Muhabbetname


İNSANIN KENDİSİNİ OKUMASI



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə34/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   83

İNSANIN KENDİSİNİ OKUMASI


Kur’ân-ı Kerîm eşittir insana. Onun için İsra Sûresinde ‘insanı okuyun’ ifadesi kullanılmamış ‘ta ‘kitabını oku’ ifadesi kullanılarak ‘okuma’ emredilmiştir. İlk nâzil olan sûre Alak Sûresidir. Sûre, “Rabbinin adıyla oku” diye başlamaktadır. Bir şeyin okunabilmesi için mutlaka bir okutucudan okumayı öğrenmek gerekir. Ondan sonra okumaya başlayabiliriz. Yoksa okumayı öğrenmeden okumak mümkün değildir. Âyet-i Kerîme’de, “Allah’ın adıyla oku” denmiyor.”Rabbinin adı ile oku” buyruluyor. O’nun Ulûhiyetteki adı Allah, Rubûbîyyetteki irşâd ve terbiye eden esmâsı ise Rab’dir. Bu âyet bizim Rabbimizi tanımamızı ve O’nun vasıtasıyla okunması gerekli olan insan-ı asliyyemizi okumamızı emretmektedir. Rab, irşâd eden ve terbiye eden, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah, Allahlığı ile Ulûhiyyetinden irşâd ve terbiye etmez. Rab esmâsı olan Rubûbîyyet mertebesine tenezzül ederek kemâlâtıyla oradan bizleri okumakta, terbiye ve irşâd etmektedir.

Allah Ulûhiyyet mertebesinde iken bilinmekliğini istedi ve Rubûbîyyetine tecellî etti. Rubûbîyyetinin iki yönü vardır:

1- Ubudiyyet olan kulluk yönü

2- Rab olan irşâd ve terbiye edicilik yönü

Peygamber Efendimiz de, Allah’ın kulu ve Resulü idi. Bir Mürşîd-i Kâmil de, evvelâ beşeriyet yönüyle Allah’ın kuludur. Bir mazhardır. Fânidir. Herkes gibi yer içer, doğar, büyür ve günü gelince aramızdan ayrılır. Çünkü kuldur. İkinci yönü ise Samadaniyet esmâsına mazhar olduğu için, hiç kimseye muhtaç değildir. Herkese karşılıksız verir. İrşâd ve terbiye eder. Çünkü Rab’dir. Ölüm ve her türlü noksanlıktan uzaktır. Tecellî ettiği mazharların esmâsı ile anılır. Kat’iyen göründüğü esmâya isnat edilmez. Fakat hikmet sahibi olan mazhardan başka bir yerde de görünmez. Sâliklerin bunu çok iyi anlayıp şirk vâdisinden kurtulmaları lâzımdır. Yoksa dâima küfürde kalırlar. Onun için bir Mürşîd-i Kâmil mazharından irşâd ve terbiye ediciliği olan Rabliğini izhar ettiğinde, bunu, onun et ve kemikten meydana gelmiş kulluk yönü olan bedenine isnat etmemeliyiz. Bu, şirktir, küfürdür. Bedensiz, lâtif olan, zanda ve hayâlde bir Rab kabul edersek bu da şirktir. Tek taraflı tenzih veya teşbih yaparak Rab bilinmez. Tenzih ve teşbihi Tevhîd yaparak Rab bilinir. İşte böylece Âyet-i Kerîmedeki ‘Rabbinin adı ile oku’ emrinin, bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile okunması anlamına geldiği anlaşılmış oluyor.

Alak Sûresinin 2. âyetinde “İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adı ile oku” buyrulmaktadır. Allah neden başka bir misal vermiyor da, insanın bir kan pıhtısından yaratılmasını misâl vererek okumamızı ısrarla istemektedir. Âyetin devamında “insanın bilmediklerini bir kâlemle öğrettiğini” vurgulamaktadır. İşte kâlemden gâye İnsan-ı Kâmildir. Kâlemin iki ucu arasından mürekkep akarak nasıl bütün yazıları yazıyorsa, İnsan-ı Kâmillerin de iki dudağının arasından, dili ile ilm-i ledün olan bütün ilimleri anlatarak inananlara, insan-ı asliyyelerini ve nefis terbiye metotlarını öğretmektedir.

Cenâb-ı Allah bilinmekliğini murat ettiğinde Ulûhiyyet mertebesinden, Rubûbîyyetine tecellî ederek, Rabliği ile cin ve ins olan varlıkların arasında göründü. Henüz insanlığını bilmeyen cin ve ins varlıklarını Hakk ve hakîkata davet etti. İlm-i ezeliyyede hangi kimselerin isti’dâdlarında insanlığını okuyup, insan-ı asliyesini bulma hasleti var ise onlar Mürşîd-i Kâmili bularak bilinen o mazhardan okumaya başladılar.

Dikkat ederseniz Rahmân Sûresinin 1. ve 2. âyetlerinde “Rahmân olan Kur’ân’ı tâlim etti” buyrulmuştur. Şu halde okunması ve öğrenilmesi gerekli olan, insanın kendisi imiş. Gerçi her ne kadar “Rabbinin adı ile oku. İnsanı bir kan pıhtısından yaratanın adı ile oku. Kerem sahibi olan Rabbinin hakkı için oku” diye defalarca tekrar edildiği halde okunması gerekli olan şeyi söylemiyorsa da biz anlıyoruz ki okunması gerekli olan Rahmân Sûresinde de anlaşılacağı gibi insanın kendisidir. Henüz insanlığını bulmamış, cin ve ins seviyesindeki nâkıs varlıkların, kendi nefis kitaplarını okutmak sûretiyle insanlığını bulmuş olacaklardır. Böylece bu tahsille onlar için Rahmân Sûresi 3. âyetindeki “İnsanı yarattı” ifadesi tahakkuk etmiş olacaktır. Bir Hadis-i Şerifte “Men arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu” “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyrulmuştur. İşte Mürşîd-i Kâmiller de, nefsin ne olduğunu bizlere öğrettikleri zaman, Rabbimizin de ne olduğunu öğrenmiş oluruz. Dolayısıyla da kendi nefis kitabımızı okumakla insanlığımızı bulmuş oluruz.

Nefis nedir. Nefsin sıfatlarıyla nefis bilinebilir mi. Biraz da buna göz atalım. Nefis bizim sıfatlarımızdır. Dâima ikilik istediği için, nefs denmiştir. Süflîyyâttaki adına nefs, Ulûhiyetteki adına rûh denir. Şu halde nefis ile rûh aynıdır. Nefs, kişinin özü ve aslıdır. Nefsin sıfatları olan emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, merziyye ve safiye ile nefs bilinemez. Bir kişinin kulağı, gözü, burnu, ağzı gibi sıfatlarını saysak o kişiyi tam olarak tanımış, bilmiş olabilir miyiz. Tabii ki bilemeyiz. Mukayyed olan Âdem ve âlemde Allah'ın üç tecellîsi vardır. Ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinden başka dördüncü bir tecellîsi yoktur. İşte bu tecellîler insanın özünü teşkil etmektedir. Kişi cehâletinden mütevellit bunları kendine nisbet ettiği için ikilik vâdisi olan süflîyetten yani nefis vâdisinden kurtulamamaktadır.

Cenâb-ı Allah, ‘Fâil, Mevsûf, Mevcûd benim’ dediği halde, kul, ‘Hayır bunlar benimdir’ diyor. Dolayısıyla da kişi Allah’a karşı şirk koşmuş oluyor. Cenâb-ı Allah her günahı affeder, fakat şirk günahını asla affetmez. Onun için Mürşîd-i Kâmiller, bizleri esfel-i safilin olan bu cehâlet ve dünya bataklığından alarak, üç günlük sefer ile Rûhullah mertebesi olan Vahdâniyyet vâdisine vuslat buldurmaktadırlar. Rûhullah, bütün sıfatlarda, isti’dâd ve ma’lûmiyeti nisbetinde tecellîsini gösteren Allah’ın rûhu demektir. Teklik idrâkine vâkıf olanlar, Ulûhiyyetteki tecellî zevkine sahip olmuşlardır. Zaten bütün huzursuzluk ve mutsuzluk ikiliktedir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri Mesnevi’sinde şöyle bir hikaye anlatılmaktadır:

Bir gün aslan, kurt ve tilki ormanda ava çıkmışlar. Bir yaban öküzü, bir yaban keçisi, bir de tavşan avlamışlar. Bir ağaç gölgesinde istirahata çekilmişler. Ormanlar kralı aslan kurda dönerek avları taksim etmesini emreder. Kurt: “Baş üstüne!” dedikten sonra “Padişahım bu yaban öküzü sizin, yaban keçisi benim, tavşan da tilki kardeşin olsun” diyerek taksimini beyan eder. Aslan hiddetlenerek hızla yerinden kalkıp bir pençede kurdu öldürür. Aslan tekrar yerine geçerek bu kez tilkiye avları taksim etmesini emreder. O da bu olayın korkusundan mütevellit, üç defa secdeye kapanıp “Emredersiniz sultanım” diyor ve hemen taksime başlıyor.”Bu yaban öküzü sizin sabah kahvaltınız olsun, bu yaban keçisi sizin öğle yemeğiniz olsun, bu tavşan da sizin akşam yemeğiniz olsun” diyor. Bu taksimden memnun olan ormanlar kralı aslan “Tilki kardeş bu taksimi sana kim öğretti ” diye sorduğunda o da kurdu göstererek “Kurttan ibret alarak öğrendim.” diyor. Aslan bu olaydan sonra azametle tilkiye “Ben bu ormanların kralıyım. Zaten bütün avlar benimdir. Senin bu taksiminden fazlasıyla memnun oldum. Bu üç avı da sana veriyorum. Afiyetle hepsini ye !” diyerek onu taltif edip bağışlıyor. Tilki de açık gözlü oluşunun mükâfatını böylece görmüş oluyor.

Ey kardeşim, sen de av olarak vasıflandırılan bu nisbîyetlerini Cenâb-ı Hakk’a verirsen, kurt gibi parçalanan değil, tilki gibi avların hepsine sahip olduğunu görürsün. Çünkü senin varlığın ayrı Hakk’ın varlığı ayrı değildir. Senin diye bildiğin o varlık zaten Hakk’ındır. Bunu içtenlikle kabullen. Hakk’ın, senin ve bütün sıfatlardan her an ayrı bir ş’ende tecellîsini seyretmeğe bak. Hakk’ın bütün tecellî nimetlerinden faydalan. Kurt, nefsi remzeder. Nefsin emrindeki akılla hüküm verirsen kurt gibi helâk olanlardan olursun. Tilki ise burada, ibretle olaydan ders alan akıllı olmayı bizlere ikaz ediyor.

Mürşîd-i Kâmiller, bizler gibi cin ve ins olan, henüz insanlık kemâlâtını bulamayan kişileri, esfel-i safilin olan bu dünya kötülüklerinden kurtarmaktadırlar. Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Sûresi 7. âyetinde “Siz zikri bilmiyorsanız onu ehli olandan öğreniniz.” buyrulmaktadır. Ayrıca bu kâmiller “veresetül enbiya”, yani Peygamber vârisleridirler. Onun için, günümüzde peygamber olmadığına göre, Mürşîd-i Kâmillerden bu mânevî tahsili yapmamız gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm Fetih Sûresi 10. âyette “Gerçekten sana biat edenler, Allah’a biat etmiş olurlar” buyruluyor. Muhammed’e biat Allah’a biat olduğuna göre, vârislerine biat da Hz. Muhammed’e biattir. Dolayısıyla da Allah’a biat olmuş olur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Âl-i İmrân Sûresi 31. âyette “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” buyruluyor. Bu ve benzeri bir çok âyetlerden de anlaşılacağı gibi Peygamber vârisi olan bu kâmilleri bulmak lâzımdır. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri “Her köşede mürşîdim diyen çokdurur, fakat binde birinin irfâniyeti yokdurur” demiştir. Onun için, Mürşîd-i Kâmilleri bulmak çok zordur. Mısrî Niyazi Hazretleri de bir ilâhîsinde:

Mürşîd gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk-al yakîn

Mürşîdi olmayanların bildikleri gümân imiş” buyurmuştur.

Şu halde, ilm-el yakînlik mertebesinde mürşîdler var, ayne’l-yakînlik mertebesinde mürşîdler var, Hakk-al yakînlik mertebesinde mürşîdler var. Siz bunlardan Hakk-al yakînlik mertebesindeki İnsan-ı Kâmilleri bulunuz diyor. Bu kâmillerin üç belirtisi vardır:

1- Onları gördüğünüz zaman, onlar size Allah’ı hatırlatırlar.

2- Onların her sözünün mıknatıs gibi çekicilikleri vardır

3- Onların yanında bütün üzüntü ve kederiniz kaybolur.”Anlatsa da biraz daha dinlesem” dersiniz. İster sorarak, isterse sormadan müşkülleriniz hakkında tatminkâr biçimde cevap vermeleri sizleri memnun eder. İşte böyle bir kişi bulduğunuzda sizin irşâdınız orasıdır. Bunu değerlendirmelisiniz. Yoksa bu ilim tasavvufa ait kitapları okumak ve öteden beriden duyduğun mârifet sözlerini sermaye yaparak melez bir ilimle elde edilemez.

Bu yol bir aşk ve gönül yoludur. Ayrıca âyetlerdeki “Ey gayba îmân edenler” diye bahsedilen ‘gayb’ Allah değildir. Bu kâinatta Allah’tan başka bir varlık yok ki, O’nu örtmüş olsun. Allah gayb değildir. Kişilerin cehâletlerinden dolayı, Allah’ın Zâtını ve Mutlâkiyetini zanlarında kabullendikleri için, Hakk’ın her sıfatından tecellî eden zuhûrunu görememektedirler. Halbuki Resûlullah efendimiz, “Allah’ın Zâtını düşünmeyiniz” diyor. Bu âlemde gayb olanlar İnsan-ı Kâmillerdir. Aramızda oldukları halde, onları ehli dışında hiçbir kimse bilemez. Herkes onları sıradan bir kişi gibi gördüğü için, unsuriyet yönü ile tanır.



Onlar, tâlip olanlara evvelâ nisa suresi ayet 64 deki gibi tövbe yaptırırlar. Peygamberimiz “Bir defa tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir” buyurmaktadır. Ondan sonra dâimî kalbî zikir ile gönül kabının kalaylanması ve pisliklerden temizlenmesi icraatına başlanır. Çünkü bir Hadis-i şerifte “Kalbler de demirin pas tuttuğu gibi paslanır.” buyrulmaktadır. İşte bunun da tek tedavisi Kur’ân-ı Kerîm’in İnşirah Sûresi 1. âyetinde belirtilen kansız ve bıçaksız sadrımızı İnsan-ı Kâmile yardırarak, içerdeki pislikleri temizleyip zikirle cilalamaktır. Burada bıçaksız oluşu, kâmilin telkîniyle kalp kabının temizlenip kalaylanması anlamındadır. Dâimî zikirle kişinin kalbi mutmain olunca, gönlü Rabbine dönecektir. Zira “Gönüller zikirle mutmain olur” âyeti bize dâimî zikrin gönülleri mutmain edeceğini bildirmektedir. Gönüller mutmain olunca Kur’ân-ı Kerîm’in Fecr Sûresi 27 ve 28. âyetlerdeki “Ey mutmain olmuş nefs, dön Rabbine” hitabına muhatap olur. Kâmil ona, hadisât olan bu âlemde, Allah’ın üç tecellîsinden biri olan Tevhîd-i ef’al mertebesini telkîn eder. Şuhûd ve râbıtası ile bu âlemdeki, Cenâb-ı Hakk’ın bir penceresinin açılması ile, enfüs ve âfâkındaki fiillerin fâilini görmeye başlar. Ondaki mutluluk târif edilemez. Hiçbir kimse ile ihtilafı kalmaz. Çünkü iyi ve kötü diye bildiği bütün fiillerin fâilini tanımıştır. Kişiler birer tecellî mazharı oldukları için onların hiçbir yetkilerinin olmadığını bilir. Mazharlar neresi için yaratılmışlarsa, Cenâb-ı Allah’ın onları orada kullandığını ve ona göre hareket ettiklerini öğrenmiştir. Kulun kendine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Saffat Sûresi 96. âyette “Sizleri ve fiillerinizi yaratan Allah'tır” buyrulmaktadır. Nasıl olur da bu yerde kişi, herhangi bir işi kendine veya karşısındaki varlığa nisbet eder. Her ne kadar hakîkatte “Hayır da şer de Allah’tandır” diye bizlere hakîkat yönü bildiriliyorsa da ‘Sizden iyi bir fiil zuhûr ederse onu Hakk’tan, kötü bir fiil zuhûr ederse onu nefsinizden biliniz’ emri mevcuttur. Zira iyilik ve kötülük bizlere nisbet edildiğindedir. Hakk’a nisbet olunduğunda cümlesi hayırdır. Günah ismini almaktan da münezzehtir. Çünkü “Allah kötülük yaptı” denilmez. Kötülüğü icad eden nisbîyettir. Eğer işin kula nisbeti olmamış olsaydı, işin iyilik veya fenâlığı tayin olunamazdı. Bu mertebede ‘istek kuldan, halk eden Cenâb-ı Hakk’ olduğu için, kul, iyiliği istediğinde, Allah iyiliği halk eder. Ondan memnun olduğu için, mükâfatını görür. Kul kötülüğü istediği zaman Allah kötülüğü de halk eder. Yine kul ondan da memnun olduğu için azâbını çeker. Zira Zilzal Sûresi 7. ve 8. âyetlerde “Bir kişi zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükafatını görecek. Zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını da çekecektir” buyruluyor. Fâil-i muhtar Hakk’tır. Kulun fiil-i ihtiyârîsi de yoktur. İlim Allah’ın bir sıfatıdır. Kul ise malûmdur. İlim malûma tâbidir. Malûm olan kulda nasıl bir istek zuhûr ediyorsa, Cenâb-ı Hakk o şekilde tecellî ediyor demektir. İlim nerede tecellî ederse ona Âlim denir. Kul burada zuhûra tabidir. Kendinde ve âfâkındaki bütün fiillere bakarak Hakk’ın aynasında fiillerin fâilini müşâhede eder. Hiçbir zaman fiillerin tecellî ettiği mazharlara herhangi bir fiili nisbet etmez. Bu gördüğü fiiller iyi fiiller ise, o mazhara yaklaşır ve iyiliklerden istifade eder. Yok fiiller kötü ise, o mazhardan uzak durarak o kişinin eksik bir mazhar olduğuna hükmederek tedbirli olur. O kişinin kötülüğünün kendisine sıçramasına engel olur. Uzak durduğu halde yine de üzerine geliyorsa işte o zaman kendinden ne tecellî ederse onu yapar. Üzerine gelmeyip o kötülüğü sana yapmıyor olsa bile, onun yaradılışı eksikler vâdisinde olduğu için başkalarına mutlaka yapacaktır. Zira yaradılışı orasıdır. Onun için bu mertebedeki sâlikler enfüsünde farkta, âfâkında cem’de olmalıdırlar.

Enfüsteki fark, kişinin kendisini yakın takibe alarak, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı fiilleri yapmamak için gayret göstermesi demektir. Âfâkta cemde olmak ise kendisinden başkalarının oruç tutmaması, namaz kılmaması gibi kişilerin eksikliklerine müdâhale etmemek demektir. Her şeyi yerinde görerek, onların, orası için yaratıldığını kabullenmek demektir. Çünkü onlardan da Hakk öyle tecellî etmektedir.

Mukayesede huzursuzluk ve mutsuzluk vardır. Senden herhangi bir yardım isterlerse onlara elinden geldiğince yardımcı olabilirsin. Onlar için bol bol duada bulunmalısın. Yoksa Allah’tan hidâyet olmazsa, hiçbir kimse başkasının kötü hâlini değiştiremez. Bu mertebede sâlikler, kalbi dâimî zikirle birlikte, hissiyle de “Lâ fâile illallah” düşüncesinde olmalıdırlar. Her iş ve fiilinde halk edicinin Allah olduğunu düşünen bir kişi fiillerin Tevhîd’ini yapmakla, tecellî eden mazharların hiçbirine fiilleri nisbet etmez. Hata ve eksiklerin mazharlara nisbîyetinden kurtulmuş olur. Allah’a tevekkül hâli kişide başladığı için Allah’ın her tecellîsine boyun bükerek kabulleniş sergiler. Fiilleri şuhûd ettiği için kalbinin tasdiki sonunda elde ettiği müşâhede ile seyir halinde mutlu olur. Her şeyi yerli yerinde görür.

Günün birinde Bektaşinin biri eksik gördüğü bir olaya müdahale etmiş. Bu yüzden bir hastalığa yakalanmış. Çok çare aradıysa da, bir türlü çare bulamamış. Hatasını anlayıp tövbe etmiş. Ondan sonra birisi bu hastalığın tedavisinin pislik böceği olduğunu, pislik böceğinin tozunu su ile günde üç defa içmesini söylemiş. O da tedaviyi uygulamış ve yedi günde hiçbir rahatsızlığı kalmamış ve şifaya kavuşmuş. Yine bir gün vapurda yolculuk yaparken fırtına çıkmış. Yolcular korku ve telaşla sağa sola koşuşmaya başlamışlar. Bektaşi ise oturduğu yerde hiç kıpırdamadan onları seyrediyormuş. Telaş içindekiler “Sen nasıl bir adamsın. Biz canımızla uğraşıyoruz. Sen ise kılını bile kıpırdatmıyorsun” deyince Bektaşi “Ben Rabbimin işine bir defa karıştım. Bana pislik böceği yedirdi. Onun için bir daha O’nun işine karışmıyorum. O ne isterse onu yapar.” demiş.

Kıssada anlatıldığı gibi fiillerin fâilini şuhûd eden kişilerin kimseye nisbet edecek hali kalmaz. Her gün abdest alırken kendi elleriyle kendisini nasıl yıkadığını, müştereken kendi mazharından namaz kıldığını seyrettikçe, O’nun zuhûrundan başka hiçbir fiil görmemeye başlayacaktır. Filler aynasından fiil ve fâili seyreden sâlikin, Allah’a tevekkülünden yani boyun bükmekten başka yapacak hiçbir şeyi kalmaz. Zevki ve mutluluğu had safhadadır.

Fiillerin Tevhîdinden sonra Tevhîd-i sıfat telkîn edilir. Zira fiillerin tecellîsi sıfatlardan olur. Hiçbir fiil sıfatsız tecellî etmez. Sâlik bu mertebede sekiz sıfat-ı subûtiyenin de Allah’ın olduğunu öğrenir. Bir evvelki mertebede istek kuldan, halk etmek Allah’tandır denmişti. Şimdi öğrendi ki istek de Allah’tan imiş. O halde, kulun sevap veya günah işlemesi söz konusu değildir. Çünkü isteyen de O, halk eden de O’dur. Kişi madde aleminde iken her şeyi benden Allah böyle işliyor diyerek kendisini helak etmemelidir. Buna çok dikkat etmek lazımdır.

Cenâb-ı Allah’ın ilm-i ezelî kazâsına kişinin isti’dâdı denilir. Ezeldeki kazâ da Allah’ın murâdıdır. Allah’ın murâdı, malûmat nisbetinde olmaktadır. Allah ilim sahibidir. Kimde tecellî ederse Âlim adını alır. Bizler malûmuz. Malûmiyetimiz bizlerin isti’dâdına bağlıdır. İsti’dâdımızda iyilikler mevcutsa, Cenâb-ı Allah bizlerin kalplerini o tarafa doğru meyillendirdiği için iyilikler yapmayı, isti’dâdımızda kötülükler mevcutsa, yine kalbimizi kötülüklere meyillendirerek kötülükler yapmayı isteriz. Bu iyilik ve kötülükler, bizim mazharımızdan tecellî ettiği için de iyilik tecellîlerinde mutluluk, kötülük tecellîlerinde huzursuzluk ve mutsuzluk görmüş oluruz. İyilikler mükâfatı, kötülükler de cezayı getirmiş olur. Allah için, iyilik ve kötülük yoktur. Bizlere nisbet edildiğinde günah ve sevap denilmektedir. Enfüsünde ve âfâkındaki bütün sıfatlardan tecellîlerin Allah’ın olduğunu gören kula beratı verilmiş olur. Çünkü bütün sıfatlardan fâil Hakk’tır. Cenâb-ı Allah’ın, ilminden irâdesine, irâdesinden de kudreti ile sıfatlarından zuhûra geldiğini şuhûd eder. Kendisinin hiçbir katkısının olmadığını bilir. Mevsûf sıfatların sahibinin Allah olduğunu, bu sıfatların da vücûd sahibi Zâtından tecellî ettiğini görmeye başlar. Şu halde, fiiller sıfatlardan, sıfatlar da vücûddan tecellî ettiğine göre, tek vücûdu veya fiilleri görmekle, o mazhardan tecellî eden Hakk’ı görmüş oluruz. Çünkü zannımızda bizim diye bildiğimiz bu tecellîlerin, bizim değil, Hakk’ın olduğunu artık müşâhede etmiş olduk. Bizim varlığımız yok imiş. Varlık sahibi Allah imiş. Kul “Ölmezden evvel ölünüz” hadisine mazhar olmuş olur. Bu ölüm izdirarı bir ölüm değil, ihtiyâri bir ölümdür. Kişi neresi için yaratılmışsa, orada bulunduğunu ve oranın bütün tecellîlerini sergilediğini görecektir. İster kendisi kendisini seyretsin, isterse başkaları onu seyretsin İsra Sûresi 14. âyetini “ikra kitabek kefa binefsikel yevme aliyke hasiba” “nefis kitabınızı okuyunuz” okumuş, “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince nefsinin, kendi özü olduğunu anlamış olacaktır. Bütün sıfatlardan tecellîleri müşâhede ederek, Rabbinin kendisinden hükmettiğini; görenin, duyanın, zevk edenin Rabbi olduğunu anlar. Nasıl bir insan vücûdunda, hiçbir a’za ve sıfat, birbirleriyle ihtilafa girmeden uyum içinde görevlerini yapıyorlarsa, bu kâinatta da bütün toplumların, uyum içinde, ihtilafsız yaşadıklarını görecek, ihtilâflı görüntülerin ise mutlaka bir sebebe dayandığını müşâhede edecektir. Çünkü Allah abes hiçbir şey yaratmamıştır. Her şeyi yerinde görmek kemâlâttır. Mukayese ise cehâlettir. Her şeyi kendi bulunduğu yerdeki terazi ile tartmak lâzımdır.

İnsanın kendi kendisini okuması nefsini okuması ile mümkündür. Her an ayrı ayrı tecellîleri kendi nefs sahifelerinde veya kâinat sahifelerinde okuması elbette bu saydığım irfâniyet ve müşâhede ile mümkündür. İşte, Mürşîd-i Kâmiller, Rabbü’l-Âlemîn mazharıdırlar. Bizlerde tecellî eden Rabbil hasımızı bizler bilmiyorduk. Mürşîd-i Kâmiller, nefsimizi bizlere öğrettikten sonra, Rabbil hasımızı kendimizde görmeye başladık. Her kişinin kendisindeki Rabbil has, Mürşîd-i Kâmil olan Rabbü’l-Âlemin mazharlarından bizleri irşâd ve terbiye eden tecellîler olduğu anlaşılmış olunur. Cenâb-ı Hakk cümlemize bu kemâlât idrâkini nasîb etsin. Âmin.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin