine'de de insanlara akide konusunu işledi. Çünkü akide gerçekte hem Mekki, hem de Medenî surelerin, yani bütünüyle Kur'an'ın en belli başlı konusudur. 553 Bu gerçekten hareketle, Hz, Peygam­ber, kendisine peygamberlik verildiği andan itibaren vefat edinceye ka­dar ömrü boyunca hep Tevhid'e davet etmiştir, diyebiliriz. 554


Yüklə 1,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   39




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin