30. es-Semî', Semî'u'd-Du'â
Semî', “işitmek” mânasına gelen sem' masdarından, mübalağa ve sübût ifade eden sıfat şeklidir. Allah hakkında, ıtlaka delâlet eder. “Gizliyi ve fısıltıyı bile işiten demektir. Ona göre, açıkça söylenen, içte saklanan müsavidir. İşitmesi, bazan duaları kabul etme anlamına gelir” 1301. el-Gazzâlî'nin tarifine göre:
“Onun işitmesi, mesmû'âtın sıfatlarının tamamının kendisiyle münkeşif olduğu bir sıfattan ibarettir” 1302
Bu izah, el-Gazzâlî'nin derin bir vukufla beyan ettiği “isti'âre” fikrinin yankısını taşımaktadır. Cenab-ı Allah'ın, keyfiyetini anlıyamıyacağımız bu sıfatı için, beşerî ifadedeki “işitme” tabiri istiare olunmuştur.
Smc, Kur'ân'da çok kullanılan maddelerdendir. Allah hakkında, fiil olarak nadiren görünür:
Allah, Kendisi için “işitirim” 1303 buyurur ki, birinci tekil şahıs sigasiyle olan ilahî fiillerin nadir örneklerinden birini teşkil eder. “İşitti” 1304, “işitir”1305, “işitiriz” 1306. Allah hakkında kullanılan bütün fiiller bukadardır. Bir ayette “işittirmek” fiilinin de faili Allâh'dır:
“Allah, (kâfirlerde) hayır var olacağını bilseydi, onlara işittirirdi. “Le esma'ohum”1307.
Bir çok ayette, putların işitme kabiliyetinden yoksun oldukları üzerinde durulur; bu onların aczlerinin sebeplerinden biridir. 1308 Allah'ın “işitme ve görme'sinin kemâli, yal'nız bir ayette tahayyür ve teaccub sigasiyle bildirilmiştir:
“O, ne mükemmel işitendir ne Mükemmel Görendir” 1309.
et-Taberîye göre “bu, medihte mübalağa içindir; te'vîli şöyledir:
Allah, her mevcudu ne Mükelmel Görendir; her mesmû'u ne mükemmel işitendir. Ona hiç bir şey gizli kalmaz” 1310. Masdar olarak sem' (ki hayat, irade, basar, kudret de böyledir). Allah'a nisbet edilmemiştir, mahluklar hakkında ise kullanılmıştır.
Semî' vasfı, bir iki yerde insanlar için kullanılmış ise de 1311 gibi, esas itibariyle Allah'ın vasfıdır. Kimi eliflâmlı, kimi eliflâmsızdır. Kur'ân' da 45 âyette Allah'ı tavsif eder. İlkin, 39. sıradaki el-A'râf sûresinde görünür1312. Kullanılış özellikleri şunlardır: .
a) Münferid olarak hiç kullanılmamıştır.
b) “Semî' Karîb” yalnız bir mekkî âyette varid olmuştur.
c) “Semî' Basîr” şekli hem Mekke'de 1313, hem de Medine'de 1314 zikrolunmuştur.
d) En fazla görülen terkib “Semî' 'Alîm’dir. 10 mekkî, 22 medenî âyette yer almıştır. 1315 Demek ki Medine sûrelerinde, üç misli kadar daha fazla varid olmuştur. İktiran ettiği öbür esmâ-yı hûsnâ ile, her zaman, bir destekleme durumu vardır.
Semî'u'd-du'â'
“Duaları çok işiten yani çok Kabul eden” anlamına gelir. 1316 Bir mekkî 1317, bir medenî âyette 1318, Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriya'nın dualarında" varid olmuştur. Anlaşılan, dualarımızda, bu vasıfla Ulûhiyyete hitab etmemiz öğretilmektedir. 1319
31. EI-Hâhk, El-Hallâk, Ahsenu'l-Hâlikîn
1) Hâlık, “yaratma” anlamına gelen halk masdarından ism-i faildir, “Yaratıcı” demektir. Hallâk ise, Hâlık'ın, mübalağa ve tekerrür ifade eden fa"âl şeklidir, “devamlı olarak, mükemmel bir şekilde Yaratan anlamını ifade eder.
Halk, aslında “düzgün bir biçimde takdîr” demektir. “Bir asla uymaksızın bir şeyi icad etmek” için de kullanılır. Meselâ:
“Gökleri ve yeri halk etti” 1320 âyetinde bunu, yâni, “ibda1” mânâsını ifade eder. Halk:
“Var olan bir şeyden bir başka şeyi iaad etmek” hakkında kullanılır:
“O insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan halketti” 1321 'de olduğu gibi. 1322
Hlk kökü, Kur'ân'da fazlaca (toplam olarak 250'den fazla) kullanılmıştır. Hem fiil, hem isim şekillerinin bol örnekleri vardır. “Yarattı, yarattın, yarattım, yarattık, yaratır, vb.” gibi fiiller, Allah hakkında varid olmuştur. Bu fiillerin mefûlleri:
Gökler, yer, yer yüzündeki her şey, cinler ve insanlar, bütün canlılar, hülasa “her şey”dir. 1323 Fail, -sarih veya takdirî olarak- her zaman Allah'tır. Masdar olarak halk çok fazla varid olmuştur ve münhasıran Ona izafe edilmiştir. Halk çeşitli objelere muzaf olarak kullanıldığı gibi, mücerred olarak da gelmiştir.
“(Yaratma ve emr Onundur”1324. Ayrıca 10, 34; 13, 16; 35, 1; 50, 15 vb. de bu kabildendir. Bundan başka, “huy” anlamına gelen buluk ismi de vardır 1325, bu da halk manasınadır. Ancak halk, gözle görülen dış görünüşlere, huluk ise basiretle idrâk olunan seciyye ve kuvvelere tahsis olunmuştur. Halk işinin mahlûklara verildiği, bir iki istisna vardır: 3,49 ve 5, 110'da Hz. İsa'nın, çamurdan kuş gibi bir suret “yaratıp” ona “Allah'ın izniyle” can verdiği bildirilir. Bazı bilginler burada “halk”i istihale, bir halden bir hale dönüştürme 1326, veya tasvir 1327, ve yahut takdir 1328 mânâsına alarak, mahlûk hakkında istimalini câiz görürler. Esasen “Alâh'ın izni ile” kaydı, bu işi Onun deruhde ettiğini, mahlûk plânını aştığını, hakikî failin yine O olduğunu göstermeye kâfidir. Dolayısıyla bunlar, halk fiilinin mahlûka verildiğini ifade etmezler. Bir başka istisna ise, “yaratma” mânâsını taşımaz. “Söz” hakkında “uydurma”yı bildirir: va tahlukûne ifken “yalan uyduruyorsunuz” 1329 demektir. Aslında Arapçada, halk “söz” için kullanıldığı zaman, “yalan” mânâsına gelir 1330. Kur'ân hakkında bu tabiri kullanmaktan çekinmenin bir sebebi de bu olsa gerektir. 1331
Fiil ve isim şeklinin fazla kullanılmasına mukabil, sıfat şekli az sayılır. Hâlık vasfı, ekseriya Hâliku külli şey' “Her şeyin Yaratıcısı” tarzında muzaf olarak gelir” 1332.
“Allah'tan başka bir Yaratıcı mı vardır?” 1333 âyetinde ise tenvinli olarak gelmiştir (keza 38, 71). Eliflâmlı olarak ıtlak ifade eden el-Hâlık şekli, yalnız bir medenî âyette bulunur 1334. Bunun dışında, Hâlık vasfının geçtiği bütün âyetler mekkîdır. Fiil şekillerimin de, büyük ekseriyeti mekkî devre rastlar. Anlaşılan, Cenab-ı Allah'ı tanıtmanın daha çok lâzım geldiği mekkî devirde, Onun en bariz hususiyetlerinden olan yaratma işi üzerinde çeşitli yönlerden durulmuş, başka yaratıcı olmadığına göre, ibadetin de Ona yapılması gerektiği belirtilmiştir.
el-Hâlikün
İki âyette, azamet cemiyle Allah'ı tavsif eder 1335. Her iki âyet de mekkîdır.
el-Hallâk
Bu vasıf, “Durmadan yaratan, işi gücü yaratmak olan” anlamına gelir. İlkin; 41. sıradaki Yâsîn 1336 sûresinde geçer. Kur'ân'da sadece iki mekkî âyette, “el-'Alîm” şeklinde bulunur 1337.
Ahsenu'l-Hâlıkîn
Kelimesi kelimesine “yaratanların en güzeli” demektir. Allah'ın, insanı ana karnında bir nutfeden itibaren, devamlı yaratma safhaları sonucunda, bildiğimiz mükemmel şekilde ortaya koyması bildirildikten sonra “yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!” buyurulmaktadır 1338. Bir defa da, açık olarak bir yaratmadan bahsedilmeden, bir batıl tanrı karşısında, Allah -Hz. İlyas'ın lisanından- böyle tavsif edilmektedir 1339.
Yaratma fiili, meşhur manâsıyla Allah'tan başkası için düşünülemeyeceğinden (Kur'ân'ın da bu işi, başkasına hiç vermediğini az önce görmüştük), bu vasıf, İslâm ilahiyatında bir müşkhe yol açar gibi olmuştur. İnsanı ve diğer canlıları, “fiillerinin Yaratıcısı” olarak niteleyen mutezile mezhebinden bazı kimseler, bu vasıftan kendi lehlerine yararlanmak istemişlerdir (Bazan yanlış anlaşıldığı için hatırlatalım:
Mutezile de insana, “Hâlık”, vasfını itlak etmez “fiillerinin halikı” der). Ehl-i sünnet bilginleri, durumu şöyle açıklamışlardır:
a) Halk aslında “takdîr” demek olduğundan, bu vasıf Ahsenu'l-mukaddirin (takdîr edenlerin en güzeli) demek olabilir. Takdîr, “var etmek” değil, “ölçmek, biçmek, planlamak” anlamlarına gelir.
b) Arapçada ism-i tafdîl bazan, “hükmü, zikrolunan iki şeyden birine isbat edip, öbüründen selbetmek” ifade eder. Cennetlikler ve cehennemlikler mukayese edilirken 1340 'de cennet ehli hakkında ahsenu makîlâ (daha iyi istirahat yeri), hayran mustakarrâ (daha iyi ikametgâh) tabiri kullanılır. Bundan maksad, cehennemin de bu vasıfları, daha az bir şekilde taşıdığı değildir. Gaye, bu vasıfları bilkülliye cehennemden selbedip, cennete tanımaktır. Çünkü cehennemin durumu, bir çök âyetle sabittir. “Daha güzel” tabiri, burada tafdîl ifade etmez. Keza “Ahsenu'l-hâlıkîn” de, yalnız Allah'ın bu hususta münferid olduğunu bildirir. Bir adam
Kbal sirkeden tatlıdır” derken, sirkeye bir tatlılık tanımak istemez. Maksadı, tatlılığı sirkeden tamamen selbedip, bala vermektir.1341
c) Allah'tan başkasının yaratıcı olduğunu iddia edenler, göz önüne alınarak, onlara şöyle denilmek istenmiş gibidir:
“Tut ki, yaratanlar olsun, bu takdirde bile, Allah bu mevhum ve farazî yaratanların en güzelidir” 1342
d. Masson da bu tabirin “superlatif absolu” değerinde olduğunu, dolayısıyla başka yaratıcıları düşündürmeyeceğini belirtmektedir. 1343
ıı - Yaratma kavramı hakkında bazı notlar
Kur'ân'da yaratma kavramı başlı başına incelenmesi gereken, geniş bir konudur. Allah'ın Halk, Bedi, Bari, Musavvır gibi vasıfları dolayısıyla burada sadece, Kur'ân'daki yaratma tezahürünü başka sistemlerdekinden ayıran bazı özelliklere işaret etmek istiyoruz.
Kimi dinlerde (Budizm, Jainizm gibi) 1344 “yaratma” diye bir mefhum yoktur. Onlara göre, dünya, bir Yaratıcı Tanrının müdahalesi olmaksızın öteden beri vardır. Kur'ân göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin, yer altında olanların, kısaca var olan bir zerrenin bile Allah'ın yaratmasından hariç kalmadığını defalarca belirtir. Allah, Ulûhiyyete hak sahibi oluşunu, en başta “Yaratıcı” olmasına bağlar. Batıl tanrıların, hiç bir değer ifade etmemelerinin en büyük sebebi “göklerden ve yerden hiç bir şeye sahip olamayışlarıdır.”
Dinler Tarihi, bazı dinlerin “yaratılış hakkındaki efsanelerinden” bahseder. Bir tanrı bazan kendi kendisini kurban ederek (Prajâpati), veya başlangıçtan beri bulunan bir devin (Tiamat, Ymir), yahut bir macran-thropos'un (devimsi varlığın?) (Purusha gibi) veya başlangıçta bulunan bir hayvanın (Eski İran'da Evakdât boğasının) kurban edilmesiyle kâinat varlık bulur. 1345 Allah ise Bedî'dir, göklerin ve yerin yokdan var edenidir, bir şeyin olmasını dileyince, ona sadece “ol” der, o da oluverir, her şeyi yaratmıştır 1346. Dolayısıyla Kur'ân'da bir tekevvün (cosmogonie) veya yaratılış efsanesi yoktur; iradesiyle hemen var eden Yaratıcı bir Rabb vardır.
Mevcut maddeye şekil veren, organize eden bir usta, bir mimar (ki Eflatun'dan beri Demiurge deniyor) Tanrı'ya inanç daha da yaygındır. Yaratma kavramına yabancı eski Yunan düşüncesinde, veya yoktan var etmeyi havsalasına sığdıramayan bir çok felsefî sistemde buna rastlamak mümkündür. Yunan filozoflarının etkisinde kalan, bazı İslâm feylesofları, aynı düşünceyi Kur'ânda da bulmaya çalışmışlardır. Meselâ, İbn Rüşd 1347 âyetlerine tutunarak (birincisinde gökler ve yer yaratılmadan önce “Onun Arşı, su üzerinde idi”; ikincisinde, göklerin başlangıçta duhân (duman, buhar) halinde olduğu bildirilir), göklerin ve yerin, bir şeyden yaratıldığını ileri sürer ve der ki:
“Mütekellimler, âlem hakkındaki ifadelerde de Şeriatın zahirine uymazlar, te'vîl ederler; zira şeriatte Allah'ın “sırf yokluk” ile beraber Mevcud olduğuna dair bir şey yoktur. Mütekellimler, bu konuda icmâ olduğunu nasıl iddia edebilirler?” 1348 Beklenilmeyen bir durum olarak, benzeri iddia “felasife”nin tam zıt kutbu tarafından da tekrarlanıyor. İbn Teymiyye de, mezkûr iki âyeti öne sürerek aynı şeyi iddia ediyor. 1349 O, ayrıca bazı haberler, eserler hatta Tevrat bilginlerinin sözlerini de zikreder. Anlaşılan onun Aristo, İbn Rüşd gibi bazı feylesoflardan farkı şuradadır:
Onlar âlemin kıdemini kabul ederken, o, âlemin aynen değil, nev'en kıdemini kabul etmektedir. Yani yaratma fiilinin ezeliyetini söylemektedir. Zira bir başka yerde “âlemden her hangi bir şeyin kıdemini söylemenin muhal olduğunu” 1350 belirtir. Masivanın ilki olan Arş da mahlûktur; zira bir çok âyette Allah, “Arş'ın Rabbi” olduğunu bildirmektedir, her merbûb ise, mahlûktur. 1351 Su ve duhan, daha önceki iki hilkat merhalesidirler. Kısaca, Allah'ın “her şeyi” yarattığını bildiren naslar, ıtlakı üzere alınmalıdır 1352. Cumhurun anlayışı budur. Esasen. Hz. Peygamber (AIIâh ile beraber var olan bir şey yoktu) 1353 diyerek bu durumu vuzuha kavuşturmuştur. Mükellef olmadığımız, çözümü de bizim için imkânsız olan konulara dalmaya gerek yoktur. 1354
Allah bir şeyin var olmasını hükmettiğinde, ona “ol” der, o da hemen oluverir. “Kitab-i Mukaddeste olduğu gibi Allah, “Ol” emriyle yaratır. Şeriatın buyrukları da aynı adı (emr) taşır. Gerçekten, emr ilâhî aş-kınlığa en uygun olan bir münasebet nevidir” 1355 Bazı âyetlerde bildirildiği gibi Allah'ın bu kelimât'i tükenmez 1356. Gerek bundan gerek başka bir çok delilden anlıyoruz ki, Allah'ın yaratıcılığı “bir defaya mahsus, olup bitmiş” bir şey değildir. Onun yarattıktan sonra âlemle ilgisi, sadece “varlıkta tutmasdan da ibaret değildir. O hiç bir an yaratıcı faaliyetten ayrı kalmamaktadır. el-Hallâk vasfı, “O, her an bir iştedir” 1357;
“O, sizin bilmediklerinizi de yaratır” 1358,
“yaratış peşinden yaratış” 1359,
“Sizi tavırdan tavıra yarattı” 1360 gibi bir çok âyet “devamlı yaratış” fikrini telkin etmektedir. Allah, bir “İlk Muharrik, ilk Sebep” durumunda değildir.
Kur'ân hemen hemen her pasajıyla, insana “yaratılışın birliği” fikrini telkin eder. Kur'ân'ın kâinatı düzenli, belli bir zamana kadar nizam içinde devam edecek olan bir “kozmoz”dur:
“Sen, Rahmân'ın yarrmasında hiç bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir aksaklık görebilir misin? Gözünü tekrar tekrar çevir bak, ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer” 1361 âyetini örnek olarak vermekle yetinelim. Allah'ın hükümranlığından hiç bir şey hariç değildir, karanlıklar ye denizler bile 1362 Bu nizam içinde, kâinatın bütün unsurları, Alâh'ın emriyle omuz omuza hizmete ve yardımlaşmaya yöneltilirler, hem biribirleri arasındaki yabancılık kalkar, hem de insanın onlara karşı bir ürkeklik duygusu kalmaz, yor olan her şeyde bir gaye, ve Hâlık'a ait yönüyle bir kemâl bulunur,
Kur'ân, esas itibariyle yaratma fiili için halk maddesini kullanmakla birlikte aynı tezahürü, bir çok değişik kelime ile de irad ederek, Allah'ın yaratıcı aksiyonunun bir ağ halinde bütün kâinatı sarmasını sağlamıştır. Bu terimler, genel yaratımı kavramını husûsileştiren, değişik anlamlara sahiptirler. Bede'e, yubdi'u el-haike, fatara. Yeniden yaratış için: Yu'îdu. Yoktan, bir asla dayanmaksızın yaratan için:
Bedı Yaratışın, halk'tan sonraki safhaları için: Enşe'e, zere'e, ca'ale 1363 şavvara, sevvâ. Özellikle canlıları yaratmak için: Bara'a. Böylece, yaratma ve tedbir, Kur'ân'da Ulûhiyyetin Kendisini tavsif edişinde belki de en önemli rolü oynar.
Dostları ilə paylaş: |