19. El-vedûd
ı- Vedûd anlamına gelen mevedde, vudd masdarlarından gelir. İsm-i fail olan vâdd'ın mübalağa sigasıdır 990. “Cok sevilen, Habîb” 991 veya “kendisine yönelene ve tevbe edene muhabbet eden” diye tarif edilmiştir. Arapçada fa'ûl vezni, hem ism-i fail hem de ism-i mefûl mânâsını ifade edebileceğinden, her iki şekilde de açıklamak mümkündür. Nitekim el-Hattâbî ve el-Halîmî gibi zatlar, her ikisine göre de mânâ vermişlerdir 992. el-ÂIûsî'ye göre ise “seven” anlamını tercih etmelidir. “Habîb” mânâsı zahirin hilâfınadır 993.
Vdd kökü, Kur'ân'da az çok bulunur (değişik şekilleriyle 30 kadar). Fiil olarak kullanılışında, belli başlı iki mânâ ifâde eder. Birincisi temenni sevgisidir. Bu kısmın misalleri daha fazladır. Meselâ:
“Her biri ömrünün bin yıl olmasını sever (yani temenni eder)” 994
Mücerred sevgi anlamı ise, meselâ şu âyette görülür:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Resulüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin (...)” 995.
Buna mukabil, masdar olarak kullanıldığı her yerde, mücerred sevgi mânâsını haizdir:
“Umulur ki, Allah, sizinle düşman olduğunuz kimseler arasında bir sevgi (mevedde) meydana getirir” 996.
“İman edip iyi işler yapanlar için. Rahman sevgi (vudd) kılacaktır (sevgisine mazhar edecektir)” 997.
İnsanların özellikle karı-kocanın arasında sevgi meveddet ve şefkat yaratması da, Allah'ın âyetlerindendir 998.
Vedûd ismi ilk defa 27. sıradaki el-Burûc sûresinde görünür. Bütün Kur'ân'da iki defa geçer. Her ikisi de mekkîdir “O'dur Gafur Vedûd” 999. Öbür âyette ise “Rabbinizden mağfiret dileyin. Ona tevbe edin. Muhakkak ki, Rabbim Rahîm, Vedûd'dur” 1000. Bitiştiği isimlerin gerekleri arasında hem derecelenme, hem de karşılıklı olarak birbirini gerektirme durumu vardır.
II- Allah ile İnsan Arasında Karşılıklı Muhabbet Allah'ın Vedûd vasfı münasebetiyle, Onunla insan arasındaki karşılıklı sevgi konusuna temas etmemiz lâzım gelmektedir. Bu meseleyi gereken genişliği içinde ele alamayacağız. Zira, sınırlı olan bu çalışmamızda Hâlık-mahlûk münasebetlerini doğrudan doğruya değil, ancak istitradı işaretlerle göz önünde bulundurabiliyoruz. Yalnız, bu konuda -özellikle garplı müsteşrikler arasında- 1001 yanlış ve yaygın bir düşünce yerleşmiş olduğundan, parantezimizi hisbeten uzatacağız.
Kur'ân'da Allah'ın kulunu, kulun Rabbini sevmesi var mıdır? Kur'ân'ı az çok tanıyan herkesin, bu soruya vereceği cevap müsbet olmalıdır. Çünkü Kur'ân, bunun doğrudan doğruya ve dolayısıyla olan delilleriyle doludur. En çarpıcı delil, üzerinde durduğumuz Vedûd ismidir. Allah muhabbetini fiilleriyle ifade etmekle yetinmemiş, onu sübût ve istimrar belirten bir isim, bir vasıf olarak kendisine vermiştir. Başka hiç bir delil olmasaydı bu vasıf yeterdi. Kaldı ki başka deliler de çoktur.
“Allah, İbrahim'i halil edinmiştir” 1002. Halil huiletten gelir; hullet ise muhabbetin ileri derecesidir. “Sevdiğinden başkasına, kalbinde ve ruhunda hiç bir yer kalmayacak tarzda, sevenin gönlüne nüfuz eden sevgidir” 1003. Onun, çok sevdiği oğlunu boğazlamak şeklinde tabi tutulduğu imtihan da, bu halillik mertebesine liyâkatini ortaya koymak hikmetinden ileri gelmiş olmalıdır.
“Allah'ın Vechini(yüz) aramak, istemek”, “Onun Vechî için yapmak” gibi hususlara dair âyetler oldukça fazladır 1004 Bu âyetler Allah'a yakın olan hayırlı insanların-esas gayeleri olarak “Vechini murad etmelerini” ortaya koyar. Bunları harekete geçiren, Ona olan sevgileridir. Bir çok âyet “Allah'a kavuşmak (ükâ Allâh)”dan bahseder 1005. (Bu tabirin geçtiği âyetlerin çoğunun, “hesap vermek rçin Allah'ın huzuruna çıkmak” muhtevasında olduğu söylenebilir. Fakat bir kısmında Ona kavuşmayı bir gaye olarak sezdiren muhtevalar da vardır 1006 gibi.
Şu âyet ise, konumuz bakımından son derece önemlidir:
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah'tan başka bir takım nidler 1007 edinir, onları Allah'ı sever gibi sever; iman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha ileri derecededir” 1008. Bu âyet açıkça gösteriyor ki, Ulûhiyyetin en mühim hususiyetlerinden biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân ve İslâm ıstılahında insan, daha çok “kul” vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. “'Abd” kelimesinin bu anlamı, Cahiliye devri araplarında da meveut idi 1009. Risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Resul kulluğu ile öğünürdü. Mezkûr âyet gösteriyor ki, Allah'tan başka her hangi bir şeyi veya kimseyi, Allah'ı severaesine seven, O'nun emir ve nehiylerine uymak gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka nidler, nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir, yoksa Hâlıkıyyet ve Rubûbiyyette nid değildir 1010. Batıl tanrılara, âbidlerinin gerçek bir sevgi taşıdıklarını şu âyetler de bildirir: 1011 İman edenlerin Allah'a karşı sevgilerini belirten fıkra ise geniş tefsire yol açmış ve açmalıdır. Bizim için şimdilik şu kadarı kâfidir:
Mü'min, Allah'ı; halis, katışıksız, sabit ve ileri bir derecede sevmelidir.
Bir âyette “De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın” 1012. Demek ki, Allah'a inanan nezdinde onu sevmek asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitab olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece irşâd olunuyorlar. Öte yandan bu âyette “sevmek ve bağışlamak” kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak, sevmeyen bağışlamaz. Bunun Kur'ân'da örnekleri çoktur. Sadece “Gafur Vedûd” 1013 ve “Rahîm Vedûd” 1014 terkiblerini hatırlatmakla yetinelim.
Kur'ân, kimi hasletleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun ederler. Bunlardan biri “Rızâ”dır. Kul, Rabbinden razı olacaktır. Rızâ şunları gerektirir:
Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul Tanrısından bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla razı olacaktır: Rabb, müdebbir, emir ve nehyedici, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden, O'nu sevmesini tazammun edecektir.
Kur'ân mü'minden Allah'a hamdetmesini ister. “Hamd, zemmin zıddı olup, muhabbete makrûn olarak, mahmûdun mehasinini terennüm etmektir” (el-Hâmîd ismini görürken, hamdin sevgiyi tazammun ettiğine temas etmiştik). Kur'ân'ın bir kısım âyetleri ise “mefhûm-i muhalifleriyle, Allah sevgisini gerektirirler. Allah ve Resulüne karşı çıkanlara, babaları ve evlâtları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler” 1015 âyeti de böyledir. Buralarda, insanın tabiî olarak en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, refika, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızası başka yerde bulunuyorsa, Allah'a sadakatin baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah'a olan sevgidir, O'nun rızasıdır. Bu âyetler kulun, Allah'a sevgi besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterirler. .
Allah ile mü'minler arasındaki karşılıklı muhabbeti dile getiren hadis-i şerifler ise oldukça fazladır. Bütün bu nassları değerlendiren Selef, Allah Teâlâ'nın sevileceği, buna müstahik olduğu konusunda müttefiktirler, hatta O'ndan fazla muhabbete lâyık hiç bir şey olmadığını bildirirler; Allah'dan başkasının ancak Onun muhabbetine tâbi olarak sevilebileceğini kabul ederler. 1016 Kul Rabbini sevdiği gibi, O da kulunu sever:
“(...) Allah onları, onlar da Allah'ı severler(...)”1017
Allah iyilik edenleri sever 1018, tevbe edenleri sever 1019, temizlenenleri 1020, müttakileri 1021, sabredenleri 1022, mütevekkilleri 1023, âdilleri 1024 sever vb. Buna mukabil haddi aşanları sevmez 1025, kâfirleri 1026, zâlimleri 1027, müsrifleri 1028, hâinleri 1029, kibirlenenleri 1030, bozguncuları 1031 sevmez vb. Kur'ân bu neviden âyetlerle doludur.
Allah ile kul arasında karşılıklı sevginin olamayacağını, bid'at fırkaları ileri sürmüştür (Ca'd b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Mu'tezile vb.) 1032 Dinin ve fıtratın gereği olan sevgi, kalıplaşmış aklın sansüründen geçirilmeye başlanınca, ortaya bir takım mülâhazalar çıktı. Bu istikamette düşünenler dediler ki:
“Sevgi, seven ile sevilen arasında cins benzerliğini gerektirir, (Allah ile insan arasında böyle bir şey olamayacağına göre), muhabbet Allah Teâlâ'ya taalluk etmez.” 1033
“Muhabbet, ancak mahbuba münasib olmakla olur. Kadîm ile hadis, Hâlık ile mahlûk, Vâcib ile mümkin arasında münasebet yoktur” 1034 Sevgiyi:
“Nefsin, arzu ettiği şeye meyletmesi” diye görünce, bu anlamı Allah'ı tenzihe uygun bulmadılar. Kelimenin hakîki manâsıyla “muhabbetsin, Allah ile kul arasında düşünülemeyeceğine karar verdiler. Ancak, nassları tekzib edemeyince te'vil yönüne gittiler. Kulların Onu sevmelerine delâlet eden nassları “Allah'a itaat ve ibâdet muhabbeti”, “mükâfata ulaşmak için daha fazla amel işlemek” olarak, yani meşhur tabiriyle “lâzımı” ile te'vil ettiler. Allah'ın insanlara sevgisi ise, “onlara ihsan etmesi, sevab vermesi, yahut medhu sena etmesidir”, “Muhabbetin irade olduğunu iradenin ise, ancak sonradan zaman içinde var edilen makdûra taalluk edeceğini, Kadîm hakkında ise murâd edilmek muhal olduğunu düşününce insanların, meleklerin, enbiyânın Allah'ı sevebileceklerini inkâr ettiler ve dediler ki:
“Onların sevgilerinin Allah'a yaklaşmak, Onu tazim etmek, ve Ona kulluk etmek iradesinden başka anlamı yoktur”. Böylece hem Ulûhiyyetin, hem ubudiyetin hususiyetini inkâr ettiler; kendilerince de bunu tam tevhîd ve tenzih saydılar. 1035
“Mütekellimlerin ekserisine göre, muhabbet irade nevindendir ki, hakikatte sadece mânâ ve fâidelere taalluk eder. Allah Teâlâ'nın zâtına ve sıfatına taalluk etmesi imkânsızdır. Bundan ötürü muhabbet burada:
Kulun ibâdetini sırf Allah Teâlâ'ya münhasır kılmak iradesi demektir. (...) yani onlara göre âyetin 1036 tefsiri: “Eğer Allah'a itaat etmeyi, yahut Onun mükâfatını seviyorsanız buyuracağını ve yasaklayacağını konularda bana uyun” olmalıdır. Böyle denilmiş ise de, Ehl-i Sünnet mezhebinden ariflerin yolu böyle değildir. Onlar derler ki: “Muhabbet, hakîki manâsıyla, Allah Teâlâ'nın zatına taalluk eder. Kâmil için lâyık olan, Onu Zâtı için sevmesidir; Onun mükâfatına muhabbet, noksan bir derecedir”1037
Sevgi, beş duyunun idrâkine münhasır değildir ki “Allah duyularla idrâk edilmez, hayalde temessül ettirilemez” şeklinde itiraz edilebilsin. Sevginin yeri kalbdir. Kalb ise, idrâk konusunda gözden daha ileridir. Muhabbetin, “idrâkinde lezzet olan şeye gönlün meyletmesinden” başka anlamı yoktur. el-Âlûsî, muhabbeti inkâr eden mütekellimiere Kelâm diliyle cevap verir:
“Muhabbet seven ile sevilen arasında cins benzerliğini gerektirir, dolayısıyla Allah Teâlâ'ya taalluk etmez” demek, boş bir sözdür. Çünkü sevgi arazlara taalluk eder, halbuki araz ile cevher arasında cinsiyet yoktur” 1038
Kulun Allah'a sevgisini, “mükâfat” sevgisine bağlamak, o mükâfatı kendi zâtı için sevilen asıl gaye, Alâh'ı ise vasıta sevgisiyle sevilen bir duruma düşürme oluyordu. Halbuki Kur'ân'a göre insan bizzat Allah'ı sevmelidir. Meselâ şu âyette bu durum açıkça görünür:
“Eğer Allah'ı ve Resulü'nü ve âhiret yurdunu murad ediyorsanız (...)”1039.
Allah Kendisini murad etmeyi, âhiret mutluluğunu murad etmekten başka bir şey olarak göstermiştir. Hz. Peygamber “imanın tadını bulmayı -birinel derecede- Alâh ve Resulü'nü her şeyden çok sevmeye” bağlamıştır 1040. Eğer gaye ücret olsaydı, şimdiki hayatta ücret gerçekleşmiş olmadığına göre, imanın tadı bulunmamış olurdu. Sırf ücret için işleyen kimse, çalışması sırasında yorgunluk ve zahmet duyar. Oysa mü'min, ibâdetinde sevgi ve şevk hisseder. Gerçi bu şevkte, fayda ümidinin rolü de vardır. Fakat Rabbinin kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu düşündükçe, Onun Zâtına olan sevgisi de artar. Kendi akıllarıyla muhabbeti inkâr eden mütekellimler bile, ibâdetleri sırasında fıtratlarına baksalardı, bu sevginin kendilerinde de bulunduğunu göreceklerdi. Zira kemâl, zatında sevilir. Allâh, eksiksiz Kâmil olduğu için, kulda Onu Zatı için sevebilir. İbn Teymiyye der ki: “Kadîm niçin muhabbetle mevsuf olmasın? Muhabbet eksiklik değil, kemal sıfatıdır. Hatta, iradenin aslı sayılır. Her irade, bir sevgiyi gerektirir. Çünkü bir şey, mahbub olduğu için, yahut mahbuba vesile olduğu için murad olunur. Eğer muhabbetin mâdum olduğu farzolunursa, irade mümteni olur (...}” 1041
Muhabbete götüren lezzetler çeşitli olur. Duyularla idrâk olunan şeylerden ileri gelen lezzetler; Güzel bir yemekten, güzel suret ve manzaralara bakmaktan doğan lezzetler gibi. Akılla idrâk olunan zevkler:
İlim lezzeti, baş olma lezzeti gibi. Sevginin derecesi, ona götüren saiklere göre değişik olur. Bir insanın, bir köy muhtarı olmaktan duyduğu zevk ile, muteber bir ülkenin başkanı olmasından duyacağı zevk bir değildir. İlim zevki de bilinen şeylerin değişmesiyle değişir. Bilinen bütün şeyler, Kendisinin bazı isimlerinin birer tecellisinden ibaret olan Allah'ı tanımaya çalışmaktan üstün bir zevk elbette düşünülemez. Böyle bir tanıma gayreti, Onun varlığını bilmekten daha başkadır. Böylece marifet ile muhabbet, münasebete girer. Tanımaktan ileri gelen sevgi, daha müstekarr olur. Bu elde edildikçe. Ona itaat, gölge gibi peşinden gelir.
“İnsan, Allah'ı bütün varlığı ile sevmelidir. Bütün varlığına, merkezî parçası olan aklı da dahildir. Öyleyse, Onu aklıyla da sevmek gerekir. Herkes kabul eder ki, akıl bir duygu değildir, aksine duygudan çok başka bir şeydir. Buradan anlaşılıyor ki, mukaddes Kitabların Tanrı-insan münasebetlerini belirtmek için kullandıkları “sevgi”, sırf duygusal bir anlamı haiz olmaktan, cazibe arzusuna delâlet etmekten, daha başka bir derinliğe sahiptir. Diğer taraftan, eğer sevgi, kavuşmaları gayesiyle bir varlığın öbürüne karşı olan eğilimi ise, açıktır ki, insanla Tanrı arasındaki visali gerçekleştirecek en mükemmel araç “mârifet”tir; zira o, esasen insanda olan ilâhî tarafa, yani akla yönelmektedir. Şu halde Allah'ı sevmenin en üstün tarzı, insanlığın en büyük imkânı olan, bu yoldur” 1042
Allah'ı tanımaktan (ma'rifetullâh) gelen, itaat içindeki, ölçülü bir muhabbet, her mü'min için mümkün hatta vakidir ve imanın gereklerindendir. İnsanlar bu yolda yakînlerinin durumuna göre farklılık arzederler. “Hal böyle olunca, kulun Allah'a sevgisini, lisandaki hakîkî manâsıyla tefsîr etmek vâcib olur. Allah'a itaat ise, sevginin sonucudur, fakat ondan başka bir şeydir” 1043. Kıyamet hakkında soran bir adama Resûlullah onun için ne hazırladığı suâliyle karşılık vermiş, adam:
“Namaz, oruç, sadaka olarak pek bir şey hazırlamadım. Ancak Allah'ı ve Resulü'nü severim” demişti. O da cevabında:
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir,” buyurmuştu. 1044 Bu da gösteriyor ki, itaat ile muhabbet -birbirini gerektirmelerine rağmen- ayrı şeylerdir.
Allah'ın kula olan muhabbetini Kur'ân'ın isbat, yani kabul ettiğini görmüştük. Bu sabit olmakla birlikte, kavranması güç olan şeylerdendir. “Allah'ın kullarına olan muhabbeti ise, keyfiyeti bizCe meçhul, Allah Teâlâ'nın Kendisine âit bir sıfatıdır. Fikir ona erişemez” 1045el-Gazzâlî, kulun Allah'a olan muhabbetini, hakîkî mânâda kabul eder. Fakat, Allah'ın kuluna olan muhabbetinin, bu anlamda olmadığını söyler. İfade güçlüğü sebebiyle, Allah'a ait sıfatların beşerî tabirlerle bildirilmiş olduğu üzerinde durur. İsim iştirakinin, mahiyette bir benzerliği asla gerektirmediğini, örneklerle açıklar. “Bu uzaklık; ilim, irade, kudret vb. gibi öbür isimlerde, daha da aşikârdır. Bunların hiç birinde Halik, yaratılmışlara benzemez. Lisan vâzU bu isimleri, ilkin mahlûkları göz önüne alarak koymuştur; zira halk, akıllara ve anlayışlara, Hâlık'den daha önce sebkat eder. Bundan ötürü o lafızların Hâlık hakkında kullanılmaları istiare ve nakil” yoluyla olmuştur. 1046
Şimdiye kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak:
Kur'ân'a göre insan Rabbini mecazen değil, hakikaten sevebilir. Bu sevgi, Allah'ın fiillerinin, isimlerinin, sıfatlarının, zâtının kemâline olan marifetten kaynaklanan halis, nezih taşkınlıktan uzak, kulluğun ve Ulûhiyyetin sınırlarını tanıyan, Allah'ın iradesini gerçekleştiren, Ona itaati artıran bir sevgidir. Bu muhabbette, Allah'ın dünya hayatında kendisine ve öteki yaratıklara olan lütuf ve ihsanının, keza âhiret hayatında beklediği ebedî mutluluğun rolü olsa da, Rabbini bunlardan ayrı olarak Zatı için de sever. Zira kemâl, zâtı için sevilir. Öbür yandan Allah da kulunu sever, bu Onun bir vasfıdır. Ancak Onun muhabbeti, kulların bildiği sevgiye benzemez. Ulûhiyyetin şanına yaraşan, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir hususiyetidir. Kur'ân nazarında, insanın Allah'ı sevmesi, sırf metafizik bir tefekkürden ileri gelmez. Tabiî teolojinin sonuçlarına bağlı değildir. Sadece “eşyanın güzelliklerinden, ilk Sebebin de güzel olacağı” neticesine varan türden bir sevgi değildir.1047 Böyle olsa, mü'min ona “Sen” diye hitabedemezdi, Ona duâ edemezdi. Kıymetli devesini uçsuz bucaksız çölde kaybedip, telaşla aradıktan sonra, nihayet bulabilen insanın, onu bulduğunda duyduğu sevinçten daha fazlasını, Allah kulunun Kendisine dönmesinde bulmazdı. 1048 Devesini bulmaktan umudunu kestikten sonra uyandığında, onu yanıbaşında görüvermesi üzerine sevincinden yanlışlıkla “Allah'ım! Sen benim kulumsun, ben de Senin rabbinim” demesinden dolayı, ferah bulmazdı. 1049 Mü'min, Onun Vechine bakmayı, bütün Cennet güzelliklerine üstün tutmazdı. 1050
“İyi davrananlara, en iyi (bir karşılık), bir de ziyâdesi vardır” 1051 âyetindeki “ziyâde” hakkında Hz. Peygamber “Rahmân'ın Vechine bakmak” demiştir. 1052 Şu halde sevgi. Onun lütuf ve ihsanından, efendi ile kölesi arasındaki münasebetten, daha başka bir öz taşımaktadır. 1053 Bu sevgi, metafizik ve genel mânâda anlaşılan, her türlü existensielle vasıftan ve şahsî bir irtibat tarzından yoksun bir Vâcib-mümkin, Kadîm-hâdis münasebeti belirtmekten uzaktır. 1054 Dünyada, Allah'ın Kendisini vahiy ile tanıtması. Cennette “ru'yet-i cemaliyle müşerref” etmesiyle gerçekleşen (krş. 75, 22-23) bir münasebettir.
Kur'ân, bu yakınlığı bildirirken Eski Ahid'in, Tanrının “seçilmiş millet”le olan münasebetini bildirişinde yaptığı gibi, bir “zevciyyet” ilişkisi 1055 benzetmesine gitmekten sakınmıştır. Bu sevgi ve şefkati, manevî anlamda da olsa, “İlâhî bir babalık” 1056 imajına başvurmak suretiyle de göstermemiştir. Bu kabil tasvirler, yanlış tefsirlere yol açabilirler. Kur'ân'ın bildirdiği Tanrının Rahman, Rahîm gibi bir çok ismi, bilhassa Rabb vasfının ihtiva ettiği şefkat ve sevgi 1057 bu yakınlığı daha mükemmel ve daha nezih bir biçimde gerçekleştirmektedir. Her şeye rağmen, bazı durumlarda babanın oğulla veya oğulun baba ile kavgası, davası, çekişmesi olabilir. Rabb ile kul arasında böyle bir şey düşünülemez. Keza bazı hristiyanların iddia etikleri gibi Tanrının, “insanı, Kendi mahremiyetine sokması için, oğlunun varlığında Kendisiyle bir ittihada (communion) çağırması” 1058 gibi bir tuhaflıktan da Kur'ân berîdir. “Tanrı insana dönüştü, ta ki insan da tanrılaşsın”1059l âubaliliğine hiç yer yoktur. Kur'ân, insan hakkında “sıbgat' Allâh” 1060 tanır. Bu ilâhî boya, veya insana “ruhundan üflemesi” 1061, insanın hususiyetine ve değerine işaret için kâfidir, her hangi bir mücanesetle ilgisi yoktur. “Kur'ân'da ilâhî hayata iştirak” ideali yoktur. Ama Allah'ın vasıflarına, kendi çerçevesinde özenmek, zımnen vardır (4,149; 24,22 vb.). Sahih bir kudsî hadis, belirttiği anlamda bir “fenâfillâh” gayesi gösterir.
“(...) Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden Bana daha sevimli bir amel ve ibadetle yaklaşamamıştır. Kulum Bana nafile ibadetle de durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık Ben o kulumun işiteceği kulağı göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Benden bir şey dilerse onu verir; bana sığınırsa, muhakkak onu himaye ederim” 1062
Bunlar, insanın ruhanî bir hayat ve ilâhî sevgi tecrübesi için yeterli unsurlardır.
Hristiyanlık bu kabîl taşkınlıkları gösteriyorsa da, onların kutsal kitapları bu telakkilerden uzaktır. Biz onların “Kur'ân'ı hristiyanca okumalarına” razı olmadığımız için “İncilleri de müslümanca okumayacağız” Yani Hıristiyanlığı, yabancı bir bakışla yorumlamayıp, İncilierdeki “sevgi” anlayışını, ünlü çağdaş hristiyan teologu Bultmann'ın tedkikinden özetleyeceğiz. 1063
Sevgi (Hz.) İsa'nın sözlerinde, nadiren gözükür. Gerçekten, sevme emri Dağ Va'zında 1064 ve düşmanları sevmek konusunda geçer. Gerçi bunlar, önemli pasajlardır. Ancak bu azlıktan açıkça ortaya çıkıyor ki, ne (Hz.) İsa, ne de Onun Cemaati “sevgi emrinden” ahlâkın özel bir programını yapmayı düşünmüş değillerdi. Aksine, sevgi emri Tanrının iradesini yerine getirme cümlesindendir. 1065 Sevgi, hristiyanlığın getirdiği yeni bir şey de değildir. Din tanımayan edebiyat da, insan sevgisini, düşmanları sevmeyi en yüksek fazilet biliyordu. Stoacı filozof Seneque vs. Fakat bunlarda sevgi, insanlık ideali üzerine kurulmuştur. (Hz.) İsa'da ise sevgi, temelini, karakter gücü veya şahsî değerde değil, itaat ve nefsin eğilimlerini red fikrinde bulur. Düşmanını sevmek, insan sevgisinin doruğu değil, insanın nefsine olan hakimiyetinin zirvesidir. Ona göre, “insan sevmekle ruhu lehine sonsuz bir değer kazanmaz ve Tanrının varlığına katılmaz 1066 aksine sevgi sadece bir itaat gereğidir. Sevgi bu itaatin, insanı insana bağlayan müşahhas hayatta, nasıl uygulanabileceğini ve uygulanması gerektiğini gösterir” 1067 insanın yakınını ve Tanrısını sevmesine dair emirden çıkan da, budur. Kendisini imtihan etmek kasdıyla, en büyük emrin ne olduğunu soran yahudi din adamına (Hz.) İsa şu cevabı verir:
Birincisi şudur: “Dinle ey İsrail; Tanrımız Rabb, bir olan Rabdır. Ve Rabb Tanrını bütün gönlünle, bütün canınla, bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin”
İkincisi bu: “Komşunu, kendin gibi seveceksin” 1068.
“Tanrıyı sevmek, kendi öz iradesini, itaat içerisinde Tanrının iradesine tâbi kılmaktır” 1069
“Şu halde aşikârdır ki sevgi, insan hayatını canlandıran ve gevşeten bir şey olarak değil, bir nevi irade tavrı olarak anlaşılmıştır” 1070
Düşmanını veya yakınını sevmek, en iğrenç kimsede bile ilâhî kıvılcımı hissetmesini bilen duygusal bir etkilenme veya sempati veyahut hayranlık üzerine kurulmaz:
Tanrının emri üzerinde temellenir. Gerçekten, sempati veya etkilenmeden ileri gelen sevgi, aslında insanın kendisine olan sevgisidir, bir takım tercihlerin sevilmesidir. Bu şeylerin, bu tercihlerin sevilmesinde kıstas benim, “ben”imdir. Dostluk, cinsî sevgi, tabiî “ben”in tezahürleridir. Onlar, kendi zatlarında ne iyi ne de kötüdürler. Ancak, insanın niyeti kötü olduğu zaman, kötü olurlar. Fakat onlarda, tanrının sevgi emrinin gerçekleştiğini düşünmek, bu emri alt-üst etmektir. Yakınını sevmenin yerine kendisini sevmeyi koymaktır. Tanrının istediği gerçek sevgi; sempati, hayranlık ile olan sevgi değil, “seveceksin” buyruğundaki, iradeye seslenen “karar” sevgisidir. “Sevgi bir duygu olarak anlaşıldığı takdirdedir ki, sevmeyi emretmek saçma olur. Sevme emri gösteriyor ki, sevgi iradenin bir davranışı olarak mütalaa olunmaktadır”. Böyle bir sevgi ne zayıftır ne gevşektir. (Hz.) İsa, insanı taşıdığı şahsî değerler açısından değil. Tanrının emri ile değerlendirir. 1071
Bu inceleme, indilerin anlayışını, Yunan idealizminin yaldızlarından temizlemektedir. Ortaya çıkan aslî çehre, İslâm'daki sevgi anlayışı ile aşağı yukarı aynıdır. 1072
Dostları ilə paylaş: |