20. El-Mecîd
Mecîd, mecd masdarından sıfattır. Mecd:
Genişlik, kerem ve ululuk
Bir anlamınadır. 1073 İbn 'Abbâs, Mecîd'i “kerîm” olarak açıklamıştır. 1074 Buna yakın olarak “lütuf ve ihsanı geniş olan, kerîm” 1075 şeklinde de tarif edilmiştir. el-Halîmî ise şöyle tanımlıyor:
“el-Menî' el-Mahmûd, yani erişilmesi zor, kuvvet sahibi olduğu halde hamde lâyık olan” 1076 Ona göre bir kimseye Mecîd denmesi için şu iki unsurun bir arada bulunması gerekir:
Ulaşılamayacak izzet ve şevketi olacak, fakat bu şevketinin yanında güzel hasletleri ve fiilleri bulunacaktır. Allah Teâlâ, Kendisine erişilmekten münezzehtir; bununla beraber ihsan ve in'âm eden, fazi ve lütuf sahibidir ki insan, nimetlerini saymaktan âcizdir. el-Âlûsî, daha ziyade azamet mânâsını tercih ediyor.1077
Mecd kökünden, Kur'ân'da ne fiil ne de masdar vardır. Sadece sıfat olarak Mecîd, dört âyette varid olmuştur. İkisinde, Kur'ân'ın sıfatıdır. 1078 Allâh'ın ismi olarak ilk defa 27. olan el-Burûc sûresinde geçer. Burada Zû'l-'Arş ismine mukarin olarak gelmiştir 1079. Bundan sonra bir âyette de “Hamîd Mecîd” şeklinde varid olmuştur 1080. Geçtiği iki âyetten birincisi azamet, ikincisi ise azamet ve lütuf muhtevası arzeder. Bu vasıf, tamamen mekkîdir.1081
21. Fa"âl Si mâ yurîd
“İrâde ettiğini yapan” demektir. Fa"âl, “yapan” anlamına gelen “fâllin, tekerrür, devamlılık ve mübalağa ifâde eden sigâsıdır. “Devamlı olarak, kesintisiz ve mükemmel tarzda yapan” demek olur. el-Halîmî şöyle tanımlıyor: “Tekerrür suretiyle istedikçe yapan, kimi işlere gücü yettiği hâlde, kimisinden âciz kalan mahlûklar gibi olmayandır”.1082
Allah'ın bu vasfı, aynı kökten gelen fiil şekilleriyle de bildirilmiştir. 1083 Allah'ın çeşitli icrââtı “fiil” şeklinde ifâde edilmekle birlikte, “fiil” daha fazla olarak insanlar hakkında kullanılmıştır. Bu, insanın yaptığı şeylerin faili olduğunu isbât eder. Bu kökten masdar şekli sâdece iki âyette görünür
“(İyi işler yapmak)” 1084;
“İtdia (yaptığın iş)”1085.
Her ikisindede, insanlara izafe edilmiştir.
Bu vasıf, ilk defa 27. sırada olan el-Burûc sûresinde yer alır 1086. Ayrıca başka bir mekkî âyette daha vârid olmuştur 1087.
Fâ'ilûn
“Yapan” anlamına gelen, “fâ'ibln cemi şeklidir. Üç âyette, azamet cemi olarak Allah'ı tavsîf etmektedir 1088. Bu âyetler de mekkîdirler.
Allah Teâlâ'nın “fa"âl li mâ yurîd” vasfı dolayısıyla, bu vasfın belli başlı delâletlerinden bir kaçına işaret etmemiz gerekir.
a) Kur'ân, Allah'ın irade ve meşîetine büyük bir ağırlık vermiştir. Allah'ın dilediğini yaptığı. Onu bundan alıkoyacak hiç bir sebebin ve engelin olmadığı, sayısız âyetlerde bildirilmiştir. Buna mukabil, mahlûklar istediklerini yapamazlar, sorumludurlar:
“Allah yaptıklarından sorumlu olmaz; (kullar ise) sorumludurlar”1089.
Kul, Allah'ın meşîetine havale etmeden, yapacağı hiç bir şey hakkında kesin bir şey söyleyemez 1090.
Cenab-ı Allah'ın, kayıtsız iradesini dengeleyen hikmet, rahmet, adalet vb. vasıfları elbette vardır. Onu sırf iradeden ibaret saymak doğru olmaz.
Bu vasfın şu bakımdan çok büyük bir önemi vardır:
Allah, yarattığı şeylerin, koyduğu nizamın mahkûmu değildir. Hikmeti gerektirirse, istediği anda her şeyi değiştirebilir. O her an mutlak tasarruf hürriyetini haizdir. Bu hususiyetin, diğer semavî vahiylerde de bildirildiği Kur'ân'ın çeşitli pasajlarından anlaşılmaktadır. Beşeri tasavvurlarında, bu vasfın bulunmayışı, gerçek Tanrı ile aralarındaki bariz farklardn birini teşkil eder. Çağdaş dinler tarihçisi M. Eliade, Eski Ahid'in bildirdiği Allah hakkında şunları yazıyor:
Rabb, kâinatın tek ve gerçek Hakimidir. Her şeyi yapabilir, her şeyi yok edebilir. Kudreti, mutlaktır; İşte bundan dolayıdır ki, hürriyeti de sınır tanımaz, itiraz kabil olmayan Hükümrân olarak rahmetini ve gazabını dilediği gibi tasarruf eder. Onu hiç bir şey bağlayamaz, iyi işler ve emirlerini gözetmek bile. Tanrının karşısında, hiç kimse “mâsum” değildir. Tanrıyı, kendi vaadleri bile bağlamaz. Ancak Onun sonsuz rahmeti, bunları ayarlar. Hangi şekliyle olursa olsun “şeriat, kanun”, temelini ve müeyyidelerini, Yahova'nın vahyinde bulur. “Fakat, öbür Yüce Tanrı anlayışlarından farklı olarak, Yahova mutlak hürriyetini muhafaza eder. Halbuki öbür tanrılar, bizzat kendileri bile kanunlara karşı çıkamazlar. Meselâ Zeus, Sarpedon'u ölümden kurtaramaz” İliade, XVI, 477 vd. 1091. Hatırlamak lâzımdır ki, büyük, çoğunlukla filozofların tasavvur ettikleri Tanrı da, genel anlamıyla determinizmin bir nevi esirinden başka bir şey değildir.
b) Üzerinde durduğumuz Fa"âl vasfından da anlaşılıyor ki, Allah Kendisinin devamlı olarak “işte olduğunu bildirmektedir. Bu durum, Kur'ân'ın yüzlerce âyetinde de müşahede edilmektedir. En fazla manidar olanlardan birini görmek, öbürlerini sıralamaya hacet bırakmaz:
“(O, her an bir iştedir)” 1092.
Eski felsefe ve peşinden bir kısım mütekellimler, Allah'ın varlığını, cisimlerin hudusu ile izah ettiler. Hareket ve fiil hudûsun alâmeti sayıldı. Bütün bu hareket halindeki cisimleri harekete geçiren bir ilk Muharrik olmalıdır. Hareket hadislerin sıfatı olduğuna göre, ilk sebepde hareket olmamalıydı. Dolayısıyla “Kadîm, havadise mahal olamaz” kuralı bir inanç esası haline geldi. Bazı felsefelerin gayesi, öteden beri, bu varlığa bir esas aramak olmuştur. Varlığı, kendi kendisiyle izah edemeyince; mahiyeti, varlığın mahiyetinden başka olan bir prensip aramaya mecbur kalınmıştır. Matematikteki aksiyom ve postulatlar gibi, öteki işlemlerine temel olabilecek bir prensip. Bizatihi varlık hakkındaki düşüncelerin boşlukta kalmaması için böyle bir prensip farzetmek, felsefe için esas olmuştur. O prensibi bulduktan sonra, onun gayesi gerçekleşmiş demektir. Demek istiyoruz ki, bazı felsefeler, dinin kabul ettiği gibi “işin önceden de sonradan da elinde olduğu” bir Hallâk, bir Fa"âl, bir Ma'bûd, bir Rabb değil, bir Vâcib, bir Kadîm, bir ilk Sebep, bir ilk Muharrik aramıştır. Bunu bulduktan sonra, o prensiple pek ilgilen kalmamıştır. Kendilerini bu tarafa kaptıran İslâm feylesoflarının, dinî nasslarla bazı yunan filozoflarının prensiplerini bağdaştırmak konusunda çektikleri sıkıntıdan daha fazlasını, bu prensibi kabul eden mütekellimler çekmişlerdir. Çünkü mütekellimler, netice itibariyle, dîni esas alan feylesoflardır. Onlar da “kadîm havadise mahal olmaz” esasını benimsediler. Fakat bazı felsefelerin isimsizlik, sıfatsızlık, hayatiyetsizlik, faâliyetsizlik içinde ebedî sükûta gömülmüş “Kadîm”int ofduğu gibi kabul edemezlerdi. Allah'ın, mükevvenatla ilgisini, Onun ezelî İlminin, Kudretinin, iradesinin “taallukatı” şeklinde izah ettiler. Ancak, bu “taallukat” ile olan açıklamaların da, Kur'ân'ın Hayy, Kayyûm, Hallâk, Fa"âl, “Her an bir işte” vb. olan Allah tavsifini, tam gösterdiği söylenemez. Kur'ân bir “Tanrı mefhumu” değil, “Kendisini izhar eden Havy, Kayyüm, Fa"âl... olan Allâh”ı tanıtır Kur'ân:
İlk Sebep, Vâcib, Kadîm yahut Varlık, hatta Tanrı konularını ele alan bir “İlâhiyyat (teoloji)” kitabı değildir; Allah'ın kâinattaki, tarihteki, insandaki icraatını izhar eden vahiydir, Mahz-ı şerr olan ademî taraf değil, mahz-ı hayr olan vücudî taraf hakimdir Kur'ân'a Allah'ın Kelâmı da, ciltlenmiş, yazılmış bir ilahiyat kitabı değil, seslendiği her şuuru harekete geçiren Allah Kelâmıdır. Mütevazi kanaatimize göre, bize öyle geliyor ki, Kur'ân ne Allah hakkında, ne de Kelâmı hakkında, statik bir karekter tanıma hakkını bize vermez. Ezelî, zaman ötesi ve zaman üstü bir fa'âliyyet vasfı, Allâhı, tavsif eder. Onun kelâmına da dinamik özellik hakimdir. İnkâr etmiyoruz ki, bu inançta da bir takım felsefî, aklî, problemler doğar. Ama bu mesele aklı aşan bir meseledir. Körü körüne mi inanacağız? diye sorulabilir. Kısaca cevabımız şu olacaktır:
Biz Allah'a, Kur'ân'ın tanıttığı gibi inanmak istiyoruz. Onu son noktaya kadar varan nihayetsiz paslı sebepler zincirinin ilk halkası olarak değil, her gün binlercesine şahid olduğumuz, kâinattaki “âyetlerinde Fa"âl olarak tanımak istiyoruz. Devr ve teselsülün butlanından ziyade, genişleyen kâinatta, verilen her hayatta, bakan her gözde, tebessüm eden her çiçekte, yeşeren her tohumda, her bir hücredeki mucizede, makro-kozmozun ve mikro-kozmozun enginliklerinde, ve inanan her kalbde, “her an yaptığı işte” Fa"âl, Hayy, Kayyum, Hallâk olarak tanımak istiyoruz. Felsefî problem çıkarma konusunda da diyeceğiz ki, felsefede problem olmayan ne vardır ki? Felsefe de, bir problemler yığınından ibarettir. Bir filozofun dediği gibi, “felsefe şimdiye kadar, daha “sebep” kavramının mahiyetini bile halletmiş değildir” 1093
Dinî yönden, felsefî tenkitten kurtulmak mümkün değildir. Şunu da unutmayalım ki, aslından uzaklaştırılmış, muhtevası boşaltılmış iman, felsefenin tenkidlerine saf imandan daha çok hedef teşkil eder (meselâ İbn Rüşd'ün Faslu'l-Makâl ve Menâhicu'l-Edille kitapları, baştan sona bu iddiamızı isbat eder). Akl-ı selîm nezdinde ise, Kur'ân'ın tanıtışı, bazı felsefî sistemlerin tanıtışından daha makûldür, daha reeldir, daha insanîdir. Her an Fa"âl olan Allah'ın, benim şu andaki duama icabet etmesi, benim veya kâinatın varlığında aksiyonda bulunması anlaşılır, müşkilât çıkarmaması lâzım gelir. Bundan “Onun havadise mahal olması” sonucu da çıkmaz. Zira O, zamanın üstündedir. Bir milyar yıl öncesi veya sonrası ile “şimdi”. Ona müsavidir. Ama ezeliyeti, -teorik olarak elmasa bile fiilen- mazi silsilesinin ucunda düşünen bir sistemin, şimdiki icabeti ve şu andaki aksiyonu izah etmesi, çok daha müşkül olur. Velhâsıl, Allah, Fa"âldir, “her an bir iştedir”. Ama nasıl? Bilemeyiz. İnsanlığın, bütün ilerlemelere rağmen, -idrâk ve tecrübe alanlarına girdiği halde- sayısız şeylerin niteliklerini, mahiyetlerini bilmemeleri müşkilât çıkarmıyor da, mü'minlerin “Hiç bir benzeri olmayan”, bu sonsuz kâinat Allahı tavsif eden esmâ-yı hünsâ bir “Kün(ol)” emriyle varolan Haliklarının Zat ve sıfatını bilmeyişleri mi kusur olacaktır?
c) Daha üçüncü hicrî asır ortalarında el-Buhârî, Sahîh'inde şöyle bir bab koymuştu :
Musannif, bu babda “O, her an bir iştedir” 1094,
“(...) Olur ki, Allah bundan sonra bir başka durum ortaya çıkarır ( yuhdisu emrâ)” 1095,
“Rabblerinden, onlara yeni(muhdes) bir Zikr gelmez ki(...)”1096 âyetlerini zikretmekte; fakat “Onun benzeri yoktur” âyeti dolayısıyla, Onun hadesinin (sonradan ortaya çıkarmasının), mahlûkların hadeslerine benzemeyeceğini belirtmektedir. Bundan sonra, bu konuda bazı hadîsler rivayet etmektedir. 1097 Şüphe etmiyoruz ki, el-Buhârî bu babı, kendi zamanında “Fa"âl” olmayan bir Tanrı” düşüncesine saplananları göz önünde bulundurarak dercetmiştir. İbn Mâce (ö. 273/886) Sünen'inin Mukaddimesinde “Cehmiyyenin inkâr ettikleri hakkında” adını verdiği babda “O her gün bir iştedir” âyeti hakkında Resûlullâh'dan şu hadîsi rivayet ediyor: “Bir günâhı afvetmesi, bir sıkıntıyı gidermesi, bir kısmını yükseltip, bir kısmını alcaltması da. Onun işlerindendir” 1098 Bazıları bunu, mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. el-Buhârî de Sahabî Ebu'd-Derdâ'nın sözü olarak ta'likan rivayet etmiştir. Ashab ve tabiundan, buna yakın tefsirler, oldukça fazladır. 1099
Hülâsa Allah “her an bir iştedir”; fakat Onun -diğer sıfatları gibi- bu devamlı yaratışı da, mahlûklarınkine benzemez ve keyfiyeti bizce bilinemez. 1100
Dostları ilə paylaş: |