Küreselleşme ve Uluslararasılaşma



Yüklə 455,49 Kb.
səhifə5/12
tarix29.07.2018
ölçüsü455,49 Kb.
#62659
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

2.2. Derin Etkiler


Son elli yıllık dönemde üçlü bir yapı söz konusuydu ve bu yapının bir tarafında pazar ekonomisine dayanan çoğulcu ekonomiler, diğer tarafında planlı ekonomiye endeksli sosyalist ülkeler bulunmaktaydı. Üçüncü yapı ise çoğu batının eski sömürgesi olan gelişmekte olan ülkelerden oluşmaktaydı. Bu ülkeler kendi aralarında sosyo-ekonomik, politik ve kültürel farklılıklar göstermekteydiler. Ancak 1990lı yılların başlarında SSCB’nin dağılması iki kutuplu dünyanın tek kutuplu dünyaya yani pazar ekonomisi ve demokrasi odaklı bir dünyaya geçmesine yardımcı olmuştur. Bütün bu politik ve düşünsel gelişmeler küreselleşmenin daha sık hafıza yaratmasına ve ayrıca bir süreç olarak daha çok hızlandırılmasına ve etkilerinin derinleşmesine katkıda bulunmuştur.

2.2.1. Ekonomik Etkiler


Küreselleşme ülke ekonomilerini derinden etkilemektedir. Gelir, gelir dağılımı, sermaye birikimi, işletmeler, üretim, rekabet ve bilgi akışları gibi pek çok ekonomik konuda oldukça derin ve güçlü etkileri vardır. Bu bölümde bu etkilerin incelenmesi amaçlanmıştır.

2.2.1.1. Gelir, Gelir Dağılımı ve Yoksulluk


Farklı ülkelerdeki insanlar arasındaki gelir farklarını görmek için istatistiklere bile gerek yoktur. Televizyonu açan herkes Angola’da kıtlık yaşanırken, başka bir ülkede futbolcuların transferlerden milyon dolarlar kazandığını rahatlıkla görebilmektedir. Dünyada yılda 3 milyon insan AİDS’ten ölmekte, bu yüzden 15 milyon çocuk ebeveynlerinden bir veya ikisini kaybetmekte, en azından 1,6 milyar insan sağlıksız koşullarda yaşamakta, yılda yarım milyon kadın hamilelikte veya doğumda hayatını kaybetmektedir. Öte yandan 2006 yılında finansal varlıkları 30 milyon doları geçen 94.970 kişinin olduğu ve bu kişilerin toplam finansal mal varlığının 13,1 trilyon dolar olduğu; finansal varlıkları 1 milyon doları geçen 9,5 milyon kişinin olduğu ve bu kişilerin toplam finansal mal varlığının da 37,2 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir.

2008 yılı itibariyle kişi başına nominal (cari) geliri 905 dolar ve altında olan ülkelere düşük gelirli; geliri 906 dolar ila 3.595 dolar arasında olan ülkelere orta-düşük gelirli; geliri 3.596 dolar ila 11.115 dolar arasında olan ülkelere orta-yüksek gelirli ve geliri 11.116 doların üzerinde olan ülkelere de yüksek gelirli ülke denmektedir. Bu rakamlara göre nüfusu 30.000’den fazla 210 ülkeden 53 tanesi düşük gelirli, 55 tanesi orta-düşük gelirli, 41 tanesi orta-yüksek gelirli ve 61 tanesi de yüksek gelirli ülkedir. 2006 yılında nominal olarak en yüksek gelire 66.530 dolar ile Norveç, en düşük gelire ise 100 dolar ile Burundi sahiptir. Bu dönemde dünya ortalaması ise 7.439 dolardır. Eğer bu rakamlar ülkeler arasındaki fiyat düzey farklılıklarını ortadan kaldırmak amacıyla satın alma gücü paritesine göre tekrar hesaplanırsa 2008 yılının en yüksek gelirli bireyleri 44.260 dolar ile ABD’de, en düşük gelirleri de 710 dolar ile Burundi’de yaşamaktadır. Dünya ortalaması da 10.218 dolardır. 1976 yılındaki gelir rakamları incelendiğinde gelirin sanayileşmiş ülkelerde bile ortalama 6.200 dolar civarında olduğu görülür. Yani 1975’ten bu güne dünyanın ortalamada önemli bir gelir artışı sağladığı muhakkaktır.

Gelirdeki bu artışlar ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Dolayısıyla zaman içerisinde gelir dağılımı da değişmektedir. Dünya gelir dağılımı ile ilgili çalışmalar ülkeler arası gelir yakınsaması ve ıraksaması olarak bölünmüş durumdadır. Kimi çalışmalar gelirlerin birbirinden ıraksadığını bulmaktadır. Bu çalışmalarından bir örnekte, Afrika ülkeleri ile hızlı büyüyen batı ülkeleri (ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda) arasındaki gelir farkının 1820 yılında 1’e 2,6; 1980’de 1’e 12 ve 1998’de 1’e 20 olduğu bulunmuştur. Buna karşın yakınsamanın olduğunu bulan akademik çalışmalar da mevcuttur. Çalışmaların bu şekilde bölünmesi ise gelir kavramının farklılaşmasından (cari döviz kuru veya satın alma gücüne göre uyarlanmış gelirin kullanılması gibi), ölçümünün farklılaşmasından (uç değerlerin kullanılması veya Gini katsayısı gibi) ve farklı kaynaklardan verilerin harmanlanmasından kaynaklanabilmektedir. Her ölçüm tekniğinin kendisine özgü avantaj ve dezavantajları olduğundan dolayı da bu ölçümlerin hepsi doğru olarak kabul görebilmektedir.

Dünyadaki gelir dağılımının bozulmasına sebep olarak şunlar gösterilebilmektedir:



  • Gelişmiş OECD ülkelerinin gelişmekte olan ülkelerden daha hızlı ekonomik büyüme sağlaması,

  • Gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışının OECD ülkelerinden daha yüksek olması,

  • Çin ve Hindistan’ın kırsal kesimi ile Afrika’nın yavaş çıktı artışı,

  • Çin ve Hindistan’da kırsal ve kentsel kesim arasında çıktı ve gelir farkının artması – büyük ülkelerde ülke içindeki gelir eşitsizliğinin büyümesi,

  • Ticaret hadlerinin gelişmiş ülkeler lehine değişmesi (gelişmiş ülkelerin ihraç ettiği endüstriyel ve teknolojik ürünlerin fiyatları gelişmekte olan ülkelerin ihraç ettikleri mal ve hizmetlerden görece daha fazla artmaktadır).

Gelirdeki farklılıklar fakirlik istatistiklerine de yansımaktadır. Ülkeler belirli normlara göre kendileri fakirlik sınırları belirleyebilmektedir. Buna ek olarak uluslararası karşılaştırmalar için uluslararası ölçütler de belirlenmiştir. Bunlardan en bilineni günde 1dolardan (mutlak fakirlik) ve 2 dolardan (fakirlik) daha düşük gelir ile yaşamak zorunda olanların toplam nüfusa oranıdır. Bu oranlar Nijerya’da 2003 yılı itibariyle sırasıyla %70,8 ve %92,4’tür. Buna karşın pek çok ülkede ise bu oranlar %2 ve %20’nin altındadır.

Gelir dağılımı ülkeler arasında görece eşitsizleşse bile fakirlik azalmaktadır. Artık insanlar mutlak fakirlikten kurtulmakta ama gelişmiş ülkelerin hızlı artan gelirlerine göre görece olarak daha fakirleşmektedirler. Bu da dünyada orta sınıfın daralmasına, zengin-fakir ayrışmasına sebep olmaktadır.


2.2.1.2. Sermaye, Finans, DYY ve ÇUŞ’lar


1914 öncesi finansal küreselleşmenin ölçek ve kapsamı gerçekten etkileyicidir. Atmıştan fazla devletin kâğıtları ve neredeyse tüm kıta ve sektörlerden firmaların hisseleri Avrupa borsalarında yer almaktaydı. Londra tartışmasız dünyanın finans merkeziydi ama Berlin ve Paris de Londra’ya rakiptiler. Klasik altın standardının kabul edildiği 30 yıl boyunca finansal akımlar üzerinde hiçbir kısıtlama yoktu ve sınır-ötesi finansal akımlar inanılmaz seviyelere ulaşmıştı. 1880 ve 1914 yılları arasında İngiltere toplam GSYİH’nin ortalama %4’ü ila %5’ini ihraç etmiştir. İngiltere’nin ayak izini takip eden Avrupa ülkeleri 19. yy’ın son çeyreğinde sermaye ihraç etmeye başlamışlardır ve 20. yy’a girildiğinde de ABD birinci küresel sermaye piyasası patlamasına sermaye ihracatçısı olarak dâhil olmuştur. Uluslararası finansta benzer bir patlama sabit döviz kuru ve sermaye hesabı kısıtlamaları getiren Bretton-Woods sisteminin çöküşünden 30 yıl sonra yaşanmıştır. 1980li yılların sonlarından itibaren sermaye hareketlerinin liberalizasyonu gelişmekte olan ülkelere de yayılmıştır. 1990lara gelindiğinde ise küresel finans piyasaları kendini toparlamıştır. Artık finansal küreselleşme günlük hayatta kullanılan bir kelime haline gelmiştir.

2006 yılında gelişmekte olan ülkelere akan net sermayenin yarısını doğrudan yabancı sermaye oluşturmaktadır. 2006 yılında küresel DYY girişleri 2005 yılına göre %38 artış göstererek toplamda 1,31 trilyon dolara (2000 yılındaki 1,41 trilyon dolarlık seviyeden sonra en yüksek ikinci seviye) ulaşmıştır. Bu artış, farklı oranlarda olmakta birlikte, gelişmiş, gelişmekte olan ve Güneydoğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu (CIS) ülkeleri olmak üzere üç grupta da yaşanmıştır. Gelişmiş ülkelere DYY girişleri bir önceki yıla göre %45 artmış ve 857 milyar dolara ulaşmıştır.



Şekil 3: Yıllar İtibariyle DYY Girişleri



Kaynak: UNCTAD, 2007, s. 3.

Küreselleşme süreciyle artan DYY akımları sonucu oluşan DYY stok değeri de her yıl artmaktadır. 1990 yılında dünya DYY giriş stoku yaklaşık 1,78 trilyon dolar olarak tahmin edilirken, bu rakam 2006 yılı sonu itibariyle 12 trilyon dolar olarak tahmin edilmektedir.

Dünyanın en büyük 100 finansal olmayan ÇUŞ’una baktığımızda ilk 5 sırayı sırasıyla General Electric (ABD), Vodafone Group (İngiltere), General Motors (ABD), British Petroleum Company PLC (İngiltere) ve Royal Dutch/Shell Group (İngiltere ve Hollanda) firmalarının aldığı görülmektedir. İlk yüzde 12 Alman, 2 Hong Kong, 2 Kore, 1 Meksika, 1 Malezya, 1 Singapur firması bulunmasına karşın hiç Çek, Türk ve Litvanya firması bulunmamaktadır. Dünyada en fazla ülkede yatırımı olan ÇUŞ ise 103 ülke ile Alman Deutche Post AG firmasıdır.

2004 yılı sonu itibariyle Türkiye’de 2.129, Almanya’da 9.225, Çin’de 42.753 yabancı ÇUŞ iştiraki bulunmaktadır. Bu iştirakler Almanya’da 2,28 milyon, Çin’de ise 24 milyon istihdam yaratmaktadır. Buna karşın dünyanın farklı ülkelerinde Almanya’nın 22.997 iştiraki bulunmaktadır. Dünyada yabancı ÇUŞ iştiraklerinin yarattığı toplam istihdam ise 1982 yılında 21,52, 1990’da 25,10 ve 2006’da 72,63 milyondur. Tabi istihdam konusunda madalyonun öteki yüzü ise yerli ülke ÇUŞ’larının yurtiçi yerine yurtdışında üretim yapmaları sonucunda ülke ekonomisinde yaratılabilecekleri istihdamı ihraç etmeleridir. Örneğin Almanya’nın ÇUŞ’ları aracılığıyla yurtdışında yarattığı istihdam 4,61 milyondur. Yani Almanya’nın ÇUŞ üretim tarzı sebebiyle 2,33 milyon istihdam kaybı söz konusudur. Bu rakam ABD’de 3,5 milyon, Japonya’da 3,71 milyondur. DYY yapan ülkelerin hükümetleri yatırımların ülke dışına kaçmaması için önlemler almaya çalışırken, DYY’yi çeken ülkeler ise bu yatırımları istihdam sorunlarını çözmek için kullanılabilmektedir.

Dünya ülkeleri arasında en fazla çift taraflı DYY ilişkisi (ilk ülke DYY veren, ikinci ülke DYY çeken ülke ve sıralama DYY giriş stokuna göre yapılmıştır) sırasıyla İngiltere-ABD, Hong Kong-Çin, ABD-İngiltere, Japonya-ABD ve Almanya-ABD arasındadır. Bu ülkeler arasındaki DYY giriş stoku toplamı 2005 yılında 1,13 trilyon dolardır.

Son olarak, ülkelerin DYY çekme performansları ve potansiyellerine göre sınıflandırılmaları söz konusudur. Buna göre, Çin, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Hong Kong ve İngiltere hem yüksek potansiyele hem de yüksek performansa sahip ülkeler; Almanya, Japonya, Türkiye ve ABD yüksek potansiyele karşın düşük performanslı ülkeler arasındadır. Düşük potansiyele sahip, düşük ve yüksek performanslı ülkeler ise genellikle Afrika ülkeleri arasından çıkmaktadır.


2.2.1.3. Üretim ve Rekabet Edebilirlik


Son yıllarda mal, hizmet, sermaye ve işgücü akışının önündeki uluslararası engellerin kalkması ve teknolojik ve bilimsel ilerlemenin hız kazanmasıyla küresel ekonomi dönüşüme uğramıştır. Ulaşım ve iletişim maliyetlerindeki düşüşler lokasyonun önemini azaltıp, firmaları üretimlerini daha düşük maliyetli yerlere taşımaları için teşvik ederken, teknolojik gelişmeler de yeni iş imkânlarının doğmasını sağlamaktadır. Bu durum devletleri ülkelerinde daha uygun çalışma iklimi yaratmada ve ulusal rekabet edebilirliklerini arttırmada daha hassas hale getirmektedir.

Ülkelerarası rekabet edebilirlik, üretimden sonra pazarlama aşamasında anlam kazanan bir olgudur. Eğer ülkeler ürettikleri malların pazarlamasında rekabet edebilirlerse o zaman yaptıkları üretimin anlamı vardır. Eğer üretilen mal ve hizmetler rekabetten uzak ise bu durumda ülkenin üretiminin bir anlamı olmayacak, ülke yerli üretim yerine ithalata yönelecektir. Ülkelerin rekabet edebilirlikleri, Dünya Ekonomik Forumu (WEF) tarafından “Küresel Rekabet Edebilirlik Endeksi” ile ölçülmeye çalışılmaktadır.



Tablo 6: Seçilmiş Ülkelerde Küresel Rekabet Edebilirlik Endeksi

Ülke Sırası

2005

2006

2007 / 2008

Almanya

6

8

5

Çek Cumhuriyeti

29

29

33

Litvanya

34

40

38

Türkiye

71

59

53

Singapur

5

5

7

Kore

19

24

11

Çin

48

54

34

Kaynak: WEF, 2007 ve 2006.

Tablo 6’da görüldüğü gibi ülkeler sıralamada kimi zaman küçük, kimi zaman da büyük kaymalar gösterebilmektedir. Ama önemli olan bir ülkenin sıralamasının devamlı artma veya azalma eğiliminde olmasıdır. Fakat bu artış veya azalış devamlı olmamakta, belirli bir aşamaya gelindikten sonra küçük kaymalara dönüşmektedir. Örneğin ülke sıralamalarında ilk beş sıra genelde 7-8 ülke arasında paylaşılmaktadır. Fakat sıralamanın altlarındaki ülkeler daha büyük kaymalar gösterebilmektedir. Burada da üretimin, teknolojinin, bilginin küreselleşmesinden faydalanabilen gelişmekte olan ülkeler söz konusudur. Örneğin, buna en güzel örnek Singapur, Kore, Hong Kong ve Tayvan’dır. Malezya ve Çin de bu ülkeleri takip etmektedir. Türkiye de bu ülkelerin gerisinde olmasına rağmen devamlı üst sıralara tırmanması ile dikkat çekmektedir.



Tablo 7: Dünya ve Seçilmiş Ülkelerde Gelir

Milyar $

2001

2002

2003

2004

2005

2006

Dünya

GSMH

32.030

32.131

35.013

40.373

45.222

48.482

ABD

GSMH

9.930

10.145

10.927

12.059

12.913

13.446

Almanya

GSMH

1.978

1.899

2.115

2.545

2.876

3.018

Çek Cumh.

GSMH

588

613

746

940

1.141

1.295

Litvanya

GSMH

11

13

15

19

24

27

Türkiye

GSMH

166

174

198

269

342

394

Çin

GSMH

1.273

1.407

1.631

1.928

2.273

2.642




$

2001

2002

2003

2004

2005

2006

Dünya

Kişi Başı GSMH

5.216

5.168

5.563

6.338

7.016

7.439

ABD

Kişi Başı GSMH

34.800

35.180

37.570

41.060

43.560

44.970

Almanya

Kişi Başı GSMH

24.020

23.020

25.620

30.840

30.870

36.620

Çek Cumh.

Kişi Başı GSMH

5.750

6.010

7.310

9.210

11.150

12.680

Litvanya

Kişi Başı GSMH

3.270

3.630

4.330

5.560

6.910

7.870

Türkiye

Kişi Başı GSMH

2.420

2.510

2.800

3.780

4.750

5.400

Çin

Kişi Başı GSMH

1.000

1.100

1.270

1.500

1.740

2.010

Kaynak: [Erişim adresi: http://ddp-ext.worldbank.org/ext/DDPQQ/showReport.do?method=showReport], (Erişim tarihi: 08.02.2008), Dünya Bankası Resmi Web Sitesi (Quick Query).

Küreselleşmenin hızla arttığı bir çağda ülkeler ne kadar rekabet edebilirlerse, o kadar fazla gelir elde edebilmektedirler. Dünya geliri devamlı artmakta, ülkelerin bu artıştan aldıkları paylar ise değişmektedir. Ülkelerin gelirlerine ve kişi başına gelirlerine bakıldığı zaman farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme dünya ekonomisine entegre olabilen ülkelere gelirlerini arttırma şansı tanımakla birlikte öte yandan rekabeti arttırmakta ve dünya ekonomisine entegrasyonu güçleştirmektedir.


2.2.1.4. Bilginin Küreselleşmesi


Ekonomilerin açıklık dereceleri arttıkça, daha fazla insan ve firma bilgi entegrasyonu ve bilgi, kültür, ideoloji ve teknoloji akımlarını içeren piyasa-dışı bağlantıların derinleşmesi süreçlerine dâhil olmaktadır.

Bilginin küreselleşmesi ekonomi ve sektörlere göre farklı şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Bilginin küreselleşmesinde dört tabaka görülmektedir. Bunlar:



  1. Dünyaya hizmet veren yerel endüstriyel uzmanlaşmalar ve belirli-beceri tabanlı aktiviteler: Bu başlık, gelişmiş ekonomilerdeki en ileri ve mekâna-özgüleşmiş aktiviteleri içermektedir.

    1. Kazananın tüm ürün ve hizmetleri ele geçirmesi: Finansal hizmetler, medya, spor, bilim ve ilaç sanayi gibi sektörlerde dünyaca tanınan veya sunduğu hizmetin farkı olan ve bilinen bireyler tarafından yerine getirilen fonksiyonlar vardır. Bu kişilerin yerine getirdiği aktiviteler çok az bir maliyetle uluslararası piyasalara aktırılabilir. Bu da tüketicilerin bu aktiviteden ve özellikleri hakkında bilgilendirilmeleri veya tüketim kalıplarının ürünü talep edilecek şekilde uyarlanması yoluyla yapılabilir.

    2. İhracata dönük uzmanlaşmış endüstriyel kümelenmeler: Bu tip uzmanlaşmalar son 25 yılda artış göstermişlerdir. Her ülkenin, ölçek, kaynak tabanlı göreceli üstünlük, beceri ve kurumlarda gömülü teknik bilgi (know-how) sebebiyle avantaj elde etmeleri dolayısıyla üretimde iyi oldukları ürün ve hizmetler vardır. Bu tip aktiviteler, kümelenmeler içinde devamlı teknolojik öğrenme süreci içerisinde olduklarından dolayı, günümüz üretim yapısında ilk duruma göre daha önemlidirler.

Her iki durumda da bilginin küreselleşmesi söz konusu değildir. Bilgi üretildiği yerde kalmakta ve kopyalanması pek mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla bu tip üretim, uzmanlaşma ve ticarete yol açmaktadır.

  1. Mekânsızlaşma yoluyla küreselleşme (Küresel ürün zincirleri): Mekâna bağlı olmayan üretimin, ucuz işgücü maliyetinin olduğu bölgelere DYY veya lisanslama vasıtasıyla kaymasıdır. Bu durumda kaynak ülkeden hedef ülkeye bilgi akışı ortaya çıkmaktadır.

  2. Yerele hizmet eden, ticarete konu olmayan veya kısmen konu olan ürünler: Kimi ürünler yerele özgü olması nedeniyle uluslararası ticarete konu olmazlar. Dolayısıyla üretim, tüketimin olacağı yerde yapılmalıdır. Yani üretim mekâna bağımlıdır. Bu durumda küresel markalar altında pazar konumundaki ülkede üretim gerçekleşmektedir. Yani küresel ile yerelin bir karışımı (küyerelleşme) söz konusudur. ÇUŞ’lar üretim süreçlerinin tamamını standartlaştırdıkları için bilgi akışları, özellikle bilgi ve fikirlerin küreselleşmesi aracılığıyla maddi olmayan varlıklarda ortaya çıkmaktadır.

  3. İmalat ve hizmet sektöründe çekişmeli piyasalar: Dayanıklı mallar, sermaye malları ve diğer ara malların üretildiği standartlaşmış ürün üretimidir. Standartlaşmış ürünler genellikle kodlanmış (kâğıda aktarılmış) bilgi ile üretildikleri için bilginin küreselleşmesi oldukça yüksektir. Bu durumda ise ölçek ekonomileri ve dikey entegrasyonlar meydana gelebilmektedir.

Tüm bu üretim yapısında bilginin küreselleşmesinden söz etmek mümkündür. Bilginin küreselleşmesine en kapalı üretim yapısı olan birinci durumda bile taşma etkisi ve üretilen ürünlerin tersine-mühendislik ile incelenmesi sonucunda bilginin küreselleşmesi söz konusu olabilmektedir. Bilgi ve iletişim tekniklerindeki ilerleme, üretimin küresel hale gelmesi ve rekabetin artması, bilginin de küreselleşmesine yol açmaktadır. Küreselleşen bilgi ise rekabeti ve dolayısıyla üretkenliği arttırmaktadır.

2.2.2. Çevresel Etkiler


Küresel çevresel kaygılar ekolojik süreçlerin ulusal sınırlara bağlı kalmadığı ve çevresel problemlerin sınır ötesinde etkilere sahip olduğu (yaşamı-devam ettiren ekosistemlerin ve su havzalarının genellikle sınırları aşması; tüm kıtalara ve okyanuslara yayılan hava kirliliği ve iklim koruması ve zararlı UV ışınlarından koruma sağlayan tek bir atmosferin varlığı) ve hatta küresel etkilere sahip olduğu, örneğin Çernobil faciasının Bulgaristan’dan Kanada’ya kadar pek çok ülkeyi etkilemesi, gerçeğinin fark edilmesiyle doğmuştur. Bununla bağlantılı olarak, insanların küresel ölçekte düşünmeleri ve davranmaları yeteneği kavramı yeni bir küresel sorumluluk boyutunu – gezegene ait kaynakların yanında küresel adalete dair – doğurmaktadır.

Dolayısıyla çevre ve küreselleşme arasındaki bağlantılar yeniden incelenmeli ve dikkate alınmalıdır. Bu bağlantıların göz ardı edilmesi küreselleşmenin tüm boyutlarının ve doğasının yanlış anlaşılması ve insanlığın karşılaştığı en zor çevresel sorunların çözümünde faydalı olacak önemli fırsatların kaçırılması anlamına gelmektedir.

Ulusal ekonomilerin uluslararası ekonomi ile entegre oldukça dünya ekonomisinin küreselleştiği gerçeği küresel çevre ve doğal kaynaklar üzerinde baskılara neden olmakta, bu da çevrenin kendini idame ettirmesini güçleştirmekte ve insanın çevreye bağımlılığını gözler önüne sermektedir. Küresel bir ekonomi küreselleşmiş dışsallıklar doğurabilmekte ve küresel eşitsizliği arttırabilmektedir.

Çevrenin küresel doğası küresel çevre yönetimi gerekliliğini doğurmaktadır ve aslında uluslararası anlaşma ve kurumların dünya çapında altyapılarının oluşmasına ve bunların büyümeye devam etmelerine neden olmaktadır.

Küreselleşme ve çevre arasındaki ilişkinin önemi açıkken, bu ikili dinamiğin birbirleriyle nasıl etkileştikleri konusunda bilgi düzeyi zayıftır. Küreselleşme ve çevre literatürleri belirsiz (genellemeleri tartışan); miyop (orantısız şekilde sadece ticaret-ilişkili bağlantılara odaklanmış); ve/veya kısmidir (küreselleşmenin çevre üzerindeki etkilerine odaklanan, tersine bir ilişkiyi açıklamayan).

Hâlbuki çevre ve küreselleşme arasındaki ilişki iki yönlüdür. Küreselleşmenin çevre üzerinde etkileri olduğu gibi çevrenin de küreselleşme üzerinde etkileri vardır. Bu bağlamda çevre-küreselleşme ilişkisinin dikkati çeken beş etkileşimi şu şekildedir:



  1. Küresel ekonomik aktivitelerdeki hızlı artış ve önemli, sınırlı doğal kaynaklara olan talebin artışı, ekonomik refahın devamlı artış sürecini olumsuz etkileyebilir. Doğanın üretken kapasitesinin %25-30 arasında aşıldığını gösteren bazı çalışmalar veya Asya-Pasifik bölgesinde yılda 2,5 milyon insanın hava kirliliği, güvenli olmayan su ve düşük kaliteli sağlık hizmetlerini içeren çevresel problemler dolayısıyla hayatını kaybetmesi durumun öneminin anlaşılmasına yardımcı olabilir.

  2. Birbirleriyle ilişkili küreselleşme ve çevresel bozulma süreçleri hâlihazırda güvensiz olan dünyaya yeni güvenlik tehditleri oluşturmaktadır. Ekosistemlerin ve toplumların kırılganlıklarını, en azından en kırılgan olanlarını, etkilemektedir. En fakir topluluklar en fazla riske maruz kalmaktadır. Örneğin, iklim değişikliğinin etkileri dâhil edilmese bile, su sıkıntısından etkilenen insanların sayısının günümüzdeki 1,7 milyar seviyesinden 2025’te 5 milyar seviyesine çıkacağı öngörülmektedir.

  3. Yeni zenginleşen ve eski varlıklı insanların ikisinin de birlikte yaşayacakları ekolojik dünyanın sınırları ile tanışmaları ve kendileri kadar şanslı olmayanların ihtiyaç ve haklarına uygun olarak davranmaları gerekir. Bu bağlamda “atölye” metaforu (Çin gibi gelişmekte olan ülkelerde üretim ve Avrupa veya Kuzey-Amerika gibi zengin bölgelerde tüketim), “atölye”nin önemle (a) gerçekten doğası gereği küresel ve (b) sadece ekonomik bir arz zinciri değil, aynı zamanda çevresel olan bir arz zincirinde konumlandırılmasını gerektirmektedir.

  4. Tüketim – hem Kuzey hem de Güney’deki – küresel çevrenin yanında küreselleşmenin geleceğini de belirleyecektir.

  5. Küresel piyasa ve küresel çevre hakkındaki kaygılar daha fazla birbirine girecek ve her biri diğerine daha bağımlı hale gelecektir.

Günümüzde dünyanın karşılaştığı en zorlayıcı çevresel problemlerin çoğu sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanmaktadır. 1990 yılında ABD toplam 4.818,3 metrik ton, onun ardından gelen Çin ise 2.398,9 metrik ton karbondioksit (CO2) salınımı yapmıştır. Aynı ülkeler 2004 yılında ise sırasıyla 6.045,8 ve 5.007,1 metrik ton CO2 salınımı yapmışlardır. ABD’nin CO2 salınımı yaklaşık %20 artarken Çin’in salınımı %100’den fazla artmıştır. Dünya CO2 salınımı 1990–2004 arasında yıllık ortalama %2 artarken bu oran gelişmekte olan ülkelerde %5,7 ve OECD ülkelerinde ise %1,3 olarak gerçekleşmektedir. Bu gelişmede küreselleşme sonucu gelişmekte olan ülkelere kayan üretimin payının olduğunu söylemek mümkündür. Fakat halen daha CO2 salınımının yarısından fazlasını az sayıdaki gelişmiş ülke yapmaktadır. Dolayısıyla, çevresel problemlere – tam olarak küresel ısınmaya karşı – karşı önemli hareketlerden bir tanesi olan ve 1997 yılında Japonya’da imzalanan ve toplamda 174 ülkenin ortağı olduğu Kyoto Protokolü halen daha en sanayileşmiş ülke olan ABD tarafından imzalanmamıştır. Türkiye’nin de dâhil olduğu 19 ülke halen daha protokole karşı pozisyonlarını açıklamamışlardır.

Son olarak, çoğu çevre ve küreselleşme yüzünden ortaya çıkan problemlerin, sistem içerisinde belirlenmesini sağlayacak organlar olmasına rağmen bu kurumların çabaları bölünmüştür ve koordinasyon veya tutarlılıktan uzaktır. “Sistem”in bir bütün olarak çalışması için ortaya konan çabalar ve enstrümanlar ya mevcut değildir ya da bunlardan yeterince faydalanılamamaktadır.


2.2.3. Sosyal Etkiler


2006 yılı itibariyle dünya nüfusu toplamda 6,52 milyardır. En yüksek nüfusu 1,31 milyar ile Çin ve 1,11 milyar ile Hindistan oluşturmaktadır. Gelirde olduğu gibi nüfus da dünya üzerine eşit olarak dağılmamıştır. Hong Kong’da kilometrekareye 6.728 kişi, Singapur’da 6.376 kişi düşerken Moğolistan ve Namibya’da 2, Avustralya’da 3 kişi düşmektedir.

Gelişmişlik yolunda altyapı olarak nitelendirilebilecek eğitim de ülkeler arasında önemli derecede farklılık gösterebilmektedir. 15 yaş üzeri okuryazarlıkta Letonya, Litvanya gibi ülkeler %100’e ulaşmışken, Mali’de bu oran sadece %24’tür. Eğitimin diğer bir göstergesi de ilköğrenimi bitirme oranıdır. Kimi ülkelerde bu oran %100 seviyesi ve hatta ilköğrenim yaş aralığının dışındakilerin de öğrenime katılımları ile %100 seviyesinin üzerinde iken, 2005 yılı itibariyle Orta Afrika Cumhuriyeti’nde bu oran sadece %23’tür. 2005 verileri 1991 verileri ile karşılaştırıldığında ilköğrenimi bitirme oranının çoğu ülkelerde önemli artışlar sağladığı görülmektedir. En büyük artışı ise %43’ten %92’ye ulaşan Venezüella tecrübe etmiştir. Eğitim seviyelerindeki bu farklılıklar ülkelerin eğitime yaptıkları yatırımlar ile yakından ilişkilidir. Kimi ülkelerde eğitim harcamalarının GSYİH içindeki payı %1’in altında iken (Endonezya, %0,9), kimi ülkelerde ise %10’lar (Botswana, %10,7) düzeyindedir. Gelişmekte olan ülkeler kamu harcamalarından eğitime ayırdıkları payı arttırmaktadırlar. Dolayısıyla gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler eğitim anlamında birbirlerine yakınsamaktadırlar.

İlk ve orta eğitimde cinsiyet ayrımı günümüzde pek yapılmamaktadır. Oranın en bozuk olduğu ülke 2005 yılı itibari ile %60 orana (kız öğrencilerin erkek öğrencilere oranı) sahip Orta Afrika Cumhuriyeti’dir. Fakat ülke 1991’deki %40’lık orana göre önemli gelişme kaydetmiştir.

Ülkelerin sağlık, çevresel, kültürel ve refah düzeylerine göre, doğumda hayat beklentileri değişmektedir. Örneğin 2005 yılı itibariyle Zambiya’da hayat beklentisi erkeklerde 39, bayanlarda ise 38’dir. Buna karşın Hong Kong’da bu beklenti erkeklerde 79, bayanlarda ise 85’tir. 5 yaş öncesi ölüm gerçekleşmelerine (1000 kişide) bakıldığı zaman ise dünya ortalamasının 1991’deki 95 sayısından 2005’te 75’e düştüğü görülmektedir. Çocuk ölümlerinde en kötü ülkeler ise ne yazık ki Sierra Leone, Nijerya, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mali gibi gelişmekte olan ülkelerdir. Bu ülkelerde bile ölüm gerçekleşmeleri az da olsa düşüş göstermektedir. Bu olumlu gelişmelerde, bilginin ve sağlık hizmetlerinin küreselleşmesinin ve çeşitli sağlık ve yardım kuruluşlarının gelişmekte olan ülkelere verdiği hizmetlerin payı vardır.

Ülkelerin kişi başına sağlık harcamalarına bakıldığı zaman 2004 yılı itibariyle en yüksek harcama ile (6096 dolar ile ABD) en düşük harcama (15 dolar ile Kongo Cumhuriyeti) arasında 400 katın üzerinde bir farkın olduğu görülmektedir. Bu, bebeklerin tüberküloz ve kızamık gibi hastalıklara karşı aşılanma oranlarında bile farklılıklar yaratan bir orandır (2005 yılında Çad’da bebeklerin sadece %40’ı tüberküloza, %23’ü kızamığa karşı aşılanabilmiştir). Benzer bir durum gelişmiş sağlık hizmetlerinden ve gelişmiş su kaynaklarından faydalanma oranlarında da karşımıza çıkmaktadır. Gelişmiş ülkelerde insanların %100’ü bu hizmetlerden faydalanabilmekte iken gelişmekte olan ülkelerde bu oranlar sırası ile %10’ların ve %50’lerin altına inebilmektedir. Fakat yine sevindirici olan, oranların gelişme eğiliminde olmasıdır.


Yüklə 455,49 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin